PARLAK’TA VE
SAZAK’TA…
28 Şubat 2024
İbrahim
Fidanoğlu
Giriş
Bu
yıl neredeyse hiç kış görmedik diyebiliriz İzmir’de… Yağışlar da son derece
yetersiz düzeyde seyretti hep. Hayra alamet göstergeler değil elbette bütün
bunlar. İnsanoğlunun doğanın bir bileşeni olarak; doğaya yaptıklarının yanında,
bir hiç kalır aslında şimdiye dek yaşadıklarımız. Turpun büyüğü elbette doğanın
heybesinde; vakti saati geldiğinde heybesinden bir bir çıkarıp koyacak önümüze.
O zaman bakalım ne halt edeceğiz? Neyse sabah sabah doğanın bağrına doğru
yapacağımız bir yolculuğu daha baştan zehir etmeyelim kendimize.
(Şubat 2024)
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
Karaburun florasından; Parlak Göleti kıyısında beyaz zıpçıktı çiçekleri (zephyranthes candida)
(Şubat 2024)
Bugün
Karaburun yarımadasının batı yüzünde
sahipsiz, insansız kalmış hüzünlü köyler arasında geçirdik zamanı. Dağın
başında hektarlarca alanda makilik bitki örtüsünün sıyrılıp kaldırılmasıyla
elde edilen arazide dikilmiş zeytinlikler; her sağanak yağmurda toprağın
sürüklenip tepelerden büklere doğru akarak, denizin mavi rengini toprak rengi
kahverengiye bulayışı, neyi yitirdiğimize işaret ediyor? Parlak’ın arka dünyasında bir sulama barajı zeytinliklere can suyu
olmuş anlaşılan. Köylerde bir terk edilmişlik ruhu hâkim; son yıllarda şehirden
gelenlerin mekân bildiği bazı evlerde hayat yeniden uyansa da, Sazak gibi 100 yıllık yalnızlıklara
bulanmış; bir zamanların yaşam mekânlarında yeniden eskiye dönebilmek neredeyse
imkânsız.
(MYC; Şubat 2024)
(MYC; Şubat 2024)
İzmir’den çıktık yola…
Karaburun
yarımadasındaki yürüyüşlerimizde adet olduğu üzere; bugün de sabah kahvaltımızı
Karaburun’a doğru tatlı su kaynağı
ile meşhur kıyıdaki Kaynarpınar İskelesi’nde
yapmak üzere İzmir’den çıktık yola. Kemalpaşa
yolcuları ile Kaynarpınar’da
buluşacaktık. Son yıllarda Yüksek
Teknolojisi Enstitüsü’nün yaratmış olduğu imkânlarla serpilip büyümüş;
yarımadada 19.yy.ın kalabalık Rum nüfusuyla öne çıkan köylerinden Gülbahçe’nin(1) (Rodonas) girişinde yol üstündeki bir fırından
sıcacık sabah gevreklerini alıp kuzeye doğru devam ettik yolumuza.
(Şubat 2014)
19.yy.da Rum eşkıyası Kapetan Foti tarafından yaptırılmış kilise; şimdilerde Gülbahçe Camii'nin oturduğu düzlemin altında kalan bodrum katı; Rumlardan kalan bir kapı alınlığı dikkat çekici...
(Ocak 2010)
(Ocak 2010)
Karaburun
yarımadasının doğu yakasında dizili köyleri birer birer geçtik kuzeye doğru; Karapınar, Balıklıova, Mordoğan, Ardıç,
Eğlenhoca, ve hemen Kaynarpınar’ın
arkasındaki bir tepenin üstünde kurulu İnecik
ile Kösedere’yi.(2)
Kaynarpınar levhasını görünce eski
yola doğru döndük. Sayfiyecilerin bir kısmı, yaz kış mesken tutmuştu buraları.
Kıyıya ulaştığımızda sabahın mahmurluğu vardı rıhtımda. Ipıssızdı ortalık. Saat
10 civarıydı. Kemalpaşa’dan gelen
diğer arkadaşlarımız, bizden önce gelip Kaynarpınar’ın
denizine hâkim sekisinde konumlanmış kahvehanesinde masayı kurmuşlardı bile. Kaynarpınar rıhtımında; Gülbahçe gevrekleri ve sıcacık çaylar
eşliğinde bu mükellef sabah kahvaltısı, pek yakıştı doğrusu bu güzelim bahar
sabahına.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Karaburun yarımadasının
batı yüzündeki köylere doğru…
Kahvaltı
sonrası Karaburun yarımadasının batı
yakasına ulaşmak üzere Ambarseki ve Saip köylerini takip ederek, önce
Karaburun’a, daha sonra da sahildeki Yeni
Liman’a doğru yola koyulduk. Geçen yıl da yine doğanın yarımadada uyanışına
tanıklık etmek üzere, Yeni Liman’dan
başlayarak; önce Hasseki’ye doğru,
oradan da doğuya dönüp Tepeboz’a
doğru yürümüştük. Bu yıl yine biraz erken de olsa, aynı coğrafyada bir gün
boyunca bazen hüzünlü, bazen keyifli zamanlar geçirdik; Parlak’tan Sazak’a doğru…
(Şubat 2024)
Karaburun’u
geçtikten sonra, Yeni Liman’dan
itibaren kıyıya paralel bir şekilde yükselmeye başladık. Zamanında korsan baskısına
karşı bir savunma refleksiyle vadinin dibine sinmiş Hasseki ile yine denizden ırak bir tepenin saklı yamacındaki Sarpıncık köylerinin sessizliğine tanık
olduk geçerken. Sanki kimsecikler yoktu köylerde. Hasseki Camii onarım görmüştü. Hamza
Bükü ve Badem Bükü’nü yukardan
görür görmez Parlak’a yaklaştığımızı
anladık uzaktan.
(Şubat 2024)
Parlak’ta…
Karşılıklı
iki tepenin yamaçlarına serpilmiş Parlak’ın
kimi yıkık ve terk edilmiş yorgun evlerinin arasındaki vadiden ilerleyen yol,
bizi köyün güney yamacındaki camisinin bulunduğu meydanlığa kadar taşıdı. Saat
12’ye yaklaşıyordu. Meydandaki kameriyenin altında oturan bir ihtiyar Parlak köylüsü ile Damızlık Koyun Keçi Birliği'nden küçükbaş hayvan sayımı için gelmiş iki memur dışında ortalıkta
kimsecikler yoktu. Biraz sonra birkaç köylü daha meydana ulaştılar. Biz
konforlu kahvaltının kaybettirdiği zamanı telafi etmeliydik. Onlara selam verip
hemen meydandan doğu yönünde ilerleyen bir sokağı takip ederek, Parlak Göleti’ne doğru yürümeye
başladık.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Parlak,
Karaburun yarımadasının batı yüzünde
yer alan ve denize doğru sert bir şekilde alçalan; oldukça sarp tepelerden
Ege’nin maviliklerine ve karşıdaki Sakız
adasına bakan Karaburun’un en özgün
köylerinden biri. Aşağılarda ise, 15.yy.daki yarımadada alevlenen Sakızlı Rum
gemicilerle Börklüce yiğitlerinin
kaynaştığı Börklüce İsyanı’na sahne
olmuş mekânlardan biri; Mağaza Dağı’nın
ve onun denize açıldığı güzelim Badem
Bükü’nün uzandığı kıyı çizgisi yer alıyor.
(Ocak 2010)
(Ocak 2010)
Badem Bükü; Parlak ve terk edilmiş Sazak
köylerinin bir anlamda iskelesi sayılır. Karaburun yolundan bozuk bir asfaltla
ulaşılan düzlükte Parlak ve Salman köylülerinin tarımsal arazileri
yer alır. Tarlalar arasından geçerken rastladığınız; eskiden kalma tuğla örgülü
su kuleleri de buraya özgü yapılardır. Sahile doğru; Mağaza Dağı’nın hemen altındaki kır kahvehanesi, bir şeyler içmek
için son fırsattır; çevrede çalışan birkaç köylü ile bir su kuyusunun başında
kısa da olsa yarenlik yapılabilir.
(Temmuz 2008)
Denize varmadan önce; geçmişte kalan, Badem Bükü kahvehanesindeki bir soluklanma anı; şimdi sonsuzluk uykusundaki atalarımızdan bize kalan bir yadigar...
(Temmuz 2008)
Biraz
ilerde plaj uzanır. Sazlıklar arasından yazın kuruyan küçük bir derecik bugün
hala canlıdır. Kıyıya Mağaza Dağı’nın
alt sınırını takip ederek ilerleyen yoldan kolaylıkla ulaşılabilir. Bahçelerde
hayat, bu aylarda canlanır. Köylüler, tarlalarında enginarın, baklanın peşinde
koşturur durur. Sahilde ise dikkat çeken, tuzlu su ve kumun birlikte yarattığı;
bir heykelin bileşenlerini andıran kum taşından kayalıklardır. Hele martıların
yumurtlama zamanlarında müthiş feryatlarıyla inleyen bük, kayalıkların
kovuklarının paylaşım savaşlarına sahne olur. Hayat, Badem Bükü’nde güzeldir.
(Ocak 2010)
(Ocak 2010)
Badem Bükü’nü ilginç kılan
mekânlardan biri de, plajın yanından başlayarak deniz kıyısından giderek
yükselen ve bir falez şeklinde dikleşen Mağaza
Dağı’dır. Bir platoyu andıran dağın üstüne doğru; plajdan başlayan patikayı
izlediğinizde, doğuya doğru mihrap yapan bir kilisenin temel izleri ile
karşılaşırsınız. Bu kilise için anlatılan, 15.yy.da Osmanlı Devleti’ni karanlık
bir tünele sürükleyen Fetret Devri’ndeki
Şeyh Bedrettin Ayaklanması ile ilgili
hikâyelerdir. Şeyhin müridi Börklüce
Mustafa’nın Karaburun yarımadası
merkezli yürüttüğü ayaklanma sırasında, Sakız
Adası ile kurulan lojistik irtibatı sayesinde yarımadanın batı yüzündeki
bir düzlüğe savaşta kullanılmak üzere bir mancınık çıkarılır. Rivayet odur ki,
mancınığın çıkarıldığı kıyı, Badembükü
plajıdır.
Badem Bükü'nde rastladığımız, kuru çiçek aranjmanlarında da kullanılan mor-beyaz renkli deniz lavantaları (limonium sinuatum)
(Temmuz 2008)
(Temmuz 2008)
(Ocak 2010)
Parlak köyü de kuzey yönündeki
sırtta yer alan ve bugün artık terk edilmiş ve öksüz bir yerleşim durumundaki Sazak köyü gibi 19.yy.da Türklerin ve
Rumların birlikte yaşadığı bir yerleşim olarak biliniyor. Köyün 19.yy.daki
ismini bazı kaynaklar Boynak (Boynaki) olarak
anıyor.
(Temmuz 2008)
(Ocak 2010)
(Temmuz 2008)
Parlak köyünden
Parlak Göleti’ne doğru…
Parlak
köyünün ıssız meydanlığından ayrıldıktan sonra, yolun vadiye doğru kıvrıldığı
noktada harap vaziyetteki bir evde hummalı bir onarım faaliyeti
yürütülmekteydi. Evin sahiplerine selam verip geçtik yanlarından. Yol boyunca eflatun
rengi; o kadar güzel ebegümeci
çiçekleri vardı ki; anlatılmaz. Vadideki yol düzleminin solunda çayırların
içinde yine bir yıkıntı halinde eski bir zeytinyağı fabrikasından bugüne
ulaşanlar vardı. Tavanı olmayan ve dört duvarla çevrili zeytinyağı işliğinde
zeytini ezmek için kullanılan bir taş değirmen, çuvallar içindeki zeytin
hamurunun yağını çıkarmak için paslı, ama hala ayakta bir bucurgat, bir kuyu ve bir yazıhane kalıntısı dikkatimizi çeken
ayrıntılardı. Bu zeytinyağı işliğini görünce, son yıllarda eğimli ve zorlu
topografyanın vakti zamanında gevenlerle kaplı sırtlarında dikenli tellerle
çevrilmiş hektarlarca alana dikilmiş genç zeytinliklerin yeni sahipleri düştü
aklımıza. Parlak köylüleri bu işten
ne kadar nasipleneceklerdi; gördüğümüze benzer zeytinyağı işlikleri bu
sırtlarda yeniden hayat bulacak mıydı? Madem sıyırmıştık gevenleri sırtlardan;
bari Parlaklının hayatına dokunsaydı hiç olmazsa bu zeytinler...
(Şubat 2024)
Parlak'ın doğu yönündeki çıkışında bir iptidai çeşme ve yalağı
(Şubat 2024)
Parlak çıkışında vadinin içinde rastladığımız bir eski zeytinyağı fabrikasından günümüze kalanlar...
(MYC; Şubat 2024)
(MYC; Şubat 2024)
Dağa Kaçtım gezginleri, Parlak'taki zeytinyağı fabrikasında tetkik sırasında...
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Taş baskıda ezilmiş zeytin hamuruyla doldurulmuş çuvalların sıkıştırıldığı mengene; bucurgat
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Bu
düşüncelerle hayalet fabrikanın yanından ayrıldık. Vadinin içinden doğu yönünde
devam eden toprak yol, bir süre sonra Parlak
Göleti’nin kıyısına ulaştırdı bizi. Baharın bütün işaretleri her yanımızı
sarmıştı. Karaburun topografyasının
vazgeçilmeleri karabaş otları (doğal
lavantalar), kimi yerde yeni uyanmışlar, ama güneşi iyi alan mevkilerde
çiçeğe bile durmuşlardı. Katmerli sarı renkli çiçekleriyle ekşi yoncalar (oxalis sp.),
ak yıldızlar, sarı renkli
çiçekleriyle hindibalar, beyaz papatyalar, anemonlar, yine beyaz renkte ve gölet kıyısında ağırlıkla
rastladığımız bir tür beyaz çiğdemler (ya
da beyaz zıpçıktı çiçekleri-zephyranthes candida) yine uyanan yeni hayatın
temsilcisi gibiydiler.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Göletin
çevresini dolaşan bir toprak yolu takip ettik. Bu göletin zeytinliklerin
sulanması amacıyla son yıllarda yapıldığı belliydi. Karşıda bir çeşme ve yalağı
vardı. Ayrıca göleti besleyen ve çevremizdeki tepeliklerden aşağı doğru
yönelmiş küçük derecikler; zakkumlar,
henüz uyanmamış hayıtlar ve
sazlıkların arasından kendisine yol bularak sulama göletine doğru akmaktaydı.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Göleti besleyen dereciklerden biri, usul usul gölete doğru akıyordu.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Sulama
göletinin bendinin üzerinden göletin arkasındaki Hasseki’ye doğru uzanan vadiye doğru yöneldik. Suyun doğaya verdiği
hayat, her yeri yeşile boyamıştı. Biraz ileride henüz yeşermese de, birkaç
gösterişli çınar ağacının bulunduğu bir yere geldik. Zakkumların arasından sızıp gelen bir sürü derecik, kurbağaların
üremesi için de uygun bir ortam yaratmıştı. Bizim gürültümüzle otların
arasından suya doğru sıçrayan birkaç kurbağa, bu gerçeğin habercisi oldular.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Göleti besleyen bir küçük derecik içinde ne hayatlar vardı?
(Şubat 2024)
Sağımızda
solumuzda sapsarı su düğün çiçekleri,
kırmızı anemonlar, sarı renkli
çiçekleriyle zambakgillerden (liliaceae) buz yıldızları (gagea sp.),
mor rengi tomurcuklarıyla karabaş otları,
bordo rengi, gözü andıran çiçekleriyle sütleğenler
(euphorbia sp.) yeni çiçeklenmiş çiriş otları, mor çiğdemler ve beyaz renkli çiçekleriyle sezonun ilk bayır gülleri (Girit ladenleri) gülümsüyorlardı sanki bizlere. Yaklaşık olarak Sazak köyünün hizasına geldiğimizi
düşündüğümüz bir anda; vadi tabanından ayrılarak, solumuzda yükselen ve zeytin
fidanlarıyla kaplı sırtlara doğru tırmanmaya başladık.
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Hektarlarca
büyüklükteki arazide dikenli tellerle çevrili zeytinlikleri normal yollarla
aşmak mümkün değildi. Hazineden bilmem kaç yıllığına nasıl ve ne şekilde
kiralanarak sahiplenildiğini anlayamadığımız; aslında hazinenin malı olan bu
vatan toprakları, “özel arazidir;
girilmez” levhalarıyla etiketlenmiş ve mülki koruma altına alınmıştı. Bu
durum bizi bayağı uğraştırdı. Amacımız, sadece terk edilmiş Rum köyü Sazak’a doğru önümüze çıkan sırtları
aşmaktı.
Vadi içinde yürürken Sazak hizasına gelince, gevenlerle kaplı zorlu sırtlara doğru tırmanmaya başladık. Ardımızda bu vadiyi bıraktık.
(Şubat 2024)
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
Sırtı
dikenli tellerle sınırlandırılmış zeytinlik alanlarına girmeden aşmaya
çalışırken, önümüze düşen ve güneşi daha iyi görüp de çiçeklenmiş olan karabaş otlarından (doğal lavantalar) yılın ilk hasadını yaptık doyasıya.
Kurutulduktan sonra içimi çok hoş bir bitki çayına dönüşen karabaş otlarının mor çiçekleri için türlü şifasından söz eder
kaynaklar.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Halk
arasında ballıbabagiller (lamiaceae sp) ailesinden bir bitki olan karabaş otu ya da gargan olarak bilinen lavanta
türlerine ülkemizde Afyon’un batısında kalan ve güneyde Akdeniz’den kuzeyde
Marmara Denizi’ne dek uzanan geniş bir coğrafyada rastlanıyor. Kaynaklar, Batı
Anadolu’da lavandula stoechas ve lavandula cariensis olarak adlandırılan
iki türünün varlığından söz ediyorlar. Ama halk arasında bu iki türe de karabaş otu ismi veriliyor. Karia lavantalarının ayırıcı özelliği,
çiçek saplarının uzunluğunun diğerine göre daha fazla olması… Bazılarının sap
uzunluğu 50 cm.yi bulabiliyor.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Aynı
zamanda çok önemli bir tıbbi bitki olarak bilinen karabaş otlarının en tipik olanlarına Karia coğrafyasında rastlandığından ve bu topraklara özgü bir bitki
olması nedeniyle Karia lavantası
denilmiş olmalı. İlkçağ’dan beri insanoğlunun bir şifa kaynağı olarak bildiği
ve sıkça kullandığı bu bitkinin özellikle çiçekleri bugün de aktarlarda,
kozmetik sektöründe; kolonya ve parfüm yapımında ve bitkisel terapi amacıyla
muhtelif rahatsızlıklarda kullanılmakta. Karaburun’un
denize bakan bu yüksekteki köylerinde karabaş
otlarının çiçeklerinden reçel yapıldığını da biliyoruz.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Genel
olarak balgam söktürücü, idrar yolları enfeksiyonları, egzama yaralarında ve
ağrı kesici olarak, sinirsel baş ağrılarını giderici ve yatıştırıcı olarak,
ayrıca kan akışını düzenleyici ve kalp-damar sistemini destekleyici etkisi
nedeniyle yaygın olarak kullanıyor. Özellikle Çine ve civarında; Bafa
coğrafyasında karabaş otu
çiçeklerinden yapılan aromatik çay ise pek meşhur…
Bu kez Sazak'a köyün konumlandığı sırtın hafifçe güneyinden batıya doğru ilerleyen gevenlerle kaplı bir patikadan ulaştık.
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Sırtı
tırmanırken gelen geçen araba seslerini duymaya başlayınca, asfalt yola
yaklaştığımızı anladık. Tepeye ulaştığımızda Sazak’ın üstündeki tepede konumlanmış rüzgârgülleri göründü. Rüzgârlı Mimas’ın eteklerindeki Yaylaköy sırtlarını ele geçirmiş
durumdaki rüzgâr santralleri, Parlak
ve Salman civarında da benzer
manzaraları sergilemekteydi. Bitki örtüsünü ve dolaylı olarak bu topraklarda
yüzlerce yıldır yapıla gelen keçi yetiştiriciliğini olumsuz yönde etkilediği
söylenen rüzgârgülleri sonuç olarak Karaburun
dağlarını sarıp sarmalamış durumda.
(Şubat 2024)
100 yıllık yalnızlık; terk
edilmiş Sazak köyünde…
Sazak
köyüne daha önceki gelişlerimizden daha farklı bir yol izledik. Bizi köyün
aşağılarındaki en az 500 yıllık bir servinin yanına kadar götürecek gevenler, bazılarının içlerinden yeni
baş vermiş kelebek orkideleri ve karabaş otlarıyla kaplı bir patikadan
yürüdük bu kez. Aşağılara doğru alçalan sırtların ötesinde Badem Bükü denizi uzanmaktaydı. Ufka doğru ise, Sakız Adası’nın siluetinde somutlaşan
karşı kıyılar…
(MYC; Şubat 2024)
(MYC; Şubat 2024)
Servinin dibindeki kırılıp parçalanmış Müslüman Türk mezarlarına ait mezar taşları ve bir defineci çukuru
(MYC; Şubat 2024)
Patikanın
bittiği yerde yaşlı bir servi vardı. Servinin dibinde, geniş gövdesinin altına
kadar girilmiş geniş bir çukur açılmıştı. İlk anda anlayamadık. Ama servinin
çevresine saçılmış ve kimi parçalanmış eski Türk mezar taşlarını görünce işin
vahameti ortaya çıktı. Definecilerle bu kez Sazak
sırtlarında; hem de ecdat diyerekten methiyeler düzdüğümüz, sürekli bir
hamaset edebiyatı yaptığımız bir dönemde, bu Müslüman Türk ata mezarlarının
dibinde yüz yüze gelmiştik. Manzara korkunç derecede rahatsız ediciydi. Geçen
gelişlerimizde büyük olasılıkla Sazak’a
hep yukarıdaki servis yolu ya da öncesindeki patikaları kullanarak ulaştığımız
için, bu servi ve altındaki Müslüman Türk ata mezarlarıyla karşılaşamamıştık.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Atalarının
mezarlarına dahi saygısını yitirmiş bir zavallı topluluktan nasıl bir iyilik
bekleyebilirdik; gördüğümüz iç karartıcı manzaraya karşı kafamızda büyüyen soru
sadece buydu? Böyle penceresi, kapısı sökülüp, yapı taşları un ufak edilmiş
öksüz köylere uğradığımızda genellikle kafamızdaki ana tema, emperyalizmin
kendi çıkarları uğruna kardeş halkları birbirine kırdırıp telef etmesi olurdu.
19.yy.da bölgede Türklerin ve Rumların çok kimlikli Osmanlı toplumunda kardeşçe
ve yan yana yaşadığı bir zaman diliminden, İngiliz domuzunun kışkırtması ile
birbirine düşman edilip, doğdukları topraklardan sökülüp atılmasıyla sonuçlanan
bir felakete sürüklenmesi merkezinde gelişirdi bütün düşünceler kafamızda. Ama
bugün Sazak harabelerinin hemen
altındaki bir vadide yaklaşık 500 yıllık bir yaşlı servinin dibindeki ata
mezarlarının tahrip edildiği yerde karşılaştığımız manzara başka bir şeydi.
(Şubat 2024)
Ölüm tarihi: sağdakinin Hicri 1170 (Miladi 1756); soldakinin ise Hicri 1210 (Miladi 1795)...
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Bir
toplumun tükenişinin, bütün kutsallarını ve ona bir altın tepside sunulmuş
Cumhuriyet değerlerini yitirerek giderek soysuzlaşıp, ata mezarlarına dahi
saldıracak düzeye kadar alçalmış olduğunun göstergesiydi gördüklerimiz. Bir
kişiydi; üç kişiydi ya da beş kişiydi bunu yapanlar diye işin içinden asla
sıyrılıp çıkamazdık. Burada önemli olan sayının azlığı ya da nicelik değil, ata
mezarlarına karşı yapılan hakaretin ve densizliğin niteliğiydi. Sonuç olarak
içimizde yaşayan bu insanları da ne yazık ki, bu sistem üretmişti. Nereden nereye
gelmiştik yarabbi?
(Şubat 2024)
Kara
servinin dibine saçılmış ve parçalanmış mezar taşlarının üzerindeki tarihleri
okumaya çalıştık. Okuduğumuz 4 mezar taşındaki tarihler sırasıyla Hicri 1170
(Miladi 1756), Hicri 1167 (Miladi 1753), Hicri 1242 (Miladi 1826) ve Hicri 1210
(Miladi 1795) şeklindeydi. Servinin çevresindeki gevenler arasında defineciler
tarafından delik deşik edilmemiş başka Türk mezarları da vardı. Ama tarihler
yaklaşık olarak 18.yy.ın başlarına ve daha sonrasına aitti. Bu durum
yarımadadaki Börklüce İsyanı’nın
Osmanlı Devleti tarafından bastırılması sonrasında, Karaburun coğrafyasında
yaratmış olduğu travmaya dair bir ipucu da vermekteydi.
Hicri 1026; Miladi 1617 tarihli Çullu Camii kitabesi
(Ocak 2010)
(Ocak 2010)
(Ocak 2010)
Osmanlı
Devleti, Şeyh Bedrettin İsyanı’nı
Anadolu ve Rumeli’nde bastırdıktan sonra, Karaburun yarımadasını neredeyse iki
yüzyıl iskâna ve yaşama kapatır. Bir anlamda devletin, isyan nedeniyle; Karaburun yarımadasına kestiği cezadır
bu. Bugün Karaburun’un merkezinden Akdağ üzerinden Yaylaköy’e giden asfaltın başlarında yer alan bir sapaktan ulaşılan
eski Çullu köyündeki; şimdilerde
restore edilmiş bulunan eski bir caminin üzerindeki tarih (Hicri 1026/Miladi
1617) aslında bu gerçeği yansıtmaktadır.
Çevredeki köy adları; Eğlen Hoca, Kösedere, İnecik; biraz daha ilerde Ambarseki ve Saip; Gerence Körfezi’ne
bakan yüzde Tepeboz ve sanki
bozgunlar ve korsan saldırılarına karşı sinmiş ve derin bir vadinin ardına
saklanmış gibi denizi gözetleyen Bozköy,
Gerence’nin diğer köyleri; Hasseki, Sarpıncık, şimdi terk edilmiş
eski Rum köyü Sazak, Parlak (Boynak),
Salman, Denizgiren ve Küçükbahçe ve dağdaki Meli ile deniz kıyısındaki Kara Reis…
(Şubat 2010)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Hepsinin belki de ayrı hikâyeleri vardı; bir kısmı
15.yy.daki bu coğrafyada yaşanmış bir büyük deneyimin ve kavganın tanıkları
olmuşlardı. Öyle bir alt üst oluş ve kıyımı yaşamış olmalı ki yarımada; belki
Osmanlı’nın bu toprakları lanetlemesi, belki de kıyımdan kurtulan kılıç artığı
halkın korkudan ve acıdan sinerek, bu dar geçitlerin hikâyelerinden uzaklaşıp
unutmak düşüncesiyle bu vadilere ve eski yerleşim alanlarına en az iki yüz yıl
uğramayışı sonrasında her yer balkanlık olmuştu.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Bu duruma Karaburun
yarımadasının ister batı yüzünde, ister doğu yüzünde kırsalda dolaşırken hep
tanık olursunuz. Arazide yürürken karşınıza öbek öbek taş yığınları, makilikler
içinde kaybolup gitmiş yapı kalıntıları ya da kör çeşmeler çıkar karşınıza.
Bunların hepsinin ayrı bir anlamı ve hüznü vardır hatıralarda. Ama şimdilerde
ne bunları hatırlayan, ne de koruyup gören kalmıştır yarımadada. Kaderine doğru
koşar Karaburun; yamaçlardaki
rüzgârgülleri, güneş kolektörü tarlalarından, dikenli tellerle zapturapt altına
alınıp; “derenin taşıyla derenin kuşunun
vurulduğu” bilmem kaç yıllığına kiralanmış zeytinliklere ve denizdeki
hançer; balık çiftliklerine doğru…
(Mayıs 2019)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Sazak
evlerinin sıralandığı sırtta Parlak
köyünden bir çoban bir koyun sürüsünü otlatıyordu. Tanık olduklarımızdan dolayı
şaşkın bir vaziyette yanına doğru sırta tırmandık. Bu durumdan rahatsız olup
olmadığını, yapanları bilip bilmediğini, köyün muhtarının bu durumu en
yakındaki asayiş birimlerine bildirip bildirmediklerini sorduk. Çobandan
aldığımız yanıt daha can yakıcıydı; çobana göre, köyler mahalle yapıldığından
beri sahipsizdi. Ne belediye, ne de ilde ya da ilçedeki devleti temsil eden
mülki yönetimler köylerde olup bitenlerden habersizdiler. Yeterli iletişim olmadığı
için, buralarla doğru dürüst ilgilenen yoktu. Süreçlerin sonuçları, sürecin
içinde yer alan insanları ilgilendirmez olmuştu. Köylerle merkezi yönetimin
sistematik bağı, bu şekilde kopmuştu. Eğer eskisi gibi; köyün muhtarı, eskiden
sahip olduğu yetkilerle donanmış olsaydı, bu tür olaylar gerçekleşmezdi. Dağda
koyun otlatan çobanın mealen söyledikleri bu doğrultudaydı.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Canımız sıkkın; çobanın yanından ayrılarak Sazak’ın yalnız ve sahipsiz evlerine
doğru tırmandık. Dip dibe, her biri denizi görecek şekilde kondurulmuş iki
katlı evler, evlerin arasındaki daracık, bayır yukarı sokaklar, baharla beraber
beyaza boyanmış yamaçlardaki papatya tarlaları, yıkık evlerin içinde ocaklar,
duvarlardaki nişler, küçük dolaplar; daha neler neler… Bir önceki gelişimizde
köyün aşağılarına doğru bulduğumuz kilise yıkıntısını bugün nedense bulamadık
bu sırtlarda. Herhalde geliş yönümüzün farklı olmasından dolayıdır diye
konuştuk aramızda. Dağın başında, biteviye esen sert rüzgâra karşı neden böyle
bir köy kurulur? Nasıl yaşarlar? O günkü koşullarda; bu çetin topografyada ne
yer, ne içer bu insanlar? Gerçekten merak konusuydu bizim için. Tek bir
olasılık kalıyordu; o da çevrede izlerini gördüğümüz bağ terasları dışında;
büyük olasılıkla Badembükü bahçeleri,
bitmez tükenmez en güzel ürünlerini Sazaklı
Rum köylülere de sunmuş olmalıydı. Ama bu hırçın vadilerden inişi çıkışı
düşündüğümüzde, epey zorlu bir yaşam vardı bu topraklarda anlaşılan. Bugün de Badem Bükü’nün deniz kıyısındaki tarıma
elverişli verimli topraklarını Parlak ve
Salman köylüleri birlikte
kullanıyorlar.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Karaburun’un
batı yakasına dizilmiş köylerin hemen hemen hepsinde 19.yy.da Rum ve Türk nüfus
birlikte yaşıyordu. Ari Çokana’nın 20.Yüzyılın Başlarında Anadolu ve
Trakya’daki Rum Yerleşimleri isimli kitabında bu yakada yer alan köyler ve
yaşamlarına dair şu bilgiler aktarılıyor:
“Karaburun yarımadasının batısındaki en
büyük köy olan 1.500 nüfuslu Meli
(bugün Karareis) Sakız’ın Kardamyla
köyünden göçmenler tarafından kurulmuştu. Ekonomisi bağcılık, hayvancılık,
arıcılık, kireç ve kömür üretimine dayanıyordu. Birkaç tekneyle balıkçılık ve
taşımacılık da yapılıyordu. Köyde Ayios
İoannis o Theologos’a vakfedilmiş bir kilise ve bir okul vardı. Kuzeye
doğru uzanan sarp kayalıklardan sonra, antik Finikus kentinin harabeleri üzerinde kurulu Eğri Liman’a varılır. Korunaklı limanından İzmir’e kuru üzüm nakliyatı yapılan 125 nüfuslu köyde Evangelistria Kilisesi ve bir okul
vardı. Bir sonraki köy olan Denizgiren (475
nüfus) Mimas Dağı’nın batı
yamaçlarındaki dağ köylerinin doğal limanıydı. Halkı geleneksel uğraşları
dışında çok sayıda yapı ustası yetiştiriyordu. Kilisesi, Ayios Nikolaos adına vakfedilmişti. Yakınındaki karma nüfuslu Küçükbahçe’de (Ayios Pandeleimon Kilisesi) Boynaki
(Parlak; 630 Rum ve 150 Müslüman;
bağlar, zeytinlikler ve pamuk), Sazak
(560 Rum ve 60 Müslüman), Sarpıncık
(150 Rum ve 200 Müslüman) ve Hasseki
(400 Rum ve 300 Müslüman) köyleri vardı. Yarımadanın kuzeyindeki Tepeboz (550 Rum ve 150 Müslüman) ve Yeni Liman (360 nüfus; Kimisi tis Theotoku Kilisesi) bağcılık
ve balıkçılıkla geçiniyordu.”(3)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Rumların
Sazaki, Türklerin Sazak dediği köyün dip dibe sıralanmış
evlerinin arasına sıkışmış hüzün yüklü daracık sokaklarından geçerek sırta
doğru yürüdük. Gece karanlığında karşı kıyıda görünen Sakız’ın yanıp sönen ışıkları; bu yakayı terk edip karşı kıyıda
yaşayanlar Sazak gecelerinin farkında
mıdırlar? Şimdi karşı kıyıdaki; komşu Sarpıncık
köyünden Marianthi Gialama’nın
dilinden dökülen Ambarsekili bıçkın
Rum delikanlısı Yorgi’nin ardından yakılan bir ağıt; “Sayıb’ın (Saip) toprağı sıcaktır sıcak” isimli Saip türküsünün hikâyesini acaba kimler hatırlar Karaburun dağlarında, vadi koyaklarında?
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Sayıp’ın toprağı sıcaktır,
sıcak…
Yıllar
önce bir kurtuluş günü (17 Eylül 2010) Karaburun’un
merkezindeki çay bahçesinin önündeki bir stantta tanışıp aldığımız kitaplarını
imzalattığımız Karaburunlu müzik öğretmeni Yıldırım
Aytaç bu ağıt-türküyü kaynak kişi; Selahattin
Zorlu’dan derlemiş. Uzun yıllardır TRT repertuarında yer alan bu türkünün
öyküsü Sazak’ın bugünkü hali, kadar
hüzünlüdür denilebilir.
Bir
Karaburun sevdalısı olan Saip köyünden
Yıldırım Aytaç’ın Gönlümdeki Aktopraklar isimli kitabında
türkünün öyküsü şöyle aktarılmaktadır:
“Yorgi,
Ambarseki köyü Rumlarının yetiştirdiği, eşsiz, acar bir Rum delikanlısıymış.
Hani derler ya; bileğini bükecek adam az bulunur veya yokmuş diye. Anası hep
“Benim oğlum yalnız ölmez” dermiş. Yorgi, Sayıp (Saip) köyünde daha çok
eğlenir, vakit geçirirmiş; hatta bu köyden bir Türk kızına da sevdalanmış. Kız
da değil, gelinmiş sevdalandığı aslında. Her gün akşam Sayıp’a uğrar, gece geç
vakit Ambarseki’ye dönermiş. Ama ana yüreği değil mi; aklına türlü kötü şeyler
gelirmiş. Ama oğlunun güç ve cesaretine güvendiğinden içini rahat tutmaya
çalışırmış. Evleri Ambarseki köyü girişinde olduğundan sesi soluğu Aziz’in
tarlalarından çıkınca duyulurmuş. O zaman anacığının içi rahatlarmış. “Aman da
Yorgim, canım Yorgim; geç kalma, beni merakta koma.” Ne dediyse de Yorgi geç
kalmaya devam edermiş. Çok zaman da eve sarhoş dönermiş.
(Mayıs 2019)
2019 yılında Karaburun'dan Saip-Ambarseki üzerinden Kösedere'ye yürümüştük. Bu yokuş Saip'e doğru...
(Mayıs 2019)
Bir
Türk gelinini sevdiği, Ambarseki Rumları arasında duyulunca, Rum gençleri
kendisini dışlamışlar. Hatta cephe alıp tehdit etmeye başlamışlar. Ama Yorgi,
bunlara kulak asmamış. Sayıp köyüne gidiş gelişinde herhangi bir değişme
olmadığı gibi sevdası da gün geçtikçe artıyormuş. Türk delikanlılar da bunun
farkındaymışlar. Yorgi’nin anası, oğlunun bir Türk gelinine (üstelik de dul) âşık
olduğuna inanmıyormuş. Bu olsa olsa iftiradır diyormuş.
(Mart 2010)
(Mayıs 2022)
Ambarseki
ile Sayıp köyünün arasında 700-800 metre uzunluğunda bir patika yol vardır.
Yolun ortasında; 100-150 metrelik kısmı çukurumsu, her iki köyden de görünmeyen
Aşlamacık Yokuşu denilen ıssız bir yer bulunmaktadır. İşte tam o ölü noktada
Yorgi’ye pusu kurarlar. Ama Ambarsekili Rum gençleri mi, yoksa Sayıplı Türk
gençleri mi; yoksa ikisi de mi; bunu çok soruşturmama rağmen kesin olarak
öğrenemedim.
(Mayıs 2022)
(Mayıs 2022)
Bir
gece yoluna pusu kurup Yorgi’yi Aşlamacık Yokuşu’nda hançerleyerek
öldürüyorlar. Yorgi, anacığının dediği gibi hasımlarından birisini yaralıyor,
ama algın yerinden vuramıyor. Koçyiğit Rum delikanlısı Yorgi, aşkı uğruna
canından oluyor. Ölümü üzerine anacığı şu ağıtı yakıyor; hem de Türkçe…
Karaburun-Sarpıncık köyünden 1922 Nüfus Mübadelesi ile Yunanistan'a giden Rumlardan Marianthi Gialama, Ambarsekili Yorgi'nin ağıtını söylüyor; "Sayıp'ın toprağı sıcaktır sıcak"... Sözleri Türkçe olmakla birlikte aşağıdaki metinden oldukça farklı...
(Youtube'dan alınmıştır. Video altı açıklama için eski Meli köyünden Meneviş Hanım'a teşekkür ederiz.)
Ambarsekili
Yiğit Yorgi’nin Türküsü
Sayıb’ın
toprağı sıcaktır sıcak
Ambarseki
iftirası birimize kıyacak
Yorgi’nin
maması (anası) şimdi ne yapacak
Aman
da Yorgi canım da Yorgi
Kabadayı
olmuşsun
Aşlamacık
Yokuşu’nda
Uyumuş
da kalmışsın
Sayıp’ın
toprağı serindir serin
Çıkarın
konak avlusuna Sayıp’ı görüm
Yorgi’nin
anası nesterse (ne isterse) verin
Aşlamacık
Yokuşu’nda
Uyanamamışsın
Algın
hançer yarasına
Dayanamamışsın
Sayıp’ın
toprağı serindir serin
Çıkarın
konak avlusuna Sayıp’ı görüm
Yorgi’nin
sevdiği kız değil gelin
Aman
Yorgi, kabadayı Yorgi
Kabadayı
olmuşsun
Aşlamacık
Yokuşu’nda
Uyumuş
da kalmışsın
Aman
da Yorgi, dertli Yorgi
Uyanamamışsın
Algın
hançer yarasına
Dayanamamışsın.”(4)
"Sayıp'ın toprağı sıcaktır sıcak"; bu da yıllardır TRT repertuarında yer alıp, çalıp söylenen bizdeki versiyonu; TRT sanatçısı Adile Kurt Karatepe söylüyor. Türküyü derleyen olarak; kayıtlarda emekli müzik öğretmeni "Sayıp"lı Yıldırım Aytaç'ın ismi geçmekte.
(Youtube'dan alınmıştır.)
Sazak’tan
Parlak’a; dönerken…
Ege’nin
derin maviliklerini ve yıkıntılar arasında sahipsiz köy Sazak’ı ardımızda bırakıp başladığımız yer; Parlak’a dönme vaktidir artık. Asfaltı güney-doğu yönünde atlayarak
yeniden dalıyoruz Parlak’ın derin
vadilerine doğru. İniyoruz, çıkıyoruz; biz bunu Karaburun vadilerinde dolaşırken hep yapıyoruz. Akşama doğru
ilerliyor zaman. Papatya ve sümbül tarlalarının içinden geçerek ulaşıyoruz Parlak’ın ilk evlerine.
Dönüş yolunda sabah yürüyüşün başlangıcında çevresini dolaştığımız Parlak Göleti'ni yükseklerden seyrettik.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Dönüş yolunda Parlak'a doğru alçaldığımız bir sırtta rastladık bu mantara; aynı bir top gibiydi.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
Bir
yaşlı kadın, koca bir demet arapsaçı toplamış
kırlardan; akşama kavurmasını yapacak. Bir yanda bir eski Boynak evinden geriye kalanlar, diğer yanda henüz yaşamın terk
etmediği bir evin avlusunda yaşlı zeytin ağacının gölgesine sığınmış bir eski
fırın… Eve dönen koyun sürülerinin çıngırak sesleri duyuluyor uzaklardan.
Çobanın hay huylarına karışıyor doğadaki çınlamalar. Yıkık duvarlarda
yankılanıyor gibi eski zaman sedaları.
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Parlak'ta ocağına incir dikilmiş eski bir evden kalanlar; birkaç duvar, bir ocak ve bir incir ağacı...
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Aşağıdaki
düzlükte sümbül tarlaları, karşı tepede Parlak
Camii’nin andezit/sarımsak taşından bordoya çalan minaresi; yapıldığı II. Abdülhamit döneminden bugüne yadigâr
gibi. 19.yy.ın sonlarına doğru Batı Anadolu’daki Rumların
milliyetçi rüzgârlardan etkilenerek pervasız bir şımarıklık içine girdikleri
bir dönemde; eziklik yaşayan Müslüman Türk ahalinin moralini yükseltmek
amacıyla, kıyıya yakın birçok köy camisinde bir kampanya şeklinde andezit/sarımsak
taşından tek tip minareler inşa edilmiş. Ege kıyısındaki kasaba ve köylerde
ağırlık kazanan bu kampanya, 19.yy.da İzmir’in
içindeki bazı Türk mahalle camilerine bile yansımış durumda. Basmane’deki Çorakkapı Camisi ile Karşıyaka’da
19.yy.da Türklerin yoğun yaşadığı Soğukkuyu
köyündeki Çömezcizade Hacı Mehmet Efendi
Camisi’nde olduğu gibi…
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Ağır ağır köyün camisinin bulunduğu karşı tepeye
doğru yürüyoruz. Günün bütün yorgunluğu; yaşadıklarımız, inip çıktığımız yokuşlar,
yıkık köy evlerinin hüznü; hepsi ama hepsi omuzlarımızda sanki. Şimdi artık
toparlanma zamanı…
Köyün meydanı sabahki gibi yine ıssız; kimsecikler
yok ortalıkta. Terk edilmişlik ruhu dolaşıyor sanki Parlak sokaklarında. Yıkık dökük evler; doğdukları topraklardan
dönmemek üzere gidenler; belli ki bir daha gelmeyecekler. Acı yüklü hikâyeler
bıraktılar arkalarında. Gidenlerin türküsüdür bu; bir daha asla dönemeyecek
olanların…
Akşam vakti; güne başladığımız yerde, günle ve Parlak ile vedalaştık; Parlak meydanında ve Kurucu Ata'nın büstünün hemen yanında. Nurlar içinde yatsın Yüce Atamız...
(Şubat 2024)
(Şubat 2024)
Ege’nin
karşı kıyısından Aydınlı Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle
Anadolu’ya isimli romanının son sayfaları her şeyi anlatıyor aslında:
" Karşıda Küçük Asya
kıyılarında… Minicik ışıklar yanıp sönüyor. Ve kocaman gözler var, yanıp sönen…
Karşıda. Ve tertemiz evler var. Gizli deliklerde paralar yanıp sönüyor,
ikonostazda gelin güvey taçları. Mezarlarda atalar yanıp sönüyor… Göz
kırpıyorlar sırayla karşıdan… Küçük Asya kıyılarında evet, karşıda… Çocuklar,
akrabalar, dostlar bıraktık. Gömülmemiş ölüler, barınaksız diriler bıraktık ve
şimdi hayaletler misali oradan oraya savrulan düşler… Küçük Asya kıyılarında
evet! Daha dün yurdumuz olan karşıda…”(5)
Ve son
paragraf…
“Bütün bu çekilen acı, bir
kötü rüya olsaydı ah!.. Ve yan yana... Omuz omuza verip yürüseydik tarlalara
doğru yeniden!. Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru
yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş
kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yan yana eğlenmek üzere şenlik
meydanlarının yolunu tutabilseydik!
Anayurduma selam söyle
benden Kör Mehmet'in damadı! Benden selam söyle Anadolu'ya... Toprağını kanla
suladık diye bize garezlenmesin... Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların,
Allah bin belasını versin!"(5)
Dipnotlar:
(2) Karaburun yarımadasının doğu
yakasında yer alan köyler hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2022/10/karaburunun-dogu-yakasinda-bir-bahar.html
(3) Ari Çokona, 20 Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Trakya’daki Rum Yerleşimleri; Literatür Yayınları 771;
1.Baskı- Kasım 2016; sayfa: 283-284
(4) Yıldırım Aytaç, Gönlümdeki Aktopraklar Karaburunlu Rumlarla Türklerin
Öyküsü; Yılmaz Matbaa, Kemeraltı-İzmir; sayfa: 117-118
(5) Dido Sotiriyu; Benden Selam Söyle Anadolu’ya (yada Matomena Homata-Kanlı Topraklar);
Alan Yayıncılık; İkinci Baskı: Ocak-1986; Çeviren: Attila Tokatlı; sayfa: 228-229
(6) Fotoğraflar, belirtilenler
dışında İ. Fidanoğlu tarafından
çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Tarih, doğa, edebiyat, sosyal geniş kapsamlı ne güzel anlatım, teşekkürler İbrahim, yolunuz açık olsun, sağlıcakla.
YanıtlaSilİlginize teşekkürler... İF
SilSanki sizlerle gezmiş gibi oldum.
YanıtlaSilNe mutlu bize. İstediğimiz tam da buydu işte. Demek ki yazımız amacına ulaşmış demektir; sizi de sanal dahi olsa o topraklarda gezdirip duygularımızı paylaşabildiysek... İlginize çok teşekkürler...İF
SilYürüyüşünüz, yazınız ve fotoğraflarınız harika. Tebrik ve teşekkür ederim.
YanıtlaSilİlginize teşekkürler...İF
SilBu güzel paylaşım için teşekkürler
YanıtlaSilSağolun. İlginizin devamlılığı dileğiyle...İF
Sil