26-29 Ekim
2012
İbrahim Fidanoğlu
Girit, pek çoğumuzun
geçmişinde yer alan öyküleriyle yüreğimizi titreten bir coğrafyadır aslında. En
azından bir romanda ya da bir anı kitabında okuduklarımızla tanışmışızdır bu
topraklarla. İki farklı halkın yüzlerce yıl birlikte yaşayıp daha sonraları
kanlı bıçaklı düşman oluşudur aslında bu topraklardaki saklı öykülerde
anlatılanlar.
Heraklion
(Kandiye) Limanı
Bir “Cihan” İmparatorluğu’nun
çöküşü esnasında; Anadolu’da yaşanan Küçük Asya Felaketi ile derinleşen ve en
sonunda mübadelede her iki yakadan insanların yurtlarından koparılmasına ve
gittikleri topraklarda bir anlamda kendilerini “iki kere yabancı”(1) hissetmelerine yol
açacak bu süreç, her iki tarafın mağdurlarında nesiller boyu silinmeyecek izler
bıraktı. Çekilen acılar, yapılan çileli yolculuklar öykü, roman ve anı oldu;
kitaplara yansıdı. Savaşın çocuklarının çektiği acılar, böylece kendilerinden
sonra gelecek nesillere ders niteliği taşıyacak bir boyuta ulaştı.
Politikanın girdabında
olmayacak yerlere sürüklenen bu acılı kuşakların yaşadıklarından, her iki
toplumun çocuklarının alacağı büyük dersler var. En az bin yıllık ortak
tarihleri; birbirleri ile iç içe geçmiş kültürleri ve yemeklerine kadar uzanan
sosyal yaşamlarındaki benzer alışkanlıklar, bu iki toplumu aslında dostluğa
mahkûm etmiş bile denilebilir. Ama ne yazık ki; dünyanın ağa babalarının her
zaman bu “büyük insanlığı” tuzağa düşürmek için kurnazca planları bulunuyor.
Bize düşen ise; aklımızı ve tarih bilincimizi kullanarak, bu hinoğlu hin
tuzaklara bir daha düşmemek olsa gerek.
Kostas’ın
büyükannesinin Ayvalık’tan getirdiği Meryemana İkonası
Akdeniz’in ortasındaki Girit
Adası’nın Batı ucundaki Hanya’ya
geldiğimizde, biz de herkes gibi Eski Liman’a doğru yürüdük. Sofoklis Venizelos Meydanı’ndaki Kapalı
Çarşı civarında bulunan bütün yollar, neredeyse rıhtıma çıkıyordu. Restorasyonu
süren Roma – Bizans döneminden kalma surların hemen önünden limana paralel
ilerleyen Karaoli Dimitriou Caddesi’nde meşhur Hanya bıçakçıları vardı. Biraz onlara bakalım dedik. Yoldan
merdivenlerle ulaşılan ve ilk bakışta çıkmaz bir sokak izlenimi veren sokakta
adamın biri, yerdeki yaprakları süpürüyordu. Dikkatimi çekti; sokağa girdim.
Biraz ilerleyince adam beni fark etti ve gülümsedi; gayri ihtiyari adama Türkçe
“Merhaba” dedim. Bunun üzerine adam da bana Türkçe yanıt verdi. İsmi Kostas’dı.
Kandiye Limanı’ndaki Venedik Kalesi
“Kules” duvarlarında yer alan Venedik Aslanı
Kostas, eczacı idi ve
yıllarca Danimarka’da çalışmıştı. Şimdi doğduğu topraklara Danimarkalı eşi ile
birlikte geri dönmüş ve büyüklerinden yadigâr; sokak arasındaki iki katlı,
bahçeli evinde pansiyonculuk yapıyordu. İzmir’den geldiğimizi öğrenince, heyecanla
bizi içeri davet etti; eşiyle tanıştırdı ve ilk olarak hemen kapının
girişindeki soldaki duvara asılı duran ve Ayvalıklı büyük annesinden kalma
Meryemana ikonasını gösterdi. Anneannesi, mübadelede onu Ayvalık’tan
getirmişti. Kostas’ın, Ayvalık dedikçe gözleri parlıyordu. Bize dostlukla; ilgimizi
çekebilecek ya da hoşumuza gidebilecek bir şeyler gösterebilmek için, içi içine
sığmıyordu. Evin arka bahçesine çıkardı bizleri ve Venedik döneminden kalma
duvar parçalarını gösterdi. Sokağın biraz ilerisinde, yine kendi ailesinden
kalma bir yıkıklığa götürdü ve Venedik döneminden kalma bir alınlık parçası ile
Osmanlı ve Venedik döneminden kalma duvarları gösterdi. Orayı da restore
ettirip pansiyon yapacağını anlattı. Kostas, bu sırada biraz Türkçe, biraz
İngilizce arada bir de Yunanca; karmaşık bir dil kullanıyordu. Bu durum bizi de
heyecanlandırmıştı. Dar zamanda anı paylaştık Kostas’la… Zamanımız kısıtlıydı;
ancak belki de bizim için Girit’te geçirdiğimiz en ilginç, en dostça zamanlardı;
o anlar. Bu, bizim sadece tesadüfen rastladığımız bir andı Hanya’da…
Hanya;
Eski Liman; sanki İzmir’in 19.yy.daki hali
Ailesi Girit’ten göçen
Ayvalıklı araştırmacı-yazar Ahmet
Yorulmaz’ın “Savaşın Çocukları” isimli belgesel romanında ise Aynakis Hasan ya da Hasanaki mübadele sonrasında Ayvalık’tan Girit’e şu düşüncelerle
bakmaktaydı:
“Şimdi anayurdumda oturduğum kıyı ilçesi Ayvalık’ın dar
sokaklı, avlusuz, bahçesiz evlerine baktıkça, bir hüzün, bir gariplik çöker
içime. Hele karanfil, papatya, adaçayı, ıhlamur yerine küf kokan karanlık yapılar
sıla özlemimi depreştiriyor. Cetlerimin toprağındayken, bizden on beş kuşağın
dünyaya geldiği Girit’i anımsamam, özlemem ne ola ki, diye çok düşünmüşümdür.
Hâlbuki Girit’te, son olarak, “Türkler dışarı!” diye bağırıyordu Rumlar. Doğup
büyüdüğümüz yerden atmak amacındaydılar bizi, attılar da. İstanbul’da, “Girit
bizim canımız, feda olsun kanımız!” diye bağırırlarken, o tarihte yanında
çalıştığım matbaacı Vladimiros, bir plak gibi şunu yineleyip duruyordu bana:
“Hasanaki inanma sakın, Girit, gitti gider. Sizinkiler, bizim kiliseyle
politikacılarımızı tanımıyorlar. Bunların ikisinin yapamayacağı yoktur; dünya âlemi
kandıracaklar, sizi buradan çıkaracaklardır. Bak zamanı gelecek, Vladimiros
Usta söylemişti diyeceksin.”
“Anayurt Anadolu’ya geldik. Bu kez buradakiler,
ırkdaşlarımız, dindaşlarımız, “Yarım gâvur!”, “Gâvur tohumu” diyorlar bize.
Beslenmemiz bol sebzeli, dağdan bayırdan toplanan otlarla olunca, bunu da
hazmedemiyorlar, alay ediyorlar bizimle: “Eşeklerin hakkını yiyor bunlar,”
diyorlar. Horluyorlar, ilişkilerini sınırlı tutuyorlar. Bir başka yere
serpiyorlar sizi, gelişip boy atıyorsunuz, gelişme çağınızda kökünüzden söküp
atıyorlar. Gerçi alınıp getirildiğiniz yer, çıkış yeriniz ama beslendiğiniz
toprak su, hava başkaydı. İnsanın kaderi mi diyeceğiz buna, yoksa barış içinde
yaşayanları birbirlerine düşürmekten çıkar umanların işleri mi?”(2)
Hanya’da
Splantzia Meydanı’nda “zamane” kahvehaneleri
Kökleri Girit’e dayanan
bir başka yazar; Karşıyakalı ağabeyimiz Ertuğrul
Erol Ergir de Giritli Mustafa isimli anı-roman kitabında kahramanı Giritli
Mustafa’yı şöyle konuşturmaktadır:
“Evet, neticede biz Osmanlı Türkleri, Girit’i kan dökerek
Venediklilerin elinden almıştık, yani bir zamanlar işgal etmiştik. Ama
işgalciliğimizi bir yerde noktalamış ve zamanla tam birer Giritli’ye
dönüşmüştük. Diğer işgalciler gibi kadınlarımızı dışarılardan beraberimizde
getirememiştik. Halkla bütünleşmiş ve çoğalmıştık. Ada halkının tümüne dost
gözüyle bakıyorduk. Türkler işgalden sonra da kültür, gelenek, dil ve dinlerini
muhafaza etmeye muvaffak olmuşlardır ve Rumların da aynı haklarını korumalarına
müsaade etmişlerdir. Belki uzun yıllar hâkimiyetin Osmanlılarda olması Rumlara
eşit muamele yapılmasını biraz önlemiştir. Ama tarih akışı içinde olaylar
geliştikçe ve hatta Fortezza’dan (Venedik
döneminden kalma Resmo Kalesi) Osmanlı bayrağı
indirilip Yunan bayrağı çekilince de yani Girit Yunan Krallığı’na bağlanınca da
karışıklık ve kavgalar noktalanmamıştı.” (3)
Girit’ten göçmek zorunda
bırakılarak anayurtlarına gelen Türklerin ruh halleri ve özlemleri işte
böyleydi. Hanya’lı dostumuz Kostas’ın atalarının da bundan farklı olduğunu hiç
düşünmedik biz. Çünkü doğduğu topraklardan insanları koparmak kadar daha kötü
ne olabilir?
Aya
Nikola; lagüne doğru
İşte bunu yanıtı; Dido Sotiriyu’dan; Matomena Hatome (Kanlı Topraklar) ya da bizim tanıdığımız
adıyla “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” romanının son sayfasında:
“Gölgeler gidip geliyor gecenin içinde. Saldırmalar, bir
vuruşta bir kelle uçuruyor. Ter içinde vücutlar, kudurgan bir hınçla aralıyor
genç kız bacaklarını ve bu lanetli aşkı tamamlamak için de lekesiz göğüslere
bir bıçak saplıyorlar… İnsanlar! Siz bu dünyadan değil misiniz? Hangi şeytan
teslim alıp öldürdü ruhumuzu?
Karşıda… Küçük Asya kıyılarında… Minicik ışıklar yanıp
sönüyor. Ve kocaman gözler var, yanıp sönen karşıda. Ve tertemiz evler var…
Gizli deliklerde paralar yanıp sönüyor, ikonostazda gelin güvey taçları.
Mezarlarda atalar yanıp sönüyor. Göz kırpıyorlar sırayla karşıdan. Küçük Asya
kıyılarında evet, karşıda; çocuklar, akrabalar, dostlar bıraktık. Gömülmemiş
ölüler, barınaksız diriler bıraktık ve şimdi hayaletler misali, oradan oraya
savrulan düşler… Küçük Asya kıyılarında evet! Daha dün yurdumuz olan karşıda…
Dipsiz gecenin içinden, tanıdık gölgeler kayıp geliyor…
Kirliceliler ve Şevket… İsmail Bey, Kerim Efendi, Şükrü Bey ve Ali Dayıyla
kızı… Boşuna! Hiç biri imdada koşamaz artık… Yıkılıp gitti her şey!
Yeknesak çan sesleri işitiyorum. Devenin o yumuşak, o edalı
yürüyüşüne işarettir bu çan sesleri! Hörgücünde üzüm küfeleri, kuru incir
sandıkları ve zeytin çuvalları, pamuk ve ipek balyaları ve gül suyu küpleri ve
şarap fıçıları taşıyıp gelen devenin!
Aya
Nikola Kordonu
Deveci heyy! Kulağında karanfil, nereye gidiyorsun? Beni de
al yanına! Geliyorum işte, bekle! Ve boşu boşuna haykırıp durma o güzel
türküyü: Yüreğini sımsıkı kapamış herkes, işitmiyorlar!
Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun… Ben,
senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp, beraber ağladık… Ne yapıyor Şevket?
Ah Şevket! Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça
ettik yüreğimizi! Durup dururken!
Ve sen… Kör Mehmet’in damadı... Hele sen! Neye öyle
tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş? Ve işte ağlıyorum…
Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler… Koskoca bir kuşak, durup
dururken katletti kendi kendini!
Bütün bu çekilen acı, bir kötü rüya olsaydı ah! Ve yan yana,
omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden! Saka kuşlarının türküsüyle
şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceği kendi
kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp yan yana
eğlenmek üzere, şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!
Hanya
yakınlarında Aya Triada Manastırı
Ana yurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden
selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. Ve
kardeşi kardeşe kırdıran cellâtların Allah bin belasını versin!”(4)