yazarkafe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazarkafe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2013 Salı

KARABURUN ROTALARI: MELİ’DEN YAYLAKÖY’E



30 Ekim 2013
İbrahim Fidanoğlu

Börklüce Mustafa’nın Karaburun’da yeni bir hayat vizyonunun pratiğe geçirilmesi denemesinin ve bu uğurda karşı kıyıda; Sakızlı Rum ahalinin ve bir takım Hristiyan din adamlarının da içinde bulunduğu ortaklaşa çabalarla inşa edilmeye çalışılan o ütopyanın; Şehzade Murat ve Beyazıt Paşa’nın 30.000 kişilik teçhiz edilmiş Osmanlı Ordusu’yla boğulmasına benzer tarzda; ahir zaman “paşa”ları, beyleri birer balta gibi dalmışlar Karaburun yarımadasının bağrına. El değmemiş makilikler, yemyeşil orman alanları; yol yapmak, rüzgâr santralleri kurmak, merkezi yönetimden sağlanan imkânlarla zeytinlikler(!) oluşturmak gibi bir takım “masum” gayelerle delik deşik ediliyor. O güzelim koyları imara açmak için gün sayıyor tufeyliler. Şimdi sessiz ve masum coğrafyanın bağrı kanıyor. Alarm veriyor Karaburun Yarımadası. 

Gezi rotası
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)


 Yaylaköy önlerinde RES'ler

Karaburun’a doğru yaptığımız yeni yolculuklardan birisindeyiz bugün de. Baharda hedefleyip de yağmur nedeniyle yapamadığımız bir başka Karaburun rotasını gerçekleştirmek üzere, yarımadanın Gerence Körfezi’ne bakan yüzünde; Kara Reis Çiftliği’nin hemen üstündeki bir tepede yer alan eski Rum yerleşimi Meli’ye (Balköy) doğru yola çıktık. 

 Meli'den Kara Reis Çiftliği'ne bakış

Yukarıda da sözünü ettiğimiz Karaburun karayolu, parti parti açılmaya başlamış. Karapınar-Balıklıova ve Arkeologlar Sitesi-Mordoğan arası trafiğe açılmış vaziyette. Bir yandan da yolun diğer bölümlerindeki inşaat faaliyetleri devletten alınan ödenekle orantılı şekilde devam ediyor. 

 Meli'nin ayaktaki evleri

Balıklıova’da; kahvaltımızı, yaz sonunu aratmayacak güzellikteki bir havada; hemen denizin kıyıcığında bir balıkçı kahvesinde yaptık. Hava sıcaklığı, gün boyunca 20-25 derece arasında seyretti. Kahvaltı sonrası, yol çalışmaları nedeniyle tünel geçişine izin veren Eski Balıklıova Köyü üzerinden Gerence Körfezi’ni dolaşan yolu kullanarak Kara Reis Çiftliği’ne doğru yola çıktık.

 Meli'ye Merhaba...

Balık çiftliklerinin işgali altındaki Gerence Körfezi, kıyı boyunca da bu çiftliklerin her türlü yükünü ve külfetini de taşımak durumundaydı. Elbette, ucuz balık yemek önemli ve üç yanı denizlerle çevrili Anadolu Yarımadası’nın sakinlerinin deniz ürünleri tüketimini düşündüğümüzde bunun teşvik edilmesi gerektiği de aşikâr. Ancak; her nedense bir iyilik musibetlerini de yanında getiriyor. Denizde ve kıyıdaki karada her türlü çevre kirliliğinin, bu sistemin doğal bir sonucu olarak sunulması insanın canını sıkıyor. Bu işin; sürdürülebilir çevre koşullarında gerçekleştirilmesi ve uluslar arası belli standartlar çerçevesinde yapılması esas; suyun ve toprağın korunması ön koşul olmalı.

 Kara Reis'den Meli'ye bakış

Meli’ye doğru, solumuzda yükselen Akdağ’ın eteklerine doğru sokulan yüzlerce vadiden birisinde virajları döne döne ilerliyoruz. Rüzgârlı Mimas (Akdağ); kadim zamanlardan beri ismine eklenen meşhur sıfatının (rüzgârının) karşılığını almış gibi görünüyor şimdilerde. Gerek Eğri Liman’dan ötede; kıyıya doğru alçalan yamaçların en üst noktasında ve gerekse Meli’den Yaylaköy’e uzanan iki ayrı eksende kuruluşu tamamlanmış 50’den fazla bir dizi rüzgâr elektrik santralının (RES) dev pervaneleri dönüp duruyor. Küçükbahçe’nin üstünden Yaylaköy’e doğru ayrılan ve Karaburun’a kadar uzanan asfalt yol üzerinde, rüzgar güllerinin ürettikleri enerjinin ulusal ağa entegre edildiği trafo merkezi bulunuyor. Şöyle durup, çevremizdeki topografyaya bir baktığımızda her yerin delik deşik edildiği bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Yollar da bitmek bilmeyen damperli kamyon trafiğinden nasibini almış. Kimi yol için, kimi maden için, kimi balık çiftlikleri için, kimi de RES’ler için sürekli ikmaldeler. Yollar da tabiatıyla delik deşik…

 Köydeki 1960 tarihini taşıyan YSE Çeşmesi

İris Gölü; kooperatif baskısı altında sonbaharın hüznünü yaşıyor sanki. Gölün çekirdeğinde azıcık su var gibi. Kıyıda yer alan yazlık inşaatlarına inen toprak yollar, göl sahası içine kadar girmiş durumda. Ve hemen yol kenarında bir kooperatif alanını tanımlayan kocaman bir levha ileride olacakları haber verir gibi sanki. İris Gölü de tehdit altında anlayacağınız.

 Yaylaköy heyelanı nedeniyle Meli'de yapılan 1960'dan kalma afet evleri

Son virajı da dönünce, tepeden Kara Reis’in yazlıkçı siteleri görünüverdi hemen. Kıyıdaki belki birkaç balıkçı dışında yazın hareketli günleri, çok gerilerdeydi artık. Kara Reis’i arkamızda bırakarak, yarımadayı dolaşan karayolunu atlayarak, Meli (Balköy) yada Kavron Mahallesi levhasının bulunduğu toprak yola girdik. Levhanın altındaki bir başka levhada yazanlar ilgimizi çekti: “St.Jean Thelog Kilisesi”; demek ki böylesine ıssız ve terk edilmiş bir köyde bir de kilise vardı. Son yağmurlarla yer yer bozulmuş yokuşu ağır ağır tırmanarak, Meli’nin, Yaylaköylüler için yapılan; 1960’dan kalma afet evlerinin yıkıntıları arasındaki tepedeki düzlüğüne ulaştık.

 Köydeki eski bir çeşme

Kara Reis Çiftliği’ni tepeden gören konumda bulunan bugün yıkıntılar içindeki Meli Köyü’nde mübadeleye kadar Rumlar yaşamışlar. Rumların bu bölgeye Sakızlı zengin bir tüccarın (Theodosis Zygomalas); bu havaliyi eski sahibi olan yine zengin bir Türk toprak ağasından satın alması ve 19.yy.da II. Mahmut döneminde Sakız’daki ayaklanmayı bastırmak amacıyla(1) Osmanlı kuvvetleri tarafından müsadere edilmesini takiben, adadan Karaburun’a göçen Rum ahaliye satması sonrasında yerleştiğine dair bilgiler bulunuyor. İlerleyen zamanlarda Meli’ye Girit’ten ve diğer Ege adalarından da gelen Rumlar yerleşmişler. Köyün tamamı, Rumlardan oluşmaktaymış. Köy o yıllarda geçimini arıcılık, bağcılık ve keçi yetiştiriciliği üzerine konumlandırmış. Bugün bağlardan pek eser yok; ne terk edilmiş başka bir Rum köyü olan Sazak civarındaki bağ teraslarından bir haber var; ne de yarımadada başka yerlerde üzüm yetiştiriciliğine rastlanıyor.


 Meli'nin yerleştiği diğer yamaç; yıkılmış Rum evleri

Köyü, önceki yazlardan birinde gezerken eski bir kilise yıkıntısı da görmüştük. Burası vakti zamanında oldukça zengin bir köymüş. Yunan İşgali sırasında; Rumlar, işgal kuvvetleri ile işbirliği yaparak civar köylerdeki Türklerin köylerinden kaçmalarına neden olmuşlar. Kurtuluştan sonra, Rumların hepsi evlerini bırakıp Sakız’a kaçmışlar kayıklarla. Mübadele sonrası köye gelen ilgililerin 750 eve hane numarası vurduğu söyleniyor. Bu da 750 ev ve yaklaşık 3000-4000 arasında nüfus demek... Köy içinde Rumlar zamanından kalma Alanaki, Kuruçeşme ve Kolado Mevkii adları hala biliniyor. Kilise yıkıntısının karşısında dev bir çınar ve çam ağacı, buraları dolaştığımız o yaz mevsiminde; cehennem sıcağında bize ayazma serinliği vermişti. Gerçekten de çevrede hala içinde su olan, ancak muzır insanlar tarafından taş ve tahta atılarak kapatılmış üç yada dört kuyu görmüştük. Kuyulardan biri kare şeklinde açılmıştı. 

7 Ağustos 2013 Çarşamba

PERU – BOLİVYA İZLENİMLERİ ya da “LATİN AMERİKA’NIN KESİK DAMARLARI”



BÖLÜM-1
İNKALARIN İZİNDE

İbrahim Fidanoğlu
(27 Ocak 2010- 8 Şubat 2010)

Genel

Amerika Cumhurbaşkanı Barrack Obama’nın iktidara yeni geldiği günlerdi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Güney Amerikalı antiemperyalist lider ve Venezuella Cumhurbaşkanı Hugo Chavez konuşmasında bir kitaba atıfta bulundu ve Obama’ya bu kitabı okumasını tavsiye etti. Kitap, “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” ismini taşıyordu ve Uruguaylı yazar Eduardo Galeano tarafından 70’li yılların başında kaleme alınmıştı. Kitapta İspanyolların Güney Amerika’yı ele geçirmelerini takiben başlayan ve bir kıtanın tüm yeraltı ve yer üstü zenginliklerinin yağmalanması esasına dayanan sömürü mekanizmaları 20.yy.daki Amerikan pratiklerini de içerecek tarzda anlatılıyor ve bu ülkelerde bitmek bilmeyen darbeler ve sefalet ekonomilerinin altında yatan nedenler sorgulanıyordu. İşte Amerika’ya doğru Zemheri’nin ayazında yola çıktığımızda kafamda bir yanda yıllardır katmerlenmiş bu düşüncelerin tortusu, bir yandan da İnkalar’ın bozulmadan günümüze ulaşmış saklı kenti Machu Picchu’nun gözümün önünden silinmeyen hayali vardı.


18.yy.da İspanyol egemenliğine karşı ayaklanan yerli önder Tupac Amaru'nun Peru - Urusco'daki heykeli

Yaklaşık 16 saatlik uçak yolculukları sonunda gri bir gökyüzünün altında Lima’da uçaktan inerken sıcak ve nemli bir hava karşıladı bizi. Burada yılın 365 günü güneş gözükmezmiş hiç; ama yağmur da öyle kolay kolay yağmazmış. Düşünün her sabah gözlerinizi şöyle bir Lima havasına açıyorsunuz: Yağmur yağacakmış gibi tamamen gri bir gökyüzü, nemle yüklü bir hava ve bir türlü bu nemi boşaltamayan, doğuracakmış gibi ama bir türlü neticeye ulaşmayan bir potansiyel doygunluk hali… Sürekli Lima’da yaşayanlar için bu durumun hiç de kolay olmadığını düşündük. Ah; diyeceksiniz ki sonunda Limalının derdi tek hava olsa da şekerle beslese; yani durum aynen öyle…

 Peru'nun başkenti Lima'nın puslu havasında; prestijli mahallerinden Büyük Okyanus kıyısındaki Larcomar - Aşıklar Parkı ve meşhur heykeli

Peru’nun yüzölçümü yaklaşık 1.250.000 km2, Bolivya’nın ise 1.100.000 km2; Türkiye ile kıyaslandığında her iki ülke de oldukça geniş topraklara sahip bulunuyor. Ancak nüfus yoğunluğu; gerek Peru’da ve gerekse Bolivya’da Batılı gelişmiş ülkelere göre oldukça düşük. Hem coğrafik koşullardan hem de yüzyıllardan beri bu ülkelerin yer üstü ve yeraltı zenginliklerinin talan edilmesi ve yerli nüfusun da bu paralelde acımasız katliamlara uğraması nedeniyle nüfus yoğunluğu oldukça düşük ve ülke genelinde, diğer geri bıraktırılmış ülkelerdekine benzer şekilde son derece çarpık bir dağılıma sahip. Peru’nun nüfusu yaklaşık 29 milyon ve bu nüfusun 9 milyonu başkent Lima’da yaşıyor! Bolivya ise demografik açıdan temelli ilginç bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Nüfusu 10 milyon olan ülkede (nerdeyse Peru’nun başkenti Lima kadar) idari ve yasama başkenti olarak geçen La Paz’da (Barış anlamına geliyor) 1.400.000 kişi, en büyük ve en zengin şehri Santa Cruz’da ise yaklaşık 2 milyon insan yaşıyor.

 Peru'da Cusco yakınlarındaki Chincharo'da yün eğiren İnkaların torunları


Coğrafyanın İnsanlara Öğrettikleri

Her iki ülke oldukça dağlık bir coğrafyada yer alıyor. Dünyanın Himalayalar ile birlikte tavanını oluşturan And Dağları bu topraklarda oldukça geniş yer kaplıyor. Peru’da kıyılarda geniş çöllük alanlar uzanırken, her iki ülkenin doğusunda ise sık ormanlık alanların yer aldığı Amazonlar bulunuyor. Bu hırçın coğrafyada iki ülkenin de tarıma elverişli alanları son derece kısıtlı. Tarih boyunca bu gerçekten hareketle bu topraklarda yaşayan uygarlıklar kendilerine yaşam alanları açabilmek adına tarım yapabilmek için dağlık alanları bitmez tükenmez bir sabırla teraslamışlar. 

 Peru'da İnka yerleşimi Tipon'un terasları

İ.S. 12–16 yy.larda bu toprakların hâkimi olan İnkalar, coğrafyanın zorladığı bir ihtiyaçtan hareketle inşaat mühendisliğinde ve genetikte oldukça önemli ilerlemeler kaydetmişler. Son derece kısıtlı alanlarda tarım yapmak zorunda kalan İnkalar, yüksek dağların zirvelerinden taşıdıkları suyu yaklaşık 15.cm.lik genişlikte muntazam kanallarla tarım için hazırlanmış teraslara dağıtmışlar. İhtiyaca göre suyu yükseğe yönlendirmek için basınçlandırma amacıyla hidrolik prensiplerinden yararlanmışlar. İnkalar, dağların doruklarında suya gem vurarak, bir yandan tarımsal arazilerin ve bin bir zahmetle elde edilen ürünlerinin telef olmaması için suyun aynı sistematik içinde zararsız bir şekilde tahliye edilmesini sağlamışlar, diğer yandan da tarımın ihtiyaç duyduğu sulama imkânlarını yaratmışlar. Ne yazık ki, İnkalı ataların elde ettiği bu bilgiyi yitiren toplumsal hafıza, bugünkü modern yaşamın biçare torunlarını düz alanlarda sel ve heyelanın yarattığı felaketlerle boğuşmaya mahkûm etmiş. 

 Yüzyıllar öncesinden günümüze ulaşan dağdan indirilen suyun hikayesi sürüyor; Peru - Tipon antik kenti

Biz Peru’ya ulaşmadan yaklaşık bir hafta kadar önce gezimizin esas hedefi olan Machu Picchu kentine giden tren yolu ve devamında kıvrıla kıvrıla kente ulaşan dağdaki karayolu, meydana gelen sel ve heyelan nedeniyle tahrip olmuş ve uzun bir süre için kullanılamaz hale gelmişti. İnkaların başkenti olarak bilinen Cusco kentinin havaalanında; alana sürekli inen ve kalkan helikopterlerin aynı yöne doğru hareketlerini gördüğümüzde meselenin ciddiyetini anladık. Cusco ve Machu Pichu arasında bir hava köprüsü kurulmuştu. Öğrendiğimize göre 3000 civarında turist Machu Picchu’da mahzur kalmıştı ve helikopterden başka onlara ulaşma imkânı yoktu. Başta uğradığımız hayal kırıklığı; gezi rotasının yerel rehberler aracılığıyla yeniden düzenlenmesi ve Machu Picchu’ya hapsolma riskini kıl payı atlamış olmamızın farkındalığı içinde giderek azaldı. İnka kentlerinin iki yakasına saçıldığı derin vadide akan Urubamba Nehri, yatağına sığamaz halde taşkınlar yaratarak düzlükteki kerpiçten köylerin üzerinden bir silindir gibi geçmişti. Yol boyunca felaket sonrası kurulan çadırlarda ya da açıkta sürdürmeye çalıştıkları hayatta kalma mücadelesi içinde İnkaların torunlarının hali perişandı. 

 Macchu Pichu yolunda antik Ollantaytanbo kentinin terasları

Peru’nun Kadim Halkı; İnkalar

İnkalar, diğer Amerikan yerli halkları Mayalar ve Aztekler gibi bu toprakların efsane uygarlıklarından biri olarak biliniyor. Aslında İnkalar, zamanımızdan o kadar uzakta değiller. Bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaşı sayılırlar. İ.S. 1200 – 1532 yılları arasında bugünkü Ekvador, Kolombiya, Peru, Bolivya, Şili ve Arjantin’in kuzey toprakları olmak üzere oldukça geniş bir coğrafyada bir uygarlık tesis etmişler. Tarımsal alan yaratmak amacıyla dağlarla kaplı hırçın bir topoğrafyada yarattıkları efsanevi teraslar ve suyollarıyla uygarlık tarihinde iz bırakmışlar. Kısıtlı tarımsal alanların verimliliğini artırmak amacıyla en verimli ürün türleri üzerinde derin araştırmalara girişmişler; bir anlamda genetik biliminde önemli ilerlemeler sağlamışlar. Bu uğurda halen bu toprakların en stratejik ürünleri olan 300 tür patates ve 35 tür mısır geliştirmişler. Bugün Peru ve Bolivya’da elbette bu kadar çeşitlilikte ürün yer almıyor. Ancak mor ve beyaz renkli, iri taneli, tombulca mısırlar çokça üretiliyor. Patates, mısır, pirince benzer bir tahıl olan kinua ve bakla en sık rastladığımız tarımsal ürünler oldu.

 Ollantaytanbo'da şekil verilmiş dev kaya kütlelerinden oluşan Güneş Tapınağı ve üstündeki güneş kursu

İspanyollar; Kristof Kolomb ile başlayan Amerika macerasında 16.yy.ın ilk yarısında neredeyse Orta ve Güney Amerika’nın tümünü sömürgeleştirdiler. Bu aslında inanılmaz derecede kolay oldu.

 Cusco'da Korikancha-Güneş Tapınağı'nın poligonal şekil bağlı duvarları

  • Yeni kıtaya taşınan ve yerli halkın bağışıklık sisteminin tanımadığı salgın hastalıklar,
  • Yerlilerin ilk kez karşılaştıkları ve bu nedenle “ilahi” anlamlar yükledikleri ateşli silahlar,
  • Yerli halkların dinsel inançlarına göre bekledikleri felaketlerin (Maya ve Aztek takvimlerine göre 15.yy.ın başında yerliler bir felaket beklentisi içindeydiler) kurtarıcıları ile İspanyol “conquistador”ların aynı zaman diliminde çakışması,
  • Latin Amerika’da hüküm süren imparatorlukların (Aztek, Maya ve İnkalar) oluşma sürecinde boyunduruk altına aldıkları diğer başka yerli kavimler lehine gelişen kin tohumları İspanyolların işini kolaylaştırdı.

 Cusco'da İnkaların Korikancha - Güneş Tapınağı ve İspanyolların Katolik Manastırı üst üste


İspanyol fatihi Francisco Pizarro 200 civarı asker ve 300 civarı gemici ile Güney Amerika’yı neredeyse boydan boya geçerek Peru’ya ulaştığında İnkalar, altın ve gümüşten ibaret güneş tapınakları ve “monarşik” ama bir yandan “ortakçı” diyebileceğimiz komünal düzenleriyle Güney Amerika’nın en büyük egemenlik alanını oluşturmuşlardı.

 İnkaların tarımsal araştırmalar merkezi olarak kurguladıkları Moray antik kenti
  • Yazıyı ve tekerleği bilmeyen;
  • Görmedikleri şeylere tapınmayan, Güneş’e, Ay’a, Toprak Ana’ya, Şimşek’e ve hepsinin üstünde en büyük Tanrı Wiracocha’ya inanan,
  • Ahlak anlayışlarını ve yaşam düsturlarını “Çalma”, “Yalan söyleme”, “Tembellik etme” üçlemesine dayandıran,
  • Güney Amerika’nın derin vadilerinde ve yüksek tepelerinde 40.000 km.lik taştan yol şebekeleri ile tüm imparatorluk kentlerini birbirine bağlayan,
  • Kentlerini, yaşam mekânlarını ve tapınaklarını sadelik, simetri ve sağlamlık prensipleri üzerine oturtan,
  • Coğrafyanın ve yaşamın dayattığı nedenlerden ötürü inşaat mühendisliği ve genetikte inanılmazları başaran İnkalar, İmparator Huayna Capac’ın grip türü bir hastalıktan aniden ölümü sonrası başsız kaldılar.
 Peru - İnka kenti Moray'dayız; arkamızda saygı duyulası And Dağları

Geleneklerine göre imparator ölmeden önce tahtını devredeceği varisini sağlığında mutlaka atardı. Ama imparatorun ani ölümü buna olanak tanımadı. İki oğlu Atahualpa ile Huascar birbiri ile iktidar kavgasına tutuştular. Kardeşlerden Atahualpa bu savaşı kazandığında devletin otoritesi oldukça zayıflamıştı. Bu da İspanyolların işine yaradı ve hile ile tutsak aldıkları imparatoru serbest bırakmak için iki oda dolusu gümüş ve bir oda dolusu altını fidye olarak almalarına rağmen sözlerinde durmayarak Atahualpa’yı boğarak öldürdüler. Aciz durumdaki imparatorun tek isteği dini inancı gereği tanrıya kavuşmasını sağlayacak yegâne şey olan kafasının kesilmeden öldürülmesiydi. Hatta rivayete göre imparatorun bu isteğinin kabul edilebilmesi için zorla Katolik Hristiyan yapıldığı da söylenmektedir. Güneşin Oğlu diye adlandırdıkları imparatorlarının hazin sonu, İnkalar’ın bittiği andır ve inanılası değildir. Bundan sonra İnkalar çözülürler ve Francisco Pizarro, yaklaşık 20 yıl içinde bu toprakların tümünü ele geçirir ve İnkaları tarih sahnesinden siler.

 Raqhci'deki en büyük tanrı Wiraqocha'ya adanmış İnkaların en önemli mabetlerinden; kerpiç ve taşın kardeşliği

“İspanyollar adeta büyülenmişlerdi. Tıpkı maymunlar gibi durup durup okşayarak elleriyle tartıyorlardı altını. Büyük sevinçlerini gösteren taşkın hareketlerle oturup kalkıyorlardı. Yürekleri gençleşmiş ve ışımıştı sanki. Delice arzu ettikleri şey besbelli buydu. Aç domuzlar gibi saldırıyorlardı altına” diye yazar Floransa Kodeksi’ndeki Nahuatl metninde.” (1)

 Peru - Raqhci'deki tapınak alanında kutsal su ile arınma

“Francisco Pizarro, İnka Hükümdarı Atahualpa’yı boğazlayıp kafasını kesmeden önce “Tam beş bin kilo ağırlığında saf gümüş ve 1.326.000 çil altın tutarında bir fidye aldı ondan…” Sonra da İnka İmparatorluğu’nun göz kamaştırıcı başkenti Cusco üstüne yürüdü. Pizarro’nun askerleri Güneş Tapınağı’nı yağmaya giriştiler. “Birbirleriyle itişip kakışarak, hatta zaman zaman dövüşerek saldırıyorlardı hazinelere. Her biri aslan payını kapmak istiyordu. Sırtlarında zırhları, ayaklarında demir mahmuzlu çizmeleriyle heykelleri devirip çiğniyor, mücevherleri avuç avuç kapıyorlardı. Daha küçük boyutlara indirebilmek için, çekiçlerle kırıyorlardı altın eşyaları… Çubuk haline getirmek üzere bütün hazineyi potaya attılar: Duvarlardaki altın kaplamaları, altından dökme bitki ve kuş heykellerini ve bütün öteki değerli eşyayı hiç duraksamaksızın attılar potaya.” (2)

(DEVAM EDECEK)


Dipnotlar:
(1)   Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Galeano; Çitlembik Yayınları; çeviren: Atilla Tokatlı ve Roza Hakmen; İkinci Basım, 2009; sayfa: 36
(2)   a.g.e; sayfa:36-37
(3)  Fotoğraflar, 2010 kışında gezi sırasında İbrahim Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.










30 Temmuz 2013 Salı

ZEYTİNOVA’NIN UZAK KÖYLERİ; GAZİLER, ALAN ve LÜTUFLAR


18 Haziran 2013
İbrahim Fidanoğlu

Zeytinova, Bayındır ile Tire arasında yer alan, idari olarak Bayındır’a bağlı 1500 civarı bir nüfusa sahip; daha çok ismiyle de öne çıkan zeytincilik üzerine kurulu küçük ekonomisi ile yaşam mücadelesi veren İzmir’in küçük beldelerinden biri. Hemen Tire – Ödemiş karayolu üstündeki sapaktan sonra birkaç km.lik kısa bir yolculukla ulaşılabilir bir uzaklıkta yer alıyor.

Tire Salı Pazarı'nda dolmalık kabak çiçekleri

Oldukça sıcak bir günde Tire’de buluştuğumuz dostumuz Hasan Hoca ile ne zamandır aklımızda olan ve şimdilerde bir baraj inşaatının sürmekte olduğu; Zeytinova’nın arka dünyasındaki derin vadinin iki yamacına saçılmış köylere doğru rotamızı çevirdik. Buradaki köylerin yaklaşık yüzyıl önce yerel malzeme kullanılarak yapılmış sivil mimari örnekleri ile kaplı olduğunu işitmiştik. Hatta bu vadinin neredeyse tepesinde yer alan Alan Köyü’nün eski bir Rum yerleşimi olduğu yönünde de bilgiler vardı. Bunların tümünü anlamak için o coğrafyaya şöyle bir uğramak gerekiyordu. 

 Tire Salı Pazarı; tezgahlar kuruluyor.

Tire’de bugün Salı Pazarı vardı; şehrin içine arabayla girmek nerdeyse mümkün değildi. Arabayı, istasyon civarında çınar ağaçlarının altındaki koyu gölgelik bir alana bıraktık. Kahvaltı bile yapmadan; sabah erkenden Tire Pazarı’na özgü sabah duasını kayıt altına almak amacıyla; Ali Efe Hanı’na doğru yukarıya yürüdük. Köylüler ve diğer pazarcılar tezgâhlarını yeni yeni kuruyorlardı. Saat 9’a doğru belediye hoparlöründen Pazar duası okunmaya başlandı. Çok eski zamanlardan kalma bir lonca geleneği olan ve alışverişin karşılıklı olarak dürüstlük ve bereket getirmesi dileğiyle dillendirilen sabah duası, bugün için birçok yerde unutulup gitmiş bir eski bir geleneğin yaşatılması açısından ilginçti. 

 Tire Salı Pazarı; Tahtakale'de giysi pazarı

Pazar duası, eski yıllarda Tire’deki camilerin minarelerinden okunurmuş. Zamanla teknolojinin getirdiği imkânlar dâhilinde bu gelenek bugün için artık belediye hoparlörlerinden sürdürülüyor. Pazar duası esnasında; pazarda alışveriş yapan Tirelilerle pazar esnafı ellerini açarak Tanrı’dan kendilerine bereket ve hayırlı kazançlar vermesini diliyorlar. Dua bitiminde de esnaf, birbirlerine hayırlı işler dileyerek günlük satış faaliyetlerine başlıyorlar. Bu sevgi ve doğruluk temelinde gelişen geleneğin; Ege’nin en batıdaki ucunda yer alan ve Türkmenlerin Anadolu’ya yönelik göçünün son bulduğu noktalardan birinde hala yaşatılıyor olmasının da ayrı bir anlamı olsa gerek diye düşünüyor insan.

 Tire Salı Pazarı'ndan sabahleyin yapılan geleneksel pazar duası(izlemek için butonu tıklayınız)

Sabah mahmurluğunu üzerinden atan Salı Pazarı’nda; birbirine karışan pazarcı tezgâhlarından yükselen sesleri ardımızda bırakarak Zeytinova Kasabası’na doğru yola çıktık. Birkaç yıldır bitmek bilmeyen bölünmüş yol çalışmalarının sürdüğü Bayındır yönünden gelen yolla kesişen Tire – Ödemiş asfaltının üzerindeki kavşak çalışmaları da halen devam ediyordu. Zeytinova Tren İstasyonu’nu geçer geçmez Zeytinova levhasından kasaba yoluna saptık. Kasaba, sapaktan 4 km. uzaklıktaydı; girişteki iki katlı belediye binası, birkaç resmi yapı, meydanı bölen kısa bulvar, yolun iki yanına dağılmış dükkânlar ve meydanda yer alan birkaç kahvehane dikkatimizi çeken mekânlardı. Kıt kanaat bir bütçe ile ayakta kalmaya çalışan bir kasaba belediyesinin yaşam mücadelesinin izleri sokaklara ve binalardaki haraplığa yansımıştı. Durmadan, baraj yönünde kasabanın çıkışına doğru devam ettik.

Zeytinova Köyleri; gezdiğimiz güzergah, özellikle Alan Köyü (Google Earth'den alınmıştır)

23 Temmuz 2013 Salı

GÜME DAĞI’NDA BİR HUZUR YUVASI: ARAPPINARI




11 Haziran 2013
İbrahim Fidanoğlu

Tire, Türkmenlerin Batıya yönelen büyük göçünün neredeyse son bulduğu Ege Denizi’ne yakın noktada; bu göçün şifrelerini saklayan önemli merkezlerden birisidir. Burası geçmişten günümüze uzanan bu ruhani hayatın ağırlığı altında ezilmiş, şekil değiştirmiş; belki de bugün için biraz da şehirli hayatın ve tüketim ekonomisinin etkisi altında bozunarak ülkeye egemen hale gelen toplumsal yönlendirmelerin bir aracı haline de dönüşmüş denilebilir. Ama aslında bu mudur Tire’deki ruhani hayatın özgünlüğü ve insanları bir zamanlar huzur dolu ama çileli yolculuklara sürükleyen ve kökleri belki de çok derinlerde ve o büyük göçün genetiğinde saklı inançlar sistematiği…


Arappınarı'nın çağlara tanık kara servileri

Tire’nin sırtını dayadığı Aydın Dağları’nın bir parçası olan Güme Dağı’nın Tire’ye bakan yamaçlarında; asırlık kara servilerin arasına gizlenmiş bir konumdaki Arappınarı Tekkesi de bu mekânlardan biridir aslında. Kaynaklarda, günümüze yıkık dökük de olsa ulaşabilmiş bu önemli ruhani mekânın, Evliya Çelebi’nin Tire’ye uğradığı zamanlara dek uzanan bir geçmişe sahip olduğundan söz ediliyor.



Arappınarı'nda Seha Hoca ile birlikte Küçük Menderes Ovası'na karşı bir dinlenme anındayız.

Bugün bizim için ayrıca anlamlıydı; çünkü Arappınarı’na çıkarken bizimle birlikte Tire’nin yaşayan bilge adamlarından Seha Gidel Hoca da yanımızdaydı. Onun için; Arappınarı’nın anlamı bambaşkaydı. İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olduktan sonra nihayetinde Tire gibi bir taşra kasabasında resim öğretmenliğini sürdürürken, kasaba hayatlarının o anlatılmaz dinginliği ve bir anlamda “bitmeyen” tekrarları içinde bir münevver olmanın dayanılmaz sıkıntısını da yaşadı. Ancak; Tire’nin kadim uygarlıkları zamanından günümüze aktarılan birikim ve o günlerin bugünlere üflediği tılsım; belki de Seha Hoca’nın Tire’nin her santimetrekaresine basarken, yeniden keşfettiği bir hayata dönüştü. Balkanlar’da Vardar Yenicesi’ne dayanan kökleri nedeniyle her zaman insan merkezli bir düşünce sistematiğine açık bir coğrafyada ve aile ortamında şekillenen bir hayatın; bugün bile hala varlığını o coğrafyada yoğunlukla sürdürebilen Bektaşilik felsefesinden de uzakta değildi. İşte bir Bektaşi makamı olarak bilinen Arappınarı da onun sevgili dostlarıyla sıkça uğrayıp derin felsefi ve sanata dair sohbetler yaparak yerelden evrensele ulaşmak adına giriştikleri düşsel yolculukların mekânlarından en önemlisiydi belki de.

 Tire Belediye Başkanı Tayfur Çiçek, Seha Hoca ve diğerleri Arappınarı'nda

Güme aslında, Roma’nın kırsaldaki en küçük idari yapılanması olan “kome”nin günümüz diline evrilmiş şekli. Bu sözcüğün halkın hafızasında yer etmiş yer adlarının içine nasıl gömüldüğünü; Adagüme, Bezdegüme, Mendegüme gibi Ödemiş civarındaki yerleşimlerin yüzlerce yıllık adlarına bakıldığında da anlamak mümkün. Ancak ne yazık ki, halkın unutmadığı ve tarihin süzgecinden süzülerek günümüze ulaşan bu isimleri, yakın tarihimizin “işbilir” yönetimleri, tuhaf kaygıları hatırlatan çocukça isimlerle değiştirmişler. Ama nafile; hiçbir çaba o eski isimleri yok edemiyor; halk hala inatla eskisini kullanmaya devam ediyor ve olur olmaz nedenlerle yerleşim adlarını değiştiren bu iradeyi de aslında tanımıyor. 

 Seha Hoca, çeşmenin detayı hakkında Başkan'a anlatıyor

Toptepe’yi arkamızda bıraktıktan sonra Güme’ye doğru tırmanışımızı sürdürdük. Arappınarı Mevkii’ne geldiğimizde Tire Belediyesi’nin yeni asfaltladığı tekkeye yönelen yola saptık. Tekkenin bulunduğu alanda Tire Belediyesi’nin yürüttüğü hummalı bir faaliyet vardı. Tesadüf o ya; Belediye Başkanı Tayfur Çiçek de ekibiyle oradaydı. Tire’de herkesin öğretmeni Seha Gidel’i karşısında görünce önce şaşırdı; daha sonra da büyük sevinç duydu. Bu karşılaşma, bizler için de birinci ağızdan yürütülen faaliyetleri ve amacını dinlemek açısından yararlı oldu. Başkanın anlattığına göre, Derekahve’nin arka planında yer alan Arappınarı ve içinde bulunduğu vadi, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün arazileri içindeymiş. Vakıflar’dan alınan vadinin her iki yamacındaki arazilere karadut, ceviz ve kestane dikmişler. Arappınarı Tekkesi’nin restorasyonu da kendisi için bir ideali temsil ediyormuş. Kendisi burasını bir huzur yuvası olarak tanımlıyor. Aynı düşünce Seha Hoca’da da mevcut.

 Seha Hoca, tekkenin önündeki çeşmeyi incelerken...