İbrahim Fidanoğlu
Nepal İzlenimleri
11 Kasım 2010’da akşamüstüne doğru, kışın bir türlü gelemediği bir
coğrafyadan; Katar Havayolları’nın Airbus tipi uçağı ile Katar’ın başşehri
Doha’ya gitmek üzere İstanbul’dan havalandık. Irak üzerinden Bağdat
yakınlarından geçen uçak, Abadan üzerinden Doha’ya yöneldi. Yaklaşık 4 saat
süren bir yolculuktan sonra, insana sanki bütün rotaların kesiştiği yer gibi
gelen Doha’ya indik. Transit yolcu salonunda yaklaşık 5 saatlik bir bekleyiş
sonrası yerel saatle 4.45’de Katar Havayollarına ait bir başka Airbus uçağı ile
Katmandu’ya havalandık. Bulutların üzerinden devam eden yolculuğumuzda Nepal’e
doğru Himalayalar’ın karlı zirveleri bizlere yoldaş oldular. Bulutları delerek
bizleri selamlayan zirvelere saygı duymamak imkânsızdı. 4 saat süren bir
yolculuk sonrası, yerel saatle 11.45’de Katmandu Trimbuvah Uluslararası Havaalanı’na indik. Ama ne havaalanıydı
yarabbi; tam bir karmaşa; içerisi ayrı; dışarısı ayrı… Bizim bir taşra kentinin
otogarından farklı değildi. Son derece ufak ve düzensiz bir yapıdaydı. Genel helâlar
bir felaketti. Hijyen konusunda gelmeden önceki bilgilenmelerimizin de
etkisiyle hiçbir şeye dokunmamaya gayret ettik. Ancak havaalanından dışarı
adımımızı atar atmaz zaten ok yaydan çıktı; sokaklarda Katmandu’nun dayanılmaz
karmaşası ve pisliğine teslim olduk.
Katmandu
Durbar Square
Katmandu, çevresi
ile birlikte (Patan ve Bakthapur dâhil edilerek söylenirse) yaklaşık 3 milyon
nüfusa sahip bir kent. Kent merkezinde 1,5 milyon insan yaşıyor. Gerek ülkedeki
hâkim inanç sistemleri olan Hinduizm ve Budizmin her şeyi kabullenme üzerine bina
edilmiş dinsel yaklaşımları, gerekse on yıllardır süre gelen iç savaş ve
politik kargaşa nedeniyle toplumdaki çıkar grupları arasındaki derinleşen fay
hatları ve belki de en başta sayılması gereken yoksulluk, gündelik yaşamı
maksimum düzensizlik üzerine oturtuyor. Halkın %90’a yakın kesimi yoksulluk
standardı olan günlük 2,5 doların altında bir iaşe ile geçinmek zorunda
kalıyor. Böyle bir gündelik yaşam, Katmandu’ya ilk geldiğinizde sizi derinden
sarsıyor, etkiliyor. Şehrin merkezine doğru ilerlerken; İngilizlerden kalma
soldan akan trafik, yollarda hiçbir trafik ışığının olmayışı; kavşaklarda
tozdan ve egzoz gazlarından korunmak amacıyla ağızlarını maske ile kapatan
trafik polislerinin trafiği kestiği noktalarda bekleşen yüzlerce motosiklet
sürücüsünün oluşturduğu “kasklılar ordusu”; hepsi ama hepsi çok tuhaf geliyor
insana. Yol boyunca her yer pazar sanki. Sokakta akan trafiğin hemen yanında
yere atılmış bir örtünün üzerinde kadınlı erkekli binlerce Nepalli, meyveden
sebzeye, giysiden hırdavata sanki bir bitpazarı rehavetinde her şeyleri alıp
satıyorlar. Bu arada hemen yanlarından sokağa akan portatif lokantaların
bulaşık suları kimseyi rahatsız etmiyor. Bu pislik ve kargaşa içinde sokak
satıcılarının son derece sağlıksız koşullarda elleri ile hazırladıkları
yiyecekleri de yüzlerce insan afiyetle mideye indiriyor. Bu manzara, insanı
gerçekten şaşırtıyor ve bağışıklık sistemlerinin çıtasının bu kadar yüksek
olmasına da insan inanamıyor. Nereye giderseniz gidin, şehirde genel manzara
hep böyle… Sadece bir gece konakladığımız ve oldukça tarihi bir mekan olan Yak and Yeti Oteli' nin bulunduğu semt, diğer dolaştığımız sokaklardan daha farklı bir görünüme sahipti. Burada Batılı tarzda mağaza ve restoranlara rastlamak daha olasıydı.
Hindu
Derviş Sadu’lar; Katmandu Durbar Square
Katmandu, 1968’lerde Batıdan gelen hippilerin bir anlamda kapitalizmin
tükettiği insanlığı tekrar arama ve kendilerini yeniden üretme güdüsüyle
keşfettikleri bir kent olarak dikkati çekiyor. Bu ana eksende gelişen turizm
faaliyetleri, yoksul Nepal’in yegâne gelir kaynağı olmuş. On yılı aşkın devam
ede gelen iç savaş sırasında dahi taraflar, Nepal için hayati öneme haiz bu
altın yumurtlayan tavuğu (turistleri kastediyoruz) sakınarak korumuşlar ve
savaşlarına malzeme yapmamışlar. 1968’lerdeki mistik ortam, o günkü tazeliğini ve
heyecanını korumasa ve hippilerin Katmandu’nun Hindu tapınaklarıyla süslü meşhur
meydanlarında uyuşturucu ile hemhal oluşlarının aleni manzaralarına pek
rastlanmazsa da, Katmandu’nun meydanlarında ve sokaklarında Batının ve Doğunun;
hayatı birlikte yaşayışlarına ve algılayışlarına hala tanıklık etmek mümkün
oluyor.
Ritüelin
bir parçası; çiçekler
Dini
İnançlar
Nepal’de nüfusun yaklaşık %80’i Hindu; % 20’si ise Budist… Çok az da
olsa eser miktarda Müslüman nüfus da mevcut. Hinduizm, çok katmanlı bir
tanrılar sistemine sahip. En önemli tanrıları Şiva ve Vişnu. Bir de
bilgelik tanrısı olarak kabul edilen Şiva’nın
fil başlı oğlu Ganeş var. Şiva, yok eden ve yeniden yaratan bir
tanrı. İnsanın serseri yanına seslenen, savaşların ve yok oluşların sembolü
olarak biliniyor. Vişnu ise koruyucu ve insanı dengeli olmaya ve kötülüklerden
sakınmaya yönelten bir tanrı. Krişna,
Vişnu’nun reenkarnasyonu olan ve
çalışan sınıflar tarafından çok sevilen bir tanrı olarak biliniyor. Bu
tanrıların eşleri, onların alt tanrıları, yan tanrıları ve onların yeniden
vücut bulmuş halleri olan reenkarnasyonları derken, katmanlar halinde uzayıp
gidiyor bu tanrılar lafzı. Ama anlaşıldığı kadarıyla bu kadar uzayıp giden bu
tanrılar manzumesinin özeti, dünyaya gelen insanoğlunun mevcut halini
kabullenmesini ve durumdan şikâyet etmemesini salık veren bir sistemin yapı
taşlarını oluşturuyor.
Her tanrının yanında bir de hayvanı var. Dolayısıyla bu hayvanlar da
Hindular tarafından kutsal kabul ediliyor ve dinsel ritüellerinde yer alıyor.
İnek, maymun, fil ve fare bu kutsal hayvanlardan bazıları… Bu anlamda Nepal’de
kediye hiç rastlamadık diyebiliriz. Yani fareleri yaşatmak uğruna olsa gerek…
Tanrıların bu karmaşık konumlanışı, buralarda sanki dünyevi hayata da
aynen yansımış gibi. Çünkü, Hindu inancının yaygın olduğu topraklarda
yüzyıllardır sürüp giden ve insanlar tarafından asla değiştirilemeyecek bir
kader olarak algılanan bir kast sistemi
var. Bu kast sisteminin en tepesinde Brahman
denen din adamları, rahipler; onların altında askerler ve bürokratlar; onların
altında zanaat ve tüccar erbabı; onların altında işçiler ve köleler yer alıyor.
En altta ise dokunulmazlar olarak
adlandırılan ve en alt tabakayı temsil eden paryalar bulunmakta. İnanışa göre; İnsan iyi davranışlarla ve
sonsuz bir kabulleniş içinde yaşamışsa sonraki hayatında (reenkarnasyon inancı)
iyi bir bedene, kötü davranışlarla yaşamışsa sonraki hayatında kötü bir bedene
girecektir. Buysa iyiliğin armağanı; kötülüğün ise cezası olacaktır.
Boudnat
Stupa’da Buda’nın dua bayrakları
Sonuçta amaç; bütün evrenin yaratıcısı olan tanrının bir parçası
olduğunun farkındalığı içinde ebedi huzura ve tanrıya kavuşmak olarak
tanımlanabilecek “Nirvana”ya ulaşmak.
Kah acı çekerek, kah meditasyon yapıp kendinden geçerek ilahi bir bütünün
parçası olduğuna kanaat getirme hali, gerek Hinduizm’de ve gerekse onun içinden
çıkan bir inanç sistemi olan Budizm’de önemli yer tutuyor. Budizm, aslında
başlangıçta bir tanrı kavramı ile ortaya çıkmıyor. Daha çok insanın kendi içine
yönelik çıkacağı bir yolculukta içindeki bilgeliği, güzelliği ve yaratıcılığı
keşfetmesini ve bir bütünün parçası olduğunun farkındalığına erişmesini
sağlayacak bir ahlak felsefesi öneriyor.
“ Budaya göre dört büyük gerçek vardır:
· Istırap
gerçeği (Bizi kendilerine bağlayan bütün nesneler ıstırap nedenidir.)
·
Arzu
geçeği (Istırabın kökeni arzudur.)
·
Istırabın
yok edilmesi gerçeği (Istırabın yok edilmesi ancak her türlü arzudan
sıyrılmakla, Nirvanaya ulaşmakla elde edilir.)
·
Istırabın
yok edilmesine götüren sekiz yol gerçeği (Katıksız inanç, katıksız irade,
katıksız söz, katıksız eylem, katıksız geçim araçları, katıksız çalışma,
katıksız hafıza ve katıksız düşünce.)
Budizm’e göre, insanın bağlanabileceği hiçbir şey yoktur. Ne maddede,
ne de ruhta hiçbir şey sürekli değildir. Evren yoktur. Öz yoktur. Ancak olaylar
vardır ki bunlar da geçici olarak bir araya gelip yalan ve boş bir evren, yalan
ve boş bir ben yaratırlar.
Buda’ya göre; yaşamak, acı çekmek demektir. Acı, yaşamın özünde vardır.
Öyleyse, acı çekmemek için yaşamanın mutluluklarından el çekmek gerekir.
İstememeyi öğreniniz, istemekten doğan bütün acıları ortadan kaldırırsınız…
Buda’nın yalın düşüncesi budur. Hiçbir şey istemeden yaşamak mümkün müdür, yada
böylesine bir yaşamanın ölümden ne farkı vardır? Buda’nın bu haklı soruya
yanıtı şöyledir: Ancak elde edebileceğinizi isteyiniz. Acı çekmenin nedeni
istektir. İstekse bilgisizlikten doğar. Bu bilgisizlik varoluşun ana
nitelikleri karşısındaki bilgisizliktir. Varoluşun ana nitelikleri; kalıcı
olmama, tözlü olmama ve acı çekmedir. İnsan kendi varoluşunun içeriğinde
bunların bulunduğunu bilirse bunlara daha kolay katlanır.” (Düşünce Tarihi; Orhan Hançerlioğlu; sayfa: 52-53)
Yaşayan Tanrı Kumari’nin Sarayı; Katmandu Durbar Square
Hinduizmin ve Budizmin hâkim inanç sistemi olduğu topluluklarda seküler
bir yaşam ne yazık ki görülmüyor. Din bu topraklarda hayatın her alanına nüfuz
etmiş; her şey kamusal alanda ve aleniyet içinde yapılıyor. Nepal’de sokaklarda
çok sayıda tapınma mekânları mevcut. Buralardan günün her saatinde geçen
insanlar dua ederek kırmızı renkli pirinç hamurlarından alınlarına sürüyor ve
kendini bir anlamda kutsuyorlar. Her yer tapınaklar ve şapellerle dolu.
Yüzlerce çeşit tanrının olduğu bir inanç sisteminde şehrin en önemli mekânlarını
ve meydanlarını tapınaklar kaplıyor. Tibet Budizmi’nde de durum pek farklı
değil. Yaklaşık 2000 yıl önce Hindistan’dan gelen misyoner Budist rahipler
(bunlardan en ünlüsü Buda’nın reenkarnasyonu ve 2.Buda olarak da anılan Guru Rinpoche’dir) yerli Bon dininin içine Budizm’i gömerek
Tibet'te Budizm’in yerleşmesini sağlamışlar. Bu şekilde Budizm’in bu topraklarda
gelişen yeni yorumu, dini ve politik önderliği sıfatlarında toplayan Dalay
Lamaların şahsında taçlandırılmış. 1959 yılında Çin’in işgalinden beri Dalay
Lama artık Tibet’te değil. Kendisi ve kendisini izleyen binlerce Tibetli göçmen,
Hindistan’da ve Nepal’de sürgün hayatı yaşıyor.
Katmandu’da tanrılar konusunda kafamız iyice karıştı. Çünkü bu iş o
kadar ileri götürülmüş ki; iki yaşlarında bebeklerin arasından seçtikleri
kızları ilk regl dönemine kadar izole edilmiş ve özel eğitimden geçirilerek
şartlandırılmış koşullarda “yaşayan tanrıça”
haline getiriyorlar. Bunlara Kumari adı
veriliyor. Sanskritçe’de bakire anlamına gelen Kumari’ye; sarayından yılda birkaç kez dışarı çıkabildiği festival ve
dinsel törende, halk tanrı muamelesi yapıyor ve tapınıyor. Reenkarnasyon
inancına dayanarak tanrıçanın Kumari’nin
vücudunda yeniden bedenlendiğine; ancak ilk regl ile de tanrıçanın bu bedeni
terk ettiğine inanılıyor. Bu nedenle de özel elemelerle seçilen kızın “kumariliği” bu şekilde son buluyor. Kumari, Katmandu Durbar Meydanı’nda
ziyaret ettiğimiz sarayının iç avlusunda bulunan ziyaretçilerine ahşap işlemeli
balkonunun penceresinden zaman zaman görünüyor. Eğer o sırada ziyaretçilerden
biri fotoğraf çekmeye kalkışırsa hemen pencereden içeri çekiliyor ve fotoğraf
makinasına zarar verilebiliyor.
Katmandu
Durbar Square; Narayan Tapınağı
Önce
tapınaklar; sonra alışveriş
Katmandu’da, şehir merkezinin yer
aldığı vadiye tepeden bakan Swayambunat
tapınaklarını, Unesco’nun Dünya Kültür Mirası kapsamına aldığı Patan ve Saklı Şehir Bakthapur’u, hippilerin yoğunlukla yaşadıkları şehir
merkezindeki Durbar Meydanı’nda (Hanuman Dokka) yer alan muhtelif Hindu
tapınakları ve neo klasik tarzda inşa edilmiş olan Kraliyet Sarayı’nı gezme
fırsatımız oldu. Alışveriş için 1968’lerde hippilerin meşhur ettiği Thamel Sokağı en sık uğradığımız yer
oldu. Paşmina ve kaşmir yününden yapılmış şallar, atkılar, yak öküzünün yününden
panço ve battaniyeler, ağaç oymacılığı ürünleri ve takılar en çok rağbet edilen
hediyelik eşya seçenekleriydi. Paşmina ve kaşmir dokumaları, Himalayalar’da
yaşayan bir tür keçinin boyun ve sırt bölgesinden elde edilen yünlerden yapılıyormuş.
5000 metrelerde ve çok soğuklarda hayvanı üşütmeyen bu yünlerden elde edilen
ürünler de çok iyi ısıtan ve oldukça yumuşak bir özelliğe sahipler. Thamel
çevresindeki sokaklar, gündüz ve gece bitmeyen insan kalabalıklarının uğrak
yeri haline gelmiş. Bu sokaklarda Katmandu’nun diğer bölgelerine göre daha
temiz ve Batılı mutfakların ürünlerini sunan oldukça çok sayıda mekân bulunmakta.
Biz de birkaç akşam yemeğini burada bulunan restoranlarda yedik. Yemek
esnasında da Nepal’in folk müziklerini dinleme olanağımız oldu.
Thamel
Sokağı
Ziyaret ettiğimiz mekânlarda Nepalli satıcılar, ısrarlı manevraları ile
sizi sürekli sıkıştırıyorlar. Göz teması kurulmuşsa çaresi yok; mutlaka size
bir şey satacaklar. Fiyatlar çok ucuz. Ancak alışverişte pazarlık şart
görünüyor. Başlangıçta % 50-60 daha fazla fiyat teklif edebiliyorlar. Nepal
parası Rupi oldukça değeri düşük bir
para birimi olarak göze çarpıyor. Yaklaşık 70 Rupi, 1 Dolar; 50 Rupi ise 1 Türk
Lirası ediyor. Tibet’te ise Çin toprağı kabul edildiği için Yuan geçiyor. 6,5 Yuan 1 Dolar; 5 Yuan
ise 1 Türk Lirası ediyor. Bhutan parası ise Nugulturum
olarak adlandırılıyor. 45 Nugulturum 1 Dolar; 33 Nugulturum ise yaklaşık 1 Türk
Lirası yapıyor. Para mevzuları da işte böyle denilebilir.
Yemeklere
Dair
Gezi boyunca bol miktarda bira tükettik. Biraları fena değildi.
Nepal’de Everest ve Gurkha, Tibet’de Lhasa Beer; Bhutan’da ise Red
Panda içtiğimiz biralardan bazıları idi. Bunların bir kısmını Batılı bira
şirketleri (Tuborg gibi) kendi lisansları ile buralarda üretiyorlardı. Ayrıca
Nepal’de pirinçten yapılan ve rakşi
isimli bir otla birlikte mayalandırılarak hazırlanan pirinç şarabından tatma
fırsatımız oldu. Pirinç şarabının alkol oranı oldukça yüksek ve sertti. Boğazda
yakıcı bir tat bırakan rakşinin
sertliği unutulacak gibi değildi. Yemeklerde yak ve domuz eti, zaman zaman
piliç eti kullanılıyor. Momo adını
verdikleri bir türlü mantıları oldukça meşhur. Her yerde bu yemeği bulmak
mümkündü. Tibet ve Bhutan’da da momo ile sürekli karşılaştık. Momo, hamurdan yapılan içine baharatlı
et yada kıyma konulan bir tür mantı. Yanında getirilen baharatlı ve salçalı
soslarla birlikte servis ediliyor. Soslar tabii ki oldukça acı. Bunun yanında
sebzeleri oldukça çok kullanıyorlar. Fasulye çorbası, karışık sebze çorbası,
sebzeli erişte, az haşlanmış bizdeki türlüye benzeyen karnabahar, taze fasulye,
pazı benzeri yeşillik otlarla harman edilmiş yemekler çokça tüketiliyor. Yak
yoğurdu sabahları otellerde en çok tükettiğimiz ürünlerdendi. Peynir fazlaca
rastladığımız bir yiyecek değildi. Tibet’de otelde peynir hiç yoktu. Tibet
Platosunda bir köyü ziyaretimiz esnasında kurutulmuş peynirleri görünce Katmandu’daki
Radisson Otel’de (5 yıldızlı)
kahvaltıda verilen kayış gibi sert ve kösele lezzetinde peynirleri hatırladık.
Swayambunat’da
Budist Tapınağında Buda
Swayambunat
Tapınakları
Katmandu’ya hâkim bir tepede kurulmuş Swayambunat’da Hindu ve Budist tapınakları bir arada bulunuyor.
Burada Nepal’in yerli halkı Nevariler
gündelik yaşamlarını yüzlerce yıllık tarihi mekânlarda sürdürüyorlar. Etrafta
birçok maymun serbestçe dolaşıyor ve ziyaretçilerin yanlarında getirdikleri
yiyeceklerden kapabildiklerini veya verilenleri birbirleriyle kavga dövüş
içinde mideye indirmeye çalışıyorlar. Hindu tapınaklarına Hindular dışında
başkalarının girmesi yasak olduğu için onları dışarıdan seyretmekle
yetiniyoruz. Hinduların çok katlı ve muhtelif tanrılarına adanmış kendine has
orijinal bir mimari özelliğe sahip tapınak yapılarına pagoda adı veriliyor. Tapınağa gelenlerden kimileri düğün, kimileri
adak törenlerini gerçekleştirme telaşı içindeler. Meydanda onlarca kubbeli
sunak taşı mevcut. Meydanın ortasında dev bir Stupa yer alıyor. Kubbeli bir yapıya benzeyen Stupa bir Budist Tapınağı. Ortasında siz nereye giderseniz gidin
sizi ve evreni izleyen Buda’nın kocaman gözleri, ortasında ise kendi içinize
yönelik üçüncü göz yer alıyor. Onun hemen üstünde Nirvana’ya ulaşmak için
geçilmesi gereken 13 aşamayı simgeleyen 13 parlak yaldızlı halka ile en tepede
bizim minarelerin âlemine benzeyen ve Nirvana’yı temsil eden sivri ucu ve
süslemesi yer alıyor. Stupanın hemen yanında, bir Budist Manastırı var. Budist manastırlarını
rahatça dolaşabiliyor ve fotoğraf çekebiliyoruz. Ancak Tibet’te dolaştığımız
gerek Dalay Lamaların kışlık sarayı Potala’da, yazlık sarayı Narbulinga’da ve
Jokhang tapınaklarında içerde dolaşırken fotoğraf çekmemize izin vermediler. Bu
da onların kuralı olsa gerek diye yorumladık. Budist tapınaklarının en
karakteristik özelliklerinden birisi de sürekli saat yönünde ziyaretçiler
tarafından çevrilen dua çarkları yada “mani”ler.
Bunların üzerinde Buda’nın sözleri yer alıyor. Bu sözlerin tüm evrene yayılması
için Budist inancına sahip insanlar tarafından sürekli çevrilmesi ibadetin bir
parçası olarak kabul ediliyor. Tapınaklarda her şey dönüyor; insanlar Stupa’nın
ve tapınakların etrafında dönüyor; dönerken ellerindeki dua çarklarını saat
yönünde çeviriyorlar; ayrıca manastır ve tapınakların belli yerlerinde yer alan
büyük dua çarklarını da çevirmek sevap kabilinden kabul görüyor. Velhasıl, her
şey ama her şey evrendeki gibi dönüyor.
Patan’da
Nevarilerin Festivali
Ortaçağın
Mücevher Şehirleri; Bakthapur, Patan ve Katmandu Durbar Square
Nepal’in tarihinde 15. yy.da hüküm süren Malla sülalesinden bir kral döneminde; kral, üç oğlu arasında
Katmandu merkezli krallığın topraklarını üçe bölüştürerek üç ayrı prenslik
oluşturuyor. Üç prens kardeş, kendi topraklarında hüküm sürerken aralarında
tatlı bir rekabet havası içinde sanatın her alanında ve özellikle mimaride büyük
gösterilere girişiyorlar. Bu rekabetin sonucunda, Katmandu ve çevresinde ahşap
oymacılığı, metal işçiliği ve tuğlanın ağırlıklı olarak kullanıldığı eşşiz
mimari örnekler yaratıyorlar. Katmandu
Durbar Meydanı; Patan ve Saklı Şehir Bakthapur böyle doğuyor. 18.
yy.a kadar devam eden bu üçlü yapı; Gurkhalı Şah sülalesi tarafından iktidarın ele geçirilmesi ve ülke
birliğinin yeniden sağlanması ile son buluyor. Bu üç şehir devletinin de temel
özelliği Nepal’in yerli halkı Nevarilerin
buralarda hala yaşamakta oluşu. Katmandu merkezi, ticari ve sosyal ilişkilerin
gelişmesi sonucunda giderek daha kozmopolit bir hüviyete bürünürken, Patan ve Bakthapur hala Nevarilerin çoğunlukla yaşadığı yerler olarak
biliniyor.
Patan’ı ziyaret ettiğimiz gün, Hinduların bir festivali vardı. Rengârenk
giysiler içinde ancak bir kortej düzeninde kadınlar ve erkekler, ayrı bloklar
halinde yürüyorlardı. Kadınların yer aldığı her grubun elbiseleri farklı
renklerdeydi. Erkeklerden bazıları; uzun borular, değişik davullar, ziller ve
klarnetler çalıyorlar; ancak hepsi aynı anda farklı notaları bastıklarından tam
bir kakafoni oluşturuyorlardı. Farklı bir gözlemdi. Yürüyenler esmer tenli
Nevari halkına mensup insanlardı. Kraliyete olan bağlılıklarını ifade
edişlerinin 39.yıldönümünü kutlamak için böyle bir töreni düzenlemişlerdi.
Ancak bugün ne kraliyet ne de kraldan eser yoktu.
Gerek Patan’da ve gerekse Bakthapur’da üç ayrı meydana yayılmış Şiva, Vişnu ve Ganeş’e adanmış tapınaklar ve kraliyet saraylar bulunmakta. Bu
yapılarda ahşap oymacılığının ve metal işçiliğinin en güzel örneklerini görmek
mümkündür. Patan’daki Kraliyet sarayının restorasyonu yakın zamanda Unesco’nun
desteği ile tamamlanabilmiş. Ne yazık ki; her iki kentteki yapıların çok iyi durumda
olduğunu söylemek zor görünüyor. Ancak ülkenin yoksulluğunu ve içinden geçmekte
olduğu sıkıntılı dönemi gördükten sonra, buna çare olacak çözümleri de
üretmenin kolay olmadığını insan anlıyor.
Patan’da
Tapınaklar
Patan, Bakthapur ve Katmandu Durbar Meydanında yer alan Şiva’ya adanmış
tapınaklarda, bezeli ahşap oymalar içinde Kama
Sutra pozisyonları bizi oldukça şaşırtıyor. Dinsel bir mekânın dış
cephesinde, yok eden ve yaratan tanrı Şiva’nın bir yılan gibi uzun cinsel
organının resmedilmesi, onun yaratıcılığının simgesi olarak açıklanıyor.
Şiva’nın hemen altında ve katlar halinde inşa edilmiş tapınağın dört yanında
cinsel birleşmenin muhtelif pozisyonları yer alıyor. Bu durum ise; yine
tanrısal yaratıcılığın temsil edildiği frizler olarak açıklanıyor.
İklim
ve sosyal yaşam
Katmandu, rakım olarak 1400 metre yükseklikte, ancak bir vadinin içinde
yer alıyor. Seyahatimiz boyunca hava sıcaklığı gündüz 24; gece ise 15 dereceler
civarındaydı. Hava şartları seyahat için oldukça elverişli idi. Bazı günler
şehrin üstünü sis kapladı. 18 kişilik pervaneli uçaklarla gerçekleştirmeyi
düşündüğümüz Everest turunu havaalanına gitmemize rağmen iki saatlik bir
bekleyiş sonrasında uçuşun sis nedeniyle iptal edilmesinden ötürü
gerçekleştiremedik. Ancak; daha sonra Bhutan dönüşünde ayni tip bir uçakla
yaptığımız yolculuk sırasında, girişimci bir arkadaşımızın çabası ve kaptanın
jesti sayesinde Everest’e yakın geçerek, bulutları delip geçen o müthiş
zirvelere tanıklık ettik.
Nepal, Himalayalar’dan gelen su kaynakları bakımından zengin bir ülke
olmasına rağmen, yoksulluğu nedeniyle bunları değerlendirme potansiyeline ne
yazık ki sahip değil. Özellikle elektrik enerjisinin teminindeki güçlükler
nedeniyle, Katmandu’da akşamları sürekli elektrik kesintisi uygulanıyor. Bu
nedenle Katmandu’da işyerlerinde elektrik kesilince jeneratörler otomatik
olarak devreye giriyor. Sokaklar karanlık içinde kalıyor; dükkânlardan yansıyan
ışıklar yardımıyla zorlukla yürünebiliyor.
Katmandu Muan Narayan Tapınağı önünde Rikşalar
Sokaklarda, kaotik trafik içinde bisikletli rikşalar çok iş görüyor. Bunlara arkasında iki yolcunun taşındığı
bisikletli taksiler denilebilir. (Uzak Doğu’daki çek çekler gibi) O yoğun
trafikte yaklaşık 5 km.lik yolu 100 rupi karşılığında, bir de zaman zaman yolun
gidişine göre karşılaşılan hafif eğimlerde, sürücünün zorlanarak kan ter içinde
pedal çevirdiğini görmek insanın içini acıtıyor. Ancak yapacak fazla da bir şey
yok; Katmandu’da hayat böyle devam ediyor.
Bagmati
kıyısında Pashu Patinat ve dumanlar
Pashu
Patinat; Ölü Yakma Törenleri
Katmandu’da ziyaret ettiğimiz önemli noktalardan birisi de kutsal nehir
Bagmati’nin kıyısında ölü yakma
törenlerinin düzenlediği Pashu Patinat
oldu. Burası, yine Hindu tapınaklarının ve diğer kutsal mekânların bulunduğu,
insanların yalınayak dolaştığı, ölmüş yakınlar için sürekli adakların adandığı
ilginç bir mekândı. Bagmati ırmağı,
şiddetli muson yağmurlarının geride kalmış olması nedeniyle cılız akıyordu. Bu
da ırmağa atılan her türlü ölü yakma ve ritüel malzemesi ile kirlenmiş suyun
durumunu daha vahim bir hale getiriyordu. Yarı yanmış kütükler, ölülere ait
elbise ve eşyalar, ölüler için konulan çiçeklerden arta kalanlar, saz bitkileri
ve tütsü artıkları her şey ama her şey suyun içinde yüzüyordu. Bu pisliğin
içinde insanlar kutsal saydıkları su ile (aynı zamanda ölüyü de bu suyla
yıkıyorlardı) ellerini, yüzlerini yıkıyorlar, ağızlarını çalkalıyorlar ve
yanlarındaki ölülerinin daha önce yakılmış küllerini suya serpiyorlardı. Bir
yandan da daha önce yakılmış ölülere ait ziynet eşyalarını suyun içinde arayan
çocuklar sürekli suyun içini araştırıyorlardı. Merdivenlerin kenarlarına
dağılmış maymunlar sürekli bir telaş içinde ziyaretçilerden yiyecek çalma peşindeydiler.
Kavga dövüş aldıkları yiyecekleri bir an önce yemeye çalışırken, bir yandan da birbirlerinin
tüyleri içinde mevcut asalakları ayıklamak ve onları da yemekle meşguldüler.
Kraliyet
Sarayı ve hikâyeleri
Katmandu kent merkezindeki Durbar Meydanı’nda (meydanın diğer ismi Hanuman Dokka – o da bir Hindu
tanrısıdır) neo klasik tarzda inşa edilmiş Kraliyet Sarayı yer almaktadır.
Sarayın dış cephesi, genelde binaların hâkim rengi olan ahşabın kahverengisi ve
tuğla kırmızısı dışında bembeyazdır. Bina, Nepal’de kraliyetin son bulduğu 2008
yılından beri Kraliyet Müzesi olarak düzenlenmiştir. Ziyaretimiz sırasında;
binanın içi, oldukça yakın bir zamanda terk edilmiş olmasına rağmen oldukça
kötü durumdaydı. Bina içinde muhtelif galerilerde, Şah hanedanına mensup son üç kralın yaşamına ait her türlü eşya,
resim ve belge sergileniyor.
Kraliyet
Sarayı; Hanuman Dokka
Bu bembeyaz bina ne yazık ki tarihte iki dramatik katliamın yaşandığı
bir mekân olarak biliniyor. Bunlardan ilki 1846
yılında Şah sülalesinin iktidarı
sırasında giderek güçlenen bir başka soylu sülale Rana’ların; Şah sülalesi
tarafından planlanan kendilerine yönelik bir darbe teşebbüsüne karşı daha erken
davranarak; bir gece Kraliyet Sarayı’nın Rana
yanlısı askeri güçlerce basılması ve kraliyet ailesinden yüzlerce soylunun bu
kanlı olayda katledilmesidir. Nepal tarihine Kot Katliamı olarak geçen bu kanlı olay sonucunda Şah hanedanının temsil ettiği krallık
tahtı sembolik bir nitelik kazanırken, bütün güç Rana’ların elinde bulunan Başbakanlık makamının kontrolüne
geçmiştir. Başbakanlık görevi bu tarihten 1950’lere kadar aynı krallık tahtı
gibi kan bağı gözetilerek Rana sülalesinden kişilere geçmiştir. Bu durum; Çin’in
Tibet ile ilgili sorunları tırmandırdığı yıllarda, Hindistan’ın aynı baskıyla
Nepal’in de karşılaşabileceği kaygısıyla 1911’den
beri tahtta olan Trimbuvah Bikram Şah
ile işbirliği yaparak Rana
sülalesinin iktidarına son vermesi ile değişmiş ve Şah hanedanı tekrar
yitirdiği eski gücüne Hindistan sayesinde kavuşmuştur. Bugün Katmandu Havaalanı
da bu kralın ismini taşımaktadır.
Katmandu
Durbar Square
Diğer katliam ise, 2001 yılının 1 Ocak akşamı yani yeni yıl gecesi
gerçekleştirilmiştir. Bu olayın hikâyesi de oldukça hazindir. 1972 yılında
tahta çıkan Kral Birendra Bikram Şah’ın
büyük oğlu prens Dipendra,
İngiltere’de Eton Koleji’nde eğitimi sırasında tanıştığı Rana’lara mensup
Nepalli soylu bir kıza (Devyani Rana)
âşık olur; ancak Şah hanedanının Kot Katliamı’ndan kaynaklanan ezeli düşmanlığı
nedeniyle, özellikle Ana Kraliçe oğlunun bu ilişkisine şiddetle karşı çıkar. Bu
durum, aile içinde giderek ciddi bir soruna dönüşür. O yıllar, ayni zamanda
ülkenin ciddi bir politik kargaşanın içinde olduğu yıllardır. 1990’lı yıllarda
dağlarda gerilla savaşı başlatan Maocu gerillalar, giderek güç kazanmakta ve
Kraliyeti tehdit etmektedir. Böyle bir ortamda prens Dipendra, annesi, babası ve kardeşleri de dâhil olmak üzere
Kraliyet ailesinden 11 kişiyi katleder ve daha sonra da intihar eder. Katliamla
ilgili rivayetler muhteliftir; kimi Maocu gerillaların bu olayın arkasında
olduğunu iddia eder; kimisi ise tahta bu olay sonrasında geçen ve öldürülen
Kralın kardeşi olan Gyenendra’yı
yeğenini kışkırtmakla suçlar; bir başka rivayet de yukarıda sözü edilen aşk hikâyesinin
bu dramatik sonucu doğurduğu hakkındadır. Katliam sonrası tahta Gyenendra çıkar; Maocu gerillaların
mücadelesi 2008 yılında Kral’ın devrilmesi ve demokratik cumhuriyetin ilan
edilmesi ile son bulur. Seçimlerde en fazla oyu alarak 1.parti konumuna gelen Maocu Komünist Parti kısa süreli
iktidarı sonrasında, Hint yanlısı Congress
Partisi’nden seçilmiş olan Cumhurbaşkanı ve Ordu ile sürtüşmesi nedeniyle
hükümeti bırakarak muhalefete geçer. O günden beri de ülkede bitmek bilmeyen
bir politik kriz sürer gider.
Tibet izlenimleri
Nepal’den Çin toprağı sayılan Tibet’e, Air China’nın uçağı ile yaklaşık
bir saat süren bir yolculuk sonrası vardık. Uçak, Lhasa’ya 70 km. uzaklıkta
bulunan Gonkar Havaalanına indi. Pür disiplin içinde “hazırol” vaziyetinde bekleyen Çinli askerlerin arasından süzülerek,
bizi sırayla çağıran gümrük memurlarının talimatlarına harfiyen uymaya dikkat
ederek salimen Çin’e girdik. Tibet; 2.200.000 kişilik bir nüfusa ve 1.600.000
km2 genişliğinde bir yüzölçümüne sahip. Nepal’den, dünyanın damı Himalayalar
ile ayrılan ülke; aşağı yukarı aynı saat diliminde yer almasına rağmen, merkezi
Çin hükümetinin tüm ülkede Pekin saat dilimini uygulaması nedeniyle Türkiye’den
5,5 saat ilerde bulunuyor. 3650 metre yükseklikteki Lhasa’ya ulaştığımızda
oksijen azlığı nedeniyle şiddetli baş ağrısı ve nefes nefese kalma gibi şikâyetlerimiz
oldu. Ancak, hem yavaş hareket ederek, hem de yükseklik hastalığına karşı
düzenli ilaç takviyesi ile bu engeli kısa sürede aşabildik. Tibet’teki en son
günümüzde çıktığımız platoda 4884 metre yüksekliği gördük.
Lhasa
Caddelerinde…
Çin’in
Tibet’ e getirdikleri
Çince ve Tibetçe yazıların her yerde birlikte yer aldığı başkent
Lhasa’da, Çin son 20 yıldır büyük bir yatırım hamlesi yürütmekte. Bu sayede
eski Lhasa’nın yanına geniş bulvarları, zamanında sosyalist ülkelerde görmeye
alışık olduğumuz oldukça geniş tören meydanları, dev alışveriş merkezleri ve
yüksek apartmanlarıyla modern bir Lhasa inşa edilmiş. Tüm ülkede gelişmekte
olan kapitalist üretim ilişkileri, ister istemez Tibet platosunda da pazar ve
hammadde kaynaklarının yeniden düzenlenmesi gereğini ortaya çıkarmış. Himalayalar’dan
beslenen su kaynakları açısından Çin’in en zengin bölgesi olan Tibet’de; Çin
merkezi hükümeti, üzerine inşa ettiği büyük barajlarla geniş yataklı ve yüksek
debili ırmaklara gem vurmaya başlamış bile.
Çin, 1959 yılında Tibet’i işgal ederek kendi yönetimine bağlamış.
Tibet’te ülkenin o zamana kadar politik ve dini önderi olan Dalay Lama, işgal
sonrası Hindistan’a sığınmış. Onunla birlikte çok sayıda Tibetli de Hindistan
ve Nepal’de sürgün hayatı yaşamayı seçmiş. Nepal’de Boudnat Stupa olarak adlandırılan Katmandu’ya yakın bir bölgede
sürgün Tibetliler yaşıyordu. Yuvarlak dev Stupa tapınağının çevresine
konumlanmış guest house’lar, manastır ve hediyelik eşya satan dükkânlar
arasında binlerce Tibetli ve yabancı turist tapınağın çevresinde hiç durmadan
akıp giden döngünün bir parçasıydılar.
Başkent Lhasa, 3650 metre yükseklikte yer alıyor. Üç gün boyunca
kaldığımız Lhasa’da sıcaklık gündüz 15 derece civarındaydı. Geceleri karasal
iklim nedeniyle sıcaklık şehirde 0 dereceye düşüyordu. Tibet Platosunda, ise
5000 metreleri geçen yüksekliği ile nedeniyle çok daha düşük sıcaklıkları görmek
mümkün. Lhasa, giderek büründüğü
modern görünümünün arka planında Dalay Lama’ların kadim payitahtı Potala Sarayı, Şehrin kalbi Barkhor sokağı, burada yer alan Jokhang Tapınağı ve çevresinde
öbeklenmiş eski Tibet’e dair mistik yaşamla ilgili her türlü veriyi
ziyaretçilerine sunabiliyor.
Tibet
Evleri
Lhasa’nın
Kalbi Barkhor Sokağı ve çevresinde gezinirken
Barkhor sokağının çevresinde rastladığımız en
etkileyici görüntülerden birisi tapınağa doğru secdeye varan Tibetli hacılardı.
Tüm hacılar ellerini önce başlarının üzerinde birleştirip, daha sonra göğüs
hizasında tutuyor; en sonunda ise bizdeki secde pozisyonuna benzer tarzda yere
uzanıyorlardı. Kilometrelerce uzaktaki köylerinden çıkarak secdeye vara vara
Budistler için bir hac mekânı olan Jokhang
Tapınağı’na ulaşmak ve bu tapınağın
çevresini saat yönünde dönerek aynı secde pozisyonunda tavaf etmek bizler için
eşsiz bir manzaraydı. Vecd ile öyle bir kendinden geçme hali ki bu durum;
anlatılmaz… Yere yatmaktan ve dizlerinin üstünde doğrularak tekrar ayağa
kalkmaktan aşınmış ve nasırlaşmış ellerini ve dizlerini, kapladıkları lastik ve
tahtalarla korumaya çalışan, yüzleri güneşin ve rüzgârın bıraktığı derin
çizgilerle kaplı; genç yaşlı, kadın erkek Tibetli hacılar, tapınakların
çevresindeki kutsal nöbeti biteviye sürdürüyorlardı.
Manastırları ve Potala Sarayı’nı ziyaret gelen Tibetli hacılar,
yanlarında plastik torbalar içinde yak tereyağı getiriyorlar. Bunları Buda’nın
ve Budizmin diğer tarihsel önderlerinin heykellerinin önündeki sunaklara ve
sürekli yanmakta olan kandillere koyarak adaklarını adıyorlar. Ayrıca,
tapınakların içinde dolaşırken kapı sövelerine, perdelere, kapıların önündeki
kanatlı örtülere varıncaya kadar her yere bu tereyağını sürüyorlar.
Manastırların içi insanı içine bayıltacak yoğunlukta yak tereyağı kokuyor. Jokhang Tapınağında Budist rahipler, mantra
dedikleri Buda’nın sözlerinden oluşan dualarını okuyorlar. Biz daracık
koridorlardan ve bazen dik tahtadan merdivenlerden çıkarak manastırın
hücrelerini dolaşıyoruz. Başka hacılarla beraber “om mani padme hum” duasını (lotus
çiçeği içindeki mücevher açılsın) zikrederek ruhani bir dehlizden, loş
ışıklar içinden süzülerek bir bilinmeze doğru yolculuk yapıyoruz. Her “şeyin”
bir “şey”le sembolize edildiği, sayısız meditasyon ürünü “mandala”nın (resim yada
konstrüktif konsantrasyon projeleri) uçuştuğu garip bir dünyadayız.
Alevilik
ve Budizmin benzer sembolleri üstüne
Solda
Hacıbektaş’ın sağda ise 2.Buda; Guru Rinpoche’nin geyikleri
Resimlerde, Jokhang Tapınağı’nın
tepesine çıktığımız terasında ve Bhutan’ın başkenti Thimbu’da dolaştığımız
idari yönetim binası Dzong’un iç avlusunda birbirine bakan iki geyiği
görüyoruz. Geyiklerin, reenkarnasyonun simgesi olduğunu öğreniyoruz
rehberimizden. Merakımız katmerleşiyor giderek… Çünkü hemen aklımıza
ülkemizdeki Hacıbektaş’ın temsili resimleri geliyor. Hani şu kucağında aslan ve
geyikle sembolize edilen Hacıbektaş resimleri… Tibet manastırlarındaki gizemli
yolculuklarımız, bizi; Orta Asya’nın steplerinden başlayarak yüzlerce yıl süren
ve Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan o muhteşem topraklarda; Batı
Anadolu’da sonlanan göçün şifrelerine götürüyor sanki. Manihizm, Budizm,
Zerdüştlük gibi geçtikleri topraklarda kök salmış inanç sistemlerinden de
etkilenerek süren yüzlerce yıllık bu çileli yolculuğun vardığı son nokta, kendi
özünü ve kimliğini koruma içgüdüsüyle bir din olarak İslamiyet’in (muhalif Hz.
Ali karakterinin ve onun çevresinde gelişen kavramların) Şamanizm’in içine gömülmesiyle ortaya çıkan Anadolu Aleviliğidir.
Alevi – Bektaşi inanç sistemidir.
Bilindiği üzere; özelinde, Alevilik’de de reenkarnasyon inancı (Devriye
inancı) önemli bir yer tutmaktadır ve Alevi – Bektaşi nefeslerinde bu inanç
derinlerdedir:
Nepal’de
Bodnat Stupa’da Manastırın balkonundaki yeniden doğuşun simgesi geyikler
“Katre idim ummanlara karıştım
Kaç bulandım, kaç duruldum kim
bilir?
Devre edip alemleri dolaştım,
Bir sanata kaç sarıldım
kimbilir?
Bulut olup ağdığımı bilirim,
Boran ile yağdığımı bilirim,
Alt(ı) anadan doğduğumu bilirim,
Kaç ebeden kaç soruldum
kimbilir?
Kaç kez gani oldum,kaç kere
fakir,
Kaç kez altın oldum, kaç kere
bakır,
Bilmem ki, kaç katip ismimi
okur?
Kaç defterde kaç dürüldüm
kimbilir?
Bazı nebat oldumtoprakta
sürdüm,
Bilmem kaç atanın sulbünde
durdum,
Kaç defa cennet-i alaya girdim?
Cehenneme kaç sürüldüm
kimbilir?
Kaç kez alet oldum elde
bakıldım,
Semadan kaç kere indim,
çekildim,
Balçık olup kerpiç kerpiç
döküldüm,
Kaç bozuldum, kaç kuruldum
kimbilir?
Dünyayı dolaştım hep kara batak
Görmedim bir karar bilmedim
durak
Üstümü kaç örttü bu kara toprak
Kaç serildim kaç dirildim kim
bilir?
Gufrani’yim tarikatım boş
değil,
İyi bil ki kara bağrım taş
değil,
Felek ile hiç hatırım hoş
değil,
Kaç barıştım, kaç darıldım kim
bilir?”
Gufrani
(Aleviliğin Gizli Tarihi; Erdoğan Çınar;
Sayfa 86, Chivi yazıları)
“Alevi inanışında insan ruhunun
asıl kaynağı olan gerçek varlıktan (Vücud-u
Mutlak) ayrılıp tekrar ona dönünceye kadar geçireceği evrelere “Devriye” denir”
“Devriye kavramına göre Vücud-u Mutlak’dan kopan nur, gökleri,
yeri, tabiatı ve evrenin dört kuvvetini oluşturdu. Gök ata oldu, yer ve dört
kuvvet ana oldu. Yaratılış süreci ata ile ananın birleşmesi ile başladı. (a.g.e sayfa
82)
“Alevi inanışına göre insan
ruhunun geldiği asıl kaynağa dönüşü ancak insanın olgunlaşma sürecini
tamamlaması ile olur. Önce cansız nesne, sonra bitki, hayvan insan bedenlerinde
ortaya çıkan ruh, insan-ı kamil (eksiksiz, olgun insan) konumuna
ulaştığında, geldiği kaynağa geri döner. Yaradan ile bütünleşir, onun içinde
erir.” (a.g.e
sayfa 84,85)
Lhasa’dan Alevilerle ilgili bilgi
dağarcığımıza bir diğer katkı, bir akşam Lhasa’da konakladığımız Lhasa Otel’de karşıma
çıktı. İngilizce yayın yapan Çin Televizyonunun 9.kanalındaki bir haber
programında, Uygur Sincan Özerk Bölgesi’ndeki Mugan isimli halk şarkıcıları hakkında bir inceleme vardı. Bu
programa eşlik eden müzikli görüntülerde açık bir alanda Alevi semahlarının
hemen hemen bir benzerini; Uygurlu Türk kadın ve erkekler birlikte
sergiliyorlardı. Bu gerçekten Türklerin o topraklardan Anadolu’ya taşıdıkları
dinsel ritüeli anlamak açısından önem taşıyordu. Tibet’de bir akşam, bunu da
aklımızın bir köşesine not ettik.
Potala
Sarayı
Potala
Sarayı
Tibet’e gelirken görmeyi en
arzuladığımız mekân, Lhasa’nın en yükseğinde yer alan Potala Sarayı idi. Unesco’nun Dünya Kültür Mirası kapsamında da yer
alan Dalay Lamaların kışlık sarayı Potala,
kent merkezinin uzandığı vadinin dibinden yaklaşık 130 metre yüksekliğinde bir
tepenin üstüne M.S. 7 yy.da zamanın kralı Songzanganbu tarafından inşa edilmiş. Saray; 1645 yılında 5. Dalay Lama tarafından, yine bu tepe
üzerinde 50 yıl süren bir inşa süreci sonunda yeniden inşa edilmiş; takip eden
300 yılda sarayın bugüne ulaşan büyüklüğüne erişme süreci tamamlanmış. 1959
yılında Çin’in işgali sonrasında Hindistan’da sürgüne giden 14. Dalay Lama’ya kadar, Potala; Tibet’in bu dini ve politik
önderlerinin kışlık sarayı olarak işlev görmüş. Çin yönetiminde artık bir
müzeye dönüştürülen saray, Lhasa’nın her yanından fark edilen ihtişamlı
görüntüsü ile kentin başına ilahlar tarafından kondurulmuş bir mücevher taç
gibi duruyor. İçinde 1000 odanın bulunduğu, uzaktan bakıldığında yatan bir fil
profiline benzetilen saray; esas olarak doğusundaki
beyaz salonlar, ortasındaki kızıl salonlar ve pagodalar ve de batısındaki
rahiplerin kaldığı beyaz evlerden oluşuyor. Bazı yerlerde; yapının duvarlarının
kalınlığı 5 metreyi buluyormuş. (ortalama 3 metre) Duvarların içine, demir
ergitilerek duvarlara depreme karşı mukavemet kazandırılmış. Yapı, yüzyıllardır
doğanın tüm yıpratıcılığına karşın hala dimdik ayakta duruyor.
Potala’ya
tırmanırken…
Saat farkı nedeniyle geç ağarmış
bir sabah vakti (yerel saatle 8 gibi)
Potala Sarayı’na vardık. Yaklaşık 1 saat süren tırmanışımız oksijen azlığı
nedeniyle yavaş yavaş tepeye kadar sürdü. Dalay Lama’ların halkı kabul ettiği
ve selamladığı büyük avluda soluklandık. Tahta merdivenlerden daha önceki Dalay
Lama’ların kabirleri, Buda ve diğer dini önderlerin yüzlerce heykeli (oturan
Buda, yatan Buda, ayakta duran Buda; Buda da Buda…), 5 renkte dua bayrakları, “mantra”lar ve “mandala”lar arasından geçerek ve dar koridorlardan süzülerek sarayı
dolaştık. Kimi zaman kapalı mekânlarda, kimi zaman iç avlu ve merdivenlerde
devam eden gezinti, sarayda belli bir süre kalma ve turu kısıtlı bir zamanda bitirme
zorunluluğu nedeniyle oldukça hızlı bir şekilde tamamlndı. İçerisi yine Tibetli
köylülerin yanlarında getirdiği adaklık yak tereyağları nedeniyle, iç bayıltan
o ağır kokuyu taşıyordu. Tepeden şehre baktığımızda ayaklarımızın altında
uzayıp giden vadi, aşağıdaki yapay göletin etrafında oluşturulmuş park alanında
yapraklarını çoktan dökmüş ağaçlar, şehrin üstünü bir örtü gibi kaplamış duman
rengi sisin altında dünyanın bu garip ülkesinde yaşayan binlerce insan,
aydınlanmış adam Buda’nın izindeki kutsal yolculuklarına durmaksızın devam
ediyorlardı.
Barkhor
Meydanı’da satıcılar
Barkhor’da
sosyal hayat
Barkhor sokağındaki Jokhang
Tapınağının da bulunduğu meydan görülmeye değer. Meydanın dört bir yanı
hediyelik eşya, Budizme ait dua çarkı, dua bayrakları v.b. muhtelif ritüel
aracı ve yak yününden yapılmış şal ve örtüler satan seyyar satıcılarla ve
onların tezgahlarıyla dolu. Ayrıca çok sayıda yiyecek satan seyyar satıcı da bu
tezgâhların arasında yer alıyor. Meydan tıklım tıklım insan dolu ve sürekli
hareket ediyorlar. Bir kısmı tapınağa yönelik olarak secdeye varırken, büyük
bölümü de tapınağın çevresini Müslümanların Kâbe’yi tavaf ettikleri gibi saat
yönünde dönüyorlar. Bitmek bilmeyen bir dönüş… Herkes ne kadar döneceğine
kendisi karar veriyormuş; belli bir sayısı yokmuş bu dönüşlerin. Barkhor’da,
meydan bakan çok sayıda lokanta yer alıyor. Turistlerin çoğu karınlarını
buralarda doyuruyor. Yemekler oldukça basit ve salt karın doyurmaya dönük.
Genel kanaat; “Tibetliler, yemek için yaşamıyorlar; yaşamak
için yiyorlar.” Onları bu şekilde yaşamaya iten koşullar ise, esas olarak
coğrafyadan kaynaklanıyor. Son derece dağlık bir topografyaya ve zorlu iklim
koşullarına sahip olan ülkede yak öküzünün hayati bir önemi var. Hem yük
hayvanı olarak kullanılan yak öküzünün; eti, sütü, tereyağı ve yünü de
vazgeçilmez bir önem taşıyor. Bu anlamda yak öküzünün Tibet için kutsal bir
yanı var desek yanlış olmaz. Halk danslarında, halı, kilim desenlerinde ve
resimlerde bile bu hayvanı tasvir eden figürler yer alıyor. Tibet öküzü de denen yak, aslında bu hayvanın erkeğine
verilen isim olmakla birlikte, yaygın olarak bu hayvanın ismi olarak da
kullanılıyor. Dişisine ise nak deniyor.
Tibet
Platosu
Tibet’teki son günümüzde; 4884
metrede yer alan Gambala geçidinden
geçerek Tibet’in 3. büyük gölü olduğu söylenen Yam Drok Tso gölüne gidiyoruz. Gambala geçidinde mola veriyoruz;
sert bir rüzgâr eşliğinde, aşağıda geniş yatağında akan bir nehir gibi uzanan
gölü seyrediyoruz. Böyle bir mavi olamaz! Göğe daha yakınız ve bulutsuz göğün
derin mavisi aynen göle vuruyor. Göl kenarında, İzmir’in ilçesi Tire’nin
yaslandığı Aydın Dağları’nın zirvesinde yer alan, çırılçıplak Çal Dede
tepesinde, bizim has Yörüklerimizin Çal Dede’nin makam mezarının başında her
yılın Eylül ayının ilk haftasında düzenledikleri Mahya Şenlikleri’nde şahitlik
ettiğimiz üst üste konulmuş dilek taşlarının benzerlerini görüyoruz. Bu manzara
da, Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan kültürün bir delili olarak karşımızda
apaçık duruyor.
Tibet
Platosunda yer alan Yam Drok Tso gölünün kıyısındaki dilek taşları
Dağın başında yak öküzleri ve Tibet köpeği, mastiflerle fotoğraf
çektiriyoruz. Geçitte mola veren Tibetli yolcuları izliyoruz. Önce erkekler
koşturuyor; göle doğru aleniyet içinde topluca ihtiyaçlarını gideriyorlar. Ama
esas ilginç olan arkalarından gelen kadınlar birazdan büyük bir doğallıkla
elbiselerini sıyırıyorlar ve onca insanın içinde aynı şeyleri yapıyorlar. Ama
garipsenecek bir şey olmadığını düşünüyoruz daha sonra aramızda konuşurken. Çünkü
bu ihtiyacı görecek doğru dürüst bir helâyı da bu yükseklikte bulmak beyhude
bir çaba olsa gerek. Göl kıyısında yer alan bir turistik tesisin tuvaletine
koştuğumuzda karşılaştığımız manzara yukarıdaki düşüncemizi doğruluyor; çünkü
birbirinden bölmelerle ayrılmış birer delikten ibaret olan helada delikten
aşağıya doğru bakıldığında toprak ve daha önceden yapılanlar görünüyor.
Çin merkezi hükümetinin,
özellikle Nepalli Maocu gerillaların sürdürdükleri kraliyet karşıtı gerilla
savaşını kazandıktan sonra ayrı bir önem atfettiği Tibet Platosu’nu aşan dağ
yolunu ıslah çalışmaları, yer yer devam etmekle birlikte büyük oranda
tamamlanmış. Nepal ile olan ticari ve siyasi ilişkileri geliştirerek o bölge
üzerinde belli bir nüfuz elde etme çabası içinde olan Çin, buna benzer açılım
çalışmalarını tüm yakın Asya ülkelerine yönelik istikrarlı biçimde sürdürüyor.
Biz Tibet’te iken, yine Çin televizyonundan öğrendiğimize göre; Bengladeş’in Chittagong limanını ziyaret eden Çin
donanmasına bağlı bir hastane gemisi, Bengladeş halkına şifa dağıtmakla
meşguldü.
Sera
Manastırı avlusunda rahip adaylarının sabır testi
Sera
Manastırı; bir irfan yuvası
Son gün, Tibet’te ziyaret
ettiğimiz manastırlardan birisi de Sera
Manastırı’ydı. Bu manastır halen aktif olarak rahip adaylarının eğitime
tabi tutulduğu; aynı zamanda çevresinde yer alan benzer mimaride yapılarıyla özel
bir mekân niteliği taşıyor. Arkasına yaslandığı dağda, bizim Aydın – Çine
yolunda yer alan dev grano-gnays kayaların benzerlerinin üstü Buda resimleri, “om mani padme hum” yazıları, rengârenk
Buda bayrakları ve beyaz merdivenler şeklinde sembolize edilmiş Buda’ya yönelen
sembolik resimlerle kaplanmış. Dua bayraklarının renkleri olan kırmızı ateş yada güneşi, mavi gökyüzünü, yeşil suyu, sarı toprağı
ve beyaz ise ruhu yada bulutu; yani 5 temel elementi temsil ediyor. Her kaya
dibi, her köşe başı; neredeyse manastırın çevresinde yer alan her nokta bir
ibadet mekânı olarak işlev görüyor. İnsanlar, manastırı çevreleyen bu dağın
çevresinde farklı çaptaki çemberlerde dolaşarak bu kutsal mekanı tavaf
ediyorlar. Manastırın iç avlularından birinde birbirlerini sabır testine tabi
tutan genç rahip adaylarıyla karşılaşıyoruz. Bağrış çağrış içinde; genç
öğrenciler bordo renkli ehramları içinde birbirlerine aldıkları eğitimlerle
ilgili olarak mütemadiyen aynı soruları sorup aynı yanıtları veriyor ve
anlamamış gibi tekrar ve tekrar soruyorlar. Öğrendiğimize göre; dışarıdan
bakana yüksek perdeden sürdürülen bir atışmayı andıran bu diyaloglar;
öğrencilerin manastırda aldıkları eğitim faaliyetleri sonucunda, sabrı ne denli
içselleştirip içselleştiremediklerini test etmeye dönük bir uygulama özelliği
taşıyormuş.
Tibet’ten
ayrılırken
Tibet’teki 4. günün sabahı; önce
havaalanının kilitli kapılarının, gelecek görevliler tarafından açılmasını,
daha sonra da Pekin’den gelip Nepal’e gidecek bağlantılı yolcuları taşıyan Air
China uçağının Gonkar havaalanına inişini bekledik. Bu uzun bekleyişten kaynaklanan
yaklaşık 3 saatlik bir rötar sonrası Nepal’e hareket ettik. Pekin’deki
uluslararası bir şirketin Nepal’e giden satış elemanlarından oluşan ve uçağı
bir anlamda işgal eden yüzlerce Çinli yolcunun arasındaki boş koltuklara birer
birer saçıldık. Sürekli yüksek sesle konuşan ve yine yüksek sesle esneyen bu
kuru kalabalığın, uçağın pilotunun Everest’e yakın geçerken yaptığı anons
sonrası, o yandaki pencerelere topluca fırlayışları görülmeye değerdi.
Katmandu’nun üstüne geldiğimizde şehrin üstünü kaplayan sis tabakası nedeniyle
uzun süre havada dönüp durduktan sonra yaklaşık 1 saatlik gecikmeyle Katmandu
havaalanına salimen inebildik.
Thimbu’da
Stupa’nın kapısı
Bhutan İzlenimleri
Bhutan; gezdiğimiz diğer iki ülkeye göre oldukça küçük, ama bir o
kadar da ilginç bir ülkeydi. 700.000 kişinin yaşadığı Bhutan, Himalayalar’ın
doğusunda yer alıyor. Nepal ile Bhutan’ı Hindistan’ın bir dönem sorunlu bölgesi
Sıkkım ayırıyor. Ülkenin yüzölçümü
47.000 km2 olarak veriliyor. Dünyaya oldukça kapalı bir şekilde
yönetilen, doğaya saygılı insanların ülkesi Bhutan son yıllarda dışa açılmaya
başlamış. Halen bekâr olan ve 30’lu yaşlarını süren yeni kral, 2006 yılında başa
geçmiş. Oxford mezunu olan kral, başkent Thimbu’da
Dzong denilen idari yönetim binası
ile parlamento binasının hemen yanında yer alan sarayında yaşıyor. Başkent Thimbu’nun nüfusu 80.000; havaalanının
bulunduğu Paro şehrinin nüfusu ise
40.000 kişiden oluşuyor. Budizm, Bhutan’ın resmi dini olarak kabul ediliyor. Nüfusun
üçte ikisinin Budist; kalan kısmının ise Hindu inancına mensup olduğu söylendi.
Bhutan’ı, biraz bizim Karadeniz
yaylalarına benzettik. Derin vadilerde kıvrılarak akan yüksek debili derelerin
birbirine kavuşarak daha büyük ırmakları oluşturdukları yol boyunca ahşap
konaklar uzanıyor. Genellikle 2 katlı, üstünde çoğunlukla kırmızı biber kurutulan,
üstleri tentelerle örtülü teraslar yer alıyor. Evlerin biçimi bile Rize Fındıklı’daki
Laz konaklarını andırıyor. Ahşap olarak inşa edilmiş bu konaklar, aile
büyükleri ve çocuklarla birlikte üç kuşağın birlikte yaşadığı mekânlar olarak
kullanılıyor. Evlerin çatıya varıncaya kadar tüm cepheleri, kapı ve
pencereleri, resimler ve el işi boyama işçiliği ile bezenmiş. Dıştan
bakıldığında evler rengârenk bir görüntüye sahipler. Ülke, Nepal’e göre oldukça
temiz olmakla birlikte, yine de zaman zaman açıktan akan kanalizasyon ve çöp
görüntülerine tanık oluyoruz. Genellikle Nepal’de olduğu gibi insanlar yerlere
pek tükürmüyorlar. Daha derli toplu bir ülkeye benziyor Bhutan özetle…
Thimbu
– Paro yolunda
Nepal Katmandu havaalanından
kalkan 18 kişilik pervaneli Buddha Air’a ait özel uçağımızla 1 saatlik
yolculuğumuz sonrasında son derece otantik bir havaalanına sahip Paro’ya indik.
Dağların arasından derin bir vadiye doğru alçalan uçak, altından akmakta olduğu
bir ırmağı sanki kendine rehber alarak Paro havaalanının yer aldığı düzlüğü buldu
ve başka hiçbir uçağın olmadığı havaalanına bizi salimen indirdi. Havaalanının
terminal binaları yerel mimarinin çizgilerini taşıyordu. Nepal’den sonra hem
yerel çizgileri taşıyan ama bir o kadar da temiz ve modern bir hizmet binasına
girmek bizim için hoş bir sürpriz oldu. Havaalanında ilk karşılaştığımız
Bhutanlı erkeklerin giysileri çok ilginçti. Yerel acentanın temsilcisi de,
başında rakun kürkünden başlık ve bu garip giysiler içinde bizi karşıladı.
Bhutan erkekleri, İskoçlu erkeklere benzer tarzda etekli, ama boydan tasarlanmış
ve belden kuşakla bağlanmış elbiseler ve bunların altında mokasen ayakkabılar
giyiyorlardı. Bhutanlı erkeklerin ulusal giysileri böyleymiş meğer. Bu anlamda;
Bhutan geleneklerini koruyan bir ülke olarak dikkati çekiyor. Hâlâ düzenli
giyilen geleneksel Bhutan kıyafetinin esasını, erkeklerin giydiği gho adlı desenli, diz boyundaki giysi ve
kadınların giydiği kira adlı elbise
oluşturuyor. Ama son yıllardaki dışa açılmaya paralel olarak Batılı tarzda
pantolon giyen erkeklere de sokaklarda dolaşırken sıkça rastlanabiliyor.
Thimbu, içinde yer alan Stupa ve
İdari Yönetim Binası Dzong ziyaret ettiğimiz mekânlar oldu. Dzong, son derece mükemmel
bir peyzaja sahip gül bahçeleri ve yapraklarını dökmekte olan çınar ağaçlarıyla
çevrili dikdörtgen şeklinde bir bina kompleksinden oluşuyor. İç avluda ise
Budist tapınakları ve rahiplerin kaldığı diğer klanlım alanları yer alıyor.
Avluda yer alan bina ve tapınakların tüm cepheleri Buda, Guru Rinpoche,
ejderha, fil, maymun, tavşan ve sülün resimleri ile bezenmiş. Ayrıca meditasyon
ürünü olan muhtelif mandala’lar da tapınak duvarlarında yer alıyor.
Thimbu’da
Dzong Binası
Thimbu’nun, Paro’nun sokaklarında
dolaşırken her yerde Druk ismini
görüyoruz. Hediyelik eşya satan dükkânların üstünde, restoranların kapısında,
hatta uçakların üstünde bile bu isim yer alıyor. Sanki bir holding ismi gibi
her yere mührünü vurmuş gibi. Anlamını soruyoruz; ve ülkenin yerli dildeki ismi
olduğunu öğreniyoruz. Druk Yul;
Bhutan dilinde Gürleyen Ejderhanın Ülkesi
anlamına geliyor.
Bhutan’da evlerin dış
cephelerinde yaratıcılığın simgesi olarak kabul edilen çok sayıda fallus
resmine rastlıyoruz. 16.yy.da Bhutan’da yaşamış olan “Kaçık Kutsal Kişi” olarak
tanınan Lama Drukpa Kunley ile ilişkilendirilen bu resimlerin o evde
yaşayanlara şans getirdiğine inanılıyor. Paro yakınlarında yer alan Tiger Nest
Manastırı yolunda bu evlere sıkça rastladık.
Paro yakınlarında 3100 metre
yüksekliğinde bir yarın başına, bir kartal yuvası gibi kondurulmuş Tiger Nest (Kaplan Yuvası) Manastırı Bhutan’da ziyaret ettiğimiz
eşsiz mekânlardan biriydi. Bizdeki Sümela Manastırı’na benzer bir konumda sanki
uçurumun kenarına yapıştırılmış gibi duran manastırın aşağıdan sisler arasından
zorlukla seçilen silüeti bir görünüp bir kayboluyordu. Yaklaşık 2 saat kadar
süren tırmanışımız sonrasında önce yaklaşık 3100 metreye tırmandık. Daha sonra
300 basamak inip tekrar 300 basamak çıkıp manastıra ulaştık. İnanışa göre; Tibet
Platosu ve Bhutan’da Budizmin yayılmasında önemli bir rol oynayan Budist önderlerden
Guru Rinpoche, burada yer alan bir mağaraya bir kaplanın sırtında çıkar; Bu
mağarada üç ay boyunca inzivaya çekilip meditasyon yapan Budist rahibin ansına
buraya bir manastır yapılıyor. Manastır, içindeki sürekli yanan kandillerden
kaynaklanan bir yangın sonucu harap olduktan sonra aslına uygun olarak yeniden
inşa ediliyor. Dönüşte öğle yemeğimizi Manastıra cepheden bakan ve aşağı yukarı
yarı yolda bulunan dinlenme tesisinde yedik.
Tiger
Nest Manastırı; Paro
Bhutan’da tarımsal üretimde pirinç
ve kırmızı biber önemli yer tutuyor. Evlerin çatılarında kırmızı biberleri
kurutmak için hazırlanmış teraslar yer alıyor. Yemeklerde biber bolca
kullanılıyor. Biber ve peynirle yaptıkları hemadatsi
oldukça acı ve çok leziz bir yemekti. Yağsız pirinç her yemekte ekmeğin yerini
tutuyor. Ayrıca peynirli patates, sarımsak ve tereyağ soslu tavuk, turplu domuz
eti yemeği, peynir soslu mantar Bhutan mutfağında rastladığımız yemeklerdendi.
Bunların içinde en çok acı soslu peynirli biber dikkate değerdi.
Bhutan’ı yıl içinde belli sayıda
(2000 civarı olarak söylendi) turist ziyaret edebiliyor. Bu yüzden belli
izinlerle ancak ülkeye girilebiliyor. Bu önlemler sayesinde ülkedeki kültürün
ve doğanın bu denli korunabildiği belirtiliyor. Ancak; son yıllarda bu tedbirler
de biraz gevşemiş denilebilir.
Bhutan’daki ikinci gecemizi
Paro’nun dışında Paro ırmağına nazır konumda kurulmuş bir butik otelde
geçirdik. Otel son derece sevimli ve oldukça temiz bir mekândı. Otelde, sabah
hızla akan Paro ırmağının sesi ile uyandık ve hemen altımızda uzayıp giden
vadiyi hayranlıkla seyrettik.
Kahvaltı sonrasında Nepal’e
uçacağımız Paro havaalanına hareket ettik. Geldiğimiz gibi yine 18 kişilik
pervaneli bir uçakla Paro‘dan ayrıldık.
Eve Dönüş
Katmandu otogarında (pardon); Uluslararası Trimbuvah
Havaalanında başlayan Nepal maceramız ılık bir akşam vakti yine itiş kakış
terminalin kapısındaki girdiğimiz kuyrukta sonlandı. Ama giderayak farkına
vardık ki, ite kaka bayağı alışmışız; Nepal’in tozlu kaldırımlarına;
rikşalarına; kasklı motosikletliler ordusuna; hippilerin hatırası Frik ve
Thamel sokağına. Buda’lara; renkli bayraklarına, Stupa’larına; giremediğimiz
Hindu tapınaklarına; sularında hem ölülerini yakıp hem de bir güzel yıkanıp
paklanmalarına; sokak satıcılarına; akşam pazarlarına; düşmeden yürümeye
çalıştığımız engebeli kaldırımlarına; ama her şeyi kabullenmeye alışmış güler
yüzlü, kötülüğü düşünmeyen insanlarına bayağı alışmışız. Arkamıza takılan ve
asla vazgeçmeyen ayak üstü satıcılarına, kadınların sari dedikleri kuşanılarak giyilen elbiseleri kadar renkli ayak
tırnaklarındaki mordan yeşile sarıdan maviye tırnak cilalarına, her birinin alınlarındaki
kırmızı renkli pirinç mühürlere kadar dinsel simgelerine, yoksul ve mazlum;
gülümseyen yada hüzünlü Nepal’in yerli halkı Nevarilere; Boudnat Stupa’da Buda
için durmadan dönen Tibetli sürgünlere, hiç bitmeyen trafiğine; Katmandu’nun o
dinmek bilmeyen kaosuna alışmışız.
Everest'in yanından geçerken...
Ama ne çare; Vakit tamamdır;
şimdi memlekete dönme zamanıdır. Tarhana çorbaları, ıspanaklı el açması kol
börekleri, kenarlarından yağları süzülen Bergama tulum peynirleri ve
İskender’ler; Tire kuyu kebapları ve en önemlisi ince belli bir cam bardakta
demli bir çay dehşetli özlenmiştir. O zaman, dönme zamanıdır.
23 Kasım 2010; yerel saatle
23.30’de Katmandu’dan Katar Havayolları ile başlayan dönüş yolculuğumuz; 24
Kasım 2010 öğle vakti 12 sularında İstanbul Atatürk Havalimanında son buldu.
Doha’da verilen 5 saatlik aktarma molası sonrası bu kez Körfez’i gündüz gözü
ile izleme fırsatımız oldu. Petrol zengini Arap şeyhlerinin denizde
yarattıkları hurma ağacı formatındaki adalarına tanıklık ettik. Dönüş rotamız,
boydan boya çölü kat ederek Şam ve Adana üzerinden oldu. Sakin bir yolculuk
sonrası İstanbul’a salimen indik.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu