20 Mart 2019
İbrahim Fidanoğlu
Giriş
Karaburun yarımadasının
batıya bakan yüzünde o güzelim büklerden başlayarak Mimas’a doğru yükselen topografya neleri saklamaz ki? Bugünlerde
hafriyat kamyonlarının cirit attığı, RES’lerden (rüzgâr enerji santralleri) sonra
şimdilerde GES’lerin (güneş enerji santralleri) göz diktiği o güzelim sırtlarda
yine makiliklerin sıyrılması işlemleri hız kazanmış gibi. Acıma yok, insaf yok;
sadece ve sadece hoyratlık var. Toprağın derinliklerine inen kökleriyle bir
anlamda doğanın bütün aşındırıcı etkisine karşı bir sigorta niteliğindeki maki
bitki örtüsü ortadan kalktığında ne mi olur? Karaburun yarımadasının yüzyıllardır kabuğunda biriktirdiği en
kıymetli toprak tabakası, şiddetli yağmurlarla olduğu gibi denize doğru akar,
denizin rengi o zaman kahverengine boyanır. İspatı açıktır; yağmurlu bir günde Hamzabükü ya da Badembükü’ne doğru başınızı uzatınız; gerçeği göreceksiniz.
Kara Reis Çiftliği
Hamzabükü
(Ağustos 2008)
Badembükü
(Ocak 2010)
Bugün amacımız, Karaburun yarımadasının içerlerinde ve Akdağ’ın eteklerinde yer alan Yaylaköy civarında; önceden saptadığımız
bir rotada yürüyüş yapmaktı. Ama bölgede inşaatı süren RES’lere ikmal yapan
hafriyat kamyonları nedeniyle bütün neşemiz kaçtı. Bu nedenle de rotamızı
değiştirerek Yaylaköy’ün kuzeyindeki;
içinde bir sulama göleti ile tam ucunda Bozköy’ün
de yer aldığı Uzundere Vadisi’nin
derinliklerine doğru bir yürüyüş gerçekleştirdik. Yeni hayatın yeşerdiği bu
güzelim bahar günlerinde, hafriyat kamyonları bile durduramazdı bizi yürümek
için; öyle de yaptık.
Dağa Kaçtım gezginleri Yaylaköy sırtlarında...
Yaylaköy yakınlarında Deveci Kavağı; hayır çeşmesi
Yaylaköy
Yaylaköy, Batı Anadolu’da
dolaşırken rastladığımız birçok köyde tanıklık ettiğimiz gibi genç nüfusunu
kaybetmiş ve bu nedenle boşalmış köylerden biri artık. Sadece yaşlıların ve
emekli olduktan sonra köylerine gelip yerleşen birkaç orta yaşlı insandan başka
kimseleri ortalıkta görmek mümkün değil. 1950’li yıllarda Yaylaköy’de heyelan olmuş, evler kaymış. Ankara’dan ilgililer
gelmişler, Yaylaköy’de bu durumda
oturulamayacağına karar vermişler. Köylüler, Kara Reis’e(1)
taşınmak istemişler. Ankara’dan gelen yetkililer ise, gelin sizi ovaya
indirelim, ayağınıza deniz değsin demişler. Köylüler kabul etmemişler. “Biz bu
dağdaki taşları kullanır, evleri yaparız” demişler. En sonunda Rumların 1922’de
terk ettiği Meli’nin (Balköy)(2) bulunduğu yere iskân izni verilmiş. Ancak kadastro
geçirmek amacıyla bütün eskiden kalan Rum evlerini yıkmışlar. Zaten o güne
kadar dağda hayvan otlatan çobanlar, yakmak için ya da işe yarar gördükleri
ahşap malzemeyi tamamen söküp almışlar. Böylece evlerin taş duvarları da bu
olayla yerle bir olunca, Fethiye’de Kayaköy’deki
manzaranın çok daha kötüsü burada oluşmuş. Devlet, köylülere 750m2
yer ve o zamanın parasıyla 10 000 TL vermiş. (Bülent Ecevit’in Çalışma
Bakanlığı sırasında) Üç kağıtçı bir müteahhit denk gelmiş, evleri son derece
çürük bir şekilde yapmaya başlamış, işi bitirmeden de kaçmış ve köylüleri
dolandırmış. Köylülerin bir kısmı bu yarım kalan evleri tamamlayarak burada
oturmuş, bir kısmı Yaylaköy’deki
evlerine dönmüş, kimisi de İzmir’e göçmüş.
Yaylaköy; Uzundere vadisinin başlangıcında bir yaşlı ahlat ağacı
Yaylaköy
(Fotoğraf: MYC)
Yaylaköy'ün ıssız sokakları
İçine çökmüş Yaylaköy evlerinden biri
Bugün durum yukarıda da
belirttiğimiz gibi Yaylaköy’de daha
vahim. Köyün içindeki evlerin birçoğu ya terk edilmiş ya da yıkık vaziyette.
Köyün meydanı diyebileceğimiz tarihi çeşmenin de bulunduğu alandan başlayarak
köyün yukarıların doğru tırmanan patikalar bu yıkık dökük evlerin arasından
geçerek köyün arkasından geçen Karaburun
asfaltına kadar ulaşıyor. Emeklilik döneminde yeniden köye dönen birkaç aile
ise, yeni yapıldığı belli birkaç evde sükûnet dolu bir köy yaşamının peşinde
buralara yerleşmişler.
Yaylaköy; gezginler, merdivenli sokakta...
Yaylaköy Çeşmesi
Çeşmenin kitabesi
Tercümesi, kitabenin yanına asılmış.
Yaylaköy Çeşmesi'nin Ağustos-2008'deki hali...
Köydeki çeşme 19.yy.dan
kalma; Karaburun kırsalında sıkça
rastlanan taş örgülü çeşmeleri andırıyor. Çeşmenin bedeni, beyaz badana ile
boyanmış. Hemen önünde yer alan asırlık çınar ağacının gölgesinde; Yaylaköy Çeşmesi, buz gibi suyuyla yazın
kavurucu sıcağında gelip geçen yolcuların serinlediği bir konfor alanı gibi
sanki. Çeşmenin zorlukla okunan kitabesi, son yıllarda tercüme edilerek
yanındaki bir levhaya aktarılmış. Hicri 1229, Miladi 1813 tarihini taşıyan
kitabeden çeşmeyi yaptıran kişinin Kara
Hüseyin isminde “hayır ve hasenat
sahibi” bir kişi olduğunu öğreniyoruz.
Köyde rastladığımız bir eski taş fırın
Yaylaköy Çeşmesi, çınaraltından...
Yaylaköy pervanelerinden biri...
Yaylaköy, Karaburun’un
birçok köyünde 19.yy. hayatında izler bırakmış Rumlardan azade bir köy olarak
öne çıkıyor. Klasik bir Yörük köyü Yaylaköy…
Ama özellikle Rumlarla birlikte hatırlanan kopanisti
peynirinin en iyi yapıldığı yörelerden biri olarak biliniyor. Karaburunlu
yerel araştırmacı-yazar Yıldırım Aytaç,
Karaburun’un Ak Çocukları isimli
kitabında en iyi kopanisti peynirinin Karaburun’un Yaylaköy ve Küçükbahçe köyünde yapıldığından söz
ediyor. İyi pişirilmeyen lorlardan yapılan kopanisti
peynirinin ya çabuk bozulduğunu ya da yoğrulurken daha baştan kokuştuğunu
belirterek yoğurma peyniri de denilen
kopanisti peynirinin yapılışı
hakkında şu bilgileri aktarıyor:
Yaylaköy sırtları
Uzundere vadisine inmeden önce; karşıda pervaneler ve Akdağ...
Küçük ama güzeldiler. Doğanın peyzajı...
“Bu nedenle kopanisti peyniri bir ustalık ister. Yapanın, lorun
hazırlanışından, yoğruluşundan, mayalanışına kadar işi bilerek yapması lazım…
Lor iyice pişirilip bir tepsi veya leğen
içinde her gün; günde bir veya birkaç kez ezerek yoğrulması lazım. Birkaç kez
olursa çabuk olur. Belli bir sıcaklık gerekir. Çabuk oldurmak için bir örtü
altına konur. Sıcak yerde daha çabuk olur. Yoğrulan peynirin ortası çukur
yapılır. Buraya biriken su alınıp atılır. Atılmazsa peyniri kokutur. Eğer
kokuşursa hayvanlara atsan bile yüzüne bakan olmaz. Olan peynir yavaş yavaş
kabarır ve üzeri yarılmaya başlar. Kendine has bir kokusu ve tadı olur. Bu
zaman yeteri kadar tuz atılıp tekrar yoğrulur. Tuzu normal hale gelince tuz
atılmaz. Eğer sıcak tutulmazsa peynirin olması uzar. Biraz bekleyince peynirin
rengi azıcık saman rengine döner.”(3)
Yazarın anlatımına göre Çeşme ve Sakız’ın tektekçileri için kopanisti peyniri aynı zamanda iyi bir mezedir de.
İris Gölü'nün önünde lavantalar ya da halk arasında bilinen ismiyle karabaş otları
Kara Reis Çiftliği sırtlarında gelinciğin güzelliği
Deveci Kavağı Mevkii'nde yaşlı meşelerden biri
Deveci Kavağı; mekana adını veren ulu çınar
Keçi yetiştiriciliği
bölgenin en önemli geçim kaynaklarından biri. Tarih boyunca bu yarımadanın
topografyasına ve bitki örtüsüne en uygun uğraş olarak keçi çobanlığı hep öne
çıkmış bu topraklarda. Kopanisti peyniri
de yörede normalden daha fazla pişirilmiş keçi lorundan yapılıyormuş zaten. Sıraca diye adlandırılan; bir su kaynağı
ve çeşmenin bulunduğu, asırlık çınar ya da meşelerle kaplı bu yaylaklar, Karaburun yarımadasında; yazın sıcak ve
kavurucu günlerinde keçi sürüleri için birer konfor alanına dönüşmüş. Yaylaköy yakınlarında bugün bizim de
uğradığımız ve köylüler tarafından Konak
Kavağı ve Deveci Kavağı diye
adlandırılan pastoral mekânlar da keçi sürüleri için aynı işlevi görmekte.
Konak Kavağı Mevkii; ortasında mekana adını veren ulu çınar
Konak Kavağı'ndan Uzundere vadisinin derinliklerine doğru bakış
Kadim Yörük kültürünün
önemli bir unsuru olan keçi yetiştiriciliği Karaburun’da
her yıl geleneksel keçi kırkım şenlikleriyle öne çıkarılıyor. Genellikle
Haziran ayının başında Anadolu’nun yerli türü olan kıl keçilerini yaz
sıcaklarına hazırlamak amacıyla imece usulüyle yapılan keçi kırkımları, Yaylaköy yakınlarında Kavaklıkuyu diye adlandırılan mevkide
bir şenlik havasında gerçekleştiriliyor.
Karaburun yarımadasının vazgeçilmezi; kıl keçisi sürüleri
(Kaynak: http://www.haber7.com/izmir/1984827-karaburun-kirkim-senligi)
(Kaynak: http://www.haber7.com/izmir/1984827-karaburun-kirkim-senligi)
Deveci Kavağı'nda yere diz çökmüş gibi meşe ağaçları
Yürüyüşün Hikâyesi
İris Gölü yönünden girdik Kara Reis Çiftliği’ne… Bu yılki yoğun yağışlar nedeniyle gölde geçmiş
yıllara göre su seviyesi oldukça iyiydi. Gölden yükselen kurbağa sesleri, sabah
vakti İris Gölü’nün sazlıkları
arasına sinmiş bir orkestranın habercisi gibiydiler. Sabah vakti İris’in güzelliği, çarpmıştı bizi.
Karabaş otları, sarı renkli katırtırnakları, sakız çalıları derken epey
oyalandık yanlarında. Ama Yaylaköy
için hareket zamanıydı. Kuzeyden esen hafif bir esintinin peşinde, yönümüzü Kara Reis ve Yaylaköy’e doğru çevirdik.
Kara Reis'e doğru İris Gölü; bu yılki yağışlar onu da oldukça beslemiş görünüyor.
Kara Reis Çiftliği
GES için maki örtüsü sıyrılmış bir sırt; Kara Reis önleri...
Kara Reis girişindeki manzara terası çitlerle
kapatılmıştı. Anladık ki burası bir GES inşaatı için şantiye olarak
kullanılacaktı. Artık bu terastan uzun bir süre denize bakamayacaktık; yazık.
Biri gelmiş, tel çitlerle terası hemen çevirivermişti. Yolun karşısındaki sırt
ise, makiliklerden kurtarılmıştı çok şükür(!). Çırılçıplak sırt, yüzyıllardan
beridir sırtına vurulmuş onca yükten kurtulmuş olmanın dayanılmaz hafifliğiyle
rahata ermişti sonunda. Çıplak sırta mutluluklar dileyerek Meli’nin yüzyıllık gölgesi altından sessizce ilerledik ve binbir
virajla dağı saran Yaylaköy yoluna
doğru tırmanmaya başladık.
İris Gölü; panoromik görüntü
Kara Reis açıklarında adalar
(Fotoğraf: MYC)
Uzundere vadisinde; heyelanlı sırt; en arkada pervaneler...
(Fotoğraf: MYC)
Kara Reis arkasındaki koylardan biri
(Haziran 2008)
Yaylaköy'ün evleri
(Ağustos 2008)
Yaylaköy Camisi ve arkada Akdağ
(Ağustos 2008)
Yaylaköy sokakları
Bir vadinin yamacına
asılı gibi duran üst üste dizili evlerinin hangisinde hayat vardı acaba?
Asırlık bir çınar ağacının karşısındaki 200 yıllık çeşmenin yanına vardığımızda
çeşmenin teknesine oluktan boşalan bilek kalınlığındaki buz gibi suyun sesinden
gayri çıt çıkmıyordu etrafta. Arabayı çınarın dibindeki uygun bir yere
bıraktıktan sonra köyün yukarılarına doğru tırmanan kilit taşı döşeli bir sokağı
takip ederek kimi yıkık dökük evlerin arasından yürümeye başladık.
Yaylaköy'de bahar; arkada köyün camisi...
Yaylaköy'ün terk edilmiş evlerinden biri
Yaylaköy'ün yokuşa vurgun sokakları ; aşağıda çınaraltı...
Evlerin hemen hemen
hepsi kapalıydı. Bir kısmı da harap… Ahşap ve taş malzemenin birlikte
kullanıldığı evlerin bazıları terk edilmiş ve zamanın tahribatına dayanamayarak
içine doğru çökmüştü her şey. Köyün üst düzleminden geçen asfalt yolu aşarak,
bir süre yürüyüş grupları için işaretlenmiş bir rotayı takip ettik. Toprak suya
doymuştu. Yer yer karasulukların içinden geçtik. Ağılların yanından ilerleyen
bir patika, sonunda bizi; köyü kuzeyden çeviren rüzgâr güllerinin arkasındaki Uzundere vadisinin başlangıcındaki
düzlüklere taşıdı. Meşeler, ahlatlar ve çınarlarla kaplı bir dünyaydı eşiğine
geldiğimiz.
Arkamızda Yaylaköy; önümüzde Uzundere...
Direngen ahlat ağaçları
Gezginler, bir anıt ahlat ağacının altında...
(Fotoğraf: MYC)
Bugün bu vadinin üst
kotlarında yürürken, çok sayıda dereciği aştık; belki 10-12 civarındaydı
üzerinden geçtiğimiz dere ya da sel yatağı sayısı. Ama hepsinde su vardı ve
bunların hepsi, aşağıda önü göletin bendi ile kesilmiş Uzundere’yi beslemekteydi. Çiçekten yaprağa geçiş yapmakta olan
ahlatların bu sekideki görünümleri gerçekten çok güzeldi. Tabanda hâkim bitki
örtüsü ise, gevenler ve pırnar meşelerinden oluşan çalılıklardı. Gevenler henüz
uyanmamıştı daha. Sezonun son temsilcileri kırmızı ve lila rengi anemonlar,
İzmir papatyaları, ak yıldızlar, sapsarı su düğün çiçekleri ise yürürken bize
yer yer göz kırptılar çalılıkların arasından.
Pırnar çalılarından koloniler, alabildiğine taş ve bir ahlat ağacı; Uzundere'ye inerken...
Her yanımız pırnarlarla kaplıydı.
Zaman zaman pırnar meşelerinden ve kesmiklerden oluşan sık makiliklerden geçtik.
İki yaşlı kızılçamın arasından Uzundere vadisinin aşağılarına ve denize doğru baktık.
Az sonra vadinin karşı yakasından bu kez heyelanla aşınmış ve aşağılara doğru kaymış bu sırta baktık. Oysaki biraz önce oradaydık.
Yürüyüş sırasında zaman
zaman kızılçamlar içinde geçtik. Hafriyat kamyonlarının vadinin aşağılarında
bıraktığı izler hala durmaktaydı. Bunlar gölet çalışmasından kalma izler olmalıydı.
Arkadan güneyimizi çeviren rüzgâr güllerinin kocaman gövdeleri vadinin
aşağılarına doğru indikçe görüş açımızdan kayboldu gitti. Yalnız kuşların ötüşü
ve bizim ayak seslerimiz vardı yoldaşlık eden. Kızılçamlarla kaplı bir sırttan
yürüyerek bir uçurumun kıyısına geldik. Buradan aşağılara doğru; yakınlarda bir
heyelan olmuştu. Ama iki dev kızılçamın arasından Uzundere vadisinin görünümü gerçekten benzersizdi. Fotoğrafladık.
Bu sırtın önünden inmemiz imkânsızdı. Heyelan bütün topografyayı bozmuştu. Batı
yönündeki; eğimi daha makul olan taraftan bir başka dere yatağına doğru indik.
İzmir papatyaları
Bu da yakından...
Çiğdem ile nergiz arası; soğanlı beyaz çiçekler
Son anemonlar
Bu da kırmızı anemon...
Su düğün çiçekleri
Ak yıldızlar
Pırnar çalılarının tazecik
yeni sürgünleri kahverengi yapraklarıyla uzaktan ne kadar göz alıcıydılar.
Kimisi ise o kadar sık ve güçlü koloniler oluşturmuşlardı ki; uzaktan bakınca
küçük birer kale görünümünü andırıyorlardı. İhtimaldi ki; içlerinde kim bilir hangi
canlılara ev sahipliği yapmaktaydılar? Koskoca bir hayat vardı karşımızda.
Destansı ama alabildiğine de basit…
Sırtlarda öbek öbek pırnar çalıları
ve gevenler; sabırlı ve toprağa tırnaklarını geçirmiş o muhteşem gevenler...
Pırnar çalılarından oluşan bu koloninin içinde koskoca hayatlar saklıydı. Bir kale gibiydi çalılar; hayatı savunan...
Sık çalıların arasından süzülerek
bir başka dere yatağını geçtik ve öğle yemeğimizi yemek üzere önümüzdeki
düzlüğe yayıldık. Pikniğe gitmiş öğrenciler gibiydik; yemyeşil çayırların
ortasında. Yanımızda akan derenin şırıltısı, biraz üstümüzde rüzgâr güllerinin
vınlayan pervanelerinin sesleri ve karşımızda rüzgârlı Mimas’ın üstünde birikmiş bir pamuk yığını kıvamında beyaz bulutlar…
Sık çalıların arasından süzülerek bu dere yatağını geçtik.
Yemeğimizi yerken karşımızdaki manzaralardan biri bu gevenlerle kaplı sırttı. Bir de ahlatlar vardı.
Ahlatın gölgesinde; öğlen yemeği molası...
Gezginler, yemek molasında...
Akdağ'a karşı bir sekide öğle yemeği manzarası; önümüzde pervaneler...
Yemek sonrası vadiyi enlemesine;
batıya doğru kat ederek geniş bir yay çizdik ve Yaylaköy’ün sıracaları
diyebileceğimiz yaylaklarına doğru yürüdük. İlk ulaştığımız köyde Deveci Kavağı diye bilinen, gürül gürül
akan bir çeşmenin ve sert rüzgârlarla eğilip bükülerek şekilden şekle girmiş asırlık
meşeler ve çınar ağaçlarının bulunduğu bir açık ağıldı. Yazın buralarda keçi
sürüleri yaylağa çıkarılıyor olmalıydı. Dev meşe ağaçlarının benzersiz
şekilleri gerçeküstü resimleri andırıyordu. Eğilip bükülmüş, toprağa batmış;
yeniden can bulmuş, bir başka yerden yeniden fışkırmış, gövde olmuş, boy atmış
büyümüş de büyümüştü. İnanılmaz ağaçlardı meşeler. Hem dirençli, hem de uzun
ömürlü kadim ağaçlar… Söylencelere göre; İlkçağ’da kâhinler, rüzgârda meşe
yapraklarının çıkardığı seslerden esinlenerek kehanetlerde bulunurlarmış.
Galyalılar ve Romalılar da meşeye özel bir kutsiyet atfetmişler. Özellikle
Anadolu’nun içlerinde dağlarda dolaşırken çoğu kez görmüşüzdür; Anadolu insanı meşe
ağacına bir dilek ağacı işlevi de yüklemiştir.
Deveci Kavağı Mevkii'nde şekilden şekile girmiş meşe gövdeleri
Benzersiz meşeler
Meşelerin peşinde; ölmüş gibi, ama ölmemiş...
Deveci Kavağı; yani bir ulu çınar...
Deveci Kavağı hayratı; 1974 yılında yapılmış.
Taban suyunun zenginliği
ile büyüyüp gelişmiş ve çevresine yaydığı geniş gölgesiyle, sıcak yaz
günlerinde burayı bir konfor alanına çeviren çınar ağacının (Deveci Kavağı) güzelliği ise bir
başkaydı. Her ne kadar henüz yapraklanmamış da olsa, onun dallarında hayat
uyanmaya başlamıştı usul usul. O sırada bir karayılan
kaydı gitti önümüzden. Kış uykusunun sersemliği üzerindeydi hala. Çalılara doğru
yavaşça ilerledi ve kayboldu gitti gözümüzün önünden. Ağaçların bulunduğu
düzlemden biraz yukarıdaki çeşmeden gürül gürül akan sudan bir yudum içtim.
Çeşmenin kitabesinde 1974 yılında yapıldığı bilgisini okuduk.
Bir karayılan kaydı gitti önümüzden.
Konak Kavağı
Konak Kavağı çeşmesi; Mahmut Özçoban hayratı
Konak Kavağı Mevkii'nde ağıllar
Yaylaköy yakınlarındaki oluşum halindeki peri bacalarına benzeyen yüzey şekilleri
Bu sırtın kıyısından bir
üst düzleme tırmanarak köye doğru yürüdük. Buradan itibaren aşağı yukarı
geldiğimiz rotayı izledik. Ağıllar arasından ilerleyerek, bir süre sonra Yaylaköy’ün yaslandığı sırta ulaştık.
Köyün ilk evlerinden başlayarak aşağıya doğru inen daracık sokaklardan birine
girerek arabamızı bıraktığımız Yaylaköy
Çeşmesi’nin yanına kadar yürüdük. Köyün yıkık dökük evleri arasından
geçerken birkaç yaşlıdan başka kimsecikle karşılaşmadık yine. Hayatın durduğu mekânlardan
birine dönüşmüştü Yaylaköy de; Batı
Anadolu’daki diğer birçok köydeki karşılaştığımız manzara gibi. Artık
köylerimiz 24 saat ve dört mevsim yaşanılan yerler olmaktan çıkmıştı ne yazık
ki. Önümüzde dağ gibi bir sorun vardı artık; bir zamanlar ülke nüfusunun % 80’inin
yaşadığı köylerde şimdilerde nüfusun ancak % 20’si yaşamaktaydı. Peki; ama nüfusun
bu % 20’si, nasıl olup da şehirlerde ve kasabalarda yaşayan ülke nüfusunun % 80’inin
karnını doyuracaktı? Hani bir zamanlar bir başbakanımızın durmaksızın övünerek söylediği
bir sözü vardı; “Türkiye, dünyanın kendi
kendisine yeten 7 ülkesinden biridir” diye. Artık o günler çok gerilerde
kalmıştı. Ne olmuş ve nasıl olmuşsa; artık bu ülke kendi kendisine yetemez hale
gelmiş ve sadece merde değil, ama namerde de el avuç açar bir duruma
düşürülmüştü. Tarım çökmüş, hayvancılık tükenmiş; buğdaydan mercimeğe, soğandan
patatese; canlı hayvandan karkas ete kadar her şey yurtdışından döviz ödenerek
alınır hale gelmişti. İşte büyük problem buradaydı; bu halk şimdi nasıl
doyacaktı? Kafamızdaki bu can sıkıcı sorularla Yaylaköy’den ayrıldık. Acaba ne yapmalıydık?
Gezginler, Deveci Kavağı Mevkii'nde...
Yaylaköy'de ebegümeci çiçekleri
Karaburun yarımadasının önemli noktaları; kasaba merkezindeki haritadan...
Karaburun ilçe merkezinden kıyıya bakış
(Fotoğraf: MYC)
Güzel bir bahar gününde
sabahın erken saatlerinden beri Karaburun
yarımadasının büyük bir bölümünü dolaşmış, yarımadanın içerlerinde yer alan
Yaylaköy’den başlayarak Bozköy’e doğru uzanan Uzundere vadisinin yukarılarında;
yaklaşık 10 km kadar yürümüştük. Doğada geçirdiğimiz zaman; yol boyunca
gördüğümüz her şey bizi yeniden düşünmeye sevk etmişti. İnsanı ve içinde
yaşadığı âlemi anlamaktan aciz hallerini…
Gezginler, Konak Kavağı gölgesinde...
Usta yüzyılların
ötesinden bugünlere şöyle seslenmiş; demişti ki bilgece:
“Kim görmüş o cenneti, cehennemi?
Kim gitmiş de getirmiş haberini?
Kimselerin bilmediği bir dünya
Özlenmeye, korkulmaya değer mi?(4)
Bulut geldi; lalede bir renk bir renk
Şimdi kızıl şarap içmemiz gerek.
Şu seyrettiğin yeşillikler
Yarın senin toprağında bitecek.(5)”
Ömer Hayyam
Karaburun’un tepesine indiğimizde akşam çökmek üzereydi.
Nergis Kafe’de birkaç kişi ve önümüzde masmavi bir denizden başka bir şey yoktu
sanki. Sadece önümüzdeki masmavi sonsuzluklar…
Nergis Kafe'den maviliklere doğru...
(Fotoğraf: MYC)
Dipnotlar:
(2) Meli hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2013/11/karaburun-rotalari-meliden-yaylakoye.html
(3) Kopanisti peyniri hakkında; Yıldırım Aytaç,
Karaburun’un Ak Çocukları; Mayıs-2009, İzmir; sayfa: 35-55-106
(4) Ömer Hayyam, Dörtlükler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çeviren: Sabahattin Eyüpoğlu,
12.Baskı, Ocak-2010, İstanbul; sayfa: 77
(5) Ömer Hayyam, a.g.e.; sayfa: 55
(6) Fotoğraflar, belirtilenler
dışında İ. Fidanoğlu tarafından
çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC