19 Kasım 2019 Salı

KÖSEDERE’DEN AKDAĞ’A…


31 Ekim 2019
İbrahim Fidanoğlu

Giriş

Bugün Karaburun coğrafyasındayız. Karaburun’un Kösedere köyünden başlayarak yarımadaya tarih boyunca her açıdan damgasını vuran efsanevi dağ; Akdağ’a yürüdük. 2016 yılında yine Kösedere’den başlayıp Yukarı Ovacık’a yaptığımız yürüyüşün(1) güzergâhı ile bugünkü yürüyüş, yazları keçi sürülerinin çıkarıldığı Akdağ’ın eteklerindeki yaylaklar; sıracalar ekseninde çakıştı. Ancak Mahmutoğlu Sıracası’ndan sonraki beli aştıktan sonra, biz yönümüzü batıya doğru; Akdağ’a ya da İlkçağ’daki bilinen ismiyle Rüzgarlı Mimas’a çevirdik. Baştan sona kadar neredeyse tamamen tırmanışla geçen güzergâh, bu yılın yürüyüş sezonunun başlarında olmamız nedeniyle olsa gerek, bizi oldukça zorladı. 

 
Akdağ sırtlarında...

 
Kösedere sırtlarında rastladığımız bir keçi sürüsü

Günün başlangıcında; Gülbahçe’de uzayan kahvaltı muhabbeti nedeniyle kaybedilen zaman, bize biraz pahalıya patladı. Akşam dönüş yolunda karanlığa kalma endişesi nedeniyle, yürüyüşü hedeflenen Radar Mevzii asfaltına yaklaşık 1,5 km kala erken kesmek zorunda kaldık. İyi ki de öyle yapmışız; akşam vakti alaca karanlıkta Kösedere’ye ulaştığımızda, akşam ezanı okunmaktaydı köyün camisinden. Köye dönüş saatimiz 18.30 idi. Her ne kadar Akdağ’ın öte yüzüne geçip batı denizine bakamamış olsak da, yürüyüşümüzün günün tümüne yayılan bir etkinlik olması açısından tüm ekibi fazlasıyla memnun ettiğini söyleyebiliriz.

 
Yaylaköy kırsalından Akdağ'ın görünümü; önde pervaneler...
(Nisan 2019)

 
Sabah vakti; Gülbahçe köy meydanı

Önce Gülbahçe…

Sabah 8’de İzmir’den Karaburun yönünde hareket ettik. Saat 9 gibi kahvaltı için Gülbahçe köyüne uğradık. Köyün yukarıdaki meydanında yer alan kahvehanede; İzmir’den getirdiğimiz gevrekler, arkası arkasına gelip giden sıcacık çaylar ve köyün şen delikanlısı Ömer’in muhabbetleri eşliğinde nefis bir kahvaltı yaptık.

 
Dağa Kaçtım gezginleri, Gülbahçe'de kahvaltı molasında; masamızın konuğu Gülbahçeli Ömer... 

Gülbahçe, 19.yy.da yoğun Rum nüfusunun yaşadığı bir yerleşim olarak dikkat çekiyor. 1950’li yıllardan itibaren yaygınlaşan sayfiye kültürünün erkenci örneklerinin ele geçirdiği bir balıkçı köyü aslında Gülbahçe. Ama bahsettiğimiz süreçte denetimsiz yapılaşma nedeniyle köy, giderek başkalaşmış ve kimliksizleşmiş bir sayfiye eskisine dönüşmüş.

 
Gülbahçe köy meydanı ; kahvehanelerin önü...

Yunan araştırmacı-yazar Dr. Georgios Nakracas’ın Anadolu ve Rum Göçmenleri Kökeni; 1922 Emperyalist Yunan Politikası ve Anadolu Felaketi isimli kitabında; 20.yy. başlarında Urla civarındaki Rum nüfus hareketleri hakkında Gülbahçe köyü ile ilgili olarak şu bilgiler aktarılıyor:

Urla kazasının 13 köyüne gelince; aynı yazara göre (Araştırmalarına kaynak gösterdiği nüfus istatistiklerini veren iki kaynaktan birisi Anagnostopulu kast ediliyor-İF) önemli sayıda Rum’un yaşadığı yalnızca üç köy vardı. Bunların arasında sivrilmiş olanı Gülbahçe (Rodonas) köyü idi. Bu köy, Karistos, Erythrai ve Kiklad Takımadaları ile daha başka adalardan gelmiş olan 2.500 Rum sakiniyle gerçekte bir kasabaydı.

 
Gülbahçe'deki Rumlardan kalma eski bir bodrumun kapısı; belki zamanında kilisenin bir parçasıydı.
(Ocak 2010) 

Gülbahçe Rumları, kendileri Osmanlı uyruklu olduğu halde, Birinci Dünya Savaşı başlarında; yaşadıkları ülkenin savaş halinde olduğu İngiltere lehine çalışan bir casusluk ağı kurdular köylerinde. Milionis konuyla ilgili olarak şunları anlatmaktadır:

 
Gülbahçe'de kiliseden bozma caminin içi
(Ocak 2010) 

“İlk safhada Urla yarımadasındaki öbür Rum bölgelerinin uğradığı tenkil ve sürgünden Urla gibi o da kurtuldu. Birinci Avrupa Savaşı’nın ilanıyla birlikte İngiliz casusluk faaliyetlerinin önemli bir merkezi oldu Gülbahçe. Bu Anadolu Rum kasabasında 1821 döneminden beri (Mora İsyanı kast ediliyor-İF) gerçekten bir palikaryalık ve yüksek ulusal duygu geleneği vardı.

 
Gülbahçe Camisi'nin pencerelerinden biri

O talihsiz 1897 savaşında(2) bile 120 palikaryanın Gülbahçe’den gizlice kaçtıktan sonra, gidip Yunan ordusunda gönüllü asker oldukları söylenir. Ancak İngiliz Casusluk Servisi’nde çalışma olayını Gülbahçeliler çabuk ödediler. 1915’de kasaba sakinleri, Anadolu içine; Filedelfiya (Alaşehir) bölgesine sürgüne gönderildiler.”

 
Gülbahçe Camisi'nin Rumlardan kalan alçı tavan süslemelerinden biri 
(Ocak 2010) 

 
Alçı tavan süslemelerinden diğeri
(Ocak 2010)

ve üçüncüsü; üzüm salkımları ve asma yaprakları dikkat çekici...
(Ocak 2010)

Yazar, en küçük bir toplumsal özeleştiriye başvurmaksızın, milliyetçi düşünüş yöntemini niteleyen bir tutumla, 1915’de Gülbahçelilerin İngiliz casusu olarak faaliyet göstermiş olmalarını ülküleştirmektedir. İngiltere ki; vatandaş oldukları ülkeyle (Osmanlı kast ediliyor-İF) savaş halindeydi. İkinci Dünya Savaşı’nda Bulgar ve İtalyan işgali döneminde Yunanistan’da Yunan uyrukluların benzeri davranışları yüzünden Yunan askeri mahkemeleri, düşmanla işbirliği ettikleri için, suçluları vatana ihanet suçlamasıyla ölüm cezasına çarptırıyordu.”(3)

 
 Gülbahçe köy meydanında kahvehaneler

Köyün üst düzleminden kuzey yönündeki düzlüklere bakan cami ise, 20.yy. başlarından kalma kiliseden bozma bir yapı aslında. Söz konusu kilisenin 20.yy. başlarında; Batı Anadolu kıyılarında yükselen Yunan milliyetçiliğinin kışkırttığı, bölgedeki Rum çetecilerden biri olan Karayotoğlu Kapetan Foti(4) isminde Rum eşkıyası tarafından yaptırıldığı, Kapetan Foti’nin 15 Mayıs 1919’da başlayan Yunan İşgali sırasında da giderek daha çok gemi azıya aldığı ve çevredeki Türk yerleşimlere baskınlar vererek yerli ahaliye eziyetler yaptığı biliniyor. Ancak; 9 Eylül 1922’de Türk Ordusu’nun İzmir’e girişi ile Kapetan Foti’nin de kaderi değişir; Türk kuvvetlerinin Çeşme’ye doğru ilerleyişleri sırasında önce Karapınar yakınlarındaki bir vadiye saklanır. Ancak yeri belli olunca, zamanında eziyet ettiği yerli köylülerin eline düşmemek için ailesi ve çocuklarıyla el ele tutuşarak denize doğru kaçarlar ve orada boğularak ölürler.

 
Gülbahçe'de meydandan camiye doğru inen dar yol

 
Gülbahçe Camisi ve üzerine oturduğu teras duvarı
(Ocak 2010)


Gülbahçe Camisi'nin altındaki teras duvarının yandan görünümü
(Ocak 2010)

20.yy.ın ilk çeyreğine sıkışıp kalmış bu hikâyeler artık çok gerilerde kaldı. Köprülerin altından çok sular aktı bu topraklarda. Bir Rum eşkıyasına referans verilen kiliseden bozma Gülbahçe Camisi’nin tavanında yer alan birkaç alçı süsleme dışında eskiden kalan bir iz yok. Kuzeye doğru yönelmiş bir sekinin üzerinde yer alan cami avlusundan aşağıdaki düzlüklere doğru bakınca, belki de bir zamanlar Tatar Deresi ve ona karışan bir dizi küçük derecikle sulanan verimli bir tarımsal alan canlanıyor gözümüzün önünde. Bugün ise 1960’lardan beri gelişen erkenci ve çarpık sayfiye kültürüyle hemhal olmuş Gülbahçe, artık o eski Gülbahçe değil. Zamanın yorduğu, hırpaladığı biraz da hoyratça buruşturup metropole doğru fırlattığı bir kasaba eskisi gibi… Köyün merkezinde hala ayakta kalabilmiş, eski Yunan tapınak alınlıklarını andıran ön cephesi ile dikkat çeken ve metruk bir bodrumu andıran Rum yapısı, yine köyün içinde ve kırsalında dolaşırken rastlanabilecek birkaç yorgun taş ev daha; kimi yıkık, kimi ayakta… Tatar Deresi’nin denize döküldüğü noktaya yakın konumdaki eski Roma Hamamı’nı(5) saymazsak eğer; başka da bir şey kalmamış Gülbahçe’de… Son yıllarda yakınlarında kurulmuş olan Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nün köye kazandırdıkları ise, yeni konut imkânları ve yeme-içme mekânlarından fazlası değil…

 
Gülbahçe Camisi'nin bulunduğu terastan düzlüklerin görünümü

 
Gülbahçe Camisi'nin yan cephesinin alt düzleminde yer alan alınlıklı girişe sahip eski Rum yapısı; belki de eskiden kilise ile bütünleşik bir mekandı.
(Ocak 2010)  

Kahvaltı sonrası soframızın ortağı Ömer’e veda ederek ayrıldık Gülbahçe’den. Balıklıova ve Mordoğan üzerinden, önce Eğlenhoca’ya uğradık. Köyün girişindeki keçi sütünden keçi peyniri üreten bir kooperatif ve mandırası dikkatimizi çekti. Arabayı yol kıyısında bırakıp hemen satış bölümüne geçtik. Saf keçi sütünden yapılan peynir, biraz tuzlu olmakla birlikte; çok lezizdi ve fiyatı çok uygundu. Keçi peynirinin kilosu, mandırada vakumlanmış olarak 35 TL’ye satılıyordu. Bu iyi niyetli girişimi ve ön ayak olanları alkışladık doğrusu. Eğlenhoca köy meydanında İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin bir teras tahkimi ve meydan düzenleme çalışması vardı. Kıyısından geçerek esas hedefimiz olan Kösedere köyüne doğru devam ettik. Eğlenhoca’nın çıkışındaki zeytinyağı fabrikasının önü, sıkım sırası bekleyen zeytin çuvallarıyla doluydu. Gördüğümüz manzara, Karaburun yarımadasında zeytin hasadı ve sıkım işlemlerinin büyük bir yoğunlukla sürdüğünün işaretiydi.

 
Üstakya Mevkii'ne doğru yürürken arkamızdaki Kösedere köyü...

 
Kösedere köy meydanında yürüyüş öncesi kahve molası

Kösedere’de sabah…

Kösedere, Karaburun yarımadasının doğu yakasında yer alan birbirine yakın konumdaki üç şirin köyden biri… Eğlenhoca ve İnecik ile bir üçgen oluşturan Kösedere, doğu kıyısının arka dünyasında yer alan Yukarı Ovacık ve Aşağı Ovacık düzlüklerine geçişin başlangıcını oluşturuyor. Ortaçağ’da Ege Denizi’ndeki korsan baskısı nedeniyle genellikle köyler, denizden içeride ve kendini bir vadi koyağında ya da küçük bir tepeciğin ardında saklama refleksiyle konumlandırmışlar. Kösedere de bu eğilime uyarak, İnecik’in iskelesi konumundaki Kaynarpınar’ın oldukça yukarılarında yer alan bir sekide kurulmuş. Köyün bu coğrafik konumlanması, eski adı Ağalarseki’de vücut bulmuş. Kösedere köyünün iskelesi ise Boyabağ’da imiş. O dönemlerde Kösedere, Kaynarpınar ve Saip Altı’ndaki derme çatma iskelelerden, şimdi izi kalmayan İzmir Körfezi’nin karşı kıyısındaki Menemen İskelesi’ne(6); mavnalarla bu yakanın ürünü olan üzüm ve zeytin taşınırmış. Oralardan alınan başka yükler ise, bu yakaya getirilirmiş. Ama zaman içinde bu iskelelerin önemi azalmış ve giderek ortadan kalkmış.

 
Hasan Hoca; Kösedere köy meydanındaki tarihi kuyunun önünde...

 
Kösedere Camisi; ön cephe... 

 
Caminin giriş kapısı ve üstünde onarım kitabesi

Börklüce Ayaklanması’nın(7) Osmanlı Devleti tarafından bastırılması sonrasında, yarımadada yaşayan halk buralardan bir şekilde söküp atılmış. Börklüce Ayaklanması’nın Osmanlı’nın hafızasında bıraktığı izler o kadar derin olmalı ki, yaklaşık iki yüzyıl kadar yarımada neredeyse tamamen iskâna kapatılmış. Bunu nereden anlıyoruz; Karaburun yakınlarında ve Manastır-Yaylaköy yolunda yer alan ve yine doğudaki denize doğru bakan bir sekinin üzerinde konumlanmış; 1946 yılındaki depremden sonra terk edilmiş Çullu köyünün harabe camisinin kitabesindeki tarihten(8). Çullu Camisi’nin girişindeki Bizans dönemine ait bir taşın üstünde caminin 1607-1608 yıllarında yapıldığını belirten bir yazıt var. Bu da bize anlatıyor ki; Börklüce İsyanı’ndan sonra yaklaşık 180-190 yıl bu topraklar insan yüzü görmemiş. Ta ki; 17 yüzyılın başlarına kadar. Kösedere köyü de; isyan sonrası Osmanlı’ya sadık Yörük aşiretleri arasından seçilerek yerleştirilen ailelerin iskânı ile kurulmuş o köylerden biri.

 
Çullu Camisi'nin kitabesi
(Ocak 2010)

  
Çullu Camisi; Karaburun
(Ocak 2010)

 
Kösedere Camisi; ahşap tavan

  
Kösedere Camisi; mihrap

Sabah köyde uyku mahmurluğu var daha… Meydana bakan kahvehanelerde yavaş yavaş hareketleniyor hayat. Çınarların dallarında; biteviye ötmekte olan birkaç kumru, sonbaharın her şeyi soğuran sessizliğinde meydanı ele geçirmiş gibi.

 
Kösedere'de sabah; sokakların sessizliği...

 
Kösedere Camisi; harimin genel görünümü

Son yıllarda İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin katkılarıyla gelişen turizm imkânları, köyü yakın çevrede bir ilgi odağı haline getirmiş. Köyün II. Abdülhamit döneminden kalma; andezit taşından tek tip minaresi ile dikkat çeken değerli camisinde uzun yıllardır sürüp giden restorasyon süreci tamamlanıp ibadete açılmış artık. Yürüyüşe başlamadan evvel restorasyon sonrası ilk kez camiyi hızlı bir şekilde dolaşıyoruz. Caminin içi oldukça göz alıcı; küçük bir köy camisinden fazlası var harimde… Bir perde gibi; mihrabın üzerinden kenarları boyunca aşağıya doğru bir örtünün dökülüşü hissini veren süslemeler, hemen mihrabın karşısında; kompozit başlıklı dört mermer ayağın üstünde yükselen bir ahşap kubbe ve bu kubbe ile mermer ayakların geçişlerinde (pandandiflerde) yer alan kalem işi doğa betimlemeleri ilk göze çarpan unsurlardan. 

 
Harimin ortasında kompozit başlıklı dört mermer sütun üstünde yükselen ahşap kubbe

 
Kadınlar mahfilinin orta balkonu altındaki kalem işi kır manzarası resmi

Harim, düz ahşap bir tavanla örtülü. Caminin mimari açıdan önemli özelliklerinden birisi de harim ile son cemaat yerinin bütünleşik bir yapıda olması. Üzerinde 1814 yılından kalma onarım kitabesinin yer aldığı caminin ahşap giriş kapısından girildiğinde, kapalı bir mekân halindeki son cemaat yerine ulaşılıyor. İki katlı son cemaat yerinin merdivenle erişilen üst katında kadınlar mahfili yer alıyor. Kadınlar mahfilinin ortadaki balkonunun hemen altında ve giriş kapısının eksenine karşılık gelen konumda; çevresi bitki desenleriyle süslü, içinde evlerin ve bir köprünün yer aldığı bir kalem işi pastoral manzara resmedilmiş. Cami gerek ahşap ve gerekse alçı ve kalem işi süslemeler açısından barok mimarinin izlerini taşımakta.

 
Kösedere Camisi; minber 

 
Ahşap kubbenin mermer sütunlara geçiş bölümlerinde (pandandif) yer alan kalem işi pastoral süslemelerden biri

 
ikincisi...

 
Gemi resimlerinin yer aldığı üçüncüsü

 
ve yine bir kır manzarasının resmedildiği dördüncüsü

Meydan köye her gelişimizde daha farklı görünüyor gözüme. Köyde inşa faaliyetlerinin de hız kazandığı söylenebilir. Eski evlerin bir kısmı el değiştirip yeniden yapılıyor; bir kısmı da mevcut hali korunarak yürütülen restorasyonlarla binalarda yenilemeler gerçekleştiriliyor. Sıracalara ve Akdağ’a doğru ilerleyen patikanın başlangıcına doğru yürüdüğümüzde en çok dikkatimizi çeken konulardan biri de bu inşaat faaliyetlerinde yoğunlaşma…

 
Köyün sırtlarındaki patikaya doğru ilk hareketler...

 
İlkin (sakız çalıları) dallarında kırmızı meyveler

Yazının girişinde de belirttiğimiz gibi 2016 yılında Karaburun köylülerinin sıraca adını verdikleri yaylaklar üzerinden Yukarı Ovacık’a doğru yürümüştük. Bu kez de Kösedere’den Mahmutoğlu Sıracası’nın arkasındaki sırta kadar aynı rotadan yürüdük; ta ki Osmanoğlu Sıracası’na gelmeden önce, iki sıracayı birbirinden ayıran Kuzgun Gediği’ne kadar. Buradan itibaren, sürekli tırmanışla geçen ve Akdağ’a doğru ilerleyen işaretlenmiş rotayı takip ettik. 

 
Andız(ardıç) meyveleri dallarında toplanmayı bekliyor.

  
Dağa Kaçtım heyeti; andız hasadında...

 
Yüksek basıncın yaptıkları; arkamızda sisler arasında bir hayal bıraktık; deniz ve köyler.


(Google Earth'de çizilmiştir. Çizen: MYC)

Köyün Akdağ yönündeki çıkışında yer alan toprak yol, bizi bir süre sonra makiliklerin arasından ilerleyen sevimli bir patikaya ulaştırdı. Sonbaharın bin bir rengiyle boyanmış doğa, bize gün boyu tüm güzelliklerini sundu hep. Üzerinde hafif mavru, ama kendine özgü lezzette meyvelerinin yer aldığı andız ya da ardıç çalıları, yaprakları kırmızıya çalan melengiçler, kırmızı meyveleriyle ilkinler (sakız çalıları), henüz olgunlaşmamış ahlat armutları, pırnar meşeleri, büyük susuzluk sonrası az da olsa son yağmurlarla canlanan ada soğanları ve Girit ladenleri (bayır gülleri) yürüdüğümüz rotada sıkça karşılaştığımız bitki örtüsünün karakteristik unsurlarındandı. Sonbaharın kuytu gölgeliklerinde çiçek açan siklamenler, ılık havaya ayak uydurup sapsarı çiçekleriyle bahara merhaba diyen hindibalar ve artık çiçekleri üstünde kuruyup kalmış sarı pirenler de rastladığımız diğer nebattandı.

 
Üstakya'ya doğru; işaretlenmiş rotamızdayız.

 
Döşeme yol başladı.

Yol boyunca ada soğanları topraktan başlarını çıkarmışlar.

Sırta doğru tırmandıkça patika, daha da güzelleşerek yüzlerce yıllık bir yaşanmışlığı temsil eden bir döşeme yola dönüştü. Zaman zaman kesikliğe uğrasa da döşeme yol, zamanında Akdağ’a ve Kösedere’nin arka dünyasındaki sıracalara doğru ilerleyen bir ikmal hattı gibiydi.

  
Bu güzelim yolda yürünmez mi?

 
Döşeme yoldan parçalar...

 
Gezginlerin döşeme yol "selfie"si

Yükseldikçe arkamızda bıraktığımız Kösedere ve uzaklardaki deniz, giderek yoğun bir sis tabakasının arkasında kayboldu gitti. Havadaki yüksek basınç koşulları, bize bugün iyi fotoğraflar çekebilmemiz açısından engeller koymuştu önümüze. Ama ne gam; uzakları görmesek de yakınlar bizimdi. Yürüdük yürüdük; mutedil bir tırmanış sonrası döşeme yolun bitiminde ve sırtı aşan noktada Üstakya (ya da Üstkaya) Mevkii’ne ulaştık. Sırtın arkasındaki düzlükler bize Mahmutoğlu Sıracası’na ulaştığımızı haber vermekteydi.

 
Mahmutoğlu Sıracası'na doğru...

 
Hindibanın merhabası

 
Üstakya'dan Mahmutoğlu Sıracası'na doğru inerken bir kör çeşme

1212 metre yüksekliğindeki Akdağ’ın eteklerinde; Üstakya Mevkii’nden sonra, küçük bir dereciği takip ederek ahlatların altından sıracanın tam ortalarına denk gelen bir yerde; keçilerin su içmesi için dikdörtgen şeklindeki geniş bir havuzla uzatılmış yalağı ve onu biteviye dolduran bir çoban çeşmesi karşıladı bizi. Biz ona Mahmutoğlu Sıracası çeşmesi adını verdik.

 
Çoban çeşmesi ve hayvanların su içmesi için yapılmış yalağı

 
Çoban çeşmesi

 
Aşağıdaki yalak

Sıracalar, bu yörenin önemli mekânlarından. Yüzyıllardır kavurucu yaz sıcaklarında; bu yörenin çobanları, sürülerini Kösedere’nin üstünden Yukarı Ovacık’a doğru uzanan bir aks üzerindeki; sıra sıra dizilmiş bu düzlüklerde barındırmışlar aylarca. Haziran ayının başlarında günlerce süren kıl keçilerinin kırkımları, bir şenlik havasında geçermiş. Köylüler, büyük bir dayanışma içinde, davullu zurnalı ve birlikte oturulan zengin sofraların eşliğinde gerçekleştirirlermiş bu törensel keçi kırkımlarını. Bugün geleneğin erozyonuna uğrayan her şey gibi bu törensel keçi kırkımları da ayak uydurmuş sürece; her ne kadar bu eski zamanların kutsal hatırasını anmak adına yerel yönetimlerin düzenledikleri “şenlik” ya da “festival” formatındaki iyi niyetli çabaları yok saymasak da, artık o eski ritüelden geriye Karaburun yaylalarında pek de bir şey kalmamış; pervanelerden ve bunların uğruna delik deşik edilen bir Akdağ eskisinden başka…

 
Gezginlerin çoban çeşmesinde molası
(Fotoğraf: Hasan Doğan)

 
Kuzgun Gediği yolunda bir su kuyusu

 
Mahmutoğlu Sıracası, artık ardımızda kaldı.

Kösedere’den beri sürekli yürümüştük. Hem serinlemek, hem de biraz soluklanmak için bir süre çeşme başında mola verdik. Arkamızı da sağlama aldık bir yandan; biraz ötemizde yükselen kireç taşından dev kütle; Homeros’un Rüzgârlı Mimas’ı ya da nam-ı diğer Akdağ; bilgece bir sessizlik içinde, sanki milyonlarca yıldır bitmeyen bir nöbetteydi dibimizde. Neler görmüş, neler geçirmişti kim bilir kadim dağ? Son yıllarda “temiz enerji” lafzında başına musallat olan pervanelerden doğrulacak hal kalmamıştı zavallıcıkta? Dönen pervanelerden süzülüp toprağa düşen paracıklar uğruna, meralarda otlar tükendi; ağaçların uykuya daldığı zamanlarda münasebetsizce uyarıldı doğa. Vakitsiz su yürüdü gövdelerine ağaçların. Velhasıl “temiz enerji” adına bu kez doğanın kalbine saplandı hançer. Oysaki o, derinlerinde taşımaktaydı bir eski mitolojik “kahramanı”…

 
Mahmutoğlu Sıracası; Kuzgun Gediği'nden...

 
Kuzgun Gediği'nde Akdağ rotasının işareti

 
Ardıçlar...

Rivayet odur ki; daha doğrusu Ozan Homeros’tan alırız haberlerini, kadim dağın geçmişinde saklı o garip hikâyeleri…

Zeus ile Hera’nın oğlu Hephaistos’un karşıtı; dev Titanlardan Mimas, Zeus’un öfkesine kurban edilir bir gün; üzerine tonlarca demir eritilip dağın dibine gömülür koca dev. O günden sonra dağın adının o devden geldiği rivayet edilir orada burada. Destanlarında tekinsiz rüzgârlarından söz eder ozanlar; özellikle de hemşerimiz Homeros… “Khios’un aşağısından Rüzgârlı Mimas’ı mı tutalım yoksa? Yakarıyorduk tanrıya bir belirti göstersin diye.”

 
İris Gölü
(Nisan 2019)

 
Gezginler, Akdağ yolunda...

 
Akdağ patikaları

Bir de İris vardır; çapkın Zeus’un kaçamaklarına bekçilik etsin diye kıskanç eşi Hera’nın dağın başına nöbetçi diye koyduğu bir ulaktır aslında Tanrılar katında İris. Thaumas ile Elektra’nın kızı; baba tarafından Pontos’a, ana tarafından Okeanos’a bağlıdır. Gökkuşağını simgeler, gökkuşağı da denizden çıkarak gökle yeryüzü arasındaki ilişkiyi kurar göründüğü için, Olympos tanrıları; İris’i de Hermes gibi ulak ve özellikle insanlara haber salmak için kullanırlar(9). Rivayet, odur ki; Zeus’u gözetlediği bir anda yakalanır ona ve Zeus’un gazabından kurtulamayarak; bugünkü Karareis-Cami Boğazı arasında bir yerde göle çevirir zalim Zeus, İris’i… Bugün sonbaharda gölün her yanındaki makiliklerin arasında baş veren mor renkli süsen ya da iris çiçekleri, o günlerden kalmadır derler. Ah eder hepsi; bittikçe sonbaharda birer birer…

 
Pırnar meşelerinin gövdelerini likenler sarmış.

 
Akdağ'a tırmanıyoruz; arkamızda Balıklıova yönünde sisli ufuklar... 

Bir ekmek somununu andıran kaya parçası

Mahmutoğlu Sıracası’ndaki çoban çeşmesinde su şişelerimizi doldurduk. Çeşmeden akan suyun sesinin eşliğinde dinlendi zaman. Akdağ’a karşı yapılan hoyratlığa ve biraz da içinde bulunduğumuz çaresizliğimize yanarak yeniden yola koyulduk ve Kuzgun Gediği adıyla anılan sırta doğru yürüdük.

 
Ardımızda bıraktığımız köyler, bir hayal artık...

 
Yürüdükçe bitmek bilmeyen patikalar

Aşağıda Osmanoğlu Sıracası ve arkada hayal meyal Balıklıova denizi

Kuzgun Gediği, Mahmutoğlu Sıracası ile Osmanoğlu Sıracası’nı birbirinden ayıran sınırı belirliyor aslında. Sırtın güney yanı Osmanoğlu SıracasıKuzgun Gediği’nin tam üstünde bir de kuyu var; içi su dolu. Batı yönünde fark ettiğimiz kireçtaşından bir kaya kütlesinin üstünde, kocaman kırmızı renkli harflerle Akdağ yazıyor. Bu yazı ise, bize dağın zirvesine doğru ilerleyen yürüyüş rotasının yönünü işaret etmekte... Bu işaret olmasa dağın zirvesine çıkan patikayı bulmak neredeyse imkânsız bizim için. Çünkü makiliklerin arasında yanılıp gidilebilecek o kadar çok patika var ki… Bu anlamda, İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin yürüttüğü Rotamız Yarımada projesi kapsamında; bu yürüyüş yollarını işaretleyip daha sonra da zaman zaman bakımını yapan Karaburunlu doğaseverlere bir kez daha teşekkür etmek boynumuzun borcudur.

 
Aşağı Ovacık ve ötesi

 
Akdağ'a doğru...

 
Çürükçü Mevkii ve Rumlardan kalma eski ama canlı kuyu

Akdağ’a doğru tırmanırken, yer yer keskin kireçtaşı kayalıklar arasından, kimi zaman da bolca ardıç çalıları arasından geçtik. Yol işaretlenmiş olduğu için kaybolma olasılığı neredeyse hiç kalmamıştı. Yükseldikçe hem Aşağı Ovacık ve hem de Kösedere’den Eğlenhoca’ya ve hemen arkasında doğu yönündeki baraj gölüne dek uzanan geniş bir alan, görüş açımız içine girdi. Biraz daha yükselince hava sisli de olsa Balıklıova yönünde kıyı çizgisini ve denizi hayal meyal fark ettik. Bulunduğumuz nokta, topografyaya oldukça hâkim bir yerdi. Batıda Çeşme ve güneyde Urla coğrafyasında yer alan yükseltiler, ardı ardına birer siluet halinde önümüze serilmişlerdi.

 
Çürükçü Kuyusu

 
Çürükçü Mevkii'nde anıt meşe ağacı
 
Gezginler, dinlenme anında...

Yürürken makilikler arasında rastladığımız pırnar meşelerinin gövdelerine sarılmış likenlerin uzaktan görünümleri oldukça ilginç geldi hepimize. Ağaçtan gövdelerinin üstünü sarıp sarmalayan birer gri-yeşil renkte libas giymişlerdi sanki hepsi. Akdağ hayaletleri gibi… Akdağ’ın zirvesindeki radar ise, biz tırmandıkça uzaklaşıyordu bizden sanki.

  
Pırnar meşelerinin bir hayaleti andıran halleri; likenlerle kaplı gövdeler...

 
En  arkadaki düzlük; Bozalan Mevkii

  
Arkamızda pek de bir şey görünmüyor artık.

Bir süre sonra makiliklerin bulunmadığı, ama oldukça taşlık bir alana geldik. Burası Çürükçü Mevkii olarak anılan eski bir yaylaktı. Alanın tam ortasında bir yaşlı palamut meşesi ve hemen yakınlarında ise, sonradan Kösedere’de öğrendiğimize göre; Rumlardan kalma eski bir su kuyusu vardı. Kuyunun ağzı açıktı. Oldukça derin (belki de 20-25 metre olabilir) kuyunun duvarları son derece muntazam bir şekilde örülmüştü. Sıcak ve kavurucu yazların kurtarıcısı biricik kuyu, Akdağ’ın derinliklerinde saklı koca dev Mimas’ın gözyaşlarını süzer gibi biriktirmişti suyunu. 

 
Yemek molası verdiğimiz yer 

 
Başka ardıçlar, başka meyveler...

Demek ki; ulaştığımız bu alan da çok eski zamanlardan beri, yaz aylarında keçiler için yaylak olarak kullanılmaktaydı. Bir süre anıt meşeyi seyrettik; sessiz ve yalnız bu ağacın çevresinde gökte dönüp duran kara kuzgunlardan başka kim kalmıştı ki geriye?

 
Dönüş yolunda...

 
Patika işaretlerine dikkat...

Zaman akşama doğru ilerliyordu. Sert bir eğimle sürüp giden tırmanış bizi epey yormuştu. Radar Mevzii yoluna kadar yaklaşık 1,5 km kadar yolumuz kalmıştı. Bir düzlüğü andıran Karakovuk Tepesi, sık makiliklerin arkasında görüş alanımız içindeydi. Ne yazık ki karanlık baskısı nedeniyle, dağın öte yüzünü görmeye zaman yetmeyecekti. Dönüş yolunda akşam karanlığına kalmamak için saat 16 civarında yemek molası vererek, zirveye doğru sürdürdüğümüz yürüyüşü bu noktada durdurduk. Bu nedenle Radar Mevzii’ne giden asfalt yola doğru geçilecek Karakovuk Tepesi ve üç kuyunun bulunduğu Üç Kuyular Mevkileri’ne de ulaşamadık.

  
İnişte daha dikkatli olmalı; taşlara takılmamalı...

 
Kızarmış melengeç yaprakları 

 
Yine aynı manzara; sisler içinde Eğlenhoca yönüne bakıyoruz. Karşıda yine pervaneler...

Makilikler arasında bulduğumuz bir düzlükteki yemek molası sonrasında saat 16 gibi dönüşe geçtik ve sisli bir manzaraya karşı Akdağ’dan inmeye başladık. Yürüyüşlerde inişler, her zaman çıkmaktan daha risklidir; yürüyüşün sonuna yaklaşıldığı için de yorgunluk ve dikkat dağınıklığı riski de artar. İşte bütün bu potansiyel riskleri dikkate alarak yavaş yavaş inişimizi tamamlayıp, Mahmutoğlu ve Osmanoğlu sıracalarını birbirinden ayıran Kuzgun Gediği’ne ulaştık. Bundan sonrası daha kolaydı; yukarılardan yuvarlanan bir taş misali; kısa sürede Mahmutoğlu Sıracası’ndaki çoban çeşmesinin başına hemen iniverdik.

 
Akdağ'dan Kuzgun Gediği'ne iniyoruz.

 
Sırada Mahmutoğlu Sıracası var.

  
Mahmutoğlu Sıracası'nda; çoban çeşmesinin başında yorgunluğun resmidir.

 
Üstakya Mevkii civarında karşımıza bir keçi sürüsü çıktı.

Mahmutoğlu Sıracası’ndaki çoban çeşmesi başında verdiğimiz son mola, çökmekte olan akşamın karanlığına doğru oldukça kısa sürdü. Kösedere köyü ile Mahmutoğlu Sıracası’nı birbirinden ayıran Üstakya Mevkii’ne doğru hızla hareket ederek son sırtı da aştık. Önümüzdeki çalıların ardında çıngırak sesleriyle kendilerini belli eden bir keçi sürüsü vardı. Bir süre sonra onları yakaladık. Keçiler, akşama doğru gün boyu sürdürdükleri iştahlarından hiçbir şey kaybetmemiş halde; pırnar meşeleri ve kesmik çalılarını budamakla meşguldüler. Bizim çıkardığımız seslerle hepsi donup kaldı bir anda. Başları bize doğru döndü hepsinin. Keçiler arasında koşuşturup duran sevimli iki küçük köpek yavrusunun nasibi ise yemeğimizden artan yanımızdaki son yiyeceklerdi. Sırtı aşar aşmaz Kösedere göründü. Köy camisinden okunmakta olan akşam ezanıyla birlikte köye girdik. Saat 18.30 olmuştu ve artık alacakaranlık zamanıydı.

 
Keçiler, bizi görünce donup kaldılar.

Yanımızdaki son yiyeceklerle köpeklerin beslenme anı

 
 Karaburun keçileri

Yemek molası ve kısa duruşlar için harcadığımız yaklaşık 1 saatlik bölümünü çıkardığımızda, sabah saat 11’de başladığımız yürüyüşümüzü ancak 6,5 saatte tamamlayabilmiştik. Her ne kadar Radar Mevzii’ne giden asfalt yola ulaşamasak da, Akdağ artık bizim için yabancı değildi. Binlerce yıllık çileleri yaşamış, eteklerinde yaşayan halkların birbirini kırıp geçirmesine tanıklık etmiş bu bilge dağ, şimdi yorgun ve boz renkli kütlesiyle sıradan bir Sonbahar akşamına hazırlanmaktaydı artık. Kim bilir; o yürüdüğümüz patikalarda, kayalıkların arasındaki derin vadilerde, gecenin o zifiri karanlığında kimler yürüyecekti acaba? Bize düşen ise, aniden çöken bu Karaburun akşamında daha fazla oyalanmadan, İzmir’e doğru yola koyulmaktı. Günün tatlı yorgunluğu ve kritikleri arasında vardığımız nokta, şehri fokur fokur kaynatan eve dönüş telaşı ve karmaşasıydı.

Dipnotlar:
(1)   Kösedere-Yukarı Ovacık yazısı için bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2017/03/kosedereden-yukari-ovacika-dogru.html
(2)  1897 Osmanlı Rus Savaşı: Yunanistan’ın Osmanlı yönetimindeki Rumları (Girit ve Yanya’da) isyana kışkırtması nedeniyle Osmanlı Devleti 27 Nisan 1897’de Yunanistan’a savaş ilan eder. Mareşal Edhem Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, Tesalya’da Yenişehir ve Tırhala’yı ele geçirir. Daha sonra Dömeke’de Yunan Ordusu’nu mağlup eden Osmanlı Ordusu, Atina’nın kilidini açmak üzeredir. Tam bu sırada Avrupa’nın büyük devletleri ve Çarlık Rusya devreye girer. Baskılara dayanamayan Padişah II. Abdülhamit, savaşı kesin zafere ulaşamadan yarıda keser. Aslında Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlanmış olan savaş, aynı yılın Aralık ayında İstanbul Antlaşması’nda alınan kararlar sonucunda yine Osmanlı’nın aleyhine sonuçlar üretmiştir. Çünkü Girit özerk bir hale gelmiş; başına da Hristiyan bir vali getirilmiştir. Ayrıca Osmanlı Ordusu’nun kan dökerek ele geçirdiği Tesalya yeniden Yunanistan’a bırakılmıştır. Yani Osmanlı, bir anlamda sahada kazandığını masada kaybetmiştir. Bir süre sonra da özerk vali yönetimindeki Girit, Yunanistan’a bağlanır ve ileride bir tekerleme haline gelecek olan şu söz realize olur o zaman: “Suya tirit, gitti Girit!”
(3)  Dr. Georgios Nakracas, Anadolu ve Rum Göçmenlerinin Kökeni, 1922 Emperyalist Yunan Politikası ve Anadolu Felaketi, Yunancadan çeviren: İbram Onsunoğlu; Belge Yayınları; 1.Basım-Şubat 2003; sayfa:89-90
(4)  Gülbahçeli Kapetan Foti hakkında bkz. Şeref Üsküp, Çakıcı Efe, Hür Efe Matbaası; 2002-İzmir; Sayfa: 19-20
(6)  Menemen İskelesi, Bugünkü Deniz Bostanlısı’nın biraz yukarısında bir yerde kuruluydu ve 19.yy.da kuzeye doğru seyahatlerin önemli bir çıkış noktası idi.
(8)  Çullu Camisi, 2012-2016 yılları arasında Karaburun Belediyesi ve Vakıflar İdaresi’nin ortak çabasıyla restore edildi.
(9)  Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi; 11.Basım; Sayfa:162; İris maddesi
(10) Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder