20 Ağustos 2009
İbrahim Fidanoğlu
İbrahim Fidanoğlu
Bu geziyi ne klasik bir Karadeniz
Yaylaları gezisine benzetebiliriz; ne de Anadolu Platosu üzerindeki uzun bozkır
yolculuklarına. Belki bizimkine uyan en iyi tanımlama, sular boyunca uygarlığın
izlerini arayan meraklı bir yolculuktur. Doğu Karadeniz’in kıyıcığında
başlayıp; bazen coşkun dereler boyunca ilerleyip, bazen kuş cenneti göl
kıyılarında soluklanılan, bazen en tepelere çıkılıp, bazen suya dimdik inen
kanyon diplerinde dolaşılan; bazen Orta - Doğu Anadolu’da gelişip ve nihayette
yine Karadeniz’in kıyıcığında sonlanan yaklaşık 2000 km .lik bir coğrafya ve
tarih gezisidir bizimkisi.
Artabel’e çıkarken sığır
kuyrukları
Ana temamız Kelkit Vadisi olmakla
birlikte; ilerleyen günlerde Fırat’ın kollarından Karasu’ya kadar uzandık. Kelkit
Çayı boyunca Gümüşhane ili topraklarında çağlar boyunca gümüş madenlerinden
elde edilen zenginliğin çevresinde gelişen uygarlıkların izlerini sürdük. Özellikle
19.yy.da Pontus Rumlarının yaşadığı bu topraklarda, onlardan kalan önemli
yapılar ve yaşam izleri bulunmaktaydı. Gezimizin ilk gününde, bir tabiat parkı
olan Artabel Gölleri’ne yaptığımız uzun yürüyüş esnasında, içinden geçtiğimiz
köylerde gördüğümüz kilise kalıntıları ve mübadele sonrası değişen köy isimleri
bu gerçeklerle ilgili ilk tanıklığımız oldu.
Artabel Gölleri, Gümüşhane’nin Torul ilçesi sınırları içindeki Gülaçar köyü yakınlarında yer alıyor. Bu
köyün eski ismi Nivena..Yürüyüşe
başladığımız bu köyün mezrası konumundaki Esentepe’nin
eski ismi ise Artabel imiş. Gülaçar
köyünün bir diğer mahallesi Manat’da
harap durumda eski bir Rum kilisesi ile karşılaştık. Esentepe’den Artabel
göllerine doğru saat 10’da başlayan tırmanışımız 13.30’da dağcıların İsimsiz Göl; bizim ise içinde yer alan
adası nedeniyle Adalı Göl olarak
isimlendirdiğimiz en büyük gölde son buldu. Yol boyunca bu yöreye özgü çok
sayıda endemik bitkiyi içeren zengin bir flora, eriyen karlarla beslenen
Artabel deresinin onlarca küçük kolu ve dağlarda hala erimeden kalmış buzul
kütleleri ile karşılaştık. Abdal Musa
Tepesi eteklerinde yer alan Adalı Göl’ün
rakımı yaklaşık 3000 m .
hava sıcaklığı ise 80C idi. Kısa bir
soluklanmadan sonra sırasıyla; Karanlık
Göller ve Karagöl’e ulaşarak
inişe geçtik. Saat 14’de başlayan inişimiz, saat 17 civarında Gülaçar köyünde
sonlandı. Gülaçar köyünden daha aşağıda yer alan ve eski ismi Musalla, yeni ismi İnkilap köyünde verdiğimiz çay molası sonrası yola vasıl olduk;
alaca karanlıkta Gümüşhane’de geceleyeceğimiz Ataç Konağı’na ulaştık.
Abdal Musa Dağı eteğinde Artabel
Gölleri; rakım 3000 metre; Adalı Göl
Gümüşhane, Kuşakkaya ve Mezre Dağları
arasında, sıkışmış bir vadide akıp giden Harşit
Çayı’nın iki yakasında kurulmuş küçük bir yerleşim olarak dikkat çekiyor.
Kent merkezi, ülkedeki çarpık mimari eğilimlere paralel olarak çirkin bir
betonlaşma içinde Harşit Çayı’nın iki yakasına yayılmış. Kent içinde birkaç
eski Gümüşhane Konağı restore edilerek turizm amaçlı kullanılmaya başlanmış. Bu
konaklardan İkizevler Konağı ise Gümüşhane Kent Müzesi olarak işlev
görüyor.
Gümüşhane, tarih boyunca zengin
gümüş yatakları nedeniyle birçok uygarlığın uğrak yeri olmuş. 1473 yılında
Fatih Sultan Mehmed’in Otlukbeli Muharebesi
sonucunda Akkoyunlu egemenliğine son vererek Osmanlı hâkimiyetini tesis ettiği
bu topraklarda gümüş madenleri işletmeye açılmış; bugün Süleymaniye Mahallesi olarak anılan ve bizim de gezdiğimiz Canca’da (Eski Gümüşhane) kurulan darphanede uzun yıllar gümüş sikke basımı
gerçekleştirilmiş. Maden ocakları, IV. Murat zamanında en canlı dönemini
yaşamış, bir ara kapanan ocaklar, 1839 yılında Tanzimat Hattı Hümayun’u
vesilesi ile yeniden işletmeye açılmış. (Bu ocakların çoğunu Rumlar
çalıştırıyormuş) 1894 yılında madencilere tanınan imtiyazların kaldırılması ile
maden ocakları giderek kapanmış ve Eski
Gümüşhane olarak bilinen bu yerleşim eski canlılığını ve önemini yitirmiş.
Canca’dan Gümüşhane’ye bakış
Canca; eski bir antik kentin üstüne bina edilmiş, yeni kent
merkezine yaklaşık 3 km .
uzaklıkta kendisi de eski bir yerleşimdir. Yıkık kilise ve manastırları, yıkılıp
sonradan sadece minareleri restore edilmiş camileri, eski konakları ve dağın
yamacına yaslanmış yerleşimleri ile özgün bir mekân olarak günümüze ulaşmış
bulunmaktadır. Süleymaniye Mahallesi’nin tam karşısında yer alan ve Perslerden
kaldığı belirtilen Canca Kalesi,
yıkık durumda olsa da bir iki kale burcu kalıntısı ile seçilebilmektedir.
Köyde; yakın zamanda restorasyon görmüş ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında
yapılmış olan Süleymaniye Camisi, ağaçlar arasında dinginlik hissi veren koyu
gölgelik avlusu ile ziyaretçilerini ağırlamaktadır.
Gümüşhane’de ziyaret etiğimiz
önemli yerlerden biri de Torul yakınlarındaki sarkıt, dikit, sütun ve pano
oluşumları ile benzersiz görünümlere sahip Karaca Mağarası oldu. Bu mağara;
fazla büyük olmamakla birlikte iç oluşumları nedeniyle benzerleri içinde büyük
önem taşımaktadır. Denizden yüksekliği yaklaşık 1550 m . olan mağaranın
uzunluğu 105 m .dir.
Gezinin ilerleyen günlerinde diğer gezdiğimiz mağara olan Tokat’taki Ballıca Mağarası’na
göre oldukça küçük boyutlarda olmasına rağmen iç oluşumlarının mükemmelliği açısından
gözümüzü daha doldurdu.
Gümüşhane’deki ikinci günümüz,
Karaca Mağarası ziyareti sonrası İmera
Manastırı ve Krom Vadisi’ne
yaptığımız gizemli yolculukla sürdü. Krom
Vadisi’ne girmeden önce, yine eski bir Rum yerleşimi olan İmera’ya, aynı
adla anılan manastırı görmeye gittik. İmera Manastırı, Ortodoks haç planlı ve
ortada kubbesi bulunan, günümüze oldukça iyi durumda ulaşmış bir yapı özelliği
taşımaktadır. İlk yapım tarihi olarak 14.yy. verilmekle birlikte, giriş
kapısının üstündeki kitabede bulunan 1859 tarihi manastırın onarıldığı tarih
olmalıdır. Duvarlarla çevrili manastır çevresinde kısmen ayakta kalmış bir
kilise ve bu dini komplekse ait diğer yapılar yamaca dağılmış vaziyette yer
almaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla çevre kiliselerin yönetim merkezi olan İmera Manastırı’nda çok sayıda papazın
görev yaptığı düşünülebilir. Manastırdan aşağıda; şimdiki Olucak köyünün merkezinde ise zamanımızın köy evleri ile kaynaşmış
bir şekilde eski bir hamam kalıntısı bulunmaktadır.
İmera Manastırı
Krom Vadisi; aslında antik dönemlere kadar uzanan ve yine gümüş
madenlerinin zenginliği çevresinde gelişen yerleşimlere mekân olmuş, derin
vadilerde akan dereler, bazen vadi yamaçlarına serpilmiş, bazen de vadi koyaklarında
gizlenmiş köylerle dolu çok ilginç bir topografyayı tanımlıyor. Bu vadide gümüş
madenlerinden elde edilen zenginlikle kök salan Pontuslu Rumlar tarafından
yapılmış 56 kiliseden söz ediliyor. Bu kiliseler bazen dağların doruklarında,
sisin içinden kendini gösteriyor; bazen de vadilerin yamaçlarında diğer
kiliselerle haberleşebilecek konumda karşımıza çıkıveriyor. Bu kiliselerin
hepsinin birbirini görebilecek ve birbirleriyle haberleşebilecek konumda inşa
edildikleri vadi geçişimizde sıkça dillendirildi. Ne yazık ki, bu kiliselerin
çoğunu, define aramak gayesiyle insanlarımız tarafından harap edilmiş durumda
bulduk. Ne kadar ironik olsa da şunu da belirtmeliyiz; bu kiliselerden en iyi
korunanlarından birisi Şamanlı Yaylası’nda
yer alan ve Şamanlı Köyü’nün Muhtarı
tarafından davarları için ahır olarak kullanılan Alekinos (yada Aya Nikolas)
Kilisesi idi. Kilisenin içinde yer
alan iki melek freskosu hala görünür nitelikteydi ve kilisenin tavanı dahil
hiçbir yeri çökmemişti. Ama ne yazık ki kilisenin zemini tamamen davarların
gübresi ile kaplıydı.
Krom Vadisi’nde yalnız bir Rum
Kilisesi
Kiliseden ayrılırken gideceğimiz yönde
yer alan Hanzeharya Boğazı’ndan aniden
bastıran sis, bulunduğumuz Şamanlı
Yaylası’na ulaştı. Giderek göz gözü görmeyen bir ortamda sürdürdüğümüz
yolculuğumuz, sisin içinde birer hayalet gibi karşımıza dikilen kiliseleri
ardımızda bırakarak ve bizi başka bir coğrafyaya taşıyacak Hanzeharya ve Cami
boğazlarından geçerek Sarıtaş ve
geceleyeceğimiz Taşköprü Yaylaları’na
dek sürdü. Karanlık bir gecede sisin içinden geçerek yerel rehberlerimiz Zeki
ve İmdat sayesinde kaybolmadan ulaştığımız Taşköprü Yaylası’nda; yediğimiz
yemekten sonra sıcacık sobanın başında yaptığımız sohbetlere, ardı arkası
kesilmeyen demli çaylar eşlik etti.
Sabah ezanı ve erken ağaran günle
uyandığımız yaylada geceki ayazdan eser yoktu. Genzimizi yakan kestane balı
eşliğinde yaptığımız yayla kahvaltısı sonrası Sarıçiçek Köy Odaları’nı görmek üzere rotamızı Güneye; Kostan Boğazı’na çevirdik. Yol boyunca,
bir gün önce bastıran sisten dolayı göremediğimiz, yuvalarından kafalarını
dışarı uzatıp, bir sağa bir sola çevirerek hızlı bir şekilde hareket eden ve
yerel dilde garlangufa adı verilen
dağ sıçanları ile bunları avlamak için tepemizde dört dönen şahinlerin dansına
şahit olduk. Daha sonra Yaklaşık 2500
m . rakımlı Kostan
Boğazı’nı geçerek Gümüşhane il sınırları içinde yer alan Sarıçiçek Konakları’nın bulunduğu Sarıçiçek Köyü’ne ulaştık. Köye gelen
misafirlerin konaklaması için zamanının ileri gelenlerinden Hacı Ömer Ağa tarafından 1870’li
yıllarda yaptırılan bu köy odalarından iki tane bulunmaktaydı. Birisi usta,
diğeri ise ustanın çırağı tarafından inşa edilen odaların özelliği, tavan ve
duvar panolarında çivi kullanmadan yapılan ahşap işlemeciliğinin yanı sıra
doğadan esinlenerek yaratılmış rengârenk boyama ve bezeme sanatı olarak
bilinmektedir.
Sarıçiçek köy odası; Tavan detayı
Sarıçiçek Köy Odaları’nı
ardımızda bırakarak Kelkit, Şiran ve Alucra üzerinden Giresun’un ilçesi Şebinkarahisar’a hareket ettik. Yıllarca
önce “Tamama, Pontus’un Yitik Kızı” isimli
incecik bir kitap okumuştum. Kitabın yazarı, daha sonradan Yunanistan’a göç
ederek Selanik’e yerleşen Pontuslu bir Rum aileye mensup, Yorgo Andreadis idi. Kitapta anlatılan trajik olaylar, Birinci
Dünya Savaşı sırasında gelişir. Savaş öncesinde bir arada dostça yaşayan iki
halkın, savaş koşullarında her iki tarafa yönelik olarak kışkırtılan şovenizm etkisi
altında giderek birbirinden ayrışması sürecinde nasıl bir insanlık sınavından
geçtikleri anlatılmaktadır. Ortodoks Rusya’ya karşı, cephe gerisinde aynı
cümleden Ortodoks Pontuslu Rumları bırakmanın sakıncaları üstüne geliştirilen
askeri stratejiler uğruna, 1916 yılında Giresun Espiye’den başlayan ve aylarca
devam eden zorunlu göç rotası, Şebinkarahisar ve Suşehri yoluyla Sivas’a kadar
uzanmaktadır. Öyküde anlatılan Tamama, 10 yaşlarında küçük bir kızdır. Göç
sırasında tüm ailesini kaybeder. Sivas’da küçük kıza genç bir Türk subayı sahip
çıkar ve hayatı boyunca kendi kızından hiç ayırt etmeksizin birlikte şefkat
içinde büyütür. Tamama, hiç evlenmez, hayatını Türk kız kardeşi ile birlikte
sürdürür; bir gün hastalanır ve hastanede Rumca sayıklamaya başlar; işte o
zaman Pandora’nın Kutusu açılır ve herkes kendi gerçeği ile yüzleşmek zorunda
kalır. Bu gezide belki de okuduklarım nedeniyle ilgimi en çok çeken yerlerden biriydi
Şebinkarahisar.
Aslında gezdiğimiz coğrafyanın
birçok noktasında bu hazin öykülerin izleri saklıdır. Çünkü 1915 Ermeni olayları
ve Büyük Mübadele öncesinde bu topraklarda Ermeniler ve Rumlarla ortak
yaşanmışlıklar bazen, Şebinkarahisar’da yada Gümüşhane’de savaşın götürdükleri
anısına yapılan bir çeşmede, bazen Sivas Zara’da sokak aralarında aradığımız
konakların mimari çizgilerinde, yada bazen Karasu kıyısında Kemaliye’de olduğu
gibi o günlerden bugüne ulaşabilen bir sivil uygarlık yaklaşımı olarak
karşımıza çıkıverir.
Şebinkarahisar Kalesi
Şebinkarahisar, ismini çevredeki dağlardan çıkarılan Şap madeninden
alır. Atatürk, kenti ziyareti sırasında bu gerçekten hareketle kentin isminin Şarkikarahisar’dan Şebinkarahisar’a dönüştürülmesini önerir. Ziyareti esnasında
kaldığı ev (Atatürk Evi) ise, bugün restore edilerek müze haline getirilmiştir.
Müzede sergilenen kentin vilayet dönemine ait mühür ve resmi mektupları, sanki
kasabanın o günlere duyduğu özlemi temsil eder. Geçmişi Perslere kadar uzanan Şebinkarahisar Kalesi, 19 yy.daki
kozmopolit yapının sonucu bu güne ulaşabilen sivil mimari örnekleri, 1473’de Akkoyunlular
üzerine giderken Fatih Sultan Mehmet’in buralarda bıraktığı izler (Fatih Sultan Mehmet Camisi buna
örnektir) ve vilayet döneminden kalma vali konağının bugünkü harap hali
Şebinkarahisar’dan aklımızda kalanlar olarak not edilebilir.
Rotamız boyunca; Şebinkarahisar’dan
güneye doğru Kelkit üzerinde yer alan Kılıçkaya
Baraj Gölü’nün etrafından dolaşarak önce Sivas’ın ilçesi Suşehri’ne ve daha
sonra da Erzincan’ın ilçesi Refahiye’ye geldik. Refahiye’den Kemah yol
ayrımından saptıktan sonra, oldukça ıssız bir yolu takiben alaca karanlıkta
Fırat’ın kolu Karasu’ya ve kıyısında kurulmuş Kemah’a ulaştık. Dışarıya sürekli göç veren kasabanın bugünkü
nüfusu 2400 kadardı. Kemah Kalesi, kasaba
meydanında bulunan ve ahşaptan mimarisi ile dikkat çeken Akkoyunlular
zamanından kalma (Yapım Tarihi: 1454) Gülabibey Camisi, bu topraklarda hüküm
sürmüş Alparslan’ın ardılı Mengücekoğulları’ndan Melik Gazi’ye ait Türbe ve Zaviyesi ile hemen bunların yanında yer alan
tarihi mezarlık anılmaya değer mekânlar olarak gözümüze çarptı. Mezarların yan
panolarında yer alan lotus yaprak ve çiçekleri, sekiz köşeli güneş, üzüm ve
lale desenleri Anadolu’da geçmişten günümüze uzanan hayatın gizemli şifreleri
gibiydiler. Kasabada az sayıda da olsa yaklaşık 150 yıllık eski Kemah
Evlerinden örnekler vardı.
Anadolu’nun ahşap sütunlu
camilerinden Kemah Gülabibey Camisi’nin içi
Kemah’tan sonraki durağımız Kemaliye yada eski ismi ile Eğin idi. Kemaliye’ye İliç üzerinden
açılmış yeni karayolunu takip ederek ulaştık. Munzur Dağları arasına sıkışmış
derin bir vadide akan Karasu Irmağı’nın Fırat’a dönüşme noktasına yakın bir
bölgede, yeşille mavinin kucaklaştığı bir yerde kurulmuş Kemaliye. Su ile
uygarlık bu kadar yakışır birbirine. Tarih boyunca kervanların geçit yolu
üzerinde bulunan Kemaliye, bu anlamda ticaretin ve buna paralel olarak sosyal
ilişkilerin geliştiği bir yer olmuş. Topoğrafyanın hırçınlığı, saraya
yakınlıktan dolayı ortaya çıkan devlet katındaki imkânlar, ticari olanaklar ve
kervancılık insanları o yıllarda gurbete sürüklemiş. Evlendikten sonra kocasını
gurbete gönderen genç eşler, yıllarca çektikleri hasreti, gurbet türkülerine ve
manilere dökmüşler. Bu kaynak, Eğin folklorunu besleyen temel unsurlardan biri
olarak bugüne ulaşmış. Bugün, bu manilerden 80 tanesi Kemaliye sırtlarında
Belediye tarafından bir proje olarak geliştirilen Mani Yolu’ndaki direklere asılmış. Her birisinde gurbetteki eşe
duyulan hasret, özlem ve sitemi dile getiren hüzünlü satırlar yer alıyor. İşte
bunlardan biri;
“Apçağa Dağı’nı buza döndürme,
Yakıp, yüreğimi köze döndürme,
Demiştin ki, ilkbaharda gelirim,
Mevlayı sever isen güze döndürme.”
Bir diğeri;
“Ağam gönderdiğin yazmayı yaktım,
Çürüttüm ömrünü yoluna baktım,
Ela gözlerini sevdiğim ağam,
Ya senin tecellin ya benim
bahtım.”
Eğin’in Evleri
Eğin, kelime anlamı olarak Göktürk Türkçesi’nde cennet kadar güzel bahçe anlamına
geliyormuş. Gerçekten Karasu kıyısındaki yamaca yaslanmış Kemaliye (Eğin), bu
tanımı fazlasıyla hak ediyor. Kemaliye sokaklarında 20–25 metrede bir çeşmeye
rastlıyoruz. Hepsi de kendine özgü mimarisi ile yaşam konforunu tamamlıyorlar.
Çeşmelerin dışında bahçe aralarındaki küçük derelerden sürekli sular akıyor.
Dut ağaçlarının gölgesinde sekiler halinde düzenlenmiş evlerin bahçelerine
dağdan gelen su, kanallarla dağıtılıyor. Çarşıdan yukarı doğru çıkıldığında, Orta Cami civarında yer alan un değirmeni
son yıllarda restore edilmiş. Yanında dut kurusu ve cevizin birlikte
dövülmesinden elde edilen lök helvasının
yapıldığı Lökhane yer alıyor. Burada
yöreye ait muhtelif şekerlemeleri, reçel ve pekmezleri bulmanız mümkün. Evlerin
yanlarındaki kanal ve tünellerden sürekli sular akıyor. Lökhane’nin yan tarafında yer alan un değirmenini çeviren su,
değirmeni terk ettikten sonra aşağıdaki bahçelere doğru akışını sürdürüyor.
Kaynaktan gelen su Orta Cami’nin
avlusunun hemen yukarısında Kadı Gölü
adı verilen bir alanda birikiyor ve taşarak aşağılara doğru akmaya devam
ediyor. Sokakları tertemiz Kemaliye’nin, umumi tuvaletlerinin de hem temiz hem
de ücretsiz olduğunu burada belirtmeliyim. Çünkü büyük şehirlerde bile böylesi
bir uygarca davranışı pek az görebiliyoruz.
Eğin’de bir sokak ve o meşhur
evler
Kemaliye’de Osmanlı döneminde
Ermeniler yoğun olarak yaşamışlar. Daha sonraları yörenin ticari açıdan zenginliğini
hissederek Karadeniz kıyısından buralara inen Pontuslu Rumlar da ağırlıklı
olarak 4 köye yerleşmişler ve yaşam sürmüşler. Bizi Kemaliye’de gezdiren yerel
rehberimiz, aynı zamanda Belediye’de memur olarak çalışan Şevket Bey, bu köylerin isimlerini Venk, Sorak, Muşaga ve Şırzi
olarak belirtti. Venk Köyü,
Kemaliye’nin tam karşısında Karasu Vadisi’nin diğer yakasında yer alıyor.
Şimdiki ismi ise Yaka olmuş. Rumlar,
o yıllarda Ermenilerle birlikte yaşamalarından olsa gerek, Ermenice okuyup
yazarlarmış. Buradan da anlaşıldığı kadarıyla yörede Ermeni etkisi yoğunmuş. Hemen
şehrin çıkışında, şimdi üst katı Etnografya Müzesi, alt katı ise kafeterya
olarak düzenlenen eski bir Ermeni Kilisesi bulunuyor. Bina, 1915 yılından
itibaren bir süre Kemaliye Türk Halı
Şirketi olarak kullanılmış. Bir süre de hapishane olarak hizmet veren
binanın içini kapalı olduğu için gezmek kısmet olmadı. Kemaliye’deki Ermeniler,
1915 Tehciri’ne kalmadan bu toprakları terk etmek zorunda kalmışlar. 1896
yılındaki Ermenilerin isyanı sırasında çıkan olaylarda her iki taraftan ölenler
olmuş. Bu ayaklanmayı takiben Ermenilerin zenginleri, İstanbul gibi büyük şehirlere
göçmüşler. Kalanlar ise, 1915’lere varmadan bu toprakları bir şekilde terk
etmişler. Ancak, rehberimiz Şevket Bey’in
belirttiğine göre birçok Türk aile, bu olaylar esnasında Ermeni komşularını
koruyup saklamışlar ve onların zarar görmelerini engellemişler. Bu anlamda
Kemaliye’de filizlenen uygarlık bilincinin izlerini derinlerde aramak gerek.
Çünkü Kemaliye’ye girdiğinizde, insanlarıyla temas ettiğinizde bu insancıl
atmosferi rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. Ayrıca gerek doğaya ve gerekse
yaratılan yüzlerce yıllık kültürel mirasa tamamen sivil bir çaba ile sahip çıkmaya
çalışmaları da, takdiri fazlasıyla hak ediyor.
Kemaliye (Eğin) evlerinin dillere
destan kapı tokmakları
Kemaliye
deyince tabii ki akla ilk gelenlerden biri de eşsiz sivil mimari örnekleri olan
Kemaliye Evleri’dir. Saraya yakınlık
ve ticari imkânların gelişmişliği nedeniyle yüzlerce yıllık bir birikimin
sonucunda ortaya çıkan bu yapılar, gurbette oluşan bir sentezin sonucudur. Alt
katı taştan, üst katların tüm cepheleri ahşap, kepenkleri, doğramaları ve kapı
tokmaklarıyla tamamen özgün bir mimariye sahiptirler. Kemaliye evleri, arazinin
eğimli olması ve bu nedenle ekonomik kullanma zorunluluğunun bulunması
nedeniyle, kademeli olarak şekillenmiş, yatay değil, düşey olarak düşünülmüş ve
tek katlı evler yerine iki, üç ya da dört katlı evler tercih edilmiştir.
Evlerin birçoğu eğimli araziye yaslanır. Dolayısıyla, Kemaliye Evleri'nin her
katından açılan kapılardan, ya bir sokağa ya da bir bahçeye çıkabilirsiniz.
Genelde üç katlı olan Kemaliye evlerinin alt katları, hizmet katı olarak işlev
görür. Bahçe ile bağlantısı olan bu kat soğukluk, kiler ve odunluk olarak
kullanılır. Ana katlar - taş duvarın üstü
ile başlayan ahşap katlar - yaşam mekânları olarak düzenlenmiştir.
Divanhane, selamlık, sofa ve mutfak bu katta bulunur. Üst katlarda genel olarak
yatak odaları vardır. Son katın üzerinde bulunan rıhtım döşemeyle (Küçük
renkli taşlarından oluşan zemin döşemesine bu isim verilmektedir) kaplı damlar ise, tarımsal ürünlerin işlenmesi ve
kurutulması amacıyla kullanılır. Günümüzde, 150–200 yıllık konaklar
aslına uygun olarak Kemaliye kökenli mimarlar tarafından restore edilmekte,
kültürel mirası koruma bilinci bu şekilde geliştirilmektedir. Bunlara en güzel
örneklerden biri yamaçta yer alan Balioğlu
Konağı’dır. Geniş bahçeleri içinde, dut, ceviz, çınar ve kavak ağaçları arasında
kaybolmuş bu konaklar, doğa ile müthiş bir uyum içinde vakurla sahiplerini
taşımayı sürdürmektedirler.
Karasu kıyısında Kemaliye (Eğin)
Kemaliye de, Kemah gibi dışarıya
göç veren özelliği nedeniyle 2250 gibi çok küçük bir nüfusa sahiptir. Ancak,
dışarıdaki Kemaliyelilerin mutlaka buralarda bir mekânı vardır. Herkes yazları bu
havayı teneffüs etmek, dutundan, elmasından, balığından yemek için Kemaliye’ye
gelir. Kemaliye’den İstanbul’a yazları her gün otobüs kalkar. Otobüslerin
bagajları, Kemaliye’de üretilmiş muhtelif yiyeceklerle tıka basa doludur. İşte
bu da Kemaliye’nin bir başka gerçeğidir.
Kemaliye’nin suya ve yeşile boyanmış
sokakları
“Orda bir köy var, uzakta
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.”
Kemaliye Apçağa köyünden Ahmet Kutsi
Tecer’in bu şiirini kim hatırlamaz. İlkokulda bir çocuk şarkısı olarak ezberlediğimiz
bu şiirin sözleri hepimizin aklındadır. İnsan Kemaliye’ye gelmeden, 132 yıllık
bir hasret ve çabayla dağı delerek açılan Taş Yol’u ve hemen onun yanı başında akıp
giden Karasu Irmağı’na dimdik inen ve güneş ışığının bile giremediği Karanlık Kanyon’u görmeden bu şiirde
dile getirilen duyguları anlayamaz. Bu coğrafya başka bir coğrafyadır; Ancak
esas şaşılası olan bu hırçın coğrafyada böyle bir uygarlığın kök salmasıdır.
Eğin’de Lökhane
Gezinin 5.gününde Kemaliye’ye
doyamadan 2006 yılında açılan Taş Yol’u kullanarak rotamızı Sivas Divriği’ye
çevirdik. Yaklaşık 4 km .
boyunca sayısız tünelden geçerek Taş Yolu kat ettik. Taş Yol çıkışında Çaltı
Çayı ve tren istasyonunu takip ederek asfalta çıkabildik.
Divriği; Ulucami; Taç Kapı
Divriği’de bizi UNESCO’nun
Türkiye’den Dünya Kültür Mirası Listesi’ne
ilk dahil ettiği eser olan Mengücekoğulları’nın
yaptırdığı Ulu Cami beklemektedir. Ulu Cami anlatılacak gibi bir eser
değildir. Evliya Çelebi’nin
Seyahatnamesi’nde bu eser için “Üstad-ı
mermer, bu camiye öyle emek sarf edip, kapı ve duvarları öyle nakş bukalemun
eylemiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır..." demektedir.
Gerçekten bu caminin sanatsal değeri ancak görüldüğü zaman anlaşılabilinir.
Çünkü camide vücut bulan her şeyin bakan göz tarafından simetrik olduğu
zannedilir. Ancak, simetrik zannedilen motif ve desenler tek tek
karşılaştırıldığında hiçbir şeyin bir birinin aynı olmadığı, mimarın sürekli
tekrardan kaçınarak, farklılığı arayarak ve yaratarak eseri bina ettiği
anlaşılır. Bu sanki evrensel bir yasanın ikrarı gibidir. Sanki kendi içinde
karşıtını taşıyan bütünler gibidir bu camideki her şey. İşte bu karşıtlar, bu
benzemezler bir arada müthiş bir harmoni ve birliktelik yaratmışlardır. Evren
de biraz böyle değil midir?
Divriği Ulu Cami ve Daruşşifası, Mengücekoğulları’ndan Mengücek
Beyi Ahmet Şah tarafından, Şifahane
ise Ahmet Şah'ın eşi Melike Turan
tarafından yaptırılmış. (Yapım Tarihi: 1228)
Selçukluların simgesi çift başlı
kartal
Divriği Ulu Camisi’nin Kuzey,
Batı ve Doğu Taç Kapıları olmak üzere üç Taç Kapısı; Darüşşifanın ise tek Taç
Kapısı bulunmakta. Hepsi de ayrı ayrı eşsiz mimari özelliklere sahip olan bu
eserlerin mimarları kaynaklarda Ahlatlı Hürremşah
ve Ahlatlı Nakkaş Ahmet olarak
veriliyor.
Batı Taç Kapısı’nın sağ kenarında
çift başlı kartal sol kenarında da çift başlı kartalla birlikte tek başlı şahin
kabartması ustalıkla yerleştirilmiştir. Caminin imamının bizlere yaptığı
açıklamaya göre çift başlı kartal, Selçuklular’ın sembolü, tek başlı şahin ise
Mengücekoğulları’nın sembolü olarak bilinmektedir. Şahinin başı öne doğru eğiktir.
Bu şekilde Ahmet Şah, Anadolu Selçuklu
Devleti’ne olan saygısını, bağlılığını ifade etmektedir. Çift başlı kartalın
başının biri Doğu’ya diğeri ise Batı’ya bakmaktadır. Bu da Doğu’nun ve Batı’nın
hâkimi Türkleri sembolize etmektedir. Ayrıca çift başlı kartal güç, kudret,
özgürlük, bağımsızlık anlamına da gelmektedir. Bu sadece bir motifin
yorumlanmasıdır. Caminin tüm kapılarında yer alan her motifin bu tür anlamları
bulunmaktadır. Bu da ayrı bir uzmanlık konusu olsa gerektir.
Kündekari ahşap işçiliği
Divriği’deki Ulu Cami ve
Darüşşifası ne kadar emsalsiz bir eser olsa ve dünya âlem tarafından bu gerçek kabul
edilmiş olsa da, ne yazık ki eserin yakın çevresini, mekân olarak bu esere yakışmayacak
bir derbederlik ve pislik içinde bulduk. Kemaliye’deki sivil çabayla elde
edilmiş kültür mirasını koruma bilincinin bu anlamda buralara henüz ulaşmadığı
kanısına vardık. Devletin ilgili organlarının bu tür muazzam güzellikteki
eserlerimize sahip çıkması elbette öncül bir görevi olmalıdır. Vakıflar Genel
Müdürlüğü ve Kültür Bakanlığı arasındaki görev karmaşasının da bu anlamda
çözülmesinde sayısız yarar bulunmaktadır. Ancak, bunun yanı sıra, yerel
yöneticilerin ve çevrede yaşayan halkın da en azından temizlik, tertip ve
organizasyon açısından gerekli özeni göstermesi, bu tür dünya mirası eserlerin
korunmasına katkı sağlayacaktır.
Divriği’den biraz şaşkınlık,
biraz hayranlık ve biraz da hüzün içinde ayrıldık. Sivas yolunda Zara’ya uğradık. Bir zamanlar
Ermenilerin de yaşadığı bu kasabanın sokaklarında eski Zara Konakları’nı aradık. Bizzat Zaralılara sorduk; bilen çıkmadı.
Güneşin altında elimizde fotoğraf makinaları, meraklı insanların bakışları
altında bulduğumuz Zara evlerini fotoğrafladık.
Zara Konakları
Zara – Sivas karayolu üstünde
turna kuşlarının bulunduğu Tödürge Gölü’nün kıyısından geçerek akşamüzeri
Sivas’a vasıl olduk. Ertesi günün sabahı Sivas’ın merkezinde bulunan Çifte Minareli Cami, Gök Medrese, Buruciye Medresesi, Şifahiye
Medresesi ve minaresi İtalya’daki Pisa Kulesi gibi her yıl biraz eğilen Ulu Cami’yi dolaştık. 2 Temmuz 1993’ü
hatırladık; hala müze haline dönüştürülmeyen Madımak Oteli’ne içimiz acıyarak baktık
ve yakılarak katledilen o güzel insanlarımızın anısı önünde bir kez daha hüzün
ve saygıyla eğildik. Sivas’ın bu acı olayla hatırlanmayacak kadar derin bir
kültürel mirası olduğuna şahitlik ettik. 4 Temmuz 1919’da toplanan Sivas Kongresi’nin
düzenlendiği ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı Kongre ve Etnografya Müzesi’ni, yeniden
düzenlenen Sivas Arkeoloji Müzesi’ni
gezdik. Sivas’ın 19.yy. yaşamını temsil eden biri Valilik, diğeri Belediye
tarafından restore edilerek müze haline dönüştürülen Abdi Ağa ve Osman Ağa Konağı
ile antikaya meraklı ve girişimci sahibi tarafından önce restore edilip daha
sonra çeşitli antika eşya ile donatılmış Yeşil
Konak’da hayranlıkla soluklandık.
Sivas sonrası; Kelkit Vadisi’nde
başlayıp Karasu Vadisi’nde sular boyunca sürdürdüğümüz yolculuğumuzu,
Yeşilırmak kıyısında konumlanmış Tokat ve Amasya’da sonlandırdık. Gerek Tokat
ve gerekse Amasya, hem coğrafik konumları, hem de tarihsel arka planları
açısından birbirine çok benzeyen kentlerimiz. Her iki kentte de iş bilir
valiler döneminde temeli atılan ve zaman içinde geliştirilen koruma bilinci
dikkat çekiyor. Tokat ve Amasya’nın kalbine doğru yaptığımız yürüyüşlerde sivil
mimari örnekleri olan eski konaklarla karşılaştık. Özellikle Amasya’da, usul
usul akan Yeşilırmak’ın kıyısına inci gibi dizilmiş eski Amasya Evleri, geçirdikleri iyi niyetli bir restorasyon hamlesi
sonucu bir inci dizisi gibi parıldıyordu. Her iki kentin Akropol’u
diyebileceğimiz yalçın tepeleri üstüne konumlandırılmış antik dönemlere kadar
uzanan kaleleri, kentlere girerken hemen dikkat çekiyor. Amasya Kalesi’nde,
büyük bir restorasyon faaliyeti sürüp gitmekte. Osmanlı Dönemi’nde Şehzadeler
Kenti olarak anılan Amasya’da ve komşusu Tokat’da, bu döneme ait eserler oldukça
fazla. Tokat’taki Şehzade Beyazıt’ın oğlu Ali
Paşa tarafından yaptırılan Ali Paşa
Camisi (Yapım Tarihi: 1572), II.
Beyazıt’ın annesi Gülbahar Hatun
tarafından yaptırılan Gülbahar Hatun
yada Hatuniye Camisi (Yapım Tarihi: 1572), Amasya’da II. Beyazıt’ın yaptırdığı Beyazıt Külliyesi bunların en göze
çarpanlarıdır.
Amasya; Yeşilırmak kıyısına bir
gerdanlık gibi dizilmiş sivil mimari örnekleri
Tokat’da Kale’nin eteklerinde
kurulu Camii Kebir Mahallesi, tüm
tarihsel yapıları barındıran bir hazine görünümündedir. Tarihi İpek Yolu
üzerinde yer alan bu mahalle, kervansaray, han, hamam, cami ve çeşmelerle
doludur. Alparslan’ın ardıllarından olan Danişmendliler
döneminden kalma Ulu Cami, üzerinde
yer alan İslamiyet önce motifler ve korumuşluğu ile dikkati çekmektedir.
Tokat’ta ve Amasya’da Gök Medrese,
yine Osmanlı Dönemi öncesine tarihlenen eserlerdendir. Tokat Gök Medrese şu anda Tokat Müzesi olarak işlev görmektedir. Tokat’ın merkezinde yer alan
Taşhan, restorasyon sırasında
geçirdiği düzenlemeler sonrası Sivas’taki Buruciye Medresesi gibi, yöresel el
sanatlarının sergilendiği, satışa sunulduğu, soluklanmak ve bir şeyler
yudumlamak için küçük fırsatların yaratıldığı birer sosyal etkinlik merkezine
dönüştürülmüştür. Özellikle serin yaz akşamlarında ortadaki havuzların
fıskiyelerinden fışkıran suyun melodisi eşliğinde yapılan sohbetlerin tadı doyumsuz
olmalıdır.
Amasya; Borabay Gölü
Strabon’un memleketi ve Ulusal Kurtuluş Mücadelemizin önemli
kilometre taşlarından Amasya Genelgesi’nin
yayınlandığı yer olan Amasya, Yeşilırmak kıyısında sanki bir mücevher
gibiydi. Yüzyıllar öncesinden aşağı yukarı değişmeden günümüze erişen ismi, uygar
duruşu, Yeşilırmak’ın her iki
kıyısına dağılmış tarihi yapıları, korunmuş sivil mimari örnekleri, suyla
insanın bağını koparmamış, aksine kucaklaşmasını sağlayan yürüyüş yolları,
parkları ve sanat yapıları, Yeşilırmak’ın doğuya doğru kıvrılan kıyısında
yükselen saat kulesi ile tadına doyamadan ayrıldığımız yerlerden biri oldu.
Program gereği fazla zaman ayıramadığımız bu mücevher kente en kısa zamanda bir
daha gelip doya doya gezmek üzere aramızda sözleştik.
Taşhan’ın Tokatlı yazmacıları,
bakırcılar, mısır kabuklarından gelin bebekleri yapan Amasya’nın genç kızları,
Gümüşhane’den aldığımız dut ve cevizden mamul köme ve pestil, tereyağ, süt ve
undan mamul hamurun iki kez açılıp saç üstünde pişirilmesiyle elde edilen lemis
ve kete, Gümüşhane ve Sivas’ın gümüş takıları, Zara’nın bir türlü kısmet olup
da alınamayan balı, Artabel’de bıraktığımız binbir renkli kır çiçekleri,
şahinler, garlangufalar, Taşköprü’nün
ayazı, minibüste seyir halinde bitap düşmüş vaziyette uyurken çekilen
fotoğraflarımız, yol “paparazzi”lerimiz,
Tokat kebapları, Osmanlı tavaları, mide fesatlarımız, içemediğimiz rakılar, Tokat’tan
Amasya’ya giderken bir çeşme başında; Zara’dan aldığımız karpuzu Tokat
simitleri, haşhaşlı ve cevizli ekmeklerimiz eşliğinde nasıl yediğimiz, Sivas’da
Madımak’a hüzünlü bakışımız, insanlığımız, dostluklarımız, Samsun Havaalanı
girişinde kızılca kıyamet Ramazan önü Umre hacılarını görüşümüzdeki şaşkınlığımız,
birbirini belki de ilk kez gören 10 insanın birbirine telefon numarası, adres
ve e-mail verme telaşı hepsi güzeldi, kimi zaman güldük, kimi zaman koşturduk,
kimi zaman hüzünlendik. Ama hiç durmadan yedi gün boyunca su boylarında
uygarlığın ve insanlığın izini sürdük. Ne diyelim, tadı damağımızda kaldı,
kısmet daha nicelerine.
Taşköprü Yaylası ve adını veren
Taşköprü
Yeni gezilerde görüşmek dileğiyle...
Yazan : İbrahim Fidanoğlu
Not: Fotoğraflar; 2009 yılında İbrahim Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.
Not: Fotoğraflar; 2009 yılında İbrahim Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.