havut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
havut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2019 Çarşamba

DERELİ’DE SONBAHAR


DERELİ VADİSİ BOYUNCA YÜRÜDÜK.
7 Kasım 2019
İbrahim Fidanoğlu

Giriş

Bugün Ephesos’tan Sardes’e uzanan Kral Yolu’nun üzerindeki Tire’nin bir dizi köyünden birisi olan Dereli(1) civarında, Güme Dağı’nın derinliklerine doğru nüfuz eden ve aynı adla anılan şirin bir derenin kıyısı boyunca yürüdük. Benzersiz renklerle bezenmiş doğa bugün de bize en güzel sürprizlerini hazırlamıştı sanki. Dere yatağının iki yakası boyunca yükselen vadinin yamaçlarında; bazen uzaklardan insanın yüreğini titreten Yörük ateşleriyle karşılaştık, bazen de vadinin dibinde akmakta olan suyun ruhumuzu yenileyen o güzelim sesini dinleyerek geçirdik zamanı. Özetle hoş bir birliktelikti doğayla geçirdiğimiz anlar…

 
 
Sırtlarda evler, vadide çınarlar...

 
Yolun başındayız; Dereli deresi boyunca yürüdük.

Kral Yolu’nun çıtlıkları

Dereli, giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi Kral Yolu üzerinde yer alan yerleşimlerden biri. Aslında geçmişi de çok eski bir köy değil Dereli’nin. Dibekçiler Yaylası’ndan inen Yörükler kurmuş köyü. Ama yüzlerce yıldır değişmeyen bir şey var ki bu civarda; her yer çıtlık ağaçlarıyla dolu. Sonbaharda olgunlaşan ve asla unutamadığı çıtlık adı verilen meyvesinin onu çocukluk günlerine götürdüğü Hasan Hoca, hem bu ağaç ve hem de Kral Yolu üzerinden yürütülen deve kervancılığı arasındaki ilişki üzerine şunları anlatıyor:

  
Çıtlık ağacı
(Ahmet Tamer Arşivi)

“Batı Anadolu'da yoğun olarak görülen çıtlık ağaçları, her türlü iklime karşı dayanıklı, susuzluktan kolay kolay etkilenmeyen gövdeleriyle dikkat çekerler. Gri renkte, çatlaksız ve düzgün; 25 metreye kadar boylanabilen, yeşil dalları çabuk eğilen ağaçlardır. Mayıs aylarında çiçek açar, erkek ve dişi çiçekler aynı ağaçtadır. Meyveleri önce yeşil, daha sonra sırasıyla sarı ve kahverengi, en sonunda da siyah renk alır. Siyahlaşıp olgunlaşan çıtlıklar, yöremizde çocukların çok sevdiği bir meyvedir. Orta ve ileri kuşak insanların bilinçaltında çok yer etmiş ağaçlardır bunlar. Çocukken bizler de meyvelerini zevkle yer, kargıdan yaptığımız “tüfçek”lerle çekirdeklerini birbirimize üflerdik.

 
Çıtlık meyveleri 
(Ahmet Tamer Arşivi)

Çıtlık meyveleri
(Ahmet Tamer Arşivi)

Ayrıca bu ağaçların dalları yaş iken çok kolay eğildiğinden, deve havutunun iskeletini çatmakta kullanılırmış. Deve kervanlarının eski zamanlardan yakın geçmişe dek Kral Yolu üzerinden sürdürülen ticaretin en önemli lojistik unsurları içinde yer alması, havut imalatının ve onun hammaddesi çıtlık ağacının da ekonomik değerini öne çıkarmıştır. Ağacın yaşken yumuşak, kuruduğunda ise çok sert bir özelliğe sahip olmasından dolayı da kendircilerin kullandığı ıskat tahtası ile dolap makaraları da bu ağaçtan yapılırmış. Hatta Tire’de Salı Pazarı’nda bunların satıldığı özel yerler varmış. Portakal Pazarı Bedesteni önünde, bir de Tahtakale Çeşmesi’nin üstündeki yerlerde satılırmış bu ürünler. Zamanında Tire’de bunları yapan ustaların isimleri ise Hüsnü Usta ve Sait Usta imiş.

 
Dereli'de bir eski bir köprü
(Ahmet Tamer Arşivi)
 
 
Dereli Vadisi

Bu ağacın Latince adı ise Celtis Australis… Geçmişte çok gerekli oldukları için korunmuş; harımların kenarlarında büyütülmüş olan bu ağaçlar, ne yazık ki günümüzde artık gözlerden düşmüş olup, yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Beni; her gördüğümde çocukluk günlerime götüren bu gösterişsiz ve kadim ağacın, yörede yok olmaması tek dileğimdir. Her şeye rağmen, Tire ve çevre belediyelerde; park ve bahçelerde bu ağaçların üretilip ekonomiye katkı sağlanmasının yolları bulunmalıdır. Son bir şey daha; Tire’de, neredeyse şehrin tam merkezinde Öğretmen Evi’nin hemen arkasındaki sokakta Çıtlık Dede isminde bir de yatır bulunmaktadır. Dedenin başında da oldukça yaşlı bir çıtlık ağacı vardır. Dedeler, babalar ve ahiler kenti olan Tire’de pek çok ata mezarının varlığı malumdur. Bunlardan biri olan Soğan Dede, insanlık için temel bir gıda olan soğan ile bir anlamda özdeşleşmiştir. Çıtlık Dede de benzer şekilde belki de bütün kazancını çıtlık ağacından sağlayan bir ulu kişiydi; kim bilir?”

 
Dereli'de sabah vakti

 
Köyün çıkışındaki çeşme

Dereli’de Sabah

Tire’den Ödemiş’e uzanan Kral Yolu’nun modern uzantısı olarak kabul edebileceğimiz asfalt yolu takiben ulaştığımız Dereli’de sabah vakti ıssızlık hâkimdi. Karakaya’nın muhteşem siluetinin eteklerinde uzanan derin vadilerden birine sinmiş bu köyün ataları da o kadim dağın arka yüzünden inen Karasakal ve Kıvraklar Yörüklerindendi. Ama hepsinin de eninde sonunda çıktığı yer, yüzlerce yıl önce; Türkmenlerin Doğu’dan Batı’ya yönelen büyük göçünün vardığı son noktalardan biri olan Dibekçiler Yaylası idi.

 
Bir zeytinliğe ulaşan patika

 
Sırtlarda ceviz ağaçları

 
Karşımızda Karakaya...

Köyün girişinde yer alan kahvehanede bile kimsecikler yoktu. Güney yönündeki çıkışa doğru ilerledik. Meydandaki bir çeşmeden sularımızı doldurduk. Bugün amacımız Karakaya’nın eteklerine doğru nüfuz eden Dereli Deresi’nin kıyısı boyunca vadinin içlerine doğru yürümekti. Köyün mezarlığına doğru sağa sapan toprak yol ayrımını geçerek güneye doğru devam ettik.

 
Kendini sonbahara taşımış son hayıt çiçeklerinden biri

 
Gölgelerde siklamenler

Dereli Deresi boyunca

Çınarlar, çıtlık ağaçları ve sırtlarda zeytinliklerle kaplı vadide sonbaharın tüm renkleri iç içe geçmişti sanki. Bahçelerinde zeytin silkenlerin sesleri uzaklardan duyulmaktaydı. Dere kıyısında yoğun olarak rastladığımız hayıtların mor renkli çiçeklerinden birkaçı, hala dökülmeden kalmıştı. Eğildim, kokladım onu; neredeyse yüz yıl önce, Makedonya’nın yemyeşil dağları arasında sıkışıp kalmış bir köy; Novak’ta yaşarlarken, güve yemesin diye yaz başlarında; yünlülerin içine kurutulmuş hayıt çiçeklerini koyan ve hayattayken hiç görmediğim; ama babamdan dinleyerek tanıdığım rahmetli babaannem geldi aklıma. Bize bu hayatı armağan eden o sevgili atalarımı minnetle andım o an…

 Dereli'de suyun sesi...

Vadi boyunca yürümeye devam ettik. Dere yatağının iki yanında yükselen sırtlarda yer yer Yörüklerin evlerine rastladık. Evlerin kıyısından geçerken havlayan köpeklerin sesleri sahiplendi mekânları. Bir süre sonra yol ikiye çatallandı. Biz güneye doğru sürdürdük ilerleyişimizi. Zaman zaman tatlı bir meyille yükselsek de parkur son derece rahattı.

  
Yol çatısından itibaren Dereli Vadisi'nde yürürken...

 
Dereli Deresi'nin bir küçük çavlanı

Dere kıyısındaki çıtlık ağaçlarında çıtlık meyvelerine bu aylarda rastlamamış olmalarına şaştılar Tireli dostlarımız. Oysaki onların çocukluk anıları saklıydı çıtlık ağaçlarında. Bir süre sonra yürüdüğümüz yolun sağında yükselen yamaca konumlanmış bir Yörük evinin önüne geldik. Hasan Hoca, her zamanki gibi ünledi ve selamladı evin sakinlerini. Onlar da bu merhaba üzerine bizi evin bahçesine davet ettiler.

Vadide yer alan Dereli köyünden Ünal'ın evi

 
Evin duvarına asılı nar hevenkleri

Dereli’den Ünal’ın eviydi burası. Yamacın her yanı bahçe haline getirilmişti. Kayrak taşlarla inşa edilmiş bir sivil mimari örneği olan evin şirin avlusunda her türlü malzeme mevcuttu. Duvarda asılı hevenkteki narlar, çardağın altındaki birkaç iskemle, sekinin başındaki derme çatma çeşme, evin güneye bakan yan duvarına asılı portatif tabaklık, su güğümleri ve kap kacaklar bu manzaranın önemli unsurlarındandı. Ev sahipleri, bahçenin yola bakan kıyısındaki dut ağacının altına buyur ettiler bizi. Evin hanımı, hemen ocağa bir çay koyuverdi. Kızı, tepsi ile bardakları hazırlayıp getirdi. Bir anda oluverdi bütün bu işler. Arka arkaya gelen çayların eşliğinde bu dağların bereketi üzerine bir sohbet döndü ortalıkta. Yola devam etmeliydik; çaylar ve sıcak konukseverlikleri için Ünal Bey ve eşine teşekkür ederek yanlarından ayrıldık.

 
Sonra çınarlarla kaplı bir alana geldik. İlerde bunlardan daha pek çoğu ile karşılaştık.

 
Gezginler, çınarların altında...

Dere kıyısından ilerleyen toprak yol, evin karşısındaki çatalda giderek bir patikaya dönüştü. Ama biraz ilerleyince yeniden genişledi. Bir süre dere yatağını yukarıdan seyrederek ilerledik. Kıyı boyunca meşe ağaçları, çınarlara eşlik etti. Gölgelerde serpilen siklamenler, safranlar, her yeri sarmış böğürtlen çalıları, üzerinde siyah renkli ve it üzümü olarak anılan meyveleriyle istifnolar çevremizdeki bitki örtüsünün dikkatimizi çeken diğer unsurlarıydı.

 
Dere yatağına bakış

  
Safranlar

İstifnolar

 
ve meyvesi; it üzümleri

Vadinin iki yakasındaki bahçelerden sesler geliyordu. Cevizler toplanmıştı artık. Kimi yerde budama artıklarının yakıldığı ateşlerin dumanları yükseliyordu göğe doğru. Bir süre sonra, girişi çınarlarla kaplı bir kuru harıma geldik. Derenin kıyısı boyunca ilerleyen patikanın dibindeki bir ağaç gövdesinin üzerinde biraz soluklandık. Manzara eşsizdi.

 
Çınarlarla kaplı kuru harım

  
Gezginler dinlenirken...

 
Asırlık çınarları selamladık.

 
Dereli Vadisi'nin derinliklerine doğru...

 
Karakaya'ya doğru üstümüzden iki jet geçti.

Karakaya’nın eteklerinde; Dereli vadisinin derinliklerinde

Vadiden geçişimiz, her ne kadar doğada suyun en düşük seviyesine indiği bir zamana denk gelse de, yer yer suyun büvetler ve küçük şelalelerle soluklanıp coştuğu anlar da oldu. Vadinin derinliklerine doğru bitki örtüsü iyice zenginleşti. Yol daraldı ve yine çınarlarla kaplı bir alanda son buldu. Dere yatağının içine doğru girdik. Karakaya Tepesi, vadinin derinliklerine doğru ilerlemiş olmamız nedeniyle görüş açımızdan çıkmıştı artık.

 
Dereli Vadisi'nin bütün güzellikleri en derinlerdeydi.

 
Her yerde çınarlar, en arkada pervaneler...

 
Dereli Deresi

Dağdan gelen suyun bu alanda dinlendiği, durulduğu bir noktadaydık. Dere yatağından ilerleme dışında sırtlara doğru çıkan bir dizi patikayı izlemek gibi bir seçeneğimiz de vardı. Ama vakit akşama doğru yaklaşmaktaydı. Sonuçta vadinin derinliklerine doğru nüfuz etmiş, Dereli Vadisi’nde yaklaşık üç saat kadar yürümüştük. Dönüş yolunda; cılız da olsa son yağmurlarla canlanıp yeşeren kekiklerden ve ısırganlardan topladı kimimiz. Ağaçların dallarında narların çoğu toplanmamıştı yine; birçoğu da zaten çatlayıp çürümüş ya da ağaçların diplerine düşmüş durumdaydı.

 
Dereli Vadisi'nde vardığımız son nokta; dere yatağında, yine çınarlarla kaplı bir alandayız.

  
Çınarlar altında Dereli Deresi

 
Dönerken; yine çınarlar...

Dereli’ye yeniden döndüğümüzde sabahtan çok farklı bir manzara yoktu aslında. Yine oldukça sakin, sonbaharın bütün sesleri sönümleyen bir atmosfer vardı köy meydanında. Köyde fazla oyalanmadık; Köyü, Kral Yolu’na bağlayan asfaltı takip ederek köyden ayrıldık.

 
Derede bir an...

 
Son gezgin, dönüş yolunda...

 
Dereli'ye dönerken...

Tire’de Çınaraltı’nda içilen yorgunluk çayları, günün kapanışı gibiydi. Yazdan kalma güzel bir havada Tire’de; Dereli köyünde bir başka rotayı daha gerçekleştirmiştik. Şimdi artık İzmir’e dönme zamanıydı.


Dipnotlar:
(2)    Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.



Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC


5 Nisan 2019 Cuma

TİRE-ÇİNİYERİ’NDE BİR GÜN


TOLAZ’DAN İKİÇAY’A…
5 Mart 2019
İbrahim Fidanoğlu


O köy, ah o köy,
Terk edilmiş ve kimsesiz,
Çocuksuz, neşesiz o köy,
Bizi de sarmaladı çaresizliğiyle,
Ah o köy; Çiniyeri denen,
Yitip gitmiş neşesiyle,
Ah, ah o köy…
Aybey Çini


Giriş

Aydın Dağları’nın eteklerine doğru alçalan vadilerden birinde; Tire’den Ödemiş’e doğru ilerleyen asfalt yolun üst düzleminde yer alan sessiz köylerden biridir Çiniyeri… Usul usul sokaklardan yürürken, dışardan içerilere doğru ulaşan çıtırtıya başlar uzanır; pencerelerden, koca kapılardan. Merakla; ama yorgun bedenlerde içten içe bir isyan… Zaman durmuş gibidir Çiniyeri’nde; sadece yaşlılar; iki büklüm, gözlerine perde inmiş ve her bir yanları sanrılar içinde; geçmişte bıraktıkları efsanevi zamanlar; birisini yakalasak da anlatsak derdimizi, çaresizliğimizi, eski günlerimizi; ah bir anlatabilsek. Bu kadar mı nankör olduk yarabbi; atalarımıza, yaşlılarımıza bu kadar mı uzak kaldık yaban ellerde; ekmek peşinde? Kayrak taşlarla örülmüş duvarlar arasından kıvrılır sokaklar; duvarların gölgeleri düşer önünüze, Aydın Dağları’nın eteklerine doğru; Dallık’a ve üstündeki Dibekçiler Yaylası’na doğru… Neler saklıdır kim bilir şimdi yaşlı dimağlarda; ah bir konuşabilsek, ah bir konuşabilsek…

 
Çiniyeri'nde sabah

 
Çiniyeri; Pers kaya mezarının bulunduğu tepeden görünümü 

“Guyulu Gave”den Çiniyeri’ne doğru

Sabah erken vakitte ulaştık; Tire’nin kadim mahallelerinden Karacaali’nin altındaki “Guyulu Gave”ye… Hırçın bir horoz; sabah sabah “heyt ulan; benim buraların efesi” havalarında, çıkmış kuyu çıkrığının üstüne; ha bire uzun uzun ötmekte… Bir dayılanmak ki sormayın gitsin. Bir oraya sıçrıyor; sonra yeniden eski yerine dönüyor telaşla. Sabah mahmurluğu kahvehanedekilerin üstünden daha kalkmamış gibi. Yol kıyısında bir kamyonet; içi torbalanmış bir yığın bayat ekmek dolu, başı tartamaklı bir köylü; onları satma telaşında. Evlerine, bahçelerine giden köylüler, hayvanları için durup torba torba alıyorlar; 25 ekmek 10 Lira… Kahvecinin getirdiği sabah kahveleriyle başladık güne. Arkamızda horozun bitmek bilmeyen ötüşleri, Doğu’dan Bozdağlar’ı aşarak üstümüze doğru gelen ışığın seli, bugün; sürprizlere gebedir yine. Yönümüz Çinyeri’ne; hikâyesi isminde saklı o hüzünlü köye doğrudur şimdi.

 
Çiniyeri köyü
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)

 
Çiniyeri köyünde bir avluda eski bir ocak
(Fotoğraf: Ahmet Tamer) 


Köyün ismi ile ilgili Çiniyeri köyünden; emekli öğretmen Mehmet Karakaş’ın aktardığı iki farklı rivayet var. Birisi köyün içinden akan derenin eskiden beri Cinlidere olarak anılması; buradan hareketle köyün isminin de bu dere ile özdeşleşerek Çiniyeri’ne dönüşmesi… Bir diğer rivayet ise; köyün çok eski bir yerleşim olduğu; o eski zamanlarda köyde yerleşen çekik gözlü insanlardan (Tire civarında Ankara Savaşı sonrası Timur’un buralara geldiğinde; bir süre Tire’de konakladığı ve bir miktar askerinin de giderken Tire civarına bırakıldığına dair hikâyeler anlatılmaktadır) köyün eskilerinin Çinli diye söz ettiği; köyün isminin de zamanla Çinliyeri ve Çiniyeri’ne evrildiği şeklinde anlatılmaktadır.
 
 
"Guyulu Gave"de horoz; sabah vakti...

 
Dağa Kaçtım gezginleri, "Guyulu Gave"de...

 
"Guyulu Gave" önünde bayat ekmek satışları

 
Guyulu Gave'de zeybek ruhlu bir Tireli

Tire’den Ödemiş’e doğru; Boynuyoğun ve Işıklı köylerini geçer geçmez sağa doğru Çiniyeri sapağından bir vadi girişine doğru yöneldik. Yukarıların çerçöpüyle yüklü bir dere yatağını takip ederek köylülerce Tolaz diye adlandırılan bir köprünün başına geldik. Köprünün üstündeki bir mermer levhada Mestan Ağa Köprüsü yazıyordu. Yapım tarihi ise 1956 yılıydı. Köyün girişine sessizlik hâkimdi. Derenin karşı yakasındaki birkaç evin kapısı, sabaha uyanmışlardı sanki. Verandaya açılan kapıların önündeki tüllerin, rüzgâra uygun salınışından belliydi hayat.

 
Çiniyeri'nin girişindeki evlerden biri 

 
Mestan Ağa Köprüsü

  
 Altı sağır; kule tipi bir konak

 
Derenin karşı kıyısındaki evlerden biri

Tolaz sözcüğü üzerine türlü anlamlar yüklenmiş Türkçe’de… Ama burada bizim mekâna uygun düşen ikisinden söz etmek anlamlı olacak. Birincisi köprü başı; bir suyu aşan kemer; diğeri ise bir mağara ya da inin dairesel tavanı anlamında kullanılmış. Köyde Tolaz Mevkii olarak bilinen yer, köyün içinden geçen dereyi karşıdan karşıya aşan Mestan Ağa Köprüsü’nün hemen başında yer alıyor. Dereyi aşıp evlerin önünden geçerek doğu yönünde hafif meyilli bir toprak yolu takip ettiğinizde ulaştığınız yer ise, hafif tümsek ve yığma bir tepenin hemen üstündeki büyük olasılıkla Perslerden kalma bir kaya mezarı; yani insan eliyle ana kayaya oyulmuş bir tür mağara…

 
İkiçay; Çiniyeri'nin içinden akar.

  
Kaya mezarı yolunda dallarında kalmış portakallar

Köprüyü aşarak kaya mezarına doğru yürüdük. Evlerin bahçe duvarlarının üstünden sokağa doğru sarkan portakal ağacının dalları üzerindeki portakallar olduğu gibi duruyordu. Toplanmamıştı bile. Tire, Ödemiş ve Kiraz civarında dolaşırken sanki sahipsizmiş izlenimi uyandıran bahçelerde çok sık karşılaştığımız manzaraydı gördüklerimiz. İçinde bizzat tanık olduğumuz bir yaşamın olduğu bahçelerde neden toplanmazdı ayvalar, tadı benzersiz narlar, badem ağaçlarında kavurucu Ege yazını geçirip dallarında kararıp kalmış bademler? Köylünün tembelliği mi; üretimden uzaklara düşüşü mü; yoksa 1980’lerden beri uluslararası aktörlerin dümen suyunda sürdürülen politikalarla ülke tarımının geldiği tükenmişlik ve çaresizlik hali mi?

 
Çiniyeri'nde bir sokak

 
Hayata küsmüş taş duvarlar

 
Bir yamaca yaslanmış Çiniyeri evleri

Kim ne derse desin; bugün için İlkçağ’ın en verimli toprakları Kaystros ya da Küçük Menderes Ovası’nda; Tmolos (Bozdağ) ve Mesogis (Aydın) Dağları’nın iki yüzünde tarım bitmiştir artık. Aydın Dağları’nın eteklerine birer inci gibi dizili kadim köylerimizde, şimdi içten içe ağlayan hayatlar var. Gezin ve görün; hak vereceksiniz. Zaten çoğu boşalmış; sadece ölümü bekleyen ihtiyarlar kalmış geriye. Genç nüfusun hepsi ekmek peşinde; buralardan şehrin varoşlarına doğru akmışlar. Tutunan tutunmuş, tutunamayan yok olup gitmiş.

 Kaya mezarından Çiniyeri köyüne ve Küçük Menderes Ovası'na bakış

 
Gezginler, Çiniyeri sokaklarında...

Dağa sırtını vermiş bu köylerden ovaya doğru baktığınızda, İlkçağ’da Ephesos’daki Artemis Tapınağı’nı besleyen o güzelim verimli topraklarda şimdi sadece sayısız hayvan damından ve silaj için ekilen ne menem bir şey olduğu belirsiz; mısır tarlalarından başka bir şey göremezseniz. Çünkü orada tarım öldü. Tütün yok, pamuk yok, kendir yok, bağ yok bostan yok ve en önemlisi su yok… Çünkü on yıllarca bilinçsizce açılan kuyulardan derin kuyu pompalarıyla kanı emilen ova, artık bir şey verecek durumda değil. Diğer yandan Güme Dağı’ndaki kestanelikleri hastalık sardı. Kaplan’ın altındaki bütün kestanelikler kurudu gitti. Dev gibi kestane ağaçları, şimdi kupkuru dallarıyla uzaktan baktığınızda korkunç ve ölgün sahneler sunmaktadır size.

 
Tire-Kaplan sırtlarında kuruyan kestane ağaçları
(Mayıs-2016)  

 
 Köyün sırtını dayadığı tepelerden birinden Çiniyeri'ne bakış

Çiftçi perişan ve hazır yemeye alıştırılmış; aynı şehirdeki gibi bir yaşam kurgulanmış köylerde de. Tamamen tüketme ve yok etme üzerine bina edilmiş gibi duruyor her şey. Ata yadigârı yerli tohumlarımız yok olmuş. Verimlilik gibi kulağa hoş gelen bir takım sözcüklerin peşine takılmış “yeni” uygulamalar… Tanrının bize bahşettiği en önemli yetkinliğimiz olan aklımızı kullanamaz hale gelmişiz sanki. 2019 yılı baharında manzarayı umumiye aynen böyle Küçük Menderes havalisinde…

 
Dağa Kaçtım gezginleri, Çiniyeri'nde bir kaya mezarının bulunduğu tümülüsün üzerinde...

Tolaz Mevkii’nde bir kaya mezarı

Toprak yolun neredeyse en sonunda, dertli Küçük Menderes Ovası’na hâkim bir sekide; çok önceleri açılmış ve yağmalanmış bir kaya mezarının altında yer aldığı bir küçük tümülüs karşılıyor bizi. Şimdi bir kümes olarak kullanılmakta olan mezarın oyulmuş olduğu ana kaya, tepeciğin bütün çevresi boyunca kendi varlığını hissettiriyor.

Kaya mezarının bulunduğu ana kayanın üst yüzeyi

Benzer iki kaya mezarının varlığını ise Tireli arkeolog Ali Özkan’ın “Kaystros Havzası’nda Antik Dönem Kırsal Yerleşim Düzeni: Dideiphyta Katoikia Örneği” isimli çalışmasından öğreniyoruz.(1) Söz konusu yazıda yakın çevrede Greko-Pers Dönemi’ne ait en az üç tümülüsün varlığından söz ediliyor. Bunlar Tire civarındaki Gökçen, Kırtepe ve Çiniyeri yerleşimlerinin yakınlarında bulunuyor. Yine yazıda belirtildiğine göre; kümeler halinde yer alan tümülüslerin varlığı ise, bölgedeki savunma refleksinin gücüne ve çevrede askeri garnizonların varlığına işaret ediyor. Bizim bugün yanına kadar giderek tanıklık ettiğimiz bu Pers Dönemi kaya mezarı ise Çiniyeri köyünde yer alanı.

  
Pers Kaya Mezarı; dromos ile birlikte...

  
İki sekili kaya mezarının içi; şimdi köylüler tarafından kümes olarak kullanılıyor.

Mezarın girişine doğru ilerleyen bir koridor (dromos) bulunuyor. Mezarın içinde gömülerin üzerlerine yerleştirildiği iki adet seki mevcut. Bunlar da ana kayanın içine benzer şekilde oyulmuş. Sekilerin bulunduğu mezar odasının girişi ise, ana kayanın üst sınırlarına doğru düzgün ve piramidal bir düzlemle devam eden ön yüzündeki kapının oturduğu söve ve lento işlevi gören oyuntusuyla dikkat çekiyor.

 
Mezarın üstünde; ana kayaya açılmış sunak delikleri

 
Sunak deliklerinden bir diğeri...

Mezarın kalbinde yer aldığı kayanın üzerinde birer girdabı andıran ve insan eliyle yapıldığı anlaşılan küçük oyuklar dikkat çekici. Bunlar, ölüye şarap ya da yiyecek sunmak amacıyla yapılmış sunak çukurlarını andırıyor. Mezarın güneybatı yönünde; üst düzleme çıkabilmek amacıyla yine ana kayaya oyulmuş, birkaç basamaktan ibaret kaba bir merdiven de mevcut.

 
Ana kayaya  oyulmuş basamaklar

 
Kaya mezarının bulunduğu ana kayanın görünümü

Mezarın üstündeki tümsekten ovaya doğru bakıyoruz. Derenin öte yakasında köyün altındaki evler, biraz daha aşağılarda zeytinlikler ve en arkada Küçük Menderes’in yorgun ve küskün toprakları; ufuk çizgisini kaplamış derin bir sis tabakasının önünde sırayla dizilmişler. Çiniyeri aslında oldukça büyük bir köy. Bir yanıyla ovaya kadar uzanırken, diğer yandan ise Dallık sırtlarından İkiçay’ın aktığı vadinin yamaçlarına dek uzanıyor. Bir yanın çürüyüp bir yanın dirildiği; hayatın kendini biteviye yenilediği sokaklar ve patikalar oralarda. Şimdi yolumuz oraya doğru…

 
Kaya mezarından dönüş yolunda papatyalar


Çiniyeri köyünün sokaklarında…
 
Kaya mezarından dönüşte; aynı toprak yolu takip ederek dereyi bu kez Mestan Ağa Köprüsü’nün biraz altından geçen bir başka köprüden geçtik. Köprünün doğu yakasındaki başında, bir mermer taş dikkatimizi çekti. Yakından bakınca gördük ki; bir Yahudi mezar taşı idi. Yıllarca önce Tire’de Yahudi mezarlığındaki taşlar, yerinden alınmış ve mezarlık ortadan kaldırılmış. Anlatılana göre; mezar taşları, yakınlardaki bir dere yatağına atılmış. Anladık ki bu köprü başını tutan Yahudi mezar taşı onlardan sadece biriydi. Son yıllarda bir kısmı, atıldıkları dere yatağından alınarak şimdiki Tire Organize Sanayi Sitesi’nin üstünde yer alan bir alana belediye tarafından taşınmıştı. Biz de bu durumu yıllar önce yine yanına kadar giderek görmüş ve mezar taşlarının fotoğraflarını çekmiştik. Bir dönem İspanya’dan gelip bu toprakları yurt bellemiş Sefardim Yahudilerinin hatıralarının bu şekilde son bulması oldukça düşündürücü ve hazindi. Ama yapacak bir şey de yoktu ve bizim gerçeğimizdi bu.

 
Köprü ayağındaki Yahudi mezar taşı

 
Çiniyeri köyünde bir yolüstü kahvehanesi; harap durumda..

 
Yolüstünde eski bir konak eskisi

Köyün yukarılarına doğru yürümeye başladık. Yolun sağında bir sekide harap vaziyette eski bir kahvehane vardı. Ona varmadan köyün derinliklerine doğru sapan bir yolun köşesindeki altı sağır ve arkaya doğru uzanan iki katlı, oldukça büyük bir ev dikkatimizi çekti. Resmen bir konak eskisiydi. İki katlı konağın alt katı tamamen sağırdı ve sokağa bakan cephesi, yaklaşık 30 metre kadar içeriye doğru uzanmaktaydı. Evin oldukça yıpranmış saçaklarının hemen altında; doğu ve kuzey cephelerinde yer alan ve yıpranmışlıkları nedeniyle zorlukla seçilen kalem işi süslemeler oldukça ilginçti. Bu bile başlı başına bu evin bir hikâyesi olduğunu ele verir gibiydi. Yapının kuzey cephesi boyunca; sokağa göre yüksek bir sekinin üstünde konumlanmış geniş bir bahçe ve yakın zamanlarda yapılmış bir yeni ev bulunmaktaydı. Anlaşılan yeni hayat bu binada sürmekteydi.

  
Konağın ön cephesi

 
Evin ön cephesindeki dairesel süsleme; duvarcı ustasının imzası gibi; bir uygarlık alameti...

 
Evin sokağa ve köyün ana caddesine bakan cepheleri

İki yanı kayrak taşlarla örülü duvarlarla çevrili sokağın içine girdik. İlerde güneşe doğru sırtını dönmüş, bir sandalyenin üstünde oturmakta olan bir teyze ile karşılaştık. İki kanatlı, eski ve tahtadan koca kapının ardında saklı bir dünya vardı sanki. Girişteki alt katı kümes olarak işlev görev iki katlı müştemilatın penceresindeki teneke ya da plastik şişelerden bozma saksılarda; aşağıya doğru sarkmış karanfiller ve başka çiçekler, konuğunu karşılayan ev sahibi pozlarındaydı. Avlunun girişinin karşısına düşen konumda, iki katlı bir evin üst katında; mahremiyet arz eden tahta bir perde, balkonun korkuluğu görevini de üstlenmişti. Alt katta; bir mutfak işlevi gören sahanlıkta, karşı duvarda birkaç raftan oluşan tahta bir tabaklık; üzerinde dizili, kalayları aşınmış beş on bakır kap, duvara asılı sarımsak demetleri, avlunun girişinin solunda yer alan birbirine bitişik halde, iki küçük kulübeden oluşan bir yapı kompleksi; onun hemen yanında küçük bir ocak, yerde iri taşlardan oluşmuş düzensiz yer döşemeleri, her biri ayrı bir hikâye ile karşımıza dikilmiş bir sürü ayrıntı; koca kapının arkasına gizlenmiş, şimdilerde yaşlı bir teyzeye mekân olmuş koskoca bir dünya…

 
Avludaki iki katlı ev

 
Yaşam konforunu tamamlayan avludaki diğer üniteler; ocak, iri taşlardan oluşan yer döşemeleri, küçük bir ahır ve üstündeki bir yaşam mekanı 

 Alt kattaki verandada tahta tabaklık, sepetler, sarmısak demetleri v.s.

 
Koca kapının ardındaki karanfiller

 
Eğreti duran bir saksılıkta çiçekler

 
Bir merdiven dibinde eski bir yuvgu taşı; acaba daha eskisi bir mermer sütun muydu?

Beyaz yazması, zorlukla gören gözleriyle, kulağı seste; sokaktan avluya yansıyan ayak sesleri sanki onun yoldaşı gibi. Ayaküstü kısa bir sohbet sonrası teyze ile vedalaşarak sokağın yukarılarına doğru yürüdük. Yüksek duvarların üzerinden görülebilen bir evin çatısından aşağı doğru sarkan baklava desenli ahşap saçaklar, bize Rum Mimar Vafiyadis’in 19.yy.ın sonlarında Buca’daki Levanten evlerinin saçaklarındaki ahşap süslemeleri hatırlattı. İlerde yine ahşap çatısı ile dikkat çeken bir deve damı; deve damında tükenmiş bir havut ve içine sinmiş eski zamanların kokusu, bir deve damının içinde şimdi.

 
Eski bir evin saçaklarındaki baklava formunda ahşap süslemeler

  
Buca'da Costa Gavrili Evi; Mimar Vafiyadis'in saçakları
(Kaynak: www.levantineheritage.com)

 
Çiniyeri'nde bir deve damı

 
ve  tükenmiş bir havut

Hasan Hoca, aldı sazı eline; çocukluk günlerinden kalma, Aydın Dağları’na yaslanmış, şimdi sessiz bir köyde canlanan eski zaman hatıralarından aklına geleni söyledi:
“Eeee, Türkiye’de bir şeyler değişiyor. Evler, avlular, harımlar(2), okullar, cıvıl cıvıl meydanlar ve irimlerden(3) süzülerek giden utangaç kız çocukları, ellerinde sapanlarla kuş avlayan erkek çocukları, elinde bakraç, diğerinde çanakla kızını yanına almış; aşure dağıtan analar yok artık.

Aaah ah, avluda neler yapılmazdı ki; damda eşeğimiz, ortalıkta gezinen tavuklar, kelterin içinde saman ve o samanın içinde taze yumurtalar, çamaşır için kazanda kaynayan su… Susamış inek bağırır, köyün bakkalından alınan Mabel marka sakızlar, fırının içinde peksimet toplayan küçük çocuk, sıcaktan bunalmış, ağlamaklı.

Çelik çomak oynamak en büyük tutkumuzdu okul avlusunda. Sapanlarımız vardı lastikten. Tekerleklerimiz vardı. Akşama doğru acıkan karınlarımızı da köşeliden(4) kesilen bir dilim salçalı ekmekle doyurmak, en büyük zevkimizdi. Koyun gütmeye giderdik harım aralarına. Çıtlık ağaçlarına tırmanır, çıtlık toplardık. Bir de kargıdan yaptığımız tüfeklerle birbirimize çekirdeklerini üflerdik. Zeytin sonunda harım aralarında kapanlar kurar, karatavuk avlardık.

 
Peşrefli'de "köşeli" somunları yeni çıkmış fırından...
(Hasan Doğan Arşivi) 

Değirmene giderdik; eşeğe yüklenmiş iki çuval buğday veya arpa ile. Bazen değirmene gitmeyi daha çok isterdik; çünkü kaçamaklarımız olurdu. Sıcak havalarda soyunup çayda suya girmek, o zamanlar en büyük tutkumuzdu.

Meşelerimiz vardı rengârenk. Gaytanlarımız(5) vardı; köy meydanında topaçları döndürürdük. Köy bekçisinden ödümüz kopardı. Sanki suç işlemiş gibi kuşların yuvalarından yumurta çalardık. Kısa pantolon falan bilmezdik. Ayaklarımız da öyle konforlu ayakkabı filan bilmezdi hiç. En konforlusu, gıcırından bir cızlavaktı doğrusu. Ama cıvıl cıvıl o meydanları doldururduk kaygısız.

Ayıcılar gelirdi köyümüze. Kırlılar gelirdi; tarla açarlardı köylüye karın tokluğuna… Köyümüzün odası vardı; orada kalırlardı. Karınları doyurulurdu. Buhurcular(6) gelir, develer çiftleştirilirdi. Onun için de köyde özel bir dam vardı. Basmacılar gelir, ortalığa yayınırdı. Genç kızların rüyasına girerdi; basmadan entari giymek. Yahudi Yuda Amca köye gelir, sepetinde dikiş malzemeleri satardı.

Peşrefli'de yandaşı tepsileri
(Hasan Doğan Arşivi) 

Eskiden kız evi, oğlan evi; pısat(7) kesmeye giderlerdi. Şehre cümbür cemaat oğlana damatlık kumaşlar alınır, terziye bırakılır, akrabalara da gömleklik hatta elbiselik kumaşlar kesilir, ayakkabılar alınır; yine akrabalara teneke kutular içinde baklavalar alınır, dağıtılırdı hepsine.

Düğünlerden önce; oğlan evinden kız evine, kız evinden oğlan evine, yandaşı(8) giderdi. Genç kızların başlarına konan tepsilerde neler vardı, neler? İçinde pişmiş tavuklar, etli pilavlar, helvalar, en pahalısından meyve ve sebzeler, çerezler ve çiçeklerle kaplı tepsilerle rengârenk, güzel giyimli genç kızlar; sıraya girmiş bir şekilde köy meydanından süzülürcesine geçerlerdi.

 
 Peşrefli'de yandaşı geleneği
(Hasan Doğan Arşivi)

Aah ah anneciğim; kelterin en altına renkli pısatları, üstüne de beyazları bir güzel sıralar, aralarına da sabun yerleştirir; üstünden de bolca küllü suyu döker, başlardı tokmaklamaya. Vur babam vur; ardından bir daha küllü su, bir daha tokmakla, en sonunda temiz suyu döker; çamaşırlar, tertemiz mis gibi olurdu.

Köyümüzde bayram geçirmesi yapılırdı. Başka yerlerde olduğu gibi bizde bayram üç veya dört gün kutlanmazdı. Bayram ilk gün yapılır, bir de hafta sonu bayram geçirmesi (uğurlama gibi) olurdu. Biz ona Gencer derdik. Gencer günü; köyün yaşlıları, gençleri ve bütün çocukları toplanır, panayır şeklinde meydanda eğlenilirdi. Orada satıcılar olur, seyyar aşçılar yörenin meşhur yemeği posalı kavurmaları yaparlar, ekmek içinde satarlardı.

Köyümüzde elektrik yoktu, ama geceleri insanlar, ellerinde fenerlerle akşam gezmelerine giderler ve o evlerde büyükler, küçüklere masallar anlatırlardı. Yine evler hanaysa (iki katlı, üst katta geniş odalı), alt katta bir odada ocak olurdu. Herkes ocağın etrafına dizilir, önümüz ısınır, arkalarımız buz keserdi. Ocakta darılar kavrulur, ocağın kenarında çıratma(9) asılı olup çıratmada zeytinyağı yakılırdı; aydınlanmak için geceleri.”(10)


 
Bir başka yandaşı tepsisi; pilavlı bu kez...
(Hasan Doğan Arşivi)

Hasan Hoca’nın anlattıkları, insanların topraktan kazandıkları hayat uğruna çektikleri tüm çilelerin, tüm yorgunlukların unutulduğu o mutlu zamanlara aitti. Tarım ölmemiş, köyler boşalmamış, insanlar en önemli şeylerini; yaşama sevinçlerini kaybetmemişlerdi henüz. Hasan Hoca’yı tutmasaydık eğer; sabahlara dek anlatacaktı durmaksızın; çocukluk günlerinin o değerli hatıralarını.

  
Çiniyeri evlerine bir örnek

 
El ayak çekilmiş sokaklardan.

 
Bir koca kapı; ardında hayat var mı acaba?

Biraz ilerde başka kadınlar kesti yolumuzu; hastalıklarından, geçim sıkıntısından, köyde toplanmayan çöplerinden yakındılar. Evinin üst katındaki penceresinden yarı beline kadar sarkan bir nine, çöpleri ana yoldaki çöp tenekelerine dek nasıl ellerinde taşıyarak çıkardıklarını anlattı; bizi, seçim önü köye gelen resmi görevliler sanarak. Manzara gerçekten hazindi; en az 100 yıllık yaşlı evlerin arasındaki dar geçitlerde ne lağım, ne çöp konteynırı vardı. Köyün sırtını dayadığı tepeye doğru tırmanan toprak geçitlerden birinde; evlerin bahçelerine doğru kafanızı kaldırdığınızda gördüğünüz manzara, yıkık bahçe duvarlarının ardında birikmiş her türlü çöp ve kırık dökük 100 yıllık hayatlardan ibaretti sanki. Avlularda diri kalan, yalnızca daldaki toplanmayan portakallardı.

 
Çiniyeri sırtlarında...

  
Köyün sırtlarında yer alan mahallelerdeki dar geçitlerde biriken çöpler 

ve sahipsiz portakallar...


Hasan Hoca burada yeniden anlatmaya başladı:



“Benim köyümde çöplük nedir bilmezdik. Çünkü çöpümüz olmazdı hiç. O zamanlar naylon yok, plastik yok. Bunlar olmayınca çöplük de olmazdı tabii. Babamın halıdan yapılma bir heybesi vardı. Onun ceplerine Tire Çarşısı’ndan aldığı malzemeleri koyardı. Evimizin koca kapısı, küçük bir dereye açılırdı. İşte oraya biz küllük derdik. Demek ki bizim çöpümüz kül imiş ki; biz oradaki birikintiye küllük demişiz. Çocukken bizler de orada oynardık. Küllükte bahar geldiğinde, birtakım çekirdekler fidana dönerdi. Bizler de onları oradan söküp başka yerlere dikerdik. Çöplükte fidan biter mi hiç; ama bizim küllüklerde fidanlar biterdi.”(11)

 
Bir zamanlar "Çete Amat"ın konağı imiş.

 
Evin yan sokağa bakan cephesi

Sağımızda solumuzda tarih; bir konağın yanından geçtik. Eskiden Tire’den Bozdağlar’a doğru deve kervanlarıyla yük taşıyan bir köylünün anlatımına göre konak, adı hayırla anılmayan; Tire civarında; zamanında kötü şöhreti ile tanınmış Çete Amat’a (Ahmet) aitti. Mezarı ise Çiniyeri’nden aşağıda; Gökçen’e doğru ilerleyen Ödemiş asfaltının kıyısındaydı.

 
Köyün çıkışında gördüğümüz 80'lik bir yaşlı ninenin yaşam mücadelesi

 
Ninenin ağaç kütüklerini evine dek biz taşıdık.
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)

Bir evin köşesi; pahlanmış.
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)

İkiçay’a doğru; anemon tarlaları
 
Yıkık dökük tarihin içinden geçmiş, küçük bir tepeyi aşarak, bizi iki çayın birleştiği yere dek götürecek zeytinlikler arasından geçen toprak patikaya kavuşmuştuk. Kafamız karmakarışık, bir hayli canımız sıkkın; bir anda baharın coşku dolu heyecanına kapılmış bir anemon denizinin içinde bulduk kendimizi. Tanrım o ne anlatılmaz güzellikti; sağımızda solumuzda zeytinliklerin altındaki çayırlarda türlü renkte anemon ya da bizdeki bilinen yöresel ismiyle Adonis’in  laleleri, kendisini yenileyen hayatın birer nişanı gibiydiler. Mest olduk doğrusu…

 
Eski bir değirmenden kalanlar

 
Anemonların geçişi

 
Bu daha beyaz...

 
Lila örneği...

Yürüdüğümüz patika, o kadar şiirseldi ki; Dallık’ın yamaçlarından ovaya doğru akmakta olan hemen altımızdaki dereden gelen sesler, sağımızda solumuzda anemonlar, dere yatağına doğru alçalan değirmen yıkıntıları ve zaman zaman zeytin bahçelerinin bulunduğu düzlemden neredeyse bir adam boyu derinlikte seyrederek bir dere yatağı kimliğine bürünen yürüdüğümüz yol sihriyle kavradı; vadinin derinliklerine doğru içine çekti bizi.

 
Beyaz anemonlar

 
Yan yana; birbirinden güç alarak yaşamak...

 
Yürüdüğümüz patika; zeytinlikler arasında...

Biz vadinin yukarılarına doğru yürürken, yoldan atları ya da traktörleriyle köylüler geçtiler. Heybelerinde hayvanları için topladıkları ot balyaları vardı. Zeytin ağaçlarının diplerinde ise, silkimden kalan zeytinler vardı hala. Yolcunun nasibiydi bunlar. Kimi utangaç, kimi kocaman taç yapraklarıyla olağanüstü güzellikte; ama eflatun ve lila, bazen beyaz ve az sayıda kırmızı örnekleriyle anemon çiçekleri sanki günün kahramanıydılar. Aşağılarda; köyün dar geçitlerinde dolaşırken bizi hüzünlendiren ne varsa zamana dair; hepsi beynimizden uzaklaşıp gitmiş gibiydi.

 
Köylüler geçti yanımızdan...

İşte size irim...

 
Zeytinlikler,kayrak taşlarla tahkim edilmişti.

Bu benzersiz güzellikteki anemon çiçeklerini kim sevmez ki; onunla ilgili binlerce yıl öncesinden bugüne erişen söylenceyi Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü’nde şöyle aktarıyor:

“Suriye Kralı Theias ya da Kıbrıs Kralı Kinyras’ın Myrrha ya da Smyrna adında bir kızı varmış, tanrıça Aphrodite’nin lanetine uğrayan bu kız babasına tutulmuş, onunla sevişmek istemiş. Dadısının kurduğu bir düzenle babasının yatağına girmiş ve on iki gece onunla sevişmiş, son gecesi de gebe kalmış. O gece babası, yanında yatan kadının kendi kızı olduğunu anlamış ve bu korkunç günahı temizlemek için kılıcıyla kızının üstüne yürüyüp onu öldürmek istemiş. Ama tanrılar Myrrha’ya acımışlar ve onu babasının elinden kurtarmak için bir mersin ağacına çevirmişler. 

 
Pembe-lila arası ışık oyunları; üçü bir yerde anemonlar...

 
Zeytinlikler

 
Tek başına; cesurca...

On ay kadar sonra ağacın kabuğu çatlamış, gövdesinden dünya güzeli bir bebek çıkmış. Çocuğun güzelliğine vurulan Aphrodite, onu büyütsün diye yeraltı tanrıçası Persephone’ye vermiş. Ama Persephone de çocuğa tutulmuş, onu Aphrodite’ye bir daha geri vermeye yanaşmamış. Tanrıçalar arasında kopan kavgaya yargıçlık eden Zeus, Adonis’in yılın dört ayı Persephone’nin, dört ayını da Aphrodite’nin yanında geçireceğine, geri kalan zamanda da istediği yerde yaşayabileceğine karar vermiş. Adonis, sekiz ay Aphrodite’nin yanında kalmayı seçince, tanrıçanın güzel delikanlıya olan aşkını kıskanan öbür tanrılar (Ares ya da Artemis) Adonis’in üstüne bir yaban domuzu salmışlar; kasığından yaralanan Adonis de kanaya kanaya can vermiş. Toprağı sulayan kanından Manisa lalesi denilen bahar çiçekleri bitmiş, öte yandan sevgilisinin yardımına koşan Aphrodite’nin ayağına diken batmış, sıyrığından akan bir damla kan tanrıçanın çiçeği olan beyaz gülü kırmızıya boyamış.

 
Lila anemonlar

 
Çayı geçerken...
(Fotoğraf: Ahmet Tamer) 
 
anemonların cazibesi
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)


Beyazların kardeşliği
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)

Kışın yeraltında saklanan, baharla birlikte yeryüzüne dönen ve aşk cümbüşü içinde fışkırıp gelişen bitkisel varlığı simgeleyen Adonis’e Suriye’de özellikle kadınlar tapınırlardı. Yılda bir bahar bayramları yaparlar, saksılara, sepetlere tohum dikerler, onları sıcak sularla sularlardı. Böylece hızlı büyüyen bu bitkiler, kısa zamanda solup ölürlerdi. Adonis bahçeleri denilen bu çiçeklerin karşısında kadınlar yas tutar ve “O ton Odonin” (Vah Adonis!) çığlıklarıyla döğünürlerdi.”(12)

İkiçay'ın kıyısındayız.
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)

Sarı su akıyordu çeşmeden; yanından da küçük bir derecik...


İkiçay’da huzur
 
Özenle örülmüş zeytin bahçelerinin duvarlarının yanından geçip gittik. Hava oldukça ısınmıştı. Biraz sonra küçük bir dereciğin yanından süzüldüğü sarı sulu bir çeşme çıktı karşımıza. Karakaya civarında dolaşırken, suyu kükürtlü bu çeşmelere çok rastlamıştık. Geniş patika, buralarda daraldı. Zeytin sekilerinin üstüne çıkarak sık sarmaşıklar, pırnar meşeleri ve nice nebatın içinden süzüldük; derinlere doğru… Yürüdüğümüz patikayı zaman zaman İkiçay’ın kolları kesti. İri taşları dayanak yaparak atladık suyun üstünden. Çağıldayan su sesi, müzik oldu eşlik etti bize.

 
Dereye doğru; patikanın güzelliği...

 
Duvarlarda göbek otları

 
Patika iki çayın birleştiği yere doğru daraldı.

 
Duvarlarda altın otları 

 
Su düğün çiçekleri

 
Gezginler, İkiçay'a doğru...

Biraz ilerde eski bir köprü ya da su kemerinden günümüze ulaşabilmiş çayın iki yakasındaki köprü ayakları vardı. Kayrak taşlardan örülmüş kemerin ortası zaman içinde yıkılmıştı. Ayakların son durumunu görebilmek için yukarı tırmandık. Dereye hâkim bir noktadan Dallık’a doğru baktık. Tek kemerli köprü, aynı zamanda vadinin iki yakası arasında geçişi de sağlıyor olmalıydı. Ama izleyebildiğimiz kadarıyla karşı yakadaki ayağın devamında, yolun karşı yamaçta ilerlediğine dair bir iz kalmamıştı. Belki de hiç yoktu; kim bilir?

  
İkiçay, köpüre köpüre akıyor; ovaya doğru...

 
Gezgin, çayı aşarken...

 
Gezginler, kemerli köprü önünde...

 
Kemeri yıkılmış; ayakları duruyor.

 
İkiçay; bir daha...

Ulaşmak istediğimiz noktanın yakınlarındaydık. Burada İkiçay’ın iki kolu birbirine karışarak, Küçük Menderes’e kavuşma telaşında aşağılara doğru akıyordu. Bir süre çayın kollarından birisinin kıyısına oturduk. Bir arınma haliydi sanki yaşadığımız; bülbüller, suyun çağıldayan sesi, kurbağalar ve biz… Çevremizde başka kimsecikler yoktu. Dallık sırtlarından; çok uzaklardan insan sesleri çalınıyordu kulaklarımıza; vadinin derinliklerinde yankılanarak… Dört kişiydik; aslında milyonlarcaydık; ama farkında değildik. Hemen bir karış ötemizde; kimimiz çiçek, kimimiz böcek; türlü türlü can, doğanın bu güzelim köşesinde hayat bulmuştu. Ne güzel… Doya doya anın keyfini çıkardık. Ne tarım politikaları, ne kuruyan Menderes’in suları, ne günlük maişet dertlerimiz; sadece doğa ve arınmak vardı; sadece o an vardı. Dallık altında bir yerlerde; bir vadinin en kuytu köşesindeydik. Her şeyden yalıtılmış; sonsuz bir yalnızlık içindeydik sanki.

  
Vadinin derinliklerinde...

 
Su kemerinin yukarıdan görünümü 

 
İzmir papatyaları

 
Pembe anemon

 
Kemer köprüde; gezginin yalnızlığı

 
İkiçay "öz çekimi"

İkiçay’ın birbirine kavuştuğu yer, bizim için bir dönüş noktasıydı aynı zamanda. Dönüş rotamız, gelişimize paralel olsa da biraz daha dere yatağına yakın seyretti. Zeytinliklerin arasından geçtik dönüş yolunda. Zeytin ağaçlarının gölgesindeki anemonların renkleri daha mı farklıydı ne? Doyumsuz güzellikteki Adonis’in çiçeklerini kâh seyrederek, kâh bir kez daha fotoğraflayarak köyün vadi tarafındaki çıkışına ulaştık. Köye bu kez yine yüz yıllık evlerin arasından büklümler yaparak ilerleyen bir dar geçitten girdik. Geçit köyün meydanına doğru bir kaç keskin dönemeçle nihayet buldu. Köyün meydanının çevresine dağılmış yamaçlardaki evleri, onlara doğru tırmanan daracık sokaklar, köyün camisi ve sekilerdeki kahvehaneler Çiniyeri’nin kalbindeki dikkat çeken unsurlardı. Meydanda zaman kaybetmeksizin, dere boyunca devam ederek arabamızı bıraktığımız Mestan Ağa Köprüsü’ne doğru yöneldik. Oturmaktan uyuşmuş bedenlerin bir ara bize dönen bakışları, giderek durgunlaştı ve tekrar aynı miskinlik içinde; kaybolup gitti zamanın sonsuzluk girdabında.

 
Dönüş yolunda zeytinler altında yemyeşil bir çayır

 
Utangaç bir anemon

 
Bu da daha koyusu...

 
Köye çay yönünden girerken rastladık; yerlerde dökülmüş portakallar...

 
Dağa Kaçtım gezginleri, Çiniyeri köy meydanına inerken...

  
Çiniyeri'nde hüzün her yerde; terkedilmişlik iklimi...

 
Köy meydanına doğru...

 
Meydandan bir görünüm; kahvehanelerde yorgun yüzler...

 
Meydana bakan sekideki kahvehaneler

Köye gelen dört yabancı, gün boyu kayrak taşlı duvarlarla kaplı evlerin arasında, İkiçay’ın kıyısı boyunca baharın nefesini hissederek tenlerinde, pastoral patikalarda ve anemon tarlaları içinden geçerek yürüdüler, yürüdüler. Mutluluk ve hüzün o anda saklıydı. Ne mutlu ki onlara; hepsi bunun farkındaydı.

 
Çiniyeri köy meydanının genel görünüşü

 
Çiniyeri'ne veda ederken; sekilerde terk edilmiş başka kahvehaneler...

Dipnotlar:
(1)     Ali Özkan; Kaystros Havzası’nda Antik Dönem Kırsal Yerleşim Düzeni: Dideiphyta Katoikia Örneği; https://www.academia.edu/37589832/Kaystros_Havzasında_Antik_Dönem_Kırsal_Yerleşim_Düzeni_Dideiphytha_Katoikia_Örneği
(2)    Harım: Köye yakın yerde sebze üretmek amacıyla ekilip biçilen bahçe
(3)    İrim: Bahçelere giden dar, patika yol
(4)    Köşeli: Tenekeden tavaların içinde pişirilen 10 ekmek büyüklüğünde ve dikdörtgen şeklinde ekmek
(5)    Gaytan: Topacın döndürülmesini sağlayan ve topaca sarılan ip
(6)    Buhur: Çift hörgüçlü erkek deve; onların sahiplerine ise buhurcu denirdi.
(7)     Pısat: Elbise
(8)    Yandaşı: Düğünlerden önce; kız ve oğlan evlerine, karşılıklı olarak giden türlü türlü yemek ve çeyiz tepsileri.
(9)    Çıratma: Zeytinyağının yakıt olarak kullanıldığı bir tür kandil
(10) Dağa Kaçtım gezgini; Tireli biyoloji öğretmeni Hasan Doğan’ın gezi esnasında anlattıklarından yararlanılarak hazırlanmıştır.
(11)  Hasan Doğan anlatımıdır.
(12) Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 11. Basım; Kasım-2002; Sayfa:12
(13) Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC