İbrahim Fidanoğlu
Doğa yürüyüşü niyetiyle
çıktığımız Karaburun seferi, iki gündür beklenen yağmurun aniden sağanaklar
halinde bastırması ile Rüzgârlı Mimas’ın çevresinde
yaptığımız bir yarımada gezintisine dönüştü. Nergis ve sümbül diyarı Karaburun Yarımadası’nda
Akdağ’ın
(antik dünyanın Mimas’ı) eteklerine serpilmiş saklı köylerine girdik çıktık,
Bazen lodosla kabaran denizin kıyıcığında; küçük molalarla renklendirdik
günümüzü. Bazen de denize tepeden bakan köy kahvehanelerinde soluklandık;
yağmurun hafiflemesini bekledik; köylülerle lafladık. Velhasıl bugünün özeti;
Karaburun kıyılarında tatlı ve ıslak bir tembellik oldu çoğunlukla.
Balıklıova'da sabah yağmuru
Sabah erken saatlerde
Urla – Gülbahçe yoluyla ulaştığımız Balıklıova’da yağmur altında kahvaltımızı
yaptık. Deniz suyu, lodosun etkisiyle epey kabarmıştı. Balıklıova’daki
kahvehanenin önünde; denize uzanan derme çatma iskele, tamamen sular altında
kalmıştı.
Kahvaltı sonrası kıyıyı
takip ederek Kuzeye doğru yola çıktık. Yağmur sürekli yağıyordu. Yapılacak tek
şey; Akdağ
eteklerine serpilmiş köylere birer birer girip çıkmak, bu saklı dünyadaki
yaşamı yağmurlu bir günde gözlemekti.
Kösedere Köyü Camisi'nin 2008 yılındaki eski hali
Mordoğan sapağına
yaklaşırken solumuzda Çatalkaya ve sapağı geçtikten
yaklaşık 1 km. kadar sonra da süslemeleri ile meşhur Ayşe Kadın Camisi’nin de
bulunduğu Eski Mordoğan Köyü’nü ardımızda bıraktık. Eğlenhoca (bu kadar güzel
köy ismi olur mu?) Köyü levhasından yukarı döndük. Köyün merkezindeki camide
iskeleler kuruluydu. Belli ki bir restorasyon faaliyeti sürmekteydi. Köyde
durmadık; zaten yağmurdan dolayı da ortalarda kimsecikler yoktu. Kösedere’ye
doğru devam ettik. Baharın bütün güzelliği, yağmurla yıkanmışlık içinde göz
alıcı manzaralar sunuyordu. Erguvanlar, doğayı kendi adlarıyla anılan renklere
boyamışlardı. Kösedere Köyü’nün girişindeki mezarlığı geçerek köy meydanına
ulaştık.
Kösedere Köyü Camisi'nin girişteki kitabesi
Dikkatimizi çeken konu
camiyle ilgiliydi. 18.yy.dan kalma caminin daha sonraki yüzyıllarda hemen
yanına yapılmış bina yıkılmıştı. Üzerinde güvercin yuvasını andıran bir
rölyefle dikkat çeken caminin kemerli kapısı açıktı; içeri girdik. Caminin
19.yy.da adalı Rum ustalar tarafından yapılması kuvvetle muhtemel mihrabındaki
barok alçı süslemeleri ve duvarlarda yer alan deniz ve doğayı konu alan duvar
resimleri oldukça etkileyiciydi. Mihrabın solunda 19.yy.dan kalma İzmirli Rum
saat ustalarının el ürünü bir ahşap gövdeli saat durmaktaydı. Camideyken bizi
merak edip içeri gelen köy ihtiyar heyetinden bir köylüyle köyün kahvehanesinde
sohbet ettik. Caminin yanındaki eklenti binanın kendileri tarafından
yıkıldığını, Anıtlar Kurulu’ndan ilgililerin cami ile ilgili incelemelerde
bulunduğunu, proje çalışmalarının yürütüldüğünü, yakın zamanda bir restorasyon
planlandığını anlattı. Caminin orijinal halinde camiye bitişik halde bulunan
Abdülhamit dönemi minaresinin 1940’lı yıllarda yaşanan deprem sırasında tamamen
yıkıldığını, minarenin daha sonra bugün yıkılmış olan eklenti binanın ötesine
ve camiden ayrık konumda yeniden yapıldığını köy azasından öğrendik. Caminin
etrafında çevreden çıkarılmış olan çok sayıda mezar taşı ve antik malzeme
bulunuyordu. Bunların koruma altına alınması gerektiği konusundaki
temennilerimizi azaya bir kez daha söyledik ve yola devam ettik. Yağmur kısa bir
süre ara vermişti. Bunu fırsat bilerek belki yürüyebiliriz umuduyla; Meli’ye
doğru yarımadanın arka yüzüne, yönümüzü çevirdik.
Caminin kemerli giriş kapısının üstündeki rölyef
Karaburun’u geçtikten
sonra Tepeboz altındaki Yeni Liman’a yaklaşırken berbat bir
yağmur yeniden başladı. Lodos ve Batıyla birlikte çılgın bir şekilde yağan
yağmur nedeniyle köyün limana yakın kahvehanesine sığındık. Balıkçı tekneleri
sıra sıra limana dizilmişti. Bugün hayat, Karaburun Yarımadası’nda sanki durmuş
gibiydi; yada yağmurun etkisiyle bize öyle göründü. Çayların eşliğinde denize
küçük şapkalar şeklinde düşen yağmuru uzun süre keyifle seyrettik. Biraz
hafifleyince Hasseki’ye doğru yola çıktık.
Yeni Liman'da yağmuru seyreden gezgin
Vadiye inen sis içinden
ilerlerken, bayıra doğru terk edilmişlik içinde yalnızlığına sarılmış, kente
akın akın göçen gençlerin ardında kalan birkaç yaşlı nüfusu ve bazı şehir
kaçkınları ile yüzyılların yorgunluğunu taşıyan silüetini gösterdi bize Hasseki.
Yağmurda Yeni Liman
Akdağ’ın Ege Denizi’ne doğru
uzanan derin vadilerinde 19.yy.da sürdürülen yoğun bağcılıktan eser yok artık
buralarda. Sökülen bağların sekileri zaman zaman seçilmiyor değil aslında.
Ancak, son yıllarda bu derin vadilerin yamaçlarında merkezi hükümetin
teşvikiyle makilik alanların sökülerek zeytin dikilmesi operasyonu yürütülüyor.
Bu amansızca ve hunharca sürdürülen doğa katliamı sonunda, iktidara yakınlığın
avantajlarından da yararlanılarak devlet bankalarından elde edilen teşviklerle bu
güzelim yamaçlar, tamamen o doğal örtüsünden arındırılmış ve kel bir başa
döndürülmüş durumda. Ancak, doğa her zamanki gibi uyarılarını ve derslerini
vermekte. Yağan şiddetli yağmurlar sonrasında bu doğa tahribatının ceremesini
ve sonuçlarını Badembükü, Hamzabükü gibi cennet köşesi koylara
doğru akan dereciklerin taşıdığı zemin toprağının, denizi boyadığı kahverengi
sularda aramak gerek. Ne diyelim sözün bittiği noktadayız artık.
Hasseki; 2008 yılında...
Karaburun Yarımadası’nın
Batıya bakan yüzünde; kendini bu vadilerin korsan akınlarına kapamış saklı
koyaklarında gizlemiş bir dizi köy yer alıyor. Hepsi de; II. Abdülhamit dönemi
tek tip minareleri ile dikkat çeken 19.yy. camileri ve yerel malzeme kayrak
taşlardan yapılmış sivil mimari örneği güzelim evleri ile ortak bir ayar
tutturmuşlar sanki. Hasseki, Sarpıncık, Parlak, Salman ve Küçükbahçe bunlardan
bazıları… Bazıları da var ki; Rumların Türklerle birlikte yaşamının sonlandığı
1922 sonrasındaki Mübadele’den sonra kaderleri hepten değişmiş ve doğanın ve
insanın tahribatı ile günümüze kadar devam eden bir yok oluş sürecine
sürüklenmişler.
Salman Köyü Camisi; 2008 yazı
Parlak’ı geçince, yalısı olan Badembükü’ne
doğru inen bayır aşağı yoldan çok rahatlıkla seçilebilen ve bize her
geçişimizde Fethiye’deki Kayaköy’ü hatırlatan Sazak Köyü bunlardan en
dikkate değer olanı diyebilirim. Bir de bugün yazlık sitelerin istilasına
uğramış haldeki Kara Reis Çifliği’nin üstünde; terk edilmiş eski Rum Köyü Meli
var. Aslında Hasseki, Parlak ve hatta Küçükbahçe’nin kendisi de; iki
halkın bu ortak yaşamına yüzlerce yıl tanıklık etmiş köylerdir. Ancak, 1922’de
yaşanan o büyük travma, Ege’nin her iki yakasında da bugüne dek uzanan onulmaz
yaralar açmış ve zihinlerde hiç silinmeyecek izler bırakmıştır.