Dido Sotiriyu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dido Sotiriyu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2012 Pazar

Dostluğun ve Düşmanlığın Adası; GİRİT



26-29 Ekim 2012
İbrahim Fidanoğlu


Girit, pek çoğumuzun geçmişinde yer alan öyküleriyle yüreğimizi titreten bir coğrafyadır aslında. En azından bir romanda ya da bir anı kitabında okuduklarımızla tanışmışızdır bu topraklarla. İki farklı halkın yüzlerce yıl birlikte yaşayıp daha sonraları kanlı bıçaklı düşman oluşudur aslında bu topraklardaki saklı öykülerde anlatılanlar.

Heraklion (Kandiye) Limanı
Heraklion (Kandiye) Limanı

Bir “Cihan” İmparatorluğu’nun çöküşü esnasında; Anadolu’da yaşanan Küçük Asya Felaketi ile derinleşen ve en sonunda mübadelede her iki yakadan insanların yurtlarından koparılmasına ve gittikleri topraklarda bir anlamda kendilerini “iki kere yabancı(1) hissetmelerine yol açacak bu süreç, her iki tarafın mağdurlarında nesiller boyu silinmeyecek izler bıraktı. Çekilen acılar, yapılan çileli yolculuklar öykü, roman ve anı oldu; kitaplara yansıdı. Savaşın çocuklarının çektiği acılar, böylece kendilerinden sonra gelecek nesillere ders niteliği taşıyacak bir boyuta ulaştı.
Politikanın girdabında olmayacak yerlere sürüklenen bu acılı kuşakların yaşadıklarından, her iki toplumun çocuklarının alacağı büyük dersler var. En az bin yıllık ortak tarihleri; birbirleri ile iç içe geçmiş kültürleri ve yemeklerine kadar uzanan sosyal yaşamlarındaki benzer alışkanlıklar, bu iki toplumu aslında dostluğa mahkûm etmiş bile denilebilir. Ama ne yazık ki; dünyanın ağa babalarının her zaman bu “büyük insanlığı” tuzağa düşürmek için kurnazca planları bulunuyor. Bize düşen ise; aklımızı ve tarih bilincimizi kullanarak, bu hinoğlu hin tuzaklara bir daha düşmemek olsa gerek.

Kostas’ın büyükannesinin Ayvalık’tan getirdiği Meryemana İkonası
Kostas’ın büyükannesinin Ayvalık’tan getirdiği Meryemana İkonası

Akdeniz’in ortasındaki Girit Adası’nın Batı ucundaki Hanya’ya geldiğimizde, biz de herkes gibi Eski Liman’a doğru yürüdük. Sofoklis Venizelos Meydanı’ndaki Kapalı Çarşı civarında bulunan bütün yollar, neredeyse rıhtıma çıkıyordu. Restorasyonu süren Roma – Bizans döneminden kalma surların hemen önünden limana paralel ilerleyen Karaoli Dimitriou Caddesi’nde meşhur Hanya bıçakçıları vardı. Biraz onlara bakalım dedik. Yoldan merdivenlerle ulaşılan ve ilk bakışta çıkmaz bir sokak izlenimi veren sokakta adamın biri, yerdeki yaprakları süpürüyordu. Dikkatimi çekti; sokağa girdim. Biraz ilerleyince adam beni fark etti ve gülümsedi; gayri ihtiyari adama Türkçe “Merhaba” dedim. Bunun üzerine adam da bana Türkçe yanıt verdi. İsmi Kostas’dı.

Kandiye Limanı’ndaki Venedik Kalesi “Kules” duvarlarında yer alan Venedik Aslanı
Kandiye Limanı’ndaki Venedik Kalesi “Kules” duvarlarında yer alan Venedik Aslanı

Kostas, eczacı idi ve yıllarca Danimarka’da çalışmıştı. Şimdi doğduğu topraklara Danimarkalı eşi ile birlikte geri dönmüş ve büyüklerinden yadigâr; sokak arasındaki iki katlı, bahçeli evinde pansiyonculuk yapıyordu. İzmir’den geldiğimizi öğrenince, heyecanla bizi içeri davet etti; eşiyle tanıştırdı ve ilk olarak hemen kapının girişindeki soldaki duvara asılı duran ve Ayvalıklı büyük annesinden kalma Meryemana ikonasını gösterdi. Anneannesi, mübadelede onu Ayvalık’tan getirmişti. Kostas’ın, Ayvalık dedikçe gözleri parlıyordu. Bize dostlukla; ilgimizi çekebilecek ya da hoşumuza gidebilecek bir şeyler gösterebilmek için, içi içine sığmıyordu. Evin arka bahçesine çıkardı bizleri ve Venedik döneminden kalma duvar parçalarını gösterdi. Sokağın biraz ilerisinde, yine kendi ailesinden kalma bir yıkıklığa götürdü ve Venedik döneminden kalma bir alınlık parçası ile Osmanlı ve Venedik döneminden kalma duvarları gösterdi. Orayı da restore ettirip pansiyon yapacağını anlattı. Kostas, bu sırada biraz Türkçe, biraz İngilizce arada bir de Yunanca; karmaşık bir dil kullanıyordu. Bu durum bizi de heyecanlandırmıştı. Dar zamanda anı paylaştık Kostas’la… Zamanımız kısıtlıydı; ancak belki de bizim için Girit’te geçirdiğimiz en ilginç, en dostça zamanlardı; o anlar. Bu, bizim sadece tesadüfen rastladığımız bir andı Hanya’da…

Hanya; Eski Liman; sanki İzmir’in 19.yy.daki hali
Hanya; Eski Liman; sanki İzmir’in 19.yy.daki hali

Ailesi Girit’ten göçen Ayvalıklı araştırmacı-yazar Ahmet Yorulmaz’ın “Savaşın Çocukları” isimli belgesel romanında ise Aynakis Hasan ya da Hasanaki mübadele sonrasında Ayvalık’tan Girit’e şu düşüncelerle bakmaktaydı:

“Şimdi anayurdumda oturduğum kıyı ilçesi Ayvalık’ın dar sokaklı, avlusuz, bahçesiz evlerine baktıkça, bir hüzün, bir gariplik çöker içime. Hele karanfil, papatya, adaçayı, ıhlamur yerine küf kokan karanlık yapılar sıla özlemimi depreştiriyor. Cetlerimin toprağındayken, bizden on beş kuşağın dünyaya geldiği Girit’i anımsamam, özlemem ne ola ki, diye çok düşünmüşümdür. Hâlbuki Girit’te, son olarak, “Türkler dışarı!” diye bağırıyordu Rumlar. Doğup büyüdüğümüz yerden atmak amacındaydılar bizi, attılar da. İstanbul’da, “Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!” diye bağırırlarken, o tarihte yanında çalıştığım matbaacı Vladimiros, bir plak gibi şunu yineleyip duruyordu bana: “Hasanaki inanma sakın, Girit, gitti gider. Sizinkiler, bizim kiliseyle politikacılarımızı tanımıyorlar. Bunların ikisinin yapamayacağı yoktur; dünya âlemi kandıracaklar, sizi buradan çıkaracaklardır. Bak zamanı gelecek, Vladimiros Usta söylemişti diyeceksin.”

Hanya’da Ağa Camisi
Hanya’da Ağa Camisi

“Anayurt Anadolu’ya geldik. Bu kez buradakiler, ırkdaşlarımız, dindaşlarımız, “Yarım gâvur!”, “Gâvur tohumu” diyorlar bize. Beslenmemiz bol sebzeli, dağdan bayırdan toplanan otlarla olunca, bunu da hazmedemiyorlar, alay ediyorlar bizimle: “Eşeklerin hakkını yiyor bunlar,” diyorlar. Horluyorlar, ilişkilerini sınırlı tutuyorlar. Bir başka yere serpiyorlar sizi, gelişip boy atıyorsunuz, gelişme çağınızda kökünüzden söküp atıyorlar. Gerçi alınıp getirildiğiniz yer, çıkış yeriniz ama beslendiğiniz toprak su, hava başkaydı. İnsanın kaderi mi diyeceğiz buna, yoksa barış içinde yaşayanları birbirlerine düşürmekten çıkar umanların işleri mi?”(2)

Hanya’da Splantzia Meydanı’nda “zamane” kahvehaneleri
Hanya’da Splantzia Meydanı’nda “zamane” kahvehaneleri

Kökleri Girit’e dayanan bir başka yazar; Karşıyakalı ağabeyimiz Ertuğrul Erol Ergir de Giritli Mustafa isimli anı-roman kitabında kahramanı Giritli Mustafa’yı şöyle konuşturmaktadır:

“Evet, neticede biz Osmanlı Türkleri, Girit’i kan dökerek Venediklilerin elinden almıştık, yani bir zamanlar işgal etmiştik. Ama işgalciliğimizi bir yerde noktalamış ve zamanla tam birer Giritli’ye dönüşmüştük. Diğer işgalciler gibi kadınlarımızı dışarılardan beraberimizde getirememiştik. Halkla bütünleşmiş ve çoğalmıştık. Ada halkının tümüne dost gözüyle bakıyorduk. Türkler işgalden sonra da kültür, gelenek, dil ve dinlerini muhafaza etmeye muvaffak olmuşlardır ve Rumların da aynı haklarını korumalarına müsaade etmişlerdir. Belki uzun yıllar hâkimiyetin Osmanlılarda olması Rumlara eşit muamele yapılmasını biraz önlemiştir. Ama tarih akışı içinde olaylar geliştikçe ve hatta Fortezza’dan (Venedik döneminden kalma Resmo Kalesi) Osmanlı bayrağı indirilip Yunan bayrağı çekilince de yani Girit Yunan Krallığı’na bağlanınca da karışıklık ve kavgalar noktalanmamıştı.” (3)

Girit’ten göçmek zorunda bırakılarak anayurtlarına gelen Türklerin ruh halleri ve özlemleri işte böyleydi. Hanya’lı dostumuz Kostas’ın atalarının da bundan farklı olduğunu hiç düşünmedik biz. Çünkü doğduğu topraklardan insanları koparmak kadar daha kötü ne olabilir?

Aya Nikola; lagüne doğru
Aya Nikola; lagüne doğru

İşte bunu yanıtı; Dido Sotiriyu’dan; Matomena Hatome (Kanlı Topraklar) ya da bizim tanıdığımız adıyla “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” romanının son sayfasında:

“Gölgeler gidip geliyor gecenin içinde. Saldırmalar, bir vuruşta bir kelle uçuruyor. Ter içinde vücutlar, kudurgan bir hınçla aralıyor genç kız bacaklarını ve bu lanetli aşkı tamamlamak için de lekesiz göğüslere bir bıçak saplıyorlar… İnsanlar! Siz bu dünyadan değil misiniz? Hangi şeytan teslim alıp öldürdü ruhumuzu?

Karşıda… Küçük Asya kıyılarında… Minicik ışıklar yanıp sönüyor. Ve kocaman gözler var, yanıp sönen karşıda. Ve tertemiz evler var… Gizli deliklerde paralar yanıp sönüyor, ikonostazda gelin güvey taçları. Mezarlarda atalar yanıp sönüyor. Göz kırpıyorlar sırayla karşıdan. Küçük Asya kıyılarında evet, karşıda; çocuklar, akrabalar, dostlar bıraktık. Gömülmemiş ölüler, barınaksız diriler bıraktık ve şimdi hayaletler misali, oradan oraya savrulan düşler… Küçük Asya kıyılarında evet! Daha dün yurdumuz olan karşıda…

Dipsiz gecenin içinden, tanıdık gölgeler kayıp geliyor… Kirliceliler ve Şevket… İsmail Bey, Kerim Efendi, Şükrü Bey ve Ali Dayıyla kızı… Boşuna! Hiç biri imdada koşamaz artık… Yıkılıp gitti her şey!

Yeknesak çan sesleri işitiyorum. Devenin o yumuşak, o edalı yürüyüşüne işarettir bu çan sesleri! Hörgücünde üzüm küfeleri, kuru incir sandıkları ve zeytin çuvalları, pamuk ve ipek balyaları ve gül suyu küpleri ve şarap fıçıları taşıyıp gelen devenin!

Aya Nikola Kordonu
Aya Nikola Kordonu

Deveci heyy! Kulağında karanfil, nereye gidiyorsun? Beni de al yanına! Geliyorum işte, bekle! Ve boşu boşuna haykırıp durma o güzel türküyü: Yüreğini sımsıkı kapamış herkes, işitmiyorlar!

Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun… Ben, senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp, beraber ağladık… Ne yapıyor Şevket? Ah Şevket! Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi! Durup dururken!

Ve sen… Kör Mehmet’in damadı... Hele sen! Neye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş? Ve işte ağlıyorum… Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler… Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!

Bütün bu çekilen acı, bir kötü rüya olsaydı ah! Ve yan yana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden! Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp yan yana eğlenmek üzere, şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!

Hanya yakınlarında Aya Triada Manastırı
Hanya yakınlarında Aya Triada Manastırı

Ana yurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellâtların Allah bin belasını versin!”(4)

14 Mart 2012 Çarşamba

ŞİRİNCE’DEN BELEVİ’YE BİR GEÇİŞ ÖYKÜSÜ


14 Mart 2012
İbrahim Fidanoğlu
Şirince yada eski adıyla Çirkince; birbirine zıt yönde iki dramatik göçün insanlarının geldikleri yerdeki önceki ve gittikleri yerdeki sonraki hayatlarında yaşadıkları çilenin şifrelerini taşıyan Aydın Dağları’nın tepesinde konumlanmış belki de Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya (Matomena Homata – Kanlı Topraklar) romanında anlattığı Kırkınca köyünün ta kendisidir; ama şimdilerde asla orası değildir. Çünkü onun bunun elinde kalmış restorasyonlar; yıkılıp dökülen kiliseler ve diğer yapılar; her ne kadar turizmin nimetlerinden yararlanmaya başlayalı beri o sessiz karanlığından biraz sıyrılıp bugüne geldiyse de bu süreçte de ağır yaralar almış bulunmaktadır. Bugün için var olanla yetinmek durumundayız; Anadolu’nun her yerinde ve her an olduğu gibi… Yine bu bizim benliğimizin dışında seyredip duran ve her gün ve her gün yeniden bozulup yeniden kurulan dengeler dünyasının acımasız gerçeğine teslim olmak zorundayız. Debdebeli isyanların ve gösterişli sözlerin zamanı değildir. Sonuç olarak; bugün konumuz bunların hiç biri değildir. Biz bugün size basit bir doğa yürüyüşünün ayrıntılarından söz edeceğiz. Diğer konuların bam teline, belki başka bir zamanda dokunur geçeriz.

Şirince Belevi yürüyüş rotası

 Şirince

Bugünkü planımız, İzmir’in Selçuk ilçesi sınırları içinde ve Aydın Dağları’nın yüksek bir noktasında yer alan tarihi yerleşimi Şirince’den başlayan bir yürüyüş yapmaktı. Oldukça bulutlu ancak yağmursuz; güneşin nadiren kendini gösterdiği, sıcaklığın yükseltiye ve gün içindeki gelişime göre 6 ila 12 derece arasında seyrettiği bir günde saat 10.30’da arabamızı bıraktığımız Şirince otoparkından çıkış yaptık.

Şirince mezarlığının hemen altından tırmanmaya başladık; biraz sonra Orman Yolu Şirince - Görünmez Dere levhası ile bir başlangıçta olduğumuzu anladık ve rotamızı işaretledik. Baharın baş verdiği bu günlerde bağı bahçesi olanlar budama, gübreleme ve ilaçlama faaliyetleri ile meşguldüler. Şeftali, zeytin ağaçları ve dağdan elde edilmiş teraslarda oluşturulmuş bağlar ilk dikkatimizi çeken unsurlar oldu. Şirince’nin giderek salt ticarileşen ve lezzetten yoksun şarapçılığının dejenere olmuş haline bakılırsa bu bağlardan elde edilen ürünün nasıl değerlendirildiği konusunda ciddi bir tereddüte takılmamak elde değildir. Akşama doğru arabamızı almak üzere yeniden Şirince’ye dönüp çarşıda biraz dolaşınca; şarap evlerinde dinlediğimiz hikâyeler bu şüphemizi doğrular nitelikteydi.

 Adı tabelada saklı

Yol boyunca son derece muntazam çitlerle koruma altına alınmış, hatta üzerlerinde “dikkat; 220 volt” şeklinde uyarılar taşıyan bahçe duvarlarına; arkamızdan canhıraş bir şekilde havlayan yırtıcı Kangal köpeklerinin koruduğu geniş çiftlik alanlarına tanıklık ettik. Yürümeye devam ettik. Son yağmurlarla iyice yumuşayan toprak zeminin zaman zaman çamura döndüğü noktalarda giderek edindiğimiz deneyimle daha az çamura bulanır hale geldik. Şirince’ye yakın bahçeleri ve köpek baskısını arkamızda bıraktıkça sessizlik her yanı kapladı; ilk başlarda bahçelerine gidip gelen motorlu araçlar da kaybolunca, sadece iki yanımızdaki yol kenarından zaman zaman akan küçük dereciklerin ve kuş seslerinin sesinden başka bir şey duymaz olduk.


 
Şirince sırtlarından deniz...

Rotamız boyunca Görünmez Tepe Altı’na ulaşıncaya kadar karşılaştığımız sapaklarda sürekli olarak sola döndük. Önce tırmanıp sola ve geriye dönüşümüzde yönümüzü Ege Denizi’ne ve Pamucak sahillerine doğru çevirdik. Bulunduğumuz en yüksek noktada karşımızda geçen hafta yürüdüğümüz Küçük Menderes’in deltasına yakın sulak alanlar; Gebekirse ve Çakal Gölü, daha beride Alaman (Elaman) Gölü ve bataklılar rahatlıkla seçilebiliyordu. Batıya doğru inişe geçerek Şirince – Selçuk yolunun da geçtiği sarp vadiyi işaretledik. En geride Selçuk Kalesi’ni ve Selçuk’un dış mahallerini fark ettik. Bu noktadan itibaren yine tırmanışa geçerek; kuzeye ve kuzey doğuya doğru yürüdük.

 Orman yolundan Selçuk

Yürüyüşümüz boyunca doğal bitki örtüsü olarak; meyve ağaçlarının üstünde bozuk orman ve kızılçam ormanı, makilik alanlar; yoğun olarak pırnar meşesi, delice zeytinler, ağaç çilekleri, zaman zaman sandal ağacı, sulak alanlarda çınar ağaçları dikkatimizi çekti. Yoğun makilik içinde kuru yaprakları ile pırnar meşelerinin oluşturduğu zıtlık görülmeye değerdi.

 Belevi yolunda bahar habercisi

Kuzeye döndüğümüz noktalarda sert poyrazla karşılaştık. Bu da yürüyüş boyunca üşümemize neden oldu. Bu sıralarda yolda topladığı çalıları balyalamaya çalışan bir amcayla karşılaştık. Ondan yürüyüş rotamızın ilerisinde Belevi’nin yer aldığını öğrendik. Ancak amca bize; oranın çok uzakta olduğunu ve bizim sapaklarda yolu karıştırabileceğimizi söyledi. Biz kendisine teşekkür ettik ve yola devam ettik. Bir anda Belevi’ye ulaşmak yürüyüş ekibinin hedefi ve isteği haline geldi. Kuzey doğuya doğru ilerlediğimiz bir rotada dağın belinde, ama yüksek bir konumda yangın gözetleme kulesini gördük; bu noktada sağa doğru bir sapak daha verdik. Ancak biz yine sola devam ettik ve tekrar tırmanmaya başladık. Bu noktalarda yürüyüşe başlayalı yaklaşık 2 saat kadar olmuştu.

 Gezilerimizin vazgeçilmezleri

Biraz ilerde; çamların arasında; bir tepeciğin yamacında etrafı çalılarla çevrilmiş ve içinde kulübelerin de yer aldığı büyükçe bir ağıl gördük. Tam o sırada köpekler de bizi fark etti. En aşağı 2 km. uzaktan havlamaya başladılar. Giderek ağıla yaklaştık; köpeklerin görüş açısından çıktıkça sesleri kesildi. Ancak; hemen ağılın üstünden geçen yola gelince bizi yine fark ettiler ve bu kez daha çok havlamaya başladılar. Bu sırada keçi sürüsünün kendi kendine yola çıktıklarını ve durarak bizi izlediklerini fark ettik. Köpekler hala aşağıdaydılar. Merakla bizi seyreden keçiler makilik arazinin içine sırayla ve yolu bilircesine daldılar. Ama onların yolu bildiklerinden emindik. O sırada aşağıdan başı tartamaklı yaşlı bir amcanın sürünün ardından yürümeye başladığını gördük. Biz de peşine takıldık. Ağıldaki köpekler; arkamızdan ve giderek yaklaşmaya çalışarak tekrar havlamaya başladılar. Biz hiç oralı olmaksızın ama yine de çobana doğru seyirterek sürüyü takip ettik. Amcayla selamlaştık ve tanıştık. İsmail Amca, 80 yaşındaymış. Yakınlarda eşini kaybetmiş. Çocukları ve gelinleri varmış; ancak yapayalnız bu dağlarda ağılın hemen yanındaki kulübede tek başına kalıyormuş. Yalnızlıktan ve bakımsızlıktan şikâyet etti; biz de dinledik ve moral vermeye çalıştık. Bir şeylere ihtiyacı olup olmadığını sorduk. Alçak gönüllü İsmail Amca yine de hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını söyledi ve “hatırımı sordunuz o yeter bana” dedi. Bizim kendisiyle ve sağlığıyla ilgilenmemiz onu mutlu etti. Gözlerinden rahatsızdı; ameliyat gerekiyormuş; ancak o çekinmiş ve yaptırmamış. Hiçbir sosyal güvencesi yoktu ve bu yaşında hala sürülerinin peşinde çalışmaya devam ediyordu. Amca 80 yaşındaydı, ama dipçik gibiydi. Sohbetimiz sonrası keçilerin daldığı sarp makiliğe doğru tırmandı ve ağaçların arasında kayboldu, gitti.

İsmail Amca’dan ayrıldıktan sonra Görünmez Tepe’nin beline doğru tırmanmaya devam ettik. Sırta ulaştığımızda bir dört yol ağzına geldik. Arkamızdaki yükseltinin üstüne çıkınca, ufka doğru aşağımızda Belevi Gölü’nün ve hemen yanında Belevi Kasabasının bulunduğunu fark ettik. Sezgimize göre soldaki yol bizi oraya götürecekti. Diğer iki yol ise orman içine doğru devam ediyordu. Saat bu noktada 1’i biraz geçmişti. Yani çıkış noktamızdan itibaren yaklaşık 2,5 saat yürümüştük. Hiç durmadan devam ettik. Bundan sonra Belevi’ye doğru sürekli inişe geçtik.

 Uzaklarda Belevi

Yol boyunca çok yakın zamanda yapılmış ve dağdan ovaya suyun tahliyesinde kullanılan kanal yapılarını gördük. İndikçe uzaklaşan Belevi’ye ulaşmanın pek de kolay olmadığı anlaşılıyordu. Aşağıdaki düzlüğe yaklaşırken Selatin yönüne derin bir vadiye bir sapak daha verdik. Sol yanımızda yukarıdan gelen sularla zenginleşen bir dere bize yoldaşlık yapmaya başladı. Giderek bahçeler ve meyve ağaçları ile dolu düzlük alanlar başladı. Badem ve erik ağaçları, daha aşağılarda ise şeftaliler; pembe çiçekleriyle bahara merhaba demişlerdi. Suyu kesik eski bir çeşme kalıntısının beton duvarları üstünde 14.30’da öğle yemeğimizi yedik.

 Sinan Dede mezarı

Yemek sonrası artık düzlükte yürümeye başladık. İlerde sağda, dev pırnar meşe ağaçlarının altında bir yatırı fark ettik. Belevi Belediyesi’nin koymuş olduğu levhadan mezarın Sinan Dede isminde, 19.yy.da Keçi Kalesinin hemen altında Kozpınar Kırığı mevkisinde bir kıl çadırda yaşayan ve camız derisinden yelek ve çarık yaparak geçimini sağlayan bir gönül adamına ait olduğunu anladık. Zamanında tüm civardaki insanların yardımına koşan bu kişinin, Belevi Gölü’nden kesilen hasır sazlarıyla ayak ve omuz ölçülerini aldığı ahali için yaptığı çarık ve yelekleri insanların ayağına kadar götürdüğünü; bu ziyaretleri sırasında da onlarla kurduğu sosyal yardımlaşma temelindeki ilişkilerle halkın derin sevgi ve saygısını kazandığını okuduğumuz tanıtım levhasından öğrendik. Ölünce kendisinin bir pınar meşesinin dibine gömülmesini vasiyet eden Sinan Dede’nin bu vasiyeti bir şekilde yerine getirilmiş. Ancak, ne yazık ki define arayanlar ve mezar kazıcıları bu iyi insanın kabrine de zaman içinde zarar vermişler. 2008 yılında Belevi Belediyesi kabre yapılan bu saygısızlığı, bu alanı koruma altına alarak ve bir tanıtıcı levha koyup çevreyi temizleyerek bir nebze telafi etmiş. Sinan Dede’nin mezarı, İzmir – Selçuk karayolu üstündeki Selçuk Özel İdare Fidanlığı’na çıkan ve Belevi’ye yaklaşık 2 km. uzaklıkta bahçeler arası yolda; Cibe Boğazı Kavaklar Mevkii Yosunlu Taş karşısında yer alıyor. Kavaklar, mezarın biraz altında bir mesirelik alana dönüştürülmüş. Yukarıdan gelen derecik bu alanı kat ediyor ve güzellik katıyor.

 Yol kenarındaki arı kovanları

Yol çatısına iyice yaklaştığımız bir noktada şeftali bahçelerinin biraz üstünde ve yolun sağındaki bir sekiye son derece muntazam dizilmiş arı kovanlarını gördük. Özenle çalışılmış bu alanın hemen arkasındaki bir damın yanında, çardak altında bir masa ve mavi renkli iki tahta sandalye peyzajı tamamlamıştı. Gördüğümüz manzaraya ve bu saygıdeğer çabaya gıpta ederek bahçenin kıyısından asfalta doğru yürüdük, geçtik.

 Adı tabelada saklı

Saat 16.15’de yürüyüşe başladığımız Orman Yolu levhasının eşleniğine ulaştık. Levhada “Orman Yolu; Asfalt – Görünmez Tepe Altı” yazıyordu. Hedefimizden yaklaşık 1,5 km.lik bir sapmayla Belevi’ye ulaşmıştık. Yolun karşısına geçip Tire – Selçuk minibüsüne binip önce Selçuk’a; Selçuk minibüs garajından da Şirince minibüsü ile Şirince’ye ulaştık. Sabahleyin Şirince otoparkına bıraktığımız arabamızı alarak saat 18.15’de İzmir’e doğru dönüş yoluna çıktık.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC