Aziz Paulos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aziz Paulos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2013 Cuma

SONBAHAR’DA BAFA ÇEVRESİ



SEZONUN İLK YÜRÜYÜŞÜ: BAFA’DA; YEDİLER MANASTIRI VE KRAL YOLU’NDA YÜRÜDÜK

8 Ekim 2013
İbrahim Fidanoğlu

Yeni sezonun ilk yürüyüşünü Bafa Gölü civarında bulunan Yediler Manastırı’na gerçekleştirdik. Bafa Gölü, Karya’nın en önemli kentlerinden Latmos Herakleia’sını barındırmanın yanında, 9.yy.dan itibaren Arap akıncıların önünden Anadolu’ya doğru kaçan Hristiyan keşişlerin de sığındığı bir mekân olmuş. Dış saldırılara karşı doğal savunma olanakları sunan bir topoğrafyaya sahip Beşparmaklar’ın bu avantajlı konumu nedeniyle, Bafa Gölü’nün civarındaki saklı coğrafya, Hristiyan keşişlerin sığındığı bir manastırlar dünyasına dönüşmüş. 

 Gezginler, sabah Bafa Gölü kıyısında kahve molasında

Bafa havzasında yer alan manastırlar dünyasının en seçkinlerinden Yediler Manastırı’na yürümek amacıyla sabah 7’de İzmir’den ayrıldık. Sonbahar’ın serinliği sabaha yansımıştı. Yazın ılık sabahlarından eser kalmamıştı. Gün bile yeni yeni ağarıyordu. Geleneksel olarak, kahvaltı molası için durduğumuz Belevi’de Tire’den bize katılan Hasan Hoca ile buluştuk. Kahvaltı sonrası Belevi’den saat 9.30 gibi ayrıldık.





 Gölyaka Köyü

Bafa Gölü kıyısında kısa bir kahve molasını takiben, yaklaşık saat 11’de Bafa’ya ulaştık. Sezon bitmiş, kıyıdan el ayak çekilmişti. Kıyıdaki lokantalar ıpıssızdı. Göl kıyısındaki Gölyaka Köyü’ne ulaştığımızda ortalıkta kimsecikler yoktu. Arabayı henüz açılmamış bir kır lokantasının bahçesine bırakıp, hemen Gölyaka’nın merkezine doğru çıkan yokuşa doğru yürümeye başladık.

 Gölyaka'nın ara sokakları

 Bir üç yol ağzındayız; acaba nereye sapsak?

Yıllar önce bir kez daha Yediler Manastırı’na yürümüştüm; ancak aradan geçen zamanda köyün sokaklarını biraz unutmuşum; bahçelerinde gördüğümüz bir iki köylüye sorarak yolumuzun rotasını belirledik. Bu arada arkamızdan gelmekte olan iki yabancı turist de rota konusunda zorlanınca, zaman içinde bize katıldılar. Yolda onlarla tanıştık; Wofgang ve Margarit, Almanya’dan gelmişler. Yaklaşık 15 gündür Türkiye’yi geziyorlarmış. Almanya’nın Hannover kentinde yaşıyorlarmış. Yürüyüş boyunca onlar da bizim ekibe katıldılar. 

 Tırmanmya başladık; arkamızda Gölyaka'nın son evleri ve uzanıp giden masmavi Bafa Gölü


Gölyaka Köyü’nden ayrıldıktan sonra Güney Doğu yönünde, tatlı bir meyille devam eden bir tırmanışla yaklaşık 1,5 saat kadar yürüdük. Taşlarla örülü bir zeytinlik duvarını takiben ilerlerken Bafa Gölü’nün benzersiz manzarasını doya doya seyrettik. Hayıtlar ve karabaşlar geçmişti; ama zeytinler, üzerindeki meyveleriyle en bereketli zamanlarındaydı. Manastırı karşıdan ilk fark eden Margarit oldu. Yürüyüş güzergahı boyunca kayalara yada ağaçlara kırmızı beyaz renkli yağlı boya işaretler, manastıra giden yolu kolaylıkla bulmamıza yardımcı oldu. Aynı işaretler dönüş yolu boyunca da mevcuttu.

 Alman yol arkadaşlarımızla takviye edilmiş ekip, pek iştahlı yürüyor

Yediler Manastırı yolundaki mola yerinde Margarit bize bir şeyler anlatıyor 

Yediler Manastırı, Gölyaka’dan yaklaşık 3 km. uzaklıkta, köye göre Güney Doğu yönünde yer alıyor. Mağmanın yeryüzüne yükselmesiyle gün yüzüne çıkan ve yüksek sıcaklık ile basınç altında başkalaşarak bugünkü haline erişen grano-gnays kaya kütleleri, Beşparmaklar’ın genel jeolojisini oluşturuyor. Dev granit kayalar, gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farklılıkları ve diğer atmosferik etkiler altında çatlayarak parçalanıyor ve zaman içinde şekilden şekle giriyorlar. Yağmur, fırtına, sıcaklık farkı derken dev kaya kütlelerinin iç yüzleri sanki birer kovuk gibi oyulmuş. Tarih boyunca insanoğlu, bu oyukları kendine barınak yapmış. Bafa Gölü civarına Hristiyan keşişlerin 9.yy.dan itibaren gelişlerini takiben, bu kayalar onlar için de bir sığınma ve inziva mekânı olarak işlev görmüş.

1 Nisan 2012 Pazar

BAFA GÖLÜ’nün Arka Dünyası; Çoban Endymion, Mehmet Gümüştekin vs.




1 Nisan 2012
İbrahim Fidanoğlu

İzmir – Aydın otoyolundan Söke’ye doğru kıvrıldığımızda, bizi kısa bir süre sonra göz alabildiğine uzanan Büyük Menderes Ovası’nın verimli toprakları karşılar. Bir yanda Dilek Yarımadası boyunca uzanan Samsun (Mycale) Dağı, diğer yanda ise Beşparmaklar (Latmos) arasında Büyük Menderes Irmağı’nın denize doğru taşıdığı bu toprakları tam ortadan aşarak ve binlerce yıllık bir serüvenin sonunda tarih sahnesinden silinmiş kayıp kentleri ardımızda bırakarak Milas rampasına doğru tırmanmaya başlarız.

 Herakleia, Bafa Gölü ve Manastırlar

Denizin toprakla yer değiştirip açığa çekildiği tarihsel süreçte, bölgenin coğrafyası tümüyle değişmiştir. Büyük Menderes Irmağı’nın denize döküldüğü yerde, nehrin yatak değiştirmesi ve taşıdığı alüvyonların eski koy ve körfezlerin önüne tıkayarak bunları denizden ayırması sonucunda irili ufaklı pek çok göl oluşmuştur. Bu göllerden biri de bölgenin en önemli sulak alanlarından olan Bafa Gölü’dür.

Antik dönemde Ege Denizi ile birleşik konumda olan Bafa Gölü, zamanla Büyük Menderes’in alüvyonlarının körfezin ağzını kapatmasıyla bir göl halini almıştır. Şimdi denizle bağlantısı kalmayan o döneme ait yöre yerleşimlerinden Miletos (Milet), Latmos Herakleia’sı, Myus, Priene ve Menderes Magnesia’sı hep deniz kıyısında önemli birer kültür ve ticaret merkeziydiler. Büyük Menderes Irmağı’nın yüzyıllar boyunca taşıdığı alüvyonlar, tarihsel süreçte Magnesia’dan başlayarak Miletos ve Herakleia’ya kadar tüm kentlerin Ege Denizi ile bağlantısını keserek, ekonomik ve kültürel önemlerinin giderek azalmasına ve tarih sahnesinden çekilmelerine neden olmuştur. Bugünkü Söke Ovası ve Söke – Didim karayolunun her iki yakası bir zamanlar tamamen denizdi ve ticaret gemileri, Myus ve Herakleia limanlarına kadar yanaşabilmekteydiler. Coğrafyacı ve gezgin Amasyalı Strabon, Myus kentine azmak şeklinde bir kanalla ulaşılabildiğini, kentte bir Diyonisos Tapınağı’nın bulunduğunu belirtmektedir. Menderes’in taşıdığı çamurların ilerleyişine paralel olarak da zaman içinde adı geçen kentlerin birçoğu daha yüksek ve suyun ulaşamadığı kesimlerde yeniden kurulmuştur. Örneğin; Eski Magnesia önce bugünkü Sazlıköy’de, daha sonra Ortaklar’a yaklaşarak bugünkü yerinde yeniden kurulmuştu. Osmanlı Dönemi’nden kalan Sazlıköy’deki Ramazan Paşa Köprüsü, Menderes’in bir ara buralardan da aktığına işaret etmektedir. Keza, Priene de; önce Söke Ovası’nın Miletos’a doğru bir yerinde, daha sonra çamurların altında kalmadan hemen önce de Mykale (Samsun) Dağı’nın dik yamaçlarına yaslanmış bir şekilde, bugünkü yerinde kurulmuş bulunmaktaydı. Menderes Irmağı’nın ovaya bereket taşıyan alüvyonlu çamurları, tarihin bu önemli kentlerini yok eden bir felakete dönüşmüştür. Bugün Menderes’in taşıdığı çamurların Latmos Körfezi’nin Ege Denizi’ne açılan ağzını kapatmasıyla, Ege Denizi; iki bölgede kapalı bir alanda sıkışarak bugüne kadar ulaşmış bulunmaktadır. Bunlardan birisi Bafa Gölü, diğeri ise Myus Antik Kenti’nin kıyısında yer aldığı Azap Gölü’dür.

 Kral Yolu’ndan Bafa Gölü’ne bakış

Bafa; bir yandan insanın üzerine devrilecekmiş gibi duran dev kayalardan oluşmuş yeryüzü şekilleri, gölün oluşumundaki dramatik süreç, bütün bu tarihsel derinlikte saklı bir İlkçağ uygarlık merkezi olan Latmos Herakleia’sı ve Arap akınlarından kaçarak Anadolu’ya sığınan Hristiyan keşişlerin saklandığı ve münzevi yaşam sürdükleri manastırlarla apayrı bir arka plana sahiptir.

Latmos Hearakleia’sı
Bafa Gölü civarı, İlk Çağ’da Karya diye anılan bölgenin içinde yer almaktaydı. Büyük Menderes’in hemen güneyinden başlayarak bir yandan bugünkü Uşak ve Denizli illerinin bir bölümünü de kapsayacak kadar doğuya uzanan; bir yandan da Dalaman Çayı’na kadar dayanan bu bölgeye Karya, burada yaşayan halklara da Karyalılar adı verilmekteydi.

 Bafa Gölü’nde Manastır kalıntıları…

Karyalıların bir kolu dağlarda yaşayan ve daha çok çobanlık ve arıcılık gibi faaliyetlerle uğraşan göçerlerdi. Bunlar Lelegler diye anılmaktadır. Bu halkın M.Ö. 16 yy.larda Santorini yanardağının patlaması sonucu ortaya çıkan kültürel farklılaşmalara dayandığı sanılmaktadır. Tarihçilerin tezlerine göre; bu felaket sonrası Girit’teki Minos uygarlığı dağılmış, halkın bir kısmı Kıta Yunanistanı’na, bir kısmı ise Ege Adaları yolunu izleyerek Anadolu’nun Batı kıyılarına ulaşmıştır. Anadolu’ya ayak basan halkın bir kısmının Bodrum Yarımadası, Çeşme – Ildırı gibi kıyı bölgelerde yerleştikleri; diğer bir kolun ise Çine, Muğla üzerinden güney-doğuya ilerleyerek Akdeniz’e ulaştığını ve burada Likya topraklarında yerli halk ile kaynaşarak bu uygarlığı yarattıkları ileri sürülmektedir. Lelegler’in M.Ö. 8 yy. civarı, şimdiki Bafa Gölü’nün kıyısında Beşparmak Dağları’nın üstünde ilk yerleşimlerini (Eski Latmos) kurdukları bilinmektedir. Lelegler, burada zamanın savunma standartlarına göre oldukça ileri düzeyde tahkim edilmiş ve çepeçevre surlar ve kulelerle çevrilmiş bir kent yarattılar. Kentin mimari düzeni basit ve dağınık bir yapıdaydı. Helen mimarisinin estetiği ve kentsel yaklaşımı bulunmamaktaydı.

M.Ö. 4.yy. Karyalılar için önemli bir dönüm noktasıdır. Persler, Anadolu istilası sonrası Anadolu’yu eyaletlere böldüler ve kendileri çekilip giderken, yönetimi Satrap adı verilen eyalet valilerine bıraktılar. Bunlardan biri de Milas’ta hüküm süren Karya Satraplığı idi. Bu satraplığın idaresi Milaslı Hekatomnos ailesine aitti. Bu ailenin en bilinen üyesi, M.Ö. 4.yy.da yaşayan Mausolos’tur.

Mausolos, Kıta Yunanistanı’ndan gelen teknolojik ve kültürel yeniliklere açık bir yönetici idi. Bazı yazarlara göre; İlkçağda bir Karya Rönesansı’nın yaratıcısı olarak adlandırılmaktadır. Yönetimin merkezini, Milas’tan Bodrum’a (Halikarnassos) taşıdı. Ayrıca, o zaman Ege Denizi’ne birleşik olan Bafa Gölü kıyısında (Latmos Körfezi’nde) Helen şehircilik normlarına uygun olarak dağdaki Latmos’u deniz kıyısında yeniden kurdu. (Latmos Herakleia’sı) Kentin ismini de bir Yunan tanrısı olan Herakles’e izafeten Herakleia olarak verdi. Eski Latmos’da da kimsenin kalmaması ve kurulan yeni kente yerleşmesi için tüm kenti yıktırdı ve sadece eski şehrin kahramanı çoban Endymion’un mezarını bıraktı. Aynı zamanda, bu kültü yeni şehre de taşıyarak şimdiki Endymion Sunağı’nı yaptırdı. Halikarnassos’da zamanının en önemli yontu sanatçılarını (Skopas, Bryaksis) ve mimarlarını bir araya topladı. Onlara önemli yapıtlar yaptırdı. Kendi ölümünden sonra eşi Artemisia tarafından anısına yaptırılan ve dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilen Mausolos’un Anıt Mezarı (Mimarları Pytheos ve Satyros’dur) da bunlardan biri idi.

 Resim; John Atkinson Grimshaw; 1879; 32*47cm 

Latmos Herakleia’sı; tam anlamıyla bir Hellenistik dönem kentidir. Kentte bu dönemden kalma çok katlı bir agora, Athena Tapınağı, şehir meclisi, küçük bir tiyatro, askeri savunma sisteminin dünyadaki en iyi korunmuş örneklerinden olan surlar ve gözetleme kuleleri, kıyıya inerken eski şehrin kültü çoban Endymion anısına yapılmış Endymion Sunağı bulunmaktadır. Romalılar, Menderes Irmağı’nın alüvyonlarıyla körfezin ağzının kapandığı ve ekonomik öneminin azaldığı bir dönemde şehre bir su sarnıcı ve hamam dışında (vergi toplamak gayesiyle) herhangi bir yapı yaptırmamışlardır. Hristiyanlık döneminde şehir bir piskoposluk merkezi olarak yaşamış olup, bu döneme ait Piskoposluk Binası’nın kalıntıları kıyıda yer almaktadır. Hristiyan Bizans döneminde Manastırlar ve Piskoposluk Dönemi, M.S.14.yy.a kadar sürmüştür. Bu tarihlerde doğudan batıya doğru ilerleyen Menteşeoğulları, güneyden; Fethiye ve Milas üzerinden gelerek bölgeyi ele geçirmiş, Miletos’a kadar gelerek Balat’a yerleşmişler, giderek bir azmak haline gelen ve Menderes’in çamurlarıyla kaplanan bu limandan İspanyol ve İtalyan limanlarıyla ticaret yapmışlardır. (Balatya ya da Balat) Bu döneme ait bir yüzü Arapça, diğer yüzü de Latince olarak Menteşe Beyliği tarafından bastırılmış gümüş sikkeler bulunmaktadır.

Latmos’da Çoban Endymion’un Mezarı

Çoban Endymion ve Ören Yeri Bekçisi Mehmet Gümüştekin
Yunan Mitolojisi’nde yeri olan kişiliklerden birisi de Çoban Endymion’dur. Endymion, Latmos Dağı’nda sürülerinin peşinde dolaşan genç bir avcı ve çobandır. Mitolojideki söylenceye göre; Endymion'un büyük aşkı Ay Tanrıçası Selene, iki atın çektiği gümüş tekerlekli bir araba ile gökyüzünü dolaşan güzel bir kadındır. Birçok sevgilisi vardır. Zeus ile beraber olduğu ve Pandia adında bir kızı olduğu, Arkadya'da Tanrı Pan ile seviştiği bilinir. Mitolojiye göre Ay Tanrıçası Selene, bir gece göl kıyısında uyuyan çoban Endymion’u görmüş ve ona vurulmuş. Tanrılar Tanrısı Zeus, Selene’nin aşkını kıskanmış ve öfkeyle bir ceza vermiş genç çobana. Çobanı hiç uyanmamaya, sonsuz bir gençlik uykusunda uyumaya mahkûm etmiş. O günden sonra oracıkta uyumuş kalmış Endymion, hiç uyanmadan. O derin uykusunda düşler görürken, Ay Tanrıçası Selene her gece gelip yanına yatarmış. Selene, böylece Endymion’a tam elli çocuk doğurmuş. Rivayet edilir ki, o gün bu gündür ayın dolunaya döndüğü gecelerde, gölün üzerinde oluşan ışık oyunları ve yakamozlar, Ay Tanrıçası Selene ile Çoban Endymion’un buluşup seviştiğine dair işaretlerdir.

Bugün Bafa Gölü’nün kıyısında, Herakleia Antik Kenti’nin tam üstünde Kapıkırı Köyü yer almaktadır. Bu köyde, yakın zamana kadar gönüllü ören yeri bekçisi olarak da görev yapan Mehmet Gümüştekin isminde romantik bir ihtiyar yaşardı. Onunla ilk tanıştığım 1999 yılında kendi deyimiyle 80 ya da 85 yaşındaydı. O zamanlar anlattığı çağdaş Endymion öyküsü, kendisini bu topraklardaki yaşanmışlıklarla ne denli özdeşleştirdiğinin bir kanıtı gibiydi.

 Mehmet Gümüştekin (solda) ve İbrahim Fidanoğlu (1999 yılında)

 “O güne kadar Ay Tanrıçası Selene ile Çoban Endymion arasındaki bu gizli buluşmayı çok dinlemiştim. Bir gece yarısı kunduz avındaydım. Endymion Sunağı’nın hemen alt taraflarındaydım. Ay, dolunaydı. Ortalığa gecenin sessizliği egemendi. Tam o anda, denizde sanki balıkların oynaşmasına benzer kıpırtılar oldu ve ayın göle vuran ışığı altında rüzgârla birlikte bu buluşmaya şahit oldum.” Bu yoğun olarak alınan alkolün de etkisi altında geliştirilmiş bir diyonisyak açıklama idi ve çağdaş Endymion aslında kendisiydi.

Mehmet Gümüştekin; Ödemiş nüfusuna kayıtlıydı. İkinci Dünya Savaşı öncesi (kendisi; Alman Harbi diyordu) Muğla’da askerliğini yaparken Herakleia’ya Muğla Müze Müdürlüğü tarafından bekçi olarak görevlendirilir ve daha sonra Devlet, onu orada kendi deyimiyle unutur. O, bu işi benimsemiştir. Bir daha da Kapıkırı köyünden ayrılmaz. Burayı mekân beller ve gönüllü olarak ören yerinin bekçiliğini sürdürür. Milas Müzesi de zaman içinde sembolik bir maaş bağlar. Üç ayda bir Milas Müzesi’nden maaşını almaya gider ve yine köyüne döner. Bütün dünyası, Bafa ve Beşparmaklardır. Eşi, 25 sene önce ölmüştür (1970’lerde). Hayatta tek başına kalmış, kendini Herakleia Öreni’ni korumaya adamış, burayı çocuğu gibi seven; Athena Tapınağı’nın hemen yanında bulunan bir zeytin ağacının gölgesindeki kırık dökük masasında bütün vaktini geçiren ilginç bir adamdır Mehmet Gümüştekin.

 Athena Tapınağı ve Gümüştekin’in zeytin ağacı…

Öldükten sonra burayı kim koruyacak diye sürekli endişe ederdi. Çocukları ve yaslanabileceği başka kimsesi yoktu. Köylülerle, ören yerinin korunması ile ilgili olarak sürekli çatışma halindeydi. Mehmet Gümüştekin, bütün bu girişimlere naifçe karşı koyar, ören yerini cansiperane korurdu. Athena Tapınağı, sanki onun kalesiydi. Tapınağa hiçbir köylüyü yaklaştırmayan; ancak dışardan gelen ziyaretçilere son derece düzgün davranan bu adam, yerin tarihçesi ile ilgili bilgileri de kısaca aktarırdı. Bu dönem, tek dostu alkol ve birlikte yaşadığı köpekleriydi. Ölünceye kadar, Athena Tapınağı’nın dibinde tek gözlü bir odada köpek dostlarıyla birlikte yaşadı. Son anlarında kulübeden çıkamaz oldu; yandaki komşuları yemek verdiler, bakımı ile ilgilendiler. Yatak döşek yatarken bile gelenden gidenden şarap istedi. 2002 yılında Kurban Bayramında ölen Mehmet Gümüştekin’i, Athena Tapınağı’na asla sokmadığı Kapıkırılı köylüler, Bafa Gölü kıyısında ovadaki mezarlığa gömdüler.

 Köylülerin döşeme yol dediği Kral Yolu

Artık onun ruhu sonsuz dinginliğine ermiş bir şekilde, dolunay akşamlarında, göl kıyısındaki Ay Tanrıçası Selene ile Çoban Endymion’un Tanrılar Tanrısı Zeus’dan gizli buluşmalarına tanıklık etmektedir. Çoban Endymion bu topraklarda yaşadı mı? Bu bir mitolojik kahraman mıydı? Mausolos, Lelegler tarafından kurulmuş Eski Latmos kentini kıyıda Herakleia adıyla yeniden kurduğunda dağdaki halkı yeni kente yerleşmeye zorlarken, Endymion kültünü neden yok etmedi? Bunların hepsi, mitolojinin ve tarihin gelgitleri arasında kaybolup gittiler. Ancak, bu tarihsel derinlik 20.yy.da bu topraklarda yaşamış Mehmet Gümüştekin’i besledi, basitçe yaşadı, bu uygarlık mirasına sahip çıktı ve bu toprakların bağrına geri döndü.

Yazan : İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC