26 Mart 2017 Pazar

KÖSEDERE’DEN YUKARI OVACIK’A DOĞRU



KÖSEDERE’NİN SIRA SIRA "SIRACA"LARI
16 Mart 2016
İbrahim Fidanoğlu

Giriş

Baharla birlikte her yerde olduğu gibi Karaburun yarımadasında da hayat yeniliyor kendini. Bizlere ise, bu yeniden doğuşa tanıklık etmek düşer. Karaburun topografyasında Kösedere’nin arkalarında; Akdağ’ın eteklerinde dolaşırken, belki de Börklüce’den kalan bir iki titreşimi yakalamak… Yüzlerce yıllık keçi yetiştiriciliğinde Eğlenhoca, Kösedere ve İnecik köylerinin günlerce süren kırkım şenliklerinde ortaklaşa paylaştıkları anların hatırasını saklayan; Kösedere köyünün üstlerindeki “sıraca” dedikleri yaylaklarda zaman geçirmek… Sonuçta bir şeylerin farkına varabilmek… Ne hoş olurdu değil mi? İşte biz bu hafta onu yaptık.

 
Kösedere köyü


Yürüyüş rotası 13 km
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Sabah Balıklıova’da kahvaltı için mola verdik. Her zaman kahvaltı için uğradığımız deniz kenarındaki salaş kahvehane kapanmıştı. Dolayısıyla köyün yolun üstünde kalan kahvehanelerinden birinde yaptık kahvaltımızı. Turfanda enginarlar, sabahın erken saatlerinde kahvehanenin önüne dizilmişti bile. Fiyatını sorduğumuz enginarlar, bize biraz pahalı geldi. Kahveci ise, bizim İzmir semt pazarlarında gördüğümüz 2,5 liraya satılan enginarların hibrid olduğunu, bunların bu yüzden tanesinin 3,5 liraya satıldığını anlattı. Bu arada öte masada Balıklıova’nın gençlerinden biri, yazın eliyle yakaladığı bir ahtapotun nasıl başına doğru ilerlediğini ve elinde ahtapotla kıyıya doğru yüzerken hayvanın nasıl dermanını tükettiğini anlatıyordu. Hikâyeler ve rivayetler, türlü türlü idi. Hepsini dinledik. Ancak fazla oyalanmadık, kahvaltı sonrasında Karaburun’a doğru, yeni yolu takiben hareket ettik.

 
Kösedere köyü; meydandan köyün yukarılarına doğru...

Kösedere

Kösedere, Karaburun yarımadasının doğu yakasında yer alan birbirine yakın konumdaki üç şirin köyünden biri… Eğlenhoca ve İnecik ile bir üçgen oluşturan Kösedere, doğu kıyısının arka dünyasında yer alan Yukarı Ovacık ve Aşağı Ovacık düzlüklerine geçişin başlangıcını oluşturuyor. Ortaçağ’da Ege Denizi’ndeki korsan baskısı nedeniyle genellikle köyler, denizden içeride ve kendini bir vadi koyağında ya da küçük bir tepeciğin ardında saklama refleksiyle konumlanmışlar. Kösedere de bu eğilime uyarak, İnecik’in iskelesi konumundaki Kaynarpınar’ın oldukça yukarılarında yer alan bir sekide kurulmuş. Köyün bu coğrafik konumlanması, eski adı Ağalarseki’de, bir anlamda yer bulmuş. Kösedere köyünün iskelesi ise Boyabağ’da imiş. O dönemlerde Kösedere, Kaynarpınar ve Saip Altı’ndaki derme çatma iskelelerden, şimdi izi kalmayan İzmir Körfezi’nin karşı kıyısındaki Menemen İskelesi’ne(1); mavnalarla bu yakanın ürünü olan üzüm ve zeytin taşınırmış. Oralardan alınan başka yükler ise, bu yakaya getirilirmiş. Ama zaman içinde bu iskelelerin önemi azalmış ve giderek ortadan kalkmış.

 
Kösedere köy meydanı

 
Zamana direnen eski bir Kösedere evi

Börklüce Ayaklanması’nın Osmanlı Devleti tarafından bastırılması sonrasında, yarımadada yaşayan halk buralardan bir şekilde sökülüp atılmış. Börklüce Ayaklanması’nın Osmanlı’nın hafızasında bıraktığı izler o kadar derin olmalı ki, yaklaşık iki yüzyıl kadar yarımada neredeyse tamamen iskâna kapatılmış. Bunu nereden anlıyoruz; Karaburun yakınlarında ve Manastır-Yaylaköy yolunda yer alan ve yine doğudaki denize doğru bakan bir sekinin üzerinde konumlanmış; 1946 yılındaki depremden sonra terk edilmiş Çullu köyünün harabe camisinin kitabesindeki tarihten. Çullu Camisi’nin girişindeki Bizans dönemine ait bir taşın üstünde caminin 1607-1608 yıllarında yapıldığını belirten bir yazıt var. Bu da bize anlatıyor ki; Börklüce İsyanı’ndan sonra yaklaşık 180-190 yıl bu topraklar insan yüzü görmemiş. Ta ki; 17 yüzyılın başlarına kadar. Kösedere köyü de isyan sonrası Osmanlı’ya sadık Yörük aşiretleri arasından seçilerek yerleştirilen ailelerin iskânı ile kurulmuş o köylerden biri.

 
Kösedere'nin yukarı sokaklarından biri

 
Bu sokaktan Mimas'a doğru yöneldik; evlerin hali ise bir garipti doğrusu.

İnecik’in hemen altında yer alan Kaynarpınar ise, doğu sahilinde su kaynaklarıyla bilinen ve bunu ismine taşımış bir küçük balıkçı köyü. Şimdilerde yazlıkçıların rağbet ettiği küçük iskele, muhtemelen Börklüce Ayaklanması’nı bastırmak için 30.000 kişilik ordusuyla yarımadaya gelen Şehzade Murat ve Beyazıt Paşa’nın askerlerinin su ihtiyacını karşılamak için seçtikleri bir rota üzerinde yer alıyor olmalıydı. Bugün Balıklıova-Gerence Körfezi geçişi üzerinde yer alan Kozağaç Çeşmesi’nden Kaynarpınar’a doğru ilerleyen ve tarihte yaşanan olaylardan esinlenerek Cehennem Deresi(2) olarak adlandırılan bu rota, Börklüce kuvvetlerinin yarımadada sıkıştırıldığı ve bugün Karaburun’un kuzey-batı ucunda yer alan Kanlıburun’a doğru sürüldüğü coğrafyanın bir parçasını oluşturmaktadır.

 
Kösedere Camisi ve Abdülhamit dönemi minaresi
(Temmuz 2008)

Köy, Karaburun yarımadasının efsanevi dağı Mimas ya da bugünkü adıyla Akdağ'ın (bir diğer adı da Bozdağ) eteklerinde yer alıyor. Köyün meydanındaki restorasyonu yılan hikâyesine dönen eski cami, II. Abdülhamit döneminden kalma tarihi minaresi ile dikkat çekiyor. 19.yy.ın sonlarına doğru Batı Anadolu’daki Rumların milliyetçi rüzgârlardan etkilenerek pervasız bir şımarıklık içine girdikleri bir dönemde eziklik yaşayan Müslüman Türk ahalinin moralini yükseltmek amacıyla, kıyıya yakın birçok köy camisinde bir kampanya şeklinde andezit / sarımsak taşından tek tip minareler inşa edilmişti. Hatta bunların bazılarını İzmir’in Türk mahallelerinde bile görmek mümkündü. (Basmane’deki Çorakkapı Camisi ile Karşıyaka’da 19.yy.da Türklerin yoğun yaşadığı Soğukkuyu köyündeki Çömezcizade Hacı Mehmet Efendi Camisi’nde olduğu gibi) Kösedere Camisi’nin ne zaman inşa edildiğine dair bir bilgi bulunmuyor. Ancak, giriş kapısının üstünde yer alan onarım kitabesinden anlaşıldığına göre; Hicri 1229 (Miladi 1814) yıllarında onarım görmüş. Onarım kitabesinde caminin banisinin ismi de yer alıyor.

 
Kösedere Camisi'nin son cemaat yeri giriş kapısının üstündeki onarım kitabesi
 (Temmuz 2008)

“Bu camiyi bina eden Halime Hatun idi
Binası köhneyip anın harap olmuş anın resmi
Tamirine kast eyleyen Mustafa idi anın ismi
Bunu tamir edip anın hemen asl idi aslı, cümle
İttifak edip ma’muriye[ti]ne kast edeni, bu camii ma’mur
…. eden …. …. hıfz eyleyeni sahib-
ül-hayrat Halime ve tamir Mustafa bin Hüseyin
Bostancı-zade
Min şehr-i şa’ban sene 1229”(3)

Arkeoloji ve Sanat Yayınları arasında yayınlanan Cengiz Gürbıyık’ın Karaburun Yarımadası’nda Türk Mimarisi isimli kitabında söz konusu kitabe ile ilgili şu bilgiler veriliyor:

“Kitabeden yapının Halime Hatun adlı bir kişi tarafından inşa ettirildiği, ancak daha sonra hasar gördüğü ve Bostancızade Hüseyin oğlu Mustafa tarafından 19 Temmuz-16 Ağustos 1814 yılında tamir ettirildiği anlaşılmaktadır. Yapı, gerek mimari, gerekse süsleme özellikleri bakımından bu tarihe uygun düşmektedir. Dolayısıyla bu onarım, belki de yapının yeniden inşa edildiği kapsamlı bir onarım olmalıdır.”(4)

 
Kapının üstünde yer alan ve kuş yuvasını andıran alçı süsleme 
(Temmuz 2008)

 
Caminin son cemaat yerine giriş cephesinin görünümü 
(Temmuz 2008)

Caminin girişinde yer alan ve bir kuş yuvasını andıran alçı süsleme, içteki kemerin kilit taşı üzerindeki ay-yıldız kabartmaları, mihrabın içine asılı vaziyetteki boyalı perde süslemeleri, mihrabın iki yanındaki sütunlar ve üzerindeki alçı kabartmalı bitkisel motiflerle bezeli saçak, vazolar ve caminin içindeki yakın coğrafyayı betimleyen manzara resimleri iç plandaki barok mimarinin ipuçlarını veriyor. Eski yıllardaki ziyaretlerimizdeki bu gözlemlerimize ek olarak 19.yy. İzmirli Rum saat ustalarından birine ait olan ahşap gövdeli saati de unutmamalıyız.

 
Kösedere Camisi'nin eski hali
(http://www.nereyekacsak.com/karaburun/)
 
Köy meydanının yola bakan ön cephesine konulmuş bir heykel kaidesi, yörenin İlkçağ geçmişinin de oldukça zengin olduğunu haber veren bir kanıt gibi duruyor. Köyün sahile doğru inen yolun başındaki çeşmesi de oldukça eski bir yapı olarak dikkat çekiyor. Köy kahvehanesinin sundurmasının altında ise, köylüler sabah muhabbetini koyulaştırmışlar bile. Bizim ise Mimas’a doğru yürüyüşe geçme zamanımızdır artık. İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin Rotamız Yarımada projesi kapsamında işaretlenen rota güzergâhı, bu kez de bize yol gösteriyor ve köyün yukarılarına doğru ilerleyen daracık bir sokaktan batıya doğru başlıyoruz tırmanmaya.

 
Kösedere köyünün sokaklarından birinin Temmuz-2008'deki hali; eski yol tabanı daha kilit taşı döşenmemişti.

 
Meydandan bir sokağa giriş; eski hali
 (Temmuz 2008)

Kösedere üzerinde döşeme yolun güzelliği ve sıra sıra “sıraca”lar

Köy, eski zamanlarda zeytincilik ve bağcılıkla uğraşırmış; bir de kıl keçisi yetiştiriciliği ile… Bu ekonomik faaliyetler, köyde öyle bir refah yaratmış ki, Osmanlı Dönemi’nde köydeki vergi toplamayı belli bir düzene oturtma amacıyla köye mültezim ağalar memur edilmiş. Bir sekiye kurulmuş bu köy, bu vergi ağaları sayesinde devlete sağlanan yüksek gelirlerden ötürü, eski zamanlarda Ağalarseki olarak anılmış. Ağalarseki isminin Kösedere’ye ne zaman dönüştüğüne dair bir bilgi ise elimizde mevcut değil. Belki Cumhuriyet ile birlikte, belki de Meşrutiyet Dönemi’nde; kim bilir?

 
Akdağ ve Mahmutoğlu Sıracası; Üstakya'dan bakış

 
Gezginlerin Mimas'a doğru çıkışı; arkalarında Kösedere köyü...

 
Akdağ'ın kireç taşı kayalıkları

Topografik olarak da; ekonomik ve sosyal olarak da Kösedere ile Mimas Dağı’nın sıkı bir ilişkisi var. Keçi yetiştiriciliğinde, yazın kavurucu sıcaklarında Mimas’ın eteğindeki yaylaklara kaçış ve oralarda keçilerin aylarca beslenip kırkılması gibi faaliyetlerin gerçekleştirilmesi olayın sosyal yanını da beslemekte. Köylülerden dinlediğimize göre 20.yy.ın ortalarına kadar törensel bir atmosferde gerçekleştirilen kıl keçilerinin kırkımları, şimdilerde pek kalmamış. Yine keçiler kırkılıyor, yine yazın sıraca adını verdikleri otlaklara götürüyorlar köylüler hayvanlarını; ama o imece usulü yapılan kırkımlar, yemekler, düğünü andıran günlerce süren eğlentilerden artık bir iz kalmamış bugün. Hatta Karaburun yarımadasındaki rüzgâr enerji santrallerinin yoğunluğunun keçilerin ot bulmasını zorlaştırdığını ve yeterince beslenemediklerini söylüyor köylüler. Ne kadar doğrudur bilinmez, ancak “temiz” enerjiden de yakınanlar var artık.

 
Mahmutoğlu Sıracası

 
Bizi Üstakya'ya çıkaran döşeme yol

 
Döşeme yoldan biri görünüm daha

 
Bazen yolumuz kayalar arasındaki patikalardan bu şekilde devam etti.

Köyün hemen üstünden dağa doğru ilerleyen bir yol, bizi bir süre sonra konforlu bir patikaya, daha sonra ise inanılmaz güzellikte ve merdivenlerle yükselen bir döşeme yola ulaştırıyor. Günün ilk sürprizi bu işte… Döşeme merdivenler zaman zaman bozulsa da, bazen kireç taşından kayalıklardan oluşan doğal bir dokuyla devam etse de benzersiz güzelliğinden bir şey kaybetmiyor. Zaman zaman dönüp arkamıza; aşağılarda bıraktığımız Kösedere’nin sabahın nemi nedeniyle nispeten sisler içersinde kalmış siluetine ve onu delip göğe doğru yükselen köy camisinin kırmızı renkli minaresine bakıyoruz. Daha ileride ise masmavi bir deniz var.

 
Rüzgarlı Mimas ve yürüdüğümüz kayalık patika

 
Döşeme yoldan bir parça daha...

  
Kaya koruğuna benzettiğimiz bitki

 
İzmir papatyaları

 
Su düğün çiçekleri ve papatyalar

 
ve anemonlar

  
Mahmutoğlu Sıracası'na doğru; yürüdüğümüz patika

Karaburun yarımadasının tipik makilik bitki örtüsü çevremizi sarmış durumda. Kayaların dibine sinmiş; kaya koruğunu andıran etli yapraklarıyla bir bitki dikkatimizi çekiyor. Fotoğraflıyoruz. Ada soğanları her yanda; anemonlar, İzmir papatyaları, sapsarı renkleriyle su düğün çiçekleri; birden merhaba diyen doğadaki bahar sevincini paylaşıyorlar sanki bizimle. Bu tırmanış coşkusu, bizi döşeme yolun sonunda Üstakya Mevkii’ne ulaştırıyor. Tepeden güney-batıya doğru döndüğümüzde altımızda uzanan düzlük, bize bir yaylağa ulaştığımızı haber veriyor. İşte burası Mahmutoğlu Sıracası… Küçük bir dereciği takip ederek ahlatların altından sıracanın tam ortalarına denk gelen bir yerde keçilerin su içmesi için dikdörtgen şeklindeki geniş bir havuzla uzatılmış yalağı ve onu biteviye dolduran bilek kalınlığındaki suyuyla taştan bir çoban çeşmesi karşılaşıyor bizleri; Mahmutoğlu Sıracası çeşmesi.

 
Üstakya'da bir yıkıntı

 
Gezginler, Üstakya'da; arkalarında Mimas ve Mahmutoğlu Sıracası

 
Üstakya'dan inerken rastladığımız ilk çeşme

 
Mahmutoğlu Sıracası'nda ahlat ve yanından akıp giden küçük bir derecik

 
Mahmutoğlu Sıracası çeşmesi

 
Gezgin, taş çeşmeden suyunu içerken...

 
Mahmutoğlu Sıracası; çeşme

Mahmutoğlu Sıracası’na doğru batıdaki yamaçtan çıngırak sesleri eşliğinde büyük bir keçi sürüsü iniyor. Biz kuzeyden onlar batıdan Mahmutoğlu Sıracası’na doğru ilerliyoruz. Çoban köpeklerine bulaşmamak gerek. Sürü, daha çok dağın kuytu eteklerine doğru ilerliyor; problem de kendiliğinden çözülüyor.

 
Mahmutoğlu Sıracası; sıra sıra ahlatlar

 
Çeşmenin yalağı

 
Kuzgun Gediği'ne çıkarken Mahmutoğlu Sıracası'na bakış

 
Mahmutoğlu Sıracası'nda kıl keçi sürüsü

Sıracalar, Bu yörenin önemli mekânlarından. Yüzyıllardır kavurucu yaz sıcaklarında; bu yörenin çobanları sürülerini Kösedere’nin üstünden Yukarı Ovacık’a doğru uzanan bir aks üzerindeki; sıra sıra dizilmiş bu düzlüklerde barındırmışlar. Haziran ayının başlarında günlerce süren kıl keçilerinin kırkımları, bir şenlik havasında geçermiş. Köylüler, büyük bir dayanışma içinde, davullu zurnalı ve birlikte oturulan zengin sofraların eşliğinde gerçekleştirirlermiş bu törensel keçi kırkımlarını. Bugün geleneğin erozyonuna her şey gibi bu törensel keçi kırkımları da ayak uydurmuş; artık o eski ritüelden geriye Karaburun yaylalarında da pek bir şey kalmamış. Aşağı Ovacık yönünden Kösedere’ye ulaştığımız noktada bir çeşme başında karşılaştığımız 70 yaşının üstündeki bir yaşlı Kösedereli, kendisinin bile o şenliklere yetişemediğini; ancak büyüklerinden o debdebeli günlerin hikâyesini dinlediğini aktardı. Şimdilerde; Karaburun yarımadasında; o geleneği yaşatmak adına Kıl Keçisi Kırkım Şenlikleri, Haziran ayının ilk yarısında, İzmir Büyük Şehir Belediyesi, Karaburun Belediyesi ve İzmir İli Koyun Keçi Yetiştiricileri Birliği’nin işbirliği ile gerçekleştiriliyor. 2016 yılında bu şenliklerin 6.sı düzenlenmiş. Yine de bu geleneğin yaşatılması adına; böyle bir çabayı ve girişimi desteklemek ve takdir etmek gerekir diye düşünüyoruz.

 
Kuzgun Gediği'ndeyiz. Önümüz Osmanoğlu Sıracası...

 
Ahlatın bahar sevinci; patlamak üzere...

 
Kuzgun Gediği; geçtikten sonra...

 
Kuzgun Gediği'nden aşağıya doğru inerken rastladığımız kuyu başındayız.

 
Osmanoğlu Sıracası 

Mahmutoğlu Sıracası’nı arkamızda bırakırken üzerimizde dolaşan kuzgunlar, bize güneye doğru geçmekte olduğumuz geçidin adını fısıldıyorlar. Kuzgun Gediği olarak bilinen beli aşarak Yukarı Ovacık yönünde bir başka dünyaya merhaba dedik. Bu arada yamaçtan aşağıya doğru inerken solumuzda bir kuyuyu fark ettik. Kuyu ağzına kadar su ile doluydu. Yanında ipe bağlı kovasıyla her şey faal haldeydi. Ağzından taşan su, usul usul aşağıdaki düzlüğe doğru akıyordu. Bu su kuyularından yol boyunca; sıracalarda birkaç tane daha gördük. İçine hayvan düşmesin diye üstü dallar, çalılar ve derme çatma örtülerle kapatılmıştı. Kuyuların hepsinde bol miktarda su vardı. Patikayı takip ederek; arkamızda bıraktığımız Mahmutoğlu Sıracası’ndan daha konforlu bir alana; çınarlar (buralarda kavak diyorlar) ve su kaynaklarıyla kaplı Osmanoğlu Sıracası’na ulaşmıştık.

 
Osmanoğlu Sıracası; kavaklık ve çeşme başı

 
Osmanoğlu Sıracası'na inerken; önümüzde eski bağ teraslarının izleri

 
Akdağ'a bakış ve makilikler

 
Osmanoğlu Sıracası'nda bir başka kuyu

 
Osmanoğlu Sıracası; Kavaklık

 
Çoban çeşmesinin güzelliği; Osmanoğlu Sıracası

 
Gezginler, çeşme başında...

Osmanoğlu Sıracası’nın kapladığı alan, aşağı yukarı Mahmutoğlu Sıracası’nın alanı kadardı. Ortalarına denk gelen bir konumda taşlarla teraslanmış alanlar ve kulübe yıkıntıları vardı. Sonradan öğrendik ki; buraları zamanında mamur bağ terasları imiş. Ama şimdilerde yerlerinde sadece taş öbekleri ve bazı yıkılmış yaşam izleri kalmış. Osmanoğlu Sıracası’nın en gösterişli bölgesi, Kuzgun Gediği’nden inen patikanın sonlandığı kavaklık ve çeşme başı idi. Burasının sıcak yaz günlerindeki konforu tahmin edilemezdi. Çeşmeden gelen su o kadar soğuk ve berraktı ki; kaynağı büyük olasılıkla Kuzgun Gediği’nin altındaki yamaçta bir yerdeydi.

 
Osmanoğlu Sıracası; bu çeşme adamı şair yapar.

 
Çeşmeye bir başka açıdan bakış

 
Suyun sesini duyabiliyor musunuz?

Osmanoğlu Sıracası'nda bir çoban çeşmesini dinliyoruz.

 
Osmanoğlu Sıracası'nda yaşam izleri

 
Bağ teraslarının bulunduğu alanda küçük bir kulübeden arta kalanlar

Bir süre çeşmenin başında; akan suyun sesini dinledik. Uzaklardan gelen keçi çıngırakları arasında verdiğimiz bu kısa molanın tadı bambaşkaydı. Suyun verdiği güçle göğe doğru uzanan dev gövdeleriyle göz alıcı çınarlar, henüz yapraklanmamışlardı. Ama bu halleriyle de güzeldiler. Bir süre daha çeşme başında dinlendikten sonra, üçüncü sıraca; Balaban Sıracası’na doğru bir traktör yolunu takip ederek yürümeye başladık. Yaklaşan çıngırak sesleri gelmekte olan keçi sürüsünün habercisiydi. Bir süre sonra karşımızda aniden duran koskocaman bir keçi sürüsüyle karşılaştık. Hepsi birden bizi takip ediyordu. Onları ürkütmemek için çalıların arkasına saklandık ve rahat geçişlerine izin verdik. Arkalarından gelen çobanla kısa süre lafladık ve önümüzdeki yolun gidişatıyla ilgili olarak kendisinden bilgi aldık. Çobanın anlatımına göre; Balaban Sıracası, Yukarı Ovacık’a yakın konumda ve epey uzaktaydı. Bugünkü yürüyüşümüzde oraya ulaşmamız pek mümkün olamayacaktı. Bu nedenle Yukarı Ovacık’a yönelen traktör yolundan uygun bir yerde ayrılacak ve Aşağı Ovacık asfaltı yönüne, yani doğuya doğru dönecektik. Bir süre sonra yolun iki yanında kızılçamlar başladı. Bir süre sonra da makilik örtünün kaldırıldığı çitle çevrili alan ve çobanın belirttiği sivri tepe uzaktan göründü. Çobanın tarifine göre; önümüzü kesen kireç taşından sivri tepenin sağından dolaşacak; çitlerle çevrili alanın kıyısından güneye doğru dönerek Aşağı Ovacık yoluna ulaşacaktık. Bu yol tarifine göre hareket ederek, Yukarı Ovacık’a doğru ilerleyen traktör yolundan ayrıldık. Biraz ilerdeki çitlerle çevrilmiş ve makilik bitki örtüsünün kaldırılmış olduğu alana epey yaklaşmıştık. Bundan sonra bu alanın kuzey kıyısından yürüyerek Aşağı Ovacık- Kösedere asfaltına ulaşabilecektik. Biz de öyle yaptık.

 
Osmanoğlu Sıracası; yıkıntılar arasından Mimas'a bakış

 
Beyaz çiğdemler

 
Mor çiğdemler

 
Bunlar da sarıları...

  
Yukarı Ovacık yolunda karşılaştığımız keçi sürüsü; bizi görünce donmuş gibi kala kaldılar.

 
Çalıların arkasına saklandık ve geçip gittiler.

 
ve uzaklaşıp gittiler.

 
Kayalar bize ne çok şey anlatır.

 
Küçük bir dere daha...

Zaman zaman kızılçamların içinde kaybolsak da; yaklaşık 400 metre yüksekliğindeki kireç taşından mücerret sivri tepenin çevresinden dolaşıp, yaklaşık 10-15 metrelik bir irtifa ile aşağı dökülen küçük bir dereciğin kıyısında ilerleyerek hafif eğimli bir kayalığın yanına kadar geldik. Bu kayanın üstü gecikmiş yemek molamız için idealdi. Batı yönünde; Akdağ’ın bir uzantısı olan Kara Reis ile Yukarı Ovacık dünyasının birbirinden ayıran Bölmeç Dağı’na karşı yanımızda getirdiklerimizi atıştırdık. Hava oldukça sıcaktı; tepemizde ışıldayan güneş, kuzeyden esen rüzgârın etkisini kırıyordu. Yaklaşık yarım saatlik mola sonrası, çitlerle çevrili alanı doğuya doğru takip ederek, bu alanın makiliklerinin sıyrılması sırasında açılan toprak yola eriştik. Bundan sonra her şey kolaydı. Bayır aşağı inen toprak yolu takip ederek, terk edilmiş iki mermer ocağını geçtik ve Aşağı Ovacık asfaltına vasıl olduk.

  
Sandal ağaçlarının arasından Bölmeç Dağı'na doğru bakış

 
Eteğinde yemek yediğimiz kireç taşından sivri tepe

 
Sandal ağaçları

 
Eğlen Hoca Barajı ve hemen üstündeki RES'ler

 
Aşağı Ovacık-Kösedere yolunda bir tarladaki ballıbabalar ve papatyaların renk cümbüşü

 
Kösedere yolunda son anemonlar

 
Çiçeğe boğulmuş badem çalıları

 
bu da yakından...

 
papatyaların güzelliği

 
hepsi bir yerde...

Doğuda Eğlen Hoca Barajı görünüyordu. Asfalt yolun kıyısından Kösedere köyüne doğru ilerledik. Köye kadar yaklaşık 5 km.lik bir mesafe vardı. Asfalttan yürümek pek içimize sinmedi. Bu nedenle iş makinelerinin çalıştığı tepenin altından dere yatağına doğru indik. Zeytinlikler arasından süzülerek, kısmen evsel atıkların karıştığı dereyi aşarak Kösedere çıkışına ulaştık. Sabah 10.30 gibi başladığımız yürüyüşümüzü yaklaşık 17.30 gibi Kösedere köy meydanında sonlandırmıştık. Toplamda 13 km.lik güzergâhımızı, yaklaşık 6 saatte yürümüştük. Doğayla birlikte geçirdiğimiz zaman ise, bütün bunların üstüne birer ödül gibiydi. Çoban çeşmelerinden akan suyun sesini dinlemek, keçi sürülerinin ardı sıra yürümek, Kösedere "sıraca"larında yalnız ahlatlarla selamlaşmak hepsi güzeldi. Ama günden geriye yine biraz hüzün kaldı; Geçmişte bıraktığımız izlerimiz, artık bu toprağın altında kalmış; yüzlerce yıllık bitmeyen kavgaların bilinmeyen akıbetleri, yitirdiğimiz güzel geleneklerimiz ve tüm kaybettiklerimiz… Onlara dair bugün de söylenecek söz kalmıştı geriye. Heyhat…

Dipnotlar
(1)    Menemen İskelesi, Bugünkü Deniz Bostanlısı’nın biraz yukarısında bir yerde kuruluydu ve 19.yy.da kuzeye doğru seyahatlerin önemli bir çıkış noktası idi.
(3)   Cengiz Gürbıyık, Karaburun Yarımadası’nda Türk Mimarisi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2010; sayfa: 51-52
(4)  Cengiz Gürbıyık, a.g.e.; sayfa: 52
(5)   Fotoğraflar yazıda belirtilenler dışında İF tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC