Muğla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muğla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2017 Cumartesi

BOZÜYÜK-PINARBAŞI

MARSYAS'IN PINARLARI
19 Ekim 2017
İbrahim Fidanoğlu

Marsyas’ın kavalını üflediği mekânların yakınındayız bugün. Göğe doğru uzanan kavakların yeşilden sarıya doğru döndüğü zamanlardayız. Yatağan yönünden termik santrale kömür taşıyan konveyör hattına paralel ilerleyen daracık asfalt yol, zaman zaman tatlı kıvrımlarla bizi Çine Çayı’nın kaynaklarından birisi olan Pınarbaşı mesire alanına taşıyor önce. Bozüyük ise, biraz daha ilerde… 800 yaşında bir bilge çınarın geçen zamana karşı vakur bir duruşuyla başlıyor her şey. İçi neredeyse bir ufak kulübeye eşdeğer büyük bir oylumla boşalmış; yüzlerce yılın üzerinde bıraktığı izlerle şekilden şekle girmiş kocaman bir gövdenin üzerinde yükselen bu saygı duyulası ağacın çok derinlerdeki köklerini besliyor Marsyas’ın (Çine Çayı) az ilerdeki kaynakları… Sanki öyküler iç içe geçmiş; yeryüzünün ve tarihin derinlikleri birbirine karışmış, bir çınar ağacının gövdesinin dibinde bunları söyletmiş bize zaman…

 
Pınarbaşı mesire alanı

 
Pınarbaşı-800 yaşındaki koca çınar
(Ekim-2008)

Pınarbaşı, buralara her uğrayışımızda gördüğümüz manzara; bize Cumhuriyet’in ilk yıllarını hatırlatır. Zaman yavaş ilerler orada; hatta belki de durmuştur, kim bilir? Suyun yaklaşık 87 metre derinlerden kaynadığı yer; kanallarla ovaya doğru süzülen pırıl pırıl suyun üstünden aşan daracık köprüler; hafiften silmelerle yükseltilmiş beyaz badanalı betondan platformların arasından suya doğru sarkan salkım söğütler, o yıllara ait sararmış o eski fotoğraflarda gördüğümüz kır lokantalarını hatırlatan bir atmosfer; dekorda basitlik; alabildiğine doğanın sesi; suda ördekler ve alabalıkların resmi geçidi; her zaman aynı berraklıkta ve gerçektir.

  
Pınarbaşı ördekleri salına salına...
(Ekim-2008) 

 
Pınarbaşı; burada aheste akar Marsyas'ın suları...

 
Pınarbaşı; bilge çınarın önünde...
(Fotoğraf: N. Fidanoğlu)

Çine Çayı’na doğru usul usul akan suyun şırıltısında saklıdır Marsyas… Şöyle üfler kavalını ziyaretçisinin kulaklarına:

Marsyas efsanesi Anadolu’ya özgüdür ve asıl anlamı ancak içinde oluştuğu dekor göz önünde tutulursa anlaşılabilir. Aydın’dan Muğla’ya gidildiğinde Çine ile Yatağan arasında Gökbel denilen bir yer vardır, manzarası akıllara durgunluk veren bir yer: Yol orada 30 kilometrelik bir arayı 380 viraj yaparak alır, gökten düşmüş meteor taşlarına benzer kapkara, korkunç biçimlerle üst üste yığılı kayalar arasında yılan gibi sürüne sürüne, bin bir dönemeç yapa yapa ilerler. Kendinizi bu dünyada değil, göklerin sarsıntısıyla yeryüzüne düşmüş bir gezegende sanırsınız. Göz alabildiğine ne bir ağaç, ne bir ot, ardı ardına dağlar, kayalar, taş yığınları, öyle baş döndürücü, tüyler ürpertici bir çevre ki; her dönemeçte bir cin, bir şeytan, tarih öncesi çağlardan kalma bir sürüngenle karşılaşacağınıza inanırsınız ve korkudan soluğunuz kesilir. Bu doğa dışı karaltı içinde uzaktan bir şırıltı duyar gibi olursunuz, yaklaşır, bakarsınız ki bir yarın dibinde bir yeşillik kümesi, püfür püfür esen kavaklar, yer yer pembe zakkumlar ve yemyeşil bir su. Ne o? Bir ırmak, Çine Çayı; İlkçağ’ın Marsyas’ı kavalını öttürüyor tatlı tatlı, acı acı; çünkü bu kavalcınınki kadar korkunç bir alın yazısı olmamış başka hiçbir kavalcının. Dinleyelim Marsyas’ın serüvenini:


Pınarbaşı;kaynaklardan biri

Pınarbaşı, Marsyas'a can veren kaynak

Tanrı Pan’ın yapıp kullandığı syrinks denilen yedi borulu kavala karşın, Marsyas iki borulu kavalın bulucusu sayılır. Bu yüzden de kimi kaynaklarda Marsyas’ın Kybele’nin alayından olduğu söylenir, çünkü Ana tanrıça kültünde tefle birlikte bu kaval kullanılırdı.

Bu kavalı bulan tanrıça Athena imiş. (rivayet odur ki, Büyük Menderes’in Dinar yakınlarındaki kaynağında bulunan sazlara delik açarak ilk kavalı yapmıştır Tanrıça Athena) Günün birinde kaval çalarken bir derenin suyundan yüzüne bakacak olmuş, kavalın yüzünü nasıl buruşturup çirkinleştirdiğini görmüş ve kavalı öfkeyle atıp dere kenarından uzaklaşmış. Bir başka anlatıma göre (Tanrıçalar) Hera ile Afrodite, Athena’nın kaval çaldığını görerek onunla alay etmişler, tanrıça da Phrygia’ya giderek duru bir suda yüzünün gerçekten çirkin olduğunu görmüş de kavalı atarken, onu yerden toplayacak olanı en büyük cezalara çarpacağına ant içmiş. 

Pınarbaşı tesisleri

Marsyas, bunu nerden bilsin, yerde bulduğu kavalı almış ve çalmaya koyulmuş. Marsyas bayılmış sesine, o kadar sevmiş ki dünyada bundan güzel ses veren saz olmadığını ileri sürmüş ve Apollon tanrının lyra’sıyla yarışmayı bile göze almış. Tanrı bu yarışma için bir şart koşmuş: Kim yenerse yenilene istediğini yapacak. Yargıç olarak Tmolos (Bozdağ) tanrısını almışlar. Birinci yarışma sonuç vermemiş, ikincisinde Apollon, Marsyas’a meydan okuyarak kavalını tersine tutup çalmasını buyurmuş; kendisi lyra’yı ters tutunca aynı sesleri çıkardığı halde; Marsyas, kavalını öttürememiş, bu yüzden de yenik düşmüş. Yarışmayı gözleyen Phrygia Kralı Midas, gene de kavalın lyra’dan üstün olduğunu söyleyince, tanrı onun kulaklarını eşek kulakları haline getirmiş. Ama bununla kalmamış, Marsyas’ı tutmuş bir (zeytin) ağacına bağlamış ve derisini yüzmüş. Marsyas, bu korkunç işkence içinde can vermiş. Apollon, sonradan yaptığına pişman olmuş derler, lyra’sını yere atarak kırmış, Marsyas’ı da bir ırmak haline getirmiş. Gökbel’den akan Çine Çayı, işte bu ırmakmış.”(1)

 
Gökbel ve Çine Barajı
(Kasım-2011)

 
Gökbel'in gnays kayaları
(Kasım-2011)

Çine Çayı, Yatağan’ın Bozüyük köyü yakınlarındaki Pınarbaşı Mevkii’nde bulunan kaynaklarından doğar. Bu çaya güzergâhı boyunca; doğudan ve batıdan (Kargı Deresi, Mesevle Çayı gibi) gelerek karışan başka dereler de güç katar. Gösterişli yeryüzü topografyası ile dikkat çeken Gökbel Vadisi’nin derinliklerinden akarak Çine Ovası’nda dinlenir. İlkçağ’da Yunan Mitolojisi’nde yer alan bir satir; Marsyas’ın adıyla anılan Çine Çayı; artık Gökbel Vadisi’nde binlerce yıldır sürdürdüğü bu köpüre köpüre akışını, bugünlerde Eski Çine önlerinde kesilen bir bendin arkasındaki baraj gölünde sonlandırır. Bekler, bekler; bazen ovaya doğru akışına izin verir ilahlar; bazen de kavrulan Çine Ovası’na doğru bir nefes vererek ulaşır düzlüklere… Ama eninde sonunda vardığı yer, Büyük Menderes’in bereketli yatağıdır. Ona kavuşur ve onunla birlikte batıya; Ege’ye doğru nihai yolculuğunu sürdürür.

 
Bozüyük köy meydanı-2017

 
Bozüyük meydan kahvehanesi-2008
 (Ekim-2008)

Bizim yolculuğumuz ise, biraz ilerde Bozüyük köyünün meydanında soluklanacaktır. Bozüyük köyü mü, yoksa mahallesi mi desek; köy irisi bu belde, eskiden belediyelikti. 19.yy.da yörenin önemli bir hayvan pazarı olarak öne çıkan yerleşim, son yıllarda televizyon dizilerinde ve bazı sinema filmlerinde doğal film platosu haline gelmiş durumda… Bölgenin medyada görünürlüğünün artması ise, yöre halkının az da olsa iç turizmden sebeplenmesi gibi bir sonuç da doğurmuş. Köyün meydanındaki kahvehaneler bile bu dizilerin isimleriyle anılır olmuş.

 
Bozüyük'te meydana inen yollardan birinde...
 (Ekim-2008)

 
Koca kapı, döşeme taş ve ardında koca bir dünya hayat...
(Ekim-2008)

Pınarbaşı’ndan Bozüyük’e yönelen ve bazen karşılıklı iki arabanın bile zorlukla geçebileceği ölçüde daralan yolun iki yanında; taşın ve ahşabın kardeşliğinde yükselen tipik Bozüyük evlerinin arasından geçerek eski belediye binasının da bulunduğu köy meydanına ulaşır yolcu. Köyün en canlı mekânı bu meydandır. Meydandan köyün yukarılarına doğru kıvrılarak kaybolan birkaç sokak, güzelim eski köy evleri ve taş döşeme zeminleri ile kendine çeker ziyaretçisini. Bu güzelim evlerden biri de 2007 yılında Muğla Valiliği tarafından restore edilen ve kültür evi olarak ziyarete açılan Hacı Şükrü Evi… Meydana bakan bir turistik kafeteryanın arkasında yer alan yapıya ismini veren Hacı Şükrü Bey, Kurtuluş Savaşı sırasında köyde ilkokul öğretmenliği yapmış. Köydeki yaşamı boyunca bu evde yaşayan Hacı Şükrü Bey, savaş sırasında gençleri Kuvayı Milliye’ye katılmaya teşvik eden, ayrıca bölgede görevi sırasında sıtma ve salgın hastalıklarla mücadelede; tarımsal tekniklerin uygulanmasında köylüye önderlik etmiş bir kişi olarak tanınıyor.

 
Hacı Şükrü Evi
(Ekim-2008)

 
Hacı Şükrü Evi'nin avlusundan...
(Ekim-2008)

Hacı Şükrü Evi’nin tanıtım levhasında Hacı Şükrü Bey ile ilgili olarak şu bilgiler veriliyor:

“Bozüyüklü Hacı Şükrü Bilginsoy, 1914 yılında Bozüyük’e ilk öğretmen olarak atanır. İki yıl sonra evlenir ve 1917 yılında evini yapmaya başlar. İstiklal Savaşı yıllarında öğretmen olduğu için askere alınmaz ve köyde baş gösteren kolera-sıtma hastalığı sonucu ölen insanların defin işlemlerini köyün kadınlarıyla yapar. Sterilizasyona son derece dikkat ederek mezarları kireç tozu ile kapatır ve kısa sürede salgını önler. Bilginsoy, köyde ilk dezenfekte uygulamasını başlatarak çevreye örnek olmuştur. Hacı Şükrü Efendi, 1931 yılında emekli olur ve 1934 yılında çıkartılan Soyadı Kanunu sırasında Muğla’ya çağrılır. İl Encümeni kararı ile kendisine Bilginsoy soyadı verilir. Çünkü Hacı Şükrü Efendi, Muğla yöresinde Kuran-ı Kerim’i ezbere bilen üç kişiden biri olup yorumlayan en iyi kişidir. Derin matematik bilgisi ve her konudaki kültürüyle bu soyadını hak etmiştir. 28 yıl eski dilde, 3 yıl da yeni dilde öğretmenlik yapmıştır. Hacı Şükrü Evi, İl Özel İdaresi MELSA Muğla El Sanatları Limited Şirketi’nce restore edilerek 6 Haziran 2007 tarihinde hizmete açılmıştır.”(2)

 
Bozüyük; meydan
(Ekim-2008)

Sivil mimarinin tipik bir örneğini teşkil eden Hacı Şükrü Evi’nin iyi niyetli bir çabayla ayağa kaldırılmış olması, elbette Hacı Şükrü Bey’in hatırasını da yaşatacak güzel bir girişim olarak takdiri hak ediyor. Evin son halini soracak olursanız, Valilik tarafından restore ettirilen Hacı Şükrü Evi, açılan bir ihale sonrasında şimdilerde bir butik otel olarak işlev görüyor.

 
Bozüyük, meydan

 
Bozüyük, eski belediye binası
(Ekim-2008)

Meydana alçak bir seki üstünden bakan bir kafeteryada bir süre soluklandık. Yorgunluk kahvelerimize; kafeteryanın sahipleri emekli öğretmen Cihangir Bey ve Sacide Hanım ile yaptığımız tatlı sohbet eşlik etti. Bozüyük ve eski günlere dair sürüp giden sohbetle zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile.

 
Bozüyük, Cihangir Bey ve Sacide Hanım'ın meydana bakan kahvehanesi

 
Bir Bozüyük evi
(Ekim-2008)

İlkçağ’da Bozüyük yakınlarında Karia’nın iki önemli yerleşimi vardı. Mimari kalıntıları ve yaşanmışlıklarıyla bugüne gelebilen bu yerleşimler, bugünkü Eskihisar’da yer alan “aşkın ve hüznün kentiStratonikeia ile Yatağan’a bağlı Turgut köyü yakınlarındaki Tanrıça Hekate’ye adanmış Lagina Kutsal Alanı… 2014 yılında Stratonikeia’ya yaptığımız bir gezi sonrasında yazdığımız yazının başlarında kentle ilgili şunları aktarmışız:

 
Eskihisar'da zaman
(Nisan-2014)

 
Stratonikeia-sütunlu cadde
(Nisan-2014)

Stratonikeia, Büyük İskender’in ardıllarından Selevkoslar’ın egemenliğinde bir büyük aşk öyküsü ile öne çıkan; bugün artık o dönemden kalma ismi ile anılan ve ağırlıklı olarak neredeyse tamamı mermerden yapılmış çok önemli bir Karia yerleşimi. Hekate ve Zeus’a adanmış iki büyük kutsal alanın bulunduğu kentin en önemli yapılarından olan dev Gymnasion’un ise dünyada bir başka eşi benzeri olmasa gerek. Kenti özel kılan nedenlerden birisi de; Karialıların zamanında bir hac mekânı olan Tanrı Zeus’a adanmış Zeus Khrysaoreus Tapınağı’nın burada yer alması. Kentin bir başka güzelliği ise, 1952 yılında yörede yaşanan deprem ve yakınlarında yer alan Yatağan Termik Santralını besleyen linyit kömürünün çıkarılması uğruna yeri değiştirilen Eskihisar Köyü’nün ruhunun, hala taş döşeli ıssız sokaklarında dolaşıyor olması.”(3)

 
Stratonikeia-tiyatro
(Nisan-2014)

 
Lagina-Hekate Kutsal Alanı; propylon
(Mayıs-2010)

Diğer yerleşim Lagina ise, Turgut Reis’in ismine atfen Turgut olarak adlandırılmış; yerli halkın binlerce yıl önceki Lagina isminden kaynaklı Leyne olarak andığı ve aslında Tanrıça Hekate’ye adanmış bir kutsal alan. Hekate; mitolojide bir yandan ay ve gece ile; diğer yandan ölüler, yer altı ve büyücülükle ilişkilendirilmiş Anadolulu bir tanrıça olarak biliniyor. Türk Arkeolojisi’nin öncü isimlerinden Osman Hamdi Bey tarafından Anadolu’da gerçekleştirilen ilk izinli kazı olması dolayısıyla da Lagina’nın ayrı bir önemi var.

 
Lagina'da bahar
(Mayıs-2010)

 
Lagina-Hekate Kutsal Alanı
(Mayıs-2010)

Bozüyük, bir yandan altın kılıçlı anlamında Karialı Zeus Khrysaoreus, diğer yandan Tanrıça Hekate’nin kült merkezleri yakınında; ama bir yandan da Marsyas’ın kavalına eşlik eden Çine Çayı’nın kaynaklarının bulunduğu Pınarbaşı’nın hemen yakınlarında; böylesine tarihi derinliği olan özel bir yer. Bozüyük, Milas’tan ve Gökbel Vadisi yönünden gelen yolların kesişme noktasında olmasından dolayı özellikle Menteşe Beyliği zamanında bölgede tutunan Türkmenlerin, önceleri yaylak ve kışlak geçişlerinde yer alan; ama sonraları da bölgede yerleşik hayata ilk geçtikleri önemli noktalardan biri olmuş. Rodos Seferi sırasında Kavaklıdere yönünden Muğla’ya doğru ilerleyen ordusu ile birlikte Kanuni Sultan Süleyman, Bozüyük civarında Değirmenbaşı (Han Yanı) diye adlandırılan mevkide konaklamış ve otağını buraya kurdurmuş.

 
Bozüyük
(Ekim-2008)

Evliya Çelebi; yine Seyahatname’sinde bölgeden şu şekilde söz ediyor:

“Menteşe toprağında Paşa Hassı Voyvodalıktır. 150 akçe gelirli kazadır. Kasaba merkezi, Bozüyük Dağı dibinde; 150 toprak örtülü evdir. Bir cami var. Bağ ve bahçesi çoktur. Bu kasabanın kuzeyinde bir ok atımı yerde Süleyman Han’ın otağ yeri vardır. Süleyman Han, Rodos fethine geçerken burada kalmıştır. Süleyman Han ‘Bu otağımın bulunduğu yerde hafta pazarı olmak için dükkânlar yapılsın’ diye buyurmuştur.”(Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden)

 
Bozüyük; Siyami Bey Camisi ve meydan düzenlemesi
(Ekim-2008)

Köyün içinde; köyün kuruluş yıllarına dayandığı düşünülen, ama 19. yy.da yeniden yapıldığı tamir kitabesinden anlaşılan bir de cami var. Caminin, köyün ilk kurulduğu Değirmenbaşı mevkiinden sineklerden kaynaklanan bir salgın hastalık nedeniyle bugünkü yerine taşınmasına öncülük eden Siyami ve Benli Beylerle ilişkisi olsa gerek. Çünkü caminin ismi Siyami Bey Camisi olarak geçiyor. Bahçede Siyami ve Benli Beyler için yapılmış bir de türbe var. Yapıların her ikisi de restorasyon görmüş durumdalar.

 
Siyami ve Benli Bey Türbesi
(Ekim-2008)

Caminin tamir kitabesinde şunlar yazıyor:

“Hayır sahibine Allah makbul bir iş ilham edince, kalbini tamamen temiz işlerle süsler.

Bu cami temelinden tamamen yok olmuş gibi iken, bu günkü güzel iman dosta düşmana bellidir.

Allah bu cami yapanın emeğini şükrana layık eylesin; çünkü bu camii yapmakla o, Müslümanların kalplerini sevinçlere boğdu.

Zekai, delinmemiş inci gibi bir tarih söyler: Doğrusu şu ki; Veliyüddin bu hayratını ne güzel yaptı.

Bu Siyami Bey Camii’ni tamir edip ihya eden Hacı Veliyüddin Efendi’dir.
Temmuz 1892”

  
Bir Bozüyük sokağı daha...
(Ekim-2008)

Yine caminin önünde yer alan minare kitabesinde yer alan ifadelerden de minarenin yine aynı zamanda yörenin zenginlerinden olduğunu düşündüğümüz Hacı Veliyüddin Efendi’nin eşi Hafize Hanım tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor.

“Veliyüddin’in eşi Hafize Hanım’ın bu hayratına canım feda olsun.

Ezan sesini her tarafa ulaştırmak için bir minare yaptırdı.

Allah’ın adını anmayı burada yücelttiği için iki âlemde onun şanı yüce olsun.”

 
Bozüyük-meydana bakış...

 
Cami yakınlarında bakımlı bir Bozüyük evi
(Ekim-2008)

1.Dünya Savaşı sonrasında İtalyan işgal bölgesi içinde kalan Bozüyük’te işgal günlerinde Bozüyüklü Hacı Süleyman Efendi’nin öncülüğünde Kuvayı Milliye direnişinin örgütlenmesi çalışmaları yürütülmüş. Cumhuriyet Dönemi’nde ise, yakınlardaki Ahiköy’ün (bugünkü Yatağan) ilçe merkezi haline gelişi ile yerleşim, giderek idari anlamda önemini yitirmiş; idari yapılanma içinde bir süreliğine belediyelik olarak işlev gören Bozüyük, bugün son düzenlemelerle Yatağan’ın bir mahallesi konumuna indirgenmiş durumdadır.

  
Bozüyük köy meydanından aşağı doğru bakış
(Ekim-2008)

 
Bozüyük; eski bir ev
(Ekim-2008)

Son söz olarak ne demeli; Bozüyük bize göre geçmişinde saklı Karia ve Türkmen kültürünü bir potada eriterek; belki de dışarıdan hemen bakıldığında kolay anlaşılamayacak bir soyluluğu hücrelerine nakş etmiştir diye düşünüyoruz. Bozüyük’te dolaşırken; taş ve ahşabın kardeşliğinde hayat bulan evlerinde, taş döşeli daracık sokaklarında, köşe başlarında 19.yy.dan el uzatmış gibi duran ahşap doğramalı dükkânlarında ve meydana bakan kahvehanelerinde bu iklimi hissediyorsunuz. Her şeyin kısa sürede tüketilip yok edildiği günümüzde; tüketim toplumu mertebesine çıkarılmış ülkemizde, Bozüyük mücevher değerindeki benzersiz kasabalardan biri olarak ayrı bir yere konmayı çoktan hak ediyor.

Dipnotlar:
(1)     Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi; 11.Basım-Kasım 2002; sayfa: 200, Marsyas maddesi
(2)    2008 yılında Hacı Şükrü Evi tanıtım levhasından alınmıştır.
(3)    Stratonikeia ile ilgili olarak bkz. http://dagakactim.blogspot.com/2014/09/stratonikeia-yada-eskihisar.html
(4)    Yazıda belirtilenler dışındaki fotoğraflar, Bozüyük ziyareti sırasında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.


Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

18 Nisan 2012 Çarşamba

LATMOS DAĞI’NDAN BAFA’YA BAKTIK


18 Nisan 2012
İbrahim Fidanoğlu

Bugün şiddetli lodos ve yağmur baskısı altında Büyük Menderes Ovası’nı aşarak rotamızı Bafa Gölü’ne doğru çevirdik. Uzun zamandır devam eden bölünmüş yol çalışmaları nedeniyle sıkıntılı seyreden trafik, Pınarlı ve Bafa’ya doğru nispeten düzeldi. Yol boyunca şiddetli lodos bazı ağaçların dallarının kırılarak yola düşmesine yol açmıştı. Söke’den sonra başlayan yağmur, kahvaltımızı yaptığımız Bafa köyünde yol kenarındaki kahvede tufana dönüştü. Dağdan yola doğru inen sokaklar, ansızın birer dereye dönüştü. Göğün rengi karardı ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur her yeri kapladı. Yağmur hafifleyinceye kadar kahvede oturduk ve yağmuru seyrettik.

 Latmos’dan Bafa Gölü’ne bakarken

Söke – Milas yolundan 10 km. kadar içerde yer alan Kapıkırı köyüne gitmek üzere Bafa’dan ayrıldık. Köy yolu, yer yer sular altında kalmıştı. Şiddetli rüzgâr enerji hatlarına zarar vermiş, bazı elektrik telleri kopmuş durumdaydı. Gölyaka’ya yaklaşırken yol birçok yerinden kazılmış vaziyetteydi. Böyle önemli bir ören yerine yakışmayan manzaralar mevcuttu. Yağmurla dolan çukurlar yolda arabayla ilerleyişimizi zorlaştırmıştı. Yediler Manastırı levhasını ardımızda bırakarak Kapıkırı’na doğru yöneldik. Köy girişine çok yakın bir noktada arabamızı göl kıyısında bıraktık ve kaya mezarlarının arasından ilerleyen sağdaki bir patikaya saparak Beşparmaklar’a doğru tırmanmaya başladık. Beşparmaklar; karşımızda yağmurla yıkanmış ve güneş ışıkları altında pırıl pırıl parlayan grano gnays kayalardan oluşan eşsiz bir duvar gibiydi.

Önde zeytin ağaçları, arkasında Beşparmaklar; ayrıntıda grano gnays kayalar

Yağmur baskısı sürdüğü için bu kez kendimize yakın bir hedef; Latmoslu Endymion’un mezarının bulunduğu tepeyi seçtik. Tepeye bir patikayı izleyerek çıkmaya başladık. Yağan şiddetli yağmur nedeniyle kayaların arasından akan küçük dereciklerin sesleri geliyordu. Kayaların üzerinde muhteşem görünümlü sanki minyatür bir ormanı andıran kırmızı renkli kaya yosunları doluydu. Baharın kokusu bütün vadiyi kaplamıştı. Yağmur sonrası doğadaki arınmışlık duygusu tırmanış boyunca tüm ekibi sarıp sarmaladı. Zaman zaman durup arkamıza baktığımızda aşağıda ovada uzayıp giden göl kıyısındaki meraları ve otlayan inekleri görebiliyorduk. Karşıda yamaca asılı gibi duran Gölyaka, sanki adıyla müsemma bir yerleşim olduğunu kanıtlar gibiydi.

(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Kayalara oyulmuş merdivenler, kayaların üstünde yer alan mezarlar, bazen yanlarında halen devrilmiş duran kapakları, yükseldikçe karşımıza çıkan dağdaki Latmos kentinin sur duvarlarından parçalar görmeye başladığımız antikitelerden bazılarıydı. Yerler gnays kayalardan elde edilmiş kesme taşlarla doluydu. Bu yapı taşları zamanın ve insanın tahribatına dayanamayarak etrafa saçılmış, bazıları tepeye tırmananlar için doğal basamaklar oluşturmuştu. Biraz daha tırmanınca Endymion’un mezarı olduğuna inanılan yere vardık. Hemen üstünde ise eski bir Bizans dönemi kilise kalıntısı mevcuttu.

 Önde Latmos evlerinin kapı söveleri; arkasında zirvesi sisler içinde Beşparmaklar

Yürüdüğümüz rota, aslında çobanlıkla geçinen Leleglerin dağda kurdukları kent Latmos’a doğru idi. Bu İlkçağ kentinin kültü Çoban Endymion’un kutsal alanı ve mezarı da buralardaydı. Etrafta yapı temelleri, evlerin kapı sövelerini belirleyen dikili taşlar, doğal kayaya uydurulmuş ve halen ayakta Latmos’un sur parçaları ve kale burçları dikkatimizi çeken diğer öğelerdi.

Biraz daha ilerledik; tepeyi aşınca ayaklarımızın altında uzanan Bafa Gölü ve ileride sağımızda konumlanmış Kapıkırı köyü ile karşılaştık. Göğün açıp kapatan aydınlığı altında yağmur sonrasında bütün yıkanmışlığı ile tabiat sonsuz bir arınmışlık içindeydi. Tertemiz havayı, dağ zambaklarının her tarafa bulaşmış kokusunu, sarıyı ve yeşili içimize derin derin çektik. Ufka doğru kıstırılmış bir deniz enginliğinde uzanıp giden gölün suları lodosun etkisi ile kıpır kıpır kıpırdanıyordu.

Latmos Herakleia’sı
Bafa Gölü civarı, İlk Çağ’da Karya diye anılan bölgenin içinde yer almaktaydı. Büyük Menderes’in hemen güneyinden başlayarak bir yandan bugünkü Uşak ve Denizli illerinin bir bölümünü de kapsayacak kadar doğuya uzanan; bir yandan da Dalaman Çayı’na kadar dayanan bu bölgeye Karya, burada yaşayan halka da Karyalılar adı verilmekteydi.

 Latmos’un göğe doğru tırmanan merdivenleri

Karyalıların bir kolu dağlarda yaşayan ve daha çok çobanlık ve arıcılık gibi faaliyetlerle uğraşan göçerlerdi. Bunlar Lelegler diye anılmaktadır. Bu halkın M.Ö. 16 yy.larda Santorini yanardağının patlaması sonucu ortaya çıkan kültürel farklılaşmalara dayandığı sanılmaktadır. Tarihçilerin tezlerine göre; bu felaket sonrası Girit’teki Minos uygarlığı dağılmış, halkın bir kısmı Kıta Yunanistanı’na, bir kısmı ise Ege Adaları yolunu izleyerek Anadolu’nun Batı kıyılarına ulaşmıştır. Anadolu’ya ayak basan halkın bir kısmının Bodrum Yarımadası, Çeşme – Ildırı gibi kıyı bölgelerde yerleştikleri; diğer bir kolun ise Çine, Muğla üzerinden güney-doğuya ilerleyerek Akdeniz’e ulaştığını ve burada Likya topraklarında yerli halk ile kaynaşarak bu uygarlığı yarattıkları ileri sürülmektedir. Lelegler’in M.Ö. 8 yy. civarı, şimdiki Bafa Gölü’nün kıyısında Beşparmak Dağları’nın üstünde ilk yerleşimlerini (Eski Latmos) kurdukları bilinmektedir. Lelegler, burada zamanın savunma standartlarına göre oldukça ileri düzeyde tahkim edilmiş ve çepeçevre surlar ve kulelerle çevrilmiş bir kent yarattılar. Kentin mimari düzeni basit ve dağınık bir yapıdaydı. Helen mimarisinin estetiği ve kentsel yaklaşımı bulunmamaktaydı.

M.Ö. 4.yy. Karyalılar için önemli bir dönüm noktasıdır. Persler, Anadolu istilası sonrası Anadolu’yu eyaletlere böldüler ve kendileri Anadolu’dan çekilip giderken, yönetimi Satrap adı verilen eyalet valilerine bıraktılar. Bunlardan biri de Milas’ta hüküm süren Karya Satraplığı idi. Bu satraplığın idaresi Milaslı Hekatomnos ailesine aitti. Bu ailenin en bilinen üyesi, M.Ö. 4.yy.da yaşayan Mausolos’tur.

 Çoban Endymion’un mezarı

Mausolos, Kıta Yunanistanı’ndan gelen teknolojik ve kültürel yeniliklere açık bir yönetici idi. Bazı yazarlara göre; İlkçağda bir Karya Rönesansı’nın yaratıcısı olarak adlandırılmaktadır. Yönetimin merkezini, Milas’tan Bodrum’a (Halikarnassos) taşıdı. Ayrıca, o zaman Ege Denizi’ne birleşik olan Bafa Gölü kıyısında (Latmos Körfezi’nde) Helen şehircilik normlarına uygun olarak dağdaki Latmos’u deniz kıyısında yeniden kurdu. (Latmos Herakleia’sı) Kentin ismini de bir Yunan tanrısı olan Herakles’e izafeten Herakleia olarak verdi. Eski Latmos’da da kimsenin kalmaması ve kurulan yeni kente yerleşmesi için tüm kenti yıktırdı ve sadece eski şehrin kahramanı çoban Endymion’un mezarını bıraktı. Aynı zamanda, bu kültü yeni şehre de taşıyarak şimdiki Endymion Sunağı’nı yaptırdı. Halikarnassos’da zamanının en önemli yontu sanatçılarını (Skopas, Bryaksis) ve mimarlarını bir araya topladı. Onlara önemli yapıtlar yaptırdı. Kendi ölümünden sonra eşi Artemisia tarafından anısına yaptırılan ve dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilen Mausolos’un Anıt Mezarı (Mimarları Pytheos ve Satyros’dur) da bunlardan biri idi.

Latmos Herakleia’sı; tam anlamıyla bir Hellenistik dönem kentidir. Kent, M.Ö. 4.yy.da Karya Satrapı Mausolos zamanında dağdan göl kıyısına (Büyük Menderes’in alüvyonlarıyla ağzını kapamadan önce, eskiden deniz kıyısı olan Latmos Körfezi kıyısına) taşınmıştır. Kent, Beşparmak Dağı’ndaki sarp kayalıklarda yer alan uzun şehir duvarları ve gözetleme kuleleri ile zamanında oldukça iyi bir şekilde savunulmaya müsaitti. Kentte bu dönemden kalma çok katlı bir agora, göle doğru biraz ilerde kayalıklar üzerinde Athena Tapınağı, şehir meclisi, daha ilerde zeytin ağaçları içinde küçük bir tiyatro, askeri savunma sisteminin dünyadaki en iyi korunmuş örneklerinden olan surlar ve gözetleme kuleleri, kıyıya inerken eski şehrin kültü çoban Endymion anısına yapılmış Endymion Sunağı bulunmaktadır. Romalılar, Menderes Irmağı’nın alüvyonlarıyla körfezin ağzının kapandığı ve ekonomik öneminin azaldığı bir dönemde şehre vergi toplamak gayesiyle bir su sarnıcı ve hamam dışında herhangi bir yapı yaptırmamışlardır. Hristiyanlık döneminde şehir bir piskoposluk merkezi olarak yaşamış olup, bu döneme ait Piskoposluk Binası’nın kalıntıları kıyıda yer almaktadır. Hristiyan Bizans döneminde Manastırlar ve Piskoposluk Dönemi, M.S.14.yy.a kadar sürmüştür. Bu tarihlerde doğudan batıya doğru ilerleyen Menteşeoğulları, güneyden; Fethiye ve Milas üzerinden gelerek bölgeyi ele geçirmiş, Miletos’a kadar gelerek Balat’a yerleşmişler, giderek bir azmak haline gelen ve Menderes’in çamurlarıyla kaplanan bu limandan İspanyol ve İtalyan limanlarıyla ticaret yapmışlardır. (Balatya ya da Balat) Bu döneme ait bir yüzü Arapça, diğer yüzü de Latince olarak Menteşe Beyliği tarafından bastırılmış gümüş sikkeler bulunmaktadır.

 Latmos Dağı’nda bir gün…


Çoban Endymion
Yunan Mitolojisi’nde yeri olan kişiliklerden birisi de Çoban Endymion’dur. Endymion, Latmos Dağı’nda sürülerinin peşinde dolaşan genç bir avcı ve çobandır. Mitolojideki söylenceye göre; Endymion'un büyük aşkı Ay Tanrıçası Selene, iki atın çektiği gümüş tekerlekli bir araba ile gökyüzünü dolaşan güzel bir kadındır. Birçok sevgilisi vardır. Zeus ile beraber olduğu ve Pandia adında bir kızı olduğu, Arkadya'da Tanrı Pan ile seviştiği bilinir. Mitolojiye göre Ay Tanrıçası Selene, bir gece göl kıyısında uyuyan çoban Endymion’u görmüş ve ona vurulmuş. Tanrılar Tanrısı Zeus, Selene’nin aşkını kıskanmış ve öfkeyle bir ceza vermiş genç çobana. Çobanı hiç uyanmamaya, sonsuz bir gençlik uykusunda uyumaya mahkûm etmiş. O günden sonra oracıkta uyumuş kalmış Endymion, hiç uyanmadan. O derin uykusunda düşler görürken, Ay Tanrıçası Selene her gece gelip yanına yatarmış. Selene, böylece Endymion’a tam elli çocuk doğurmuş. Rivayet edilir ki, o gün bu gündür ayın dolunaya döndüğü gecelerde, gölün üzerinde oluşan ışık oyunları ve yakamozlar, Ay Tanrıçası Selene ile Çoban Endymion’un buluşup seviştiğine dair işaretlerdir.

 Dağdaki Latmos’da Endymion Kutsal Alanı

O günden beri Beşparmak dorukları ay ışığında gün gibi ağarır. Ulu çamları, uyuyan ve ışıklı düşler gören insanlara benzer. Nereden geldiği belirsiz bir esintiyle yaprakları kıpırdaşır usul usul. Ay ışığı göklere parmak uzatan doruklardan aşağı su şırıltısı gibi şarıl şarıl akar. Endymion'un kavalı yamaçlardan aşağı doğru yankılanır, çobanların yaktığı ateşler mavi mavi tellenen ince dumanlar gibi kayadan kayaya onun özlemini söyler tüm coğrafyaya ve tabiata.
 Göl kıyısındaki Latmos Herakleia’sında Athena Tapınağı

Dağların Kültü ve Athena Tapınağı
“Göklere yükselen, bulutların sık sık üzerine çöktüğü, fırtınalı havalarda art arda şimşeklerin çaktığı dağın doruğunun erken dönem insanlarının imgeleminde Hava ve Yağmur Tanrısı biçiminde bir doğa gücüyle ilişkilendirilmesi, bu nedenle itibar görmesi, alışılmamış bir şey değildir. Benzeri dağ kültleri Anadolu’da ve Yakın Doğu’da oldukça yaygındır… Yağmur ve Hava Tanrısının varlığına inanış, yerleşik düzene geçmiş, yaşamını çiftçilikle sağlayan, çevredeki verimli ovaları tarımsal olarak kullanmayı ve elde edeceği ürünün aynı zamanda yağmura da bağlı olduğunu bilen bir topluluğun varlığını şart koşmaktadır.”(1)

Helenistik dönem öncesi bu tanrının yerini daha sonraları farklı isimlerle karşımıza çıkan Gök Tanrısı Zeus alır. Zeus; bu dağın iki yüzünde Zeus Akraios (dağların efendisi), Zeus Labrandeus (çift yüzlü balta taşıyıcısı) ve Zeus Stratios (savaşçı özelliği) olarak hüküm sürer. Bugün Beşparmaklar’ın (İlkçağda Latmos Dağı) arka yüzünde bulunan Bağarcık Kale, Latmos’un uydu yerleşimlerinden biri olarak Zeus Akraios inancını içermesi bakımından önem taşır. Kral Pleistarkhos döneminde döşeme yollarla birbirine bağlanan Latmos üstünde böyle bir inanışın varlığı, özellikle dağın kendi zirvesinde bulunan izlerle de kanıtlanmıştır. Surla çevrili bir yerleşim olan Bağarcık Kale’nin ortasında yer alan Zeus Akraios Kutsal Alanı’nda bulunan kalkan ve miğfer kabartmalı sütun parçalarından, tanrının bu sert dağ dünyasında kahramanlık inanışıyla da ilişkili olabileceğini düşündürmektedir.

 Latmos’dan göl kıyısındaki Bizans dönemi kalesine bakış

Mausolos zamanında aşağıda, şimdiki göl kıyısında yaptırılan tapınağın kültü Tanrıça Athena, burada hâkim tanrılardan farklı bir simadır. Athena buraya ait bir tanrı değildir; Büyük ihtimalle Mausolos’un bu kenti kurdurduğu döneme ilişkin Kıta Yunanistanı’ndan etkilenişe dair bir işaret olsa gerektir. Tapınak dikdörtgen formatlı, yerli grano – gnays kayalardan yontularak yapılmış, ön cephesi kente dönük ve sadece bu yüzünde mermer kullanılmıştır. Basit bir planı vardır. İçi iki bölümden oluşan tapınağın ismi yerde bulunan mermer parçalar üzerinde yer alan bir yazıttan kolaylıkla tespit edilmiştir.

Daha sonraki zamanlarda; Bizans dönemindeki manastırlar dünyasında, İ.S. 10 yy.da Myus’dan başlayarak Azap Gölü boyunca uzanan ve Bozalan Yaylasına çıkan; daha ileride Stylos Manastırı(2) ve Aziz Paulos Manastırı’nın yanından geçerek Yuvatepe Geçidi(3) üzerinden dağın arka yüzüne giden bir hac yolundan söz edilmektedir. Rivayet odur ki; dağın doruğunda yağmur duasına çıkan hacılar, daha sonra Aziz Paulos mağarasında mola vermekte ve Aziz Paulos, mucizevî bir şekilde hacıların yanlarındaki şarapları tükenmez kılarak susuzluklarını gidermektedir.(4)

İ.S. 10.yy.a ait bu anlatı, kuşkusuz Ortaçağ’a dek varlığını sürdürmüş Yunan öncesi bir Dağ ve Yağmur Kültünün tanıklığını ele vermektedir.

 Latmos kaya mezarı; arkada Bafa Gölü


Son Söz
Toplumların hayatında coğrafya her şeyi belirlemektedir. Elbette, başka topraklardan buralara gelen halkların getirdiği kültür de insanları, toplumu etkiler. Ancak binlerce yıllık inanç sistemlerinin tarihin anaforunda savruluşları sırasında, o derin köklerden gelen öz evrilir de evrilir. Yeni inanç sistemlerinin içinde bir şekilde yerini alır; taş olur, dağların beyaz benekli tepelerine tırmanır; yeniden ve yeniden kendini üreterek toplumların bilinçaltındaki saklı dünyalarında baş verir, filizlenir. Denizin, karanın içine hapsolduğu bu uzun serüvenin sonunda Bafa Gölü’nün kıyısından Latmos Dağı’nın karşıdan bakıldığında yekpare bir kütle hissini veren zirvesine doğru uzanan Latmos ve Latmos Herakleia’sı ve bu dağın arkasındaki uydu yerleşimlerin hikâyesinde de aynı öz vücut bulur. Athena Tapınağı’nın dibindeki zeytin ağacının altında şimdi unutulmuş ve isimsiz bir ören yeri bekçisinin anlattığı eski bir Endymion efsanesidir su yüzüne vuran. O; bugün yine rüzgâr estikçe ve çamların yaprakları kıpır kıpır kıpırdadıkça şöyle fısıldar kulaklara:

“Binlerce yıl geçse de ben buradayım ve burada olacağım. Çünkü ben bu toprakların, bu dağın ve taşın, bu denizin ve çakılın adıyım.”

 Latmos Gezginleri


Dipnotlar:
(1)Latmos’da Bir Karia Kenti, Herakleia, Şehir ve Çevresi; Annelisa PESCHLOW_BINDOKAT; Homer Kitabevi; 2005; Sayfa 46-47
(2)Stylos Manastırı / Aziz Paulos Manastırı: Beşparmak (Latmos) Dağı’nın arka yüzündeki Zeus Akraios Kutsal Alanı’na giden yol üzerinde yer alan ve bugün yörüklerin Arap Avlusu adını verdikleri manastır, Elaialı Aziz Paulos tarafından kurulmuştur. Bu Paulos’u baş havarilerden olan Tarsuslu St. Paulos’dan ayırmak için Genç Paulos adı verilmiştir. Bir dönem hacılardan sıkılıp Samos’a sığınan Aziz Paulos, daha sonra yeniden Latmos’a dönerek manastırının başına geçmiş İ.S. 955 yılında ölmüştür ve takipçileri tarafından bu manastıra gömülmüştür. Manastırın en önemli mekanı Aziz Paulos’un çilehanesidir. Manastır ve çilehane 19.yy.da Thedore Wiegand tarafından bulunmuştur. Günümüzde Arap Avlusu adıyla bilinen bu yerdeki yapılar, dağ doruğunun altında, 740mt. Yükseklikte, doğuya doğru yükselen, ulaşılması zor sarp kayalıklar üstüne kurulmuştur.
 (3)Yuvatepe Geçidi: Beşparmak Dağı’nın zirvesinden Bağarcık Kale civarındaki Zeus Akraios Kutsal Alanı’na ulaşan antik güzergâh üzerindeki dağ geçidi
(4) Latmos’da Bir Karia Kenti, Herakleia, Şehir ve Çevresi; Annelisa PESCHLOW_BINDOKAT; Homer Kitabevi; 2005; Sayfa 47


Yazan ve Fotoğraflayan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC