külliye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
külliye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Temmuz 2014 Salı

GÜME DAĞI’NDAN TİRE’YE BAKTIK



PAŞA ÇEŞMESİ’NDEN KAPLAN’A DOĞRU

5 Haziran 2014
İbrahim Fidanoğlu

İsmini Roma dönemindeki en küçük idari birim; Kome’den alan Güme Dağı, Tire’nin sırtını verdiği Aydın Dağları’nın bir uzantısı olup, 1307 metrelik Kömürcü Gediği geçişi ile derin vadilerle kaplı Aydın Dağları’nın arka dünyasına doğru geçit verir. Varlığını aynı isimle sürdüren Güme Köyü ise, bugün bu dağın sırtlarından hala Tire’ye bakmaktadır. Dağın arka yüzünde; kıvrım kıvrım ilerleyen dar asfalt, bir yanda Yamandere ve Dibekçiler Vadileri’ni, diğer yanda ise ilerde bunlarla birleşecek olan İkizdere Vadisi arasında; aslında Aydın Dağları’nın yüzlerce yıllık büyük bereketini İzmir Limanı’na taşıyan deve kervanlarının kullandığı bir kervan yolu güzergâhını izler. Yolun sonunda son yıllarda İkizdere Vadisi’nin önünün bir bentle kapatılmasıyla elde edilen baraj ve baraj gölüyle bölgenin topografyası değişmiştir. Bir kervan köprüsünün de bulunduğu Köprüova Köyü’nden itibaren eski yolun güzergâhı da değiştirilerek bitik topraklarla (Aydın yöresinde konglomera özelliği gösteren bereketli topraklara verilen isim) yüklü tepelerin arasından süzülerek baraj gölünün üst düzleminden İncirliova’ya bağlantısı sağlanmıştır.

(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

 Köprüova Kervan Köprüsü 
 (Nisan 2007'de İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.)

Tire Paşa Çeşmesi 
(Nisan 2007'de İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.)

Güme Dağı’nın ön ve arka yüzündeki iklim ve bitki örtüsü şartları önemli farklılıklar gösterir. Dağın kuzeye bakan yüzü kışları ne kadar rüzgârlı ve kar yağışlı da olsa, güneye bakan yüzünde ılıman bir hava karşılar yolcuyu. Tire-İncirliova geçişi, aslında Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki kalkınma seferberliğinin simgesi sayılabilecek önemli bayındırlık hamlelerinden birini temsil eder. O yılların İzmir Valisi Kazım Dirik zamanında İzmir havalisindeki dağ geçişlerinde yürütülen bu kampanyanın birçok örneğini Bozdağ ve Aydın Dağları geçişlerinde; Tire, Ödemiş, Kemalpaşa, Foça, Karaburun ve Aydın’a geçiş noktalarında görmek hala mümkündür. İşin güzel tarafı ise, imece usulüyle ve köylünün katılımıyla gerçekleştirilen bu bayındırlık eserlerinin hatırası adına bu geçişlerin bir noktasına estetik taş işçilikleri ile dikkat çeken çeşmeler ve zafer taklarının yaptırılmasıdır. Ne yazık ki, bugün hüzün veren; bu Paşa Çeşmelerinin pek çoğunun orijinal halinin korunamaması, sularının akmaması yada son derece yozlaşmış bir halde şekil değiştirmiş olmalarıdır. Bu yapıların başına gelen en dramatik olanı ise Kemalpaşa Torbalı geçişinde Karabel Zafer Takı’nın yaklaşık 20 yıl önce bir yol genişletme çalışması sırasında acımasızca yıktırılarak katledilmesidir. Bu da bizim halk olarak, ülkemizin tarihi ve kültürel mirasına zaman içinde ne kadar sahip çıkıp çıkmadığımızın delili olmalıdır. 

 Aydın Dağları'nın saklı vadileri; Akmescit'e doğru 
(Şubat 2011'de İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.)

Kömürcü Gediği'nin arka dünyası 
(Aralık 2007'de İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.)

Güme'nin florası; kestaneler ve sığırkuyrukları

Kömürcü Gediği Geçidi öncesinde de, benzer bir çeşme bulunmakta ve bu yolun açılışının hatırasını yoldan gelen geçenlere hatırlatmaktadır. Bu çeşmenin ismi, halk arasında Kazım Dirik’ten dolayı birçoğu gibi Paşa Çeşmesi adıyla anılmaktadır. Suyu son derece lezzetli olan çeşmenin üst düzleminde bugün; içkisiz bir kır lokantası ve çay bahçesi bulunmaktadır.

Ova sis altında; kestaneler ve sığır kuyrukları

Meteorolojik raporlara göre gün içinde sağanak yağışların beklendiği bir atmosferik çerçevede yürüyüşe başlayış noktamız oldukça sıcak bir havada Paşa Çeşmesi oldu. Bir süre; Güme’nin arka dünyasına doğru bir geçiş noktasını temsil eden Kömürcü Gediği’ne doğru ilerleyen Tire-İncirliova asfaltından yürüdük. Cambazlı Köyü’ne bu yoldan aşağı doğru ayrılan sapağı ve Tire’nin bilindik isimlerinden Ali Efe’nin Kabaklı Yaylası ile Büyükkemerdere Köyü’ne doğru sapan yol ayrımlarını da arkamızda bıraktık. Bir süre sonra Tire Belediyesi’nin paraşüt atlama noktası olarak hazırlanmış olan düzlüğe ulaştık.

 Yol kenarında sığırkuyruklarının seromonisi

Yol boyunca ovadaki Tire ve karşı yamaçtaki Cambazlı Köyü’nün manzaraları, Değirmendere ve diğer dere yatakları ile ovaya doğru alçalan derin vadilerin seyri doyumsuzdu. Hele o yol kenarlarındaki büyük coşkunun ifadesi olarak niteleyebileceğimiz sığırkuyruklarının sapsarı binlerce çiçekleriyle doğadaki o eşsiz seremonileri, anlatılır gibi değildi. Yamaçlardan vadi diplerine dek uzanan kestanelikler ve ceviz ağaçları, bu havzanın hâkim bitki örtüsünü oluşturmaktaydı. Paraşüt atlama alanına geldiğimizde, bahçeler arasına doğru yönelen oldukça düzgün bir toprak yola saptık.

 Güme'nin kestanelikleri

Adaçayı ocakları

Sığırkuyrukları

Açık lila renginde öbek öbek ada çayları, zemin örtüsü olarak kestanelikler arasında eğrelti otları, zaman zaman sandal ağaçları, melengeçler, bahçelerin sınırlarından dışarı doğru sarkmış; yörede kebap eriği diye bilinen enfes lezzetiyle erik ağaçları, bembeyaz çiçekleriyle böğürtlenler toprak yolun seyrine doyulmaz bitki örtüsünün temel unsurlarını oluşturuyordu.

 Gezginler, Güme Dağı'ndaki paraşüt atlama alanından Kaplan'a doğru ilerleyen bahçeler arası yoluna girmekteler.

Anıt kestaneler

 Gezginler, sis altında taban örtüsü eğreltiotları arasındalar.

(İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.)

 Altında yemek yediğimiz kestane  ağacı

Gezginler sis altında... 
(otomatik çekim)

Biraz sonra; Güme’nin zirvelerinden inen sis, her yeri kapladı. Tenimizi sıyırarak geçen serin hava, biraz ileride yağmura döndü. Ama yağmur sağanaktan daha çok, inceden yağan sürekli bir yağmur şeklindeydi. Zaten bir süre sonra da etkisini kaybetti. Biz yürüyüşümüze bahçeler arasından devam ettik. Amacımız Tire’nin tam üstünden ilerleyerek ovaya paralel bir düzlemden Kaplan Köyü’nün üstündeki sırtlara ulaşmaktı. Ondan sonra, Kaplan Köyü’nün merkezine doğru inmek bizim için sorun olmayacaktı.

Gezginler, sis altında Kaplan'a doğru yürürken...

 Kaplan yolunda rastladığımız kır çeşmesi


Karaağaç (Garıngeç) çiçekleri

 Sis altında eflatun; bir tür fiy bitkisi

Bir süre sonra bir yol ayrımına yakın bir noktada; bir kır çeşmesi ile karşılaştık. Hasan Hoca’nın bu rotada yürüdüğü son nokta bu çeşmeydi. Bundan sonra yolun ve patikaların gidişatına bağlı olarak rotamızı kestirmek, tamamen sezgisel yöntemlerle devam etti. Çünkü çeşmeden biraz sonra arı kovanlarının bulunduğu bir düzlükte yol bitti. Tarla sınırlarına çekilmiş çitleri aşarak ve yönümüzü Kaplan’ın üst düzlemindeki bir doğrultuya göre ayarlamamız gerekti. 

Güme Dağı'ndan Tire'ye bakış

Biraz ilerde taban örtüsü olan pırnarlar, keçi geveşleri, sandal ağaçları ve melengeçler, sığırkuyrukları, böğürtlenler ve diğer makilik örtünün sıyrılıp topraktan koparıldığı bir açık alanla karşılaştık. Yeni dikilmiş ceviz fidanlarının bulunduğu dönümlerce diye tanımlanabilecek genişlikteki arazinin ortasındaki bir kulübenin ovaya bakan ön yüzünde; biri bayan dört kişinin yaktığı ateş dikkatimizi çekti. Anlaşıldığı kadarıyla yağan yağmurdan dolayı ıslanmış ve kurunmaktaydılar. Onlara doğru ilerledik.

 Yolun bittiği ve arı kovanlarının bulunduğu düzlük

Derme çatma kulübenin önünde yanan ateşin etrafındaki kişilerle tanıştık. Bayan ziraat mühendisi olup, arazinin yeni sahipleri için danışmanlık yapıyormuş. Diğer beyler ise, Adana ve Ankara civarından kişiler olup, bu araziyi özellikle ceviz dikmek üzere 2B kapsamında merkezi iktidar tarafından çıkarılan yasa çerçevesinde Ankara’dan satın almışlar. Aşağıdaki Kaplan köylülerinin bu durumdan haberi var mı yok mu orasını pek anlamadık. Arazi, o kadar büyük bir alana yayılmış ki; Tire’ye inip başınızı Kaplan Köyü’nün üst düzlemine doğru çevirdiğinizde; ne yazık ki doğanın yüzyıllarca biriktirdiği toprağı erozyona karşı sımsıkı tutan o maki örtüsünün acımasızca kazınarak ortadan kaldırıldığı o çırılçıplak alan ayan beyan görünüyor. Ta uzaklardan gelip; Tire’nin tepelerindeki bu arazileri, acımadan bu hale getirip, bize bir de doğa yürüyüşlerimiz esnasında “ilahi bilgi” adına ne öğrendiğimizi sorgulayan “profesör” unvanlı bir kişinin de içlerinde yer aldığı bu girişimci beyefendilerin maharetlerine ne demeli; onu da bilemedik doğrusu…

 Karaağaçlar (garıngeç) çiçekte...

 Önde sığırkuyrukları; ova yağmura gebe...

 Yöreye özgü pembe çiçekler

Gördüğümüz tablo canımızı sıkmıştı. Aşağı doğru; köylünün daha önceki yıllarda yaptığı kestanelikler, ceviz ağaçları ve daha aşağılarda bahçeler başladı. Yukarıdaki taban örtüsü kaldırılmış araziye çıkan yol üzerinde çalışan kepçeleri kırılmış ve arızalı durumdaydı. Yukarı çıkan Burdur plakalı arabadaki işçilerin bu hafriyat işi için tutulmuş olduklarını düşündük. Biraz daha yürüyünce Hisarlık yönünden gelen asfalta kavuştuk.

 Yöreye özgü endemik bir bitki; Tire gülü  (coryhantus oriantalis)

 Yine sığırkuyrukları

Gezginler, sığırkuyuruklarının ardında; Kaplan'a doğru inerken...

 Kaplan'a doğru inerken, böğürtlenler çiçekte...

 Kaplan yolunda sarı çiçeklerin (Tire gülleri) güzelliği 

Yeldeğirmeni Kayası'nda bir delikanlı; sene 2007
(Mart 2007'de İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.)

Asfaltı takip ederek varacağımız son nokta, Kaplan Köyü idi. Yel Değirmeni Kayası diye adlandırılan ve Fesattepe altındaki Yörükler Gediği ile Küçük Menderes Ovası’na hâkim konumdaki boşluğa doğru bir gemi pruvası gibi uzanmış muhteşem kaya üzerinde biraz dinlendik ve manzarayı doya doya seyrettik. Kıvrıla kıvrıla asfalttan köyün merkezine doğru inerken çiçekteki kestane ağaçlarının fotoğraflarını çektik. Çiçekler her zamanki gördüğümüz ince kesitli çiçeklerden daha farklı ve tüylerle kaplı idi. Köyün üst düzleminde yer alan dev kestanelikler arasına saklanmış birkaç kır lokantası ve onlarca villa; Kaplan’ın yeni sahiplerinin temsil ettiği bir sürecin habercisi gibiydiler.

Gezginler, Kaplan yolunda...

Kaplan’a her geldiğimizde, ovaya hâkim konumdaki köy kahvehanesinde yine bir süre oturduk. Yerel dildeki Yahşibey Ovası ve aşağıdaki sıcaklardan iyice küçülen Karagöl ayaklarımızın altındaydı sanki. Keyifle çaylarımızı yudumladık. Kahvecinin Kaplan Köyü’nün yukarılarında karşılaştığımız 2B arazisindeki makilik örtünün katledilmesi ile ilgili yorumu ise ilginçti: “Ağabey; onlar işi Ankara’dan bitirmişler. Bizim oralara ulaşacak gücümüz olmadı ki hiçbir zaman. Biz Kaplan köylüleri, hep kaybedenlerin tarafındaydık her zaman…”

 Kaplan'dan Tire'ye inerken...

Uyanıkların dayandığı yegâne tez; milli ekonomiye olan katkıydı. Bu verimli topraklara makilik örtü gibi hiçbir işe yaramayan ve ekonomik değeri olmayan bitkiler yerine ceviz gibi, kestane gibi, Karaburun’un Gerence Körfezi’ne bakan yüzündeki yamaçlarda olduğu gibi zeytin türünden ekonomik değeri yüksek fidanlar dikilmeliydi.

 Kaplan Köyü yakınlarında İncecik Köprüsü
 (Mart 2010'da İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir)
 
 İncecik Köprüsü üzerinde bir başka delikanlı; Tireli dostumuz Ahmet Tamer
 (Mart 2010'da İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir)

Bunlar; bugüne kadar kimsenin ve hatta bize hatırlattıkları o ulu bilincin dahi düşünemediği şeyi düşünmüşler ve yüzyıllarca bu toprakların erozyona direnişinin sembolü olan geven gibi, keçi geveşi, pırnar meşesi, melengeç ve mersin çalıları gibi makilik örtüyü topraktan kazıyarak o toprağın en verimli tabakasını gelecek yağmurlara ve sele karşı savunmasız bırakmak gibi bir aymazlığı keşfetmişlerdi. 

 Kaplan'dan inerken Yavukluoğlu Külliyesi
 (Mart 2010'da İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir)

Ama örneğin; yıllardır Karaburun’un Gerence Körfezi’ne bakan yüzündeki yamaçlarda makilik örtüsü sıyrılmış toprağın, sellerle aşağıdaki büklerden nasıl denizi kahverengine boyadığını; bir zahmet bu beyefendiler ve hanımefendiler yağmurlu bir günde bu yöreye uğrayıp bir baksalar ve doğanın kendisine karşı yapılan insafsızca davranışlardan nasıl intikamını aldığını ibretle bir kez daha görseler; eminim bizleri ve bizim gibi düşünenleri daha iyi anlayacaklar. Ama ne yazık ki; o zaman gelene kadar; iş işten geçmiş olacak ve toprak toz olup denizlere doğru akıp kaybolacak.

 Kaplan Köyü'ne doğru kestaneler çiçekte...

Bizim bu konuda söyleyeceğimiz yegâne şey; yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan ve doğanın koşullarına uygun olarak yaşamak zorunda olduklarını binlerce yıllık deneyim sonrasında yeniden ve yeniden öğrenen o bilge ataların, bu bilgiyi bugünkü nesillere aktaramadığıdır. Bu da bize hasa bir özellik olsa gerektir.

 Üzeri tüylerle kaplı kestane çiçekleri

Kaplan’dan aşağıya kır lokantalarını ve nerdeyse yüz yılık çeşmeleri arkamızda bırakarak Kaplan Deresi, Beyler Deresi ve diğer derelerin zaman içinde akıp kaybolduğu vadilere doğru inmeye başladık.

Kaplan Deresi, Güme Dağı’nda yer alan Kaplan Köyü’nden ovaya doğru akar. Aşağıda derenin bir kolu, Beyler Deresi adını alır. Beyler Deresi’nin ovaya kavuştuğu noktada ise 15.yy. yapısı Yavukluoğlu (Yoğurtluoğlu) Külliyesi yer alır. Dönemin güçlü kişilerinden Yoğurtluoğlu Mustafa Paşa tarafından yaptırılan külliyede cami, rasathane, imarethane, medrese, şadırvan, muvakithane ve kabristan bulunmaktadır. Yapılar kompleksi, son yıllarda önemli bir restorasyon süreci yaşamış olup, bugün için Tire’nin eski haline göre küçülmüş de olsa yüz akı eserlerinden birini temsil eder.

 Yavukluoğlu Külliyesi; cami 
(Eylül 2005'de İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.)


Yavukluoğlu Külliyesi'nde namaz vakitlerinin belirlendiği muvakithane (rasathane)
(Eylül 2005'de İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.) 

 Harlak, Tire’ye hâkim tepelerden belki de en güzellerinden birisidir. Adı üzerinde harıl harıl akan su anlamına gelmektedir. Bu su, şimdi tamamen yolun altındaki dehlizlerden eski Bedri Bey Deresi yoluyla düze iner. Bir zamanlar Harlak Meydanı’nda çok büyük bir çınarın olduğunu yörenin sakinleri anlatıyor. Hatta çınarın beli o kadar büyümüş ki, yolu kaplamış, o yoldan yüklü develer geçemez olmuş. Zamanla da çınarı kesmişler. Şu anda meydanda zamanın tanığı kara servi ve altında ismini kimsenin bilmediği bir Horasan Ereni yatmaktadır ve belki de bu mahallenin yüzlerce yıl önceki kurucu atasıdır. Bugün Tire’nin Cumhuriyet Mahallesi’nde oturan pek çok insanın ataları, orada yaşamıştır. Tire’nin zaman içindeki değişimi, buralarda yaşayan halkın ovaya ve apartman dairelerine doğru yönelişini tetiklemiştir.(1)

 Molla Yokuşu
(Ocak 2007'de İ.Fidanoğlu tarafındann çekilmiştir.)

Kaplan’dan dere yataklarını takip ederek düze inişimiz neredeyse bir saati buldu. Güme Dağı’nın tepesinde; Paşa Çeşmesi’nde bıraktığımız aracımıza akşam karanlığı bastırmadan ulaşmak için, Tire’den lojistik destek almak; bunun için de Tire’nin merkezine kadar yürümek zorundaydık. Şimdi bir mahalle konumundaki Harlak Deresi’nin bulunduğu havza ve yakınındaki yatırın yanından daracık sokaklara doğru süzüldük. Sepet ören Romanlar, umarsızca baktılar bize doğru. Ovanın sıcağı akşama doğru da olsa hissedilir düzeydeydi. Yol arkadaşımız Tireli Ahmet Tamer’in Tire İstasyonu’nun arkasındaki arabası, bizi Paşa Çeşmesi’ne ulaştıracak yegâne seçeneğimizdi.

Arabaya ulaştıktan sonra motorize bir şekilde Güme Dağı’na tırmanmak ve Paşa Çeşmesi’ne ulaşmak fazla bir zamanımızı almadı. Yanımızdaki boş su bidonlarına şerbet gibi Güme suyundan doldurduktan sonra, Tireli ekip arkadaşlarımızla vedalaşarak yeniden bu kez İzmir yönüne doğru yola çıktık.

Dipnotlar
(1)    Hasan Doğan’ın anlatımlarından yararlanılmıştır.
(2)   Fotoğraflar, yazıda belirtilenler dışında; yürüyüş sırasında Mehmet Yavuzcezzar tarafından çekilmiştir.


Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC





4 Nisan 2014 Cuma

ÖZBEKİSTAN NOTLARI-5



“ÇÖLÜN ÇİÇEĞİ”


KUTSAL ŞEHİR BUHARA


(BÖLÜM-3)


29 Ağustos-7 Eylül 2013

İbrahim Fidanoğlu

Chor (Dört) Minare

Leb-i Havuz Kompleksi’nin arkasına düşen bir alanda, 18.yy.dan kalma ilginç bir yapı karşılar ziyaretçilerini. Dikdörtgen formatlı, dört köşesinde birer mavi kubbe ile taçlandırılmış 4 küçük minaresi bulunan bu yapı bir medrese-camidir aslında. Dört kubbe arasına sıkışmış gibi duran ana yapının üstü ise, gösterişsiz ve tuğladan bir kubbe ile örtülmüş durumdadır. Zamanının zengin şahsiyetlerinden biri olan Halife Niyazkul tarafından yaptırılan cami-medrese yanında yer alan havuz; önce kurutulup, daha sonra yapının bundan zarar gördüğü anlaşılınca yeniden eski haline çevrilir. Car Minare’nin merdivenle çıkılan terasından; Buhara’nın geleneksel kerpiç evleriyle kaplı mahalleleri ve sivil hayatına dair fikir veren bir manzara da bu mekânın öne çıkan özelliklerinden biri olarak dikkat çekmektedir.

Chor Minor

 Gezginler, Buhara'nın ara sokaklarında...

Taban suyunun havuzun kapatılmasıyla  birlikte  Chor Minor'un duvarlarında bıraktığı hasarın izleri

Chor Minor (Dört Minare)

Chor Minor'un terasından havuz ve çevreye bakış

Chor Minor terasından Buhara'nın geleneksel yerleşimlerine bakış

Bir Buhara evinin çatısında yer alan sanatsal bir oluk detayı

Bahauddin Nakşibend Külliyesi

Buhara’nın dışında yer alan önemli çekim alanlarından birisi de Orta-Asya’da İslam dininin kökleşmesinde büyük rol oynayan ve bugün Buhara’yı bir anlamda Orta Asya’nın bir hac merkezine dönüştüren ve kadim şehrin aynı zamanda koruyucu önderi olan, sufi din adamı Bahauddin Nakşibend’in kabrinin de içinde yer aldığı Bahauddin Nakşibend Külliyesi’dir. 

Buhara'nın koruyucusu Bahauddin Nakşibend'e giden yol

Bahauddin Nakşibend'in külliyenin diğer unsurlarıyla karşılaştırıldığında son derece sade kalan kabri

Bahauddin Nakşibend'in kabrinin bulunduğu avluyu çeviren eyvanlar

1318’de Buhara yakınlarında Kasrı Arifan’da doğan, yine kendi gibi Orta Asya’nın önde gelen mutasavvıflarından biri Amir Kulil’in ocağında pişip tasavvuf yolculuğuna buradan çıkan Bahauddin Nakşibend, Kosova Meydan Savaşı ile aynı yılda; 1389 bu âlemden hakka yürür. Arkasında bıraktığı yaşam pratiği ve düşünce sistematiği ile İslam’da sufizm akımları içinde benzersiz bir iz bırakır. Kendisinden sonra gelenler, bu yolun ve geleneğin takipçileri olarak dünyanın dört bir yanında onun düşünceleri etrafında kenetlenerek, Sünni İslam’ın en büyük baskı gruplarından biri haline dönüşürler.

 Bahauddin Naşibend Külliyesi'nin iç avlusu, ortasındaki havuz ve Orta Asya'nın büyük önderinin kabri başındaki ziyaretçiler

 Avluyu çeviren eyvanlardan birindeki tavan detayı; iç içe sekiz köşeli yıldızlar

Avlunun uzun kenarındaki eyvanın tavanı

Bir tavan detayı

2000’li yılların başında İslam Kerimov’un ön ayak olduğunu öğrendiğimiz bir restorasyon faaliyeti sonunda; Şeyhin son derece mütevazı kabrinin dört bir yanında yer alan eyvanları, camisi, havuzlu bahçeleri, medrese, müze ve diğer yardımcı binaları ve külliyenin hemen yanında yüzlerce mezarın yer aldığı geniş bir alana yayılmış mezarlığı ile Bahauddin Nakşibend Külliyesi, dört başı mamur bir kompleksi tarif ediyor.

 Avludaki şerbet sebili ve havuz

 Bahauddin Nakşibend'in kabri; ön cepheden bakış

Arka avluya geçiş

İç avludaki şerbet sebilinin ayrıntısı

Daha dün gibi tamamlanmış “restorasyon” harikası külliyenin görkemli görünümünü bir yana bırakacak olursak; bizim bu ziyaretten aklımızda kalan iki an var; onları aktaralım.

Birincisi; külliyenin arka avlusunda yer alan büyük havuzun kenarında, Şeyhin hayatta olduğu dönemden kaldığına inanılan kuru bir dut gövdesi uzanıyor. Etrafı; Özbekistan’ın belki de Orta Asya Cumhuriyetlerinin dört bir yanından gelmiş bir sürü ziyaretçi tarafından sarılmış bu dut gövdesinin. Herkes bu kurumuş dut gövdesinin kovukları içine ellerini neredeyse uzanabildikleri son noktaya; omuzlarına kadar sokmuşlar, bir şeyler aramaktalar. Bu arama faaliyeti, o kadar canla başla devam etmekte ki; bir başka dut ağacının altında sürmekte olan bu mücadele neredeyse dakikalarca sürüyor. Sonunda ulaşılan bir tutam kurumuş lif yada Şeyhin izi olduğuna inanılan bir kutsallığın peşinde insan; 80 sene sosyalizmin ışığında süren serüven binlerce yıllık pagan inançların hatırlandığı bir dönemi tetiklemiş sanki bu topraklarda.

 Külliyenin arka avlusundaki büyük havuz

Arka avluda yer alan ve Bahauddin Nakşibend'in yaşadığı dönemden kaldığına inanılan kutsal dut ağacının kurumuş gövdesi

Dut ağacının gövdesindeki kovuklarda keramet arayan Özbekler

 O saygıdeğer dut gövdesinin önündeyiz

Arka avludaki havuz ve cami

 Külliyedeki ziyaretçilerden bir Özbek kadını

Bu da ikincisi; külliyenin ön ve arka avlularını birleştiren; her iki yanı ağaçlarla kaplı yolda yürürken iki dost canlısı, gülümseyen insan yüzü kesiyor önümüzü. Aramızda konuştuğumuz Türkçe, bir anlamda bizi ele veriyor. Konuştukları mükemmel Türkçe de bizim dikkatimizi çekiyor ve Ahıska Türklerinden olduklarını öğreniyoruz daha sonra. Memleketten bu kadar uzakta, bizim gibi konuşan ve hikâyelerini bildiğimiz bu insanlardan ikisiyle karşılaşmamız bizi o anda o kadar etkiliyor ki; Stalin sürgünlerinden nasibini alan bu halkın dramına dair bildiklerimiz canlanıyor fikrimizde. Sevgiyle kucaklaşmalar; öz be öz Türk kardeşlerimizle vedalaşmalar buruk bir tat bırakıyor bizde külliyeden ayrılırken.

 Külliyenin ortasında Ahıskalı kardeşimizle birlikteyiz.

Külliyenin çevresindeki mezarlar

Mezarlıkta ziyaretçiler adına dua okuyan bir hafız

 Külliyenin arka avlusu

Bahauddin Nakşibend Külliyesi'nin girişi