Sayfalar

18 Mart 2024 Pazartesi

KARABURUN YARIMADASININ BATI YÜZÜNDE; SAHİPSİZ ve ÖKSÜZ KÖYLERİNDE DOLAŞIRKEN...

 PARLAK’TA VE SAZAK’TA…
 
28 Şubat 2024
İbrahim Fidanoğlu
 
Giriş
 
Bu yıl neredeyse hiç kış görmedik diyebiliriz İzmir’de… Yağışlar da son derece yetersiz düzeyde seyretti hep. Hayra alamet göstergeler değil elbette bütün bunlar. İnsanoğlunun doğanın bir bileşeni olarak; doğaya yaptıklarının yanında, bir hiç kalır aslında şimdiye dek yaşadıklarımız. Turpun büyüğü elbette doğanın heybesinde; vakti saati geldiğinde heybesinden bir bir çıkarıp koyacak önümüze. O zaman bakalım ne halt edeceğiz? Neyse sabah sabah doğanın bağrına doğru yapacağımız bir yolculuğu daha baştan zehir etmeyelim kendimize.

 
Parlak Göleti; kıyıda kovalıklar...
(Şubat 2024)
 
Dağa Kaçtım gezginleri, Parlak sırtlarında...
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)

Karaburun florasından; Parlak Göleti kıyısında beyaz zıpçıktı çiçekleri (
zephyranthes candida)
(Şubat 2024)
 
Bugün Karaburun yarımadasının batı yüzünde sahipsiz, insansız kalmış hüzünlü köyler arasında geçirdik zamanı. Dağın başında hektarlarca alanda makilik bitki örtüsünün sıyrılıp kaldırılmasıyla elde edilen arazide dikilmiş zeytinlikler; her sağanak yağmurda toprağın sürüklenip tepelerden büklere doğru akarak, denizin mavi rengini toprak rengi kahverengiye bulayışı, neyi yitirdiğimize işaret ediyor? Parlak’ın arka dünyasında bir sulama barajı zeytinliklere can suyu olmuş anlaşılan. Köylerde bir terk edilmişlik ruhu hâkim; son yıllarda şehirden gelenlerin mekân bildiği bazı evlerde hayat yeniden uyansa da, Sazak gibi 100 yıllık yalnızlıklara bulanmış; bir zamanların yaşam mekânlarında yeniden eskiye dönebilmek neredeyse imkânsız.
 
100 yıllık yalnızlık; Sazak köyünde...
(MYC; Şubat 2024)
 
Dağa Kaçtım gezginleri; Parlak sırtlarında mandalina molasında...
(MYC; Şubat 2024)

Parlak hindibaları ya da radikalar
(Şubat 2024)
  
İzmir’den çıktık yola…
 
Karaburun yarımadasındaki yürüyüşlerimizde adet olduğu üzere; bugün de sabah kahvaltımızı Karaburun’a doğru tatlı su kaynağı ile meşhur kıyıdaki Kaynarpınar İskelesi’nde yapmak üzere İzmir’den çıktık yola. Kemalpaşa yolcuları ile Kaynarpınar’da buluşacaktık. Son yıllarda Yüksek Teknolojisi Enstitüsü’nün yaratmış olduğu imkânlarla serpilip büyümüş; yarımadada 19.yy.ın kalabalık Rum nüfusuyla öne çıkan köylerinden Gülbahçe’nin(1) (Rodonas) girişinde yol üstündeki bir fırından sıcacık sabah gevreklerini alıp kuzeye doğru devam ettik yolumuza.
 

Gülbahçe Roma Hamamı'nın bulunduğu kıyıdan Gülbahçe'ye bakış
(Şubat 2014)

19.yy.da Rum eşkıyası Kapetan Foti tarafından yaptırılmış kilise; şimdilerde Gülbahçe Camii'nin oturduğu düzlemin altında kalan bodrum katı; Rumlardan kalan bir kapı alınlığı dikkat çekici...
(Ocak 2010)

Kapı lento üstü detayı; İlkçağ tapınak alınlıklarını andırıyor.
(Ocak 2010)
 
Karaburun yarımadasının doğu yakasında dizili köyleri birer birer geçtik kuzeye doğru; Karapınar, Balıklıova, Mordoğan, Ardıç, Eğlenhoca, ve hemen Kaynarpınar’ın arkasındaki bir tepenin üstünde kurulu İnecik ile Kösedere’yi.(2) Kaynarpınar levhasını görünce eski yola doğru döndük. Sayfiyecilerin bir kısmı, yaz kış mesken tutmuştu buraları. Kıyıya ulaştığımızda sabahın mahmurluğu vardı rıhtımda. Ipıssızdı ortalık. Saat 10 civarıydı. Kemalpaşa’dan gelen diğer arkadaşlarımız, bizden önce gelip Kaynarpınar’ın denizine hâkim  sekisinde konumlanmış kahvehanesinde masayı kurmuşlardı bile. Kaynarpınar rıhtımında; Gülbahçe gevrekleri ve sıcacık çaylar eşliğinde bu mükellef sabah kahvaltısı, pek yakıştı doğrusu bu güzelim bahar sabahına.
 
Kaynarpınar kahvehanesinde kahvaltı sonrası keyif çayları içilirken...
(Şubat 2024)
 

Kaynarpınar'da sabah vakti
(Şubat 2024)
 
Kaynarpınar şebboyları; kahvehanede...
(Şubat 2024)
 
Karaburun yarımadasının batı yüzündeki köylere doğru…
 
Kahvaltı sonrası Karaburun yarımadasının batı yakasına ulaşmak üzere Ambarseki ve Saip köylerini takip ederek, önce Karaburun’a, daha sonra da sahildeki Yeni Liman’a doğru yola koyulduk. Geçen yıl da yine doğanın yarımadada uyanışına tanıklık etmek üzere, Yeni Liman’dan başlayarak; önce Hasseki’ye doğru, oradan da doğuya dönüp Tepeboz’a doğru yürümüştük. Bu yıl yine biraz erken de olsa, aynı coğrafyada bir gün boyunca bazen hüzünlü, bazen keyifli zamanlar geçirdik; Parlak’tan Sazak’a doğru…
 
Parlak vadileri
(Şubat 2024)
 
Dağa Kaçtım gezginleri, Parlak sırtlarında...
(Şubat 2024)

Parlak Camii'nin II. Abdülhamit dönemi minaresi
(MYC; Şubat 2024)
 
Karaburun’u geçtikten sonra, Yeni Liman’dan itibaren kıyıya paralel bir şekilde yükselmeye başladık. Zamanında korsan baskısına karşı bir savunma refleksiyle vadinin dibine sinmiş Hasseki ile yine denizden ırak bir tepenin saklı yamacındaki Sarpıncık köylerinin sessizliğine tanık olduk geçerken. Sanki kimsecikler yoktu köylerde. Hasseki Camii onarım görmüştü. Hamza Bükü ve Badem Bükü’nü yukardan görür görmez Parlak’a yaklaştığımızı anladık uzaktan.
 
Parlak köy meydanı
(Şubat 2024)
 
Parlak'ta badem çiçekleri
(Şubat 2024)
 
Parlak’ta…
 
Karşılıklı iki tepenin yamaçlarına serpilmiş Parlak’ın kimi yıkık ve terk edilmiş yorgun evlerinin arasındaki vadiden ilerleyen yol, bizi köyün güney yamacındaki camisinin bulunduğu meydanlığa kadar taşıdı. Saat 12’ye yaklaşıyordu. Meydandaki kameriyenin altında oturan bir ihtiyar Parlak köylüsü ile Damızlık Koyun Keçi Birliği'nden küçükbaş hayvan sayımı için gelmiş iki memur dışında ortalıkta kimsecikler yoktu. Biraz sonra birkaç köylü daha meydana ulaştılar. Biz konforlu kahvaltının kaybettirdiği zamanı telafi etmeliydik. Onlara selam verip hemen meydandan doğu yönünde ilerleyen bir sokağı takip ederek, Parlak Göleti’ne doğru yürümeye başladık.
 
Parlak köy meydanından karşı tepedeki evlere doğru bakış
(Şubat 2024)
 
Parlak meydanının güney batısında yer alan sırtların görünümü
(Şubat 2024)
 
Parlak meydanı; çeşme ve köy camisinin minaresi
(Şubat 2024)
 
Parlak, Karaburun yarımadasının batı yüzünde yer alan ve denize doğru sert bir şekilde alçalan; oldukça sarp tepelerden Ege’nin maviliklerine ve karşıdaki Sakız adasına bakan Karaburun’un en özgün köylerinden biri. Aşağılarda ise, 15.yy.daki yarımadada alevlenen Sakızlı Rum gemicilerle Börklüce yiğitlerinin kaynaştığı Börklüce İsyanı’na sahne olmuş mekânlardan biri; Mağaza Dağı’nın ve onun denize açıldığı güzelim Badem Bükü’nün uzandığı kıyı çizgisi yer alıyor.
 
Badem Bükü'nde kum taşından kayalıklara martılar eşlik eder.
(Ocak 2010)

Mağaza Dağı'nda Badem Bükü sahiline bakış
(Ocak 2010)

Sakız'a karşı konumlanmış Mağaza Dağı'nda tatlı bir kavisle apsis yapan bir kilisenin temel izleri
(Ocak 2010)
 
Badem Bükü; Parlak ve terk edilmiş Sazak köylerinin bir anlamda iskelesi sayılır. Karaburun yolundan bozuk bir asfaltla ulaşılan düzlükte Parlak ve Salman köylülerinin tarımsal arazileri yer alır. Tarlalar arasından geçerken rastladığınız; eskiden kalma tuğla örgülü su kuleleri de buraya özgü yapılardır. Sahile doğru; Mağaza Dağı’nın hemen altındaki kır kahvehanesi, bir şeyler içmek için son fırsattır; çevrede çalışan birkaç köylü ile bir su kuyusunun başında kısa da olsa yarenlik yapılabilir.
 
Badem Bükü'nde tarihe tanıklık eden bir su kulesi
(Temmuz 2008)
 
Denize varmadan önce; geçmişte kalan, Badem Bükü kahvehanesindeki bir soluklanma anı; şimdi sonsuzluk uykusundaki atalarımızdan bize kalan bir yadigar...
(Temmuz 2008)
 
Badem Bükü sahili dalga dalga, köpük köpük...
(Temmuz 2008)
 
Biraz ilerde plaj uzanır. Sazlıklar arasından yazın kuruyan küçük bir derecik bugün hala canlıdır. Kıyıya Mağaza Dağı’nın alt sınırını takip ederek ilerleyen yoldan kolaylıkla ulaşılabilir. Bahçelerde hayat, bu aylarda canlanır. Köylüler, tarlalarında enginarın, baklanın peşinde koşturur durur. Sahilde ise dikkat çeken, tuzlu su ve kumun birlikte yarattığı; bir heykelin bileşenlerini andıran kum taşından kayalıklardır. Hele martıların yumurtlama zamanlarında müthiş feryatlarıyla inleyen bük, kayalıkların kovuklarının paylaşım savaşlarına sahne olur. Hayat, Badem Bükü’nde güzeldir.
 
Badem Bükü sahili; arkada Sakız adasının silueti...
(Temmuz 2008)

Mağaza Dağı'nda; tek başına bir zeytin ağacı...
(Ocak 2010)

Badem Bükü sahilinden yükselerek oluşmuş Mağaza Dağı'nın düzlemindeki kilise apsisine dair izler
(Ocak 2010)

Badem Bükü’nü ilginç kılan mekânlardan biri de, plajın yanından başlayarak deniz kıyısından giderek yükselen ve bir falez şeklinde dikleşen Mağaza Dağı’dır. Bir platoyu andıran dağın üstüne doğru; plajdan başlayan patikayı izlediğinizde, doğuya doğru mihrap yapan bir kilisenin temel izleri ile karşılaşırsınız. Bu kilise için anlatılan, 15.yy.da Osmanlı Devleti’ni karanlık bir tünele sürükleyen Fetret Devri’ndeki Şeyh Bedrettin Ayaklanması ile ilgili hikâyelerdir. Şeyhin müridi Börklüce Mustafa’nın Karaburun yarımadası merkezli yürüttüğü ayaklanma sırasında, Sakız Adası ile kurulan lojistik irtibatı sayesinde yarımadanın batı yüzündeki bir düzlüğe savaşta kullanılmak üzere bir mancınık çıkarılır. Rivayet odur ki, mancınığın çıkarıldığı kıyı, Badembükü plajıdır.
 
Badem Bükü'nde bahçeler arasında...
(Temmuz 2008)

Badem Bükü'nde rastladığımız, kuru çiçek aranjmanlarında da kullanılan mor-beyaz renkli  deniz lavantaları (limonium sinuatum)
(Temmuz 2008)

Mağaza Dağı'ndan Badem Bükü sahilinin görünüşü
(Ocak 2010)

Parlak köyü de kuzey yönündeki sırtta yer alan ve bugün artık terk edilmiş ve öksüz bir yerleşim durumundaki Sazak köyü gibi 19.yy.da Türklerin ve Rumların birlikte yaşadığı bir yerleşim olarak biliniyor. Köyün 19.yy.daki ismini bazı kaynaklar Boynak (Boynaki) olarak anıyor.
 
Parlak-Badembükü yolunda Ali Fuat Bilen Çeşmesi
(Temmuz 2008)
 
Mağaza Dağı'ndan Badembükü bahçelerine bakış
(Ocak 2010)
 
Her iki yanı gevenlerle kaplı Parlak-Badembükü yolu
(Temmuz 2008)
 
Badembükü yolundan sahipsiz köy Sazak'ın görünüşü
(Temmuz 2008)
 

Parlak köyünden Parlak Göleti’ne doğru…
 
Parlak köyünün ıssız meydanlığından ayrıldıktan sonra, yolun vadiye doğru kıvrıldığı noktada harap vaziyetteki bir evde hummalı bir onarım faaliyeti yürütülmekteydi. Evin sahiplerine selam verip geçtik yanlarından. Yol boyunca eflatun rengi; o kadar güzel ebegümeci çiçekleri vardı ki; anlatılmaz. Vadideki yol düzleminin solunda çayırların içinde yine bir yıkıntı halinde eski bir zeytinyağı fabrikasından bugüne ulaşanlar vardı. Tavanı olmayan ve dört duvarla çevrili zeytinyağı işliğinde zeytini ezmek için kullanılan bir taş değirmen, çuvallar içindeki zeytin hamurunun yağını çıkarmak için paslı, ama hala ayakta bir bucurgat, bir kuyu ve bir yazıhane kalıntısı dikkatimizi çeken ayrıntılardı. Bu zeytinyağı işliğini görünce, son yıllarda eğimli ve zorlu topografyanın vakti zamanında gevenlerle kaplı sırtlarında dikenli tellerle çevrilmiş hektarlarca alana dikilmiş genç zeytinliklerin yeni sahipleri düştü aklımıza. Parlak köylüleri bu işten ne kadar nasipleneceklerdi; gördüğümüze benzer zeytinyağı işlikleri bu sırtlarda yeniden hayat bulacak mıydı? Madem sıyırmıştık gevenleri sırtlardan; bari Parlaklının hayatına dokunsaydı hiç olmazsa bu zeytinler...
   
Parlak meydanının çıkışındaki bir sokağın köşesinde rastladık ebegümeci çiçeklerine.
(Şubat 2024)
 
Parlak'ın doğu yönündeki çıkışında bir iptidai çeşme ve yalağı
(Şubat 2024)

Parlak çıkışında vadinin içinde rastladığımız bir eski zeytinyağı fabrikasından günümüze kalanlar...
(MYC; Şubat 2024)

Dağa Kaçtım gezginleri, Parlak'taki zeytinyağı fabrikasında tetkik sırasında...
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)

Zeytinyağı fabrikasının vadideki konumu; batı yönünden bakış...
(Şubat 2024)

Zeytinlerin bir beygirin yardımıyla ezildiği değirmen taşlarının bulunduğu düzenek; taş baskı...
(Şubat 2024)

Taş baskıda ezilmiş zeytin hamuruyla doldurulmuş çuvalların sıkıştırıldığı mengene; bucurgat
(Şubat 2024)

  Zeytinyağı işliğinin panoromik görünümü
(Şubat 2024)
 
Bu düşüncelerle hayalet fabrikanın yanından ayrıldık. Vadinin içinden doğu yönünde devam eden toprak yol, bir süre sonra Parlak Göleti’nin kıyısına ulaştırdı bizi. Baharın bütün işaretleri her yanımızı sarmıştı. Karaburun topografyasının vazgeçilmeleri karabaş otları (doğal lavantalar), kimi yerde yeni uyanmışlar, ama güneşi iyi alan mevkilerde çiçeğe bile durmuşlardı. Katmerli sarı renkli çiçekleriyle ekşi yoncalar (oxalis sp.), ak yıldızlar, sarı renkli çiçekleriyle hindibalar, beyaz papatyalar, anemonlar, yine beyaz renkte ve gölet kıyısında ağırlıkla rastladığımız bir tür beyaz çiğdemler (ya da beyaz zıpçıktı çiçekleri-zephyranthes candida) yine uyanan yeni hayatın temsilcisi gibiydiler.
 
Karabaş otları henüz tomurcuktaydı.
(Şubat 2024)
 
Papatyalar göz alıcıydı.
(Şubat 2024)
 
Parlak Göleti'ne ulaşmıştık. Gölet çevresiyle yeni bir habitat oluşturmuştu.
(Şubat 2024)

Ekşi yoncaların çiçekleri katmer katmerdi.
(Şubat 2024)

Parlak Göleti'ne papatyaların ardından baktık.
(Şubat 2024)

Her yerde karabaş otu kolonileri vardı. Yer yer çiçekteydi buradakiler.
(Şubat 2024)

Göletin çevresini dolaşan bir toprak yolu takip ettik. Bu göletin zeytinliklerin sulanması amacıyla son yıllarda yapıldığı belliydi. Karşıda bir çeşme ve yalağı vardı. Ayrıca göleti besleyen ve çevremizdeki tepeliklerden aşağı doğru yönelmiş küçük derecikler; zakkumlar, henüz uyanmamış hayıtlar ve sazlıkların arasından kendisine yol bularak sulama göletine doğru akmaktaydı.
 
Göletin kıyısında öbek öbek bir tür çiğdem; 
beyaz zıpçıktı çiçekleri (zephyranthes candida) vardı.
(Şubat 2024)
 
Beyaz ve sarı; her yer papatyalarla kaplıydı.
(Şubat 2024)
 
Göleti besleyen dereciklerden biri, usul usul gölete doğru akıyordu.
(Şubat 2024)
 
Göletin bendinin üzerinden karşı kıyıya geçtik.
(Şubat 2024)
 
Göletin bendi
(Şubat 2024)
 
Sulama göletinin bendinin üzerinden göletin arkasındaki Hasseki’ye doğru uzanan vadiye doğru yöneldik. Suyun doğaya verdiği hayat, her yeri yeşile boyamıştı. Biraz ileride henüz yeşermese de, birkaç gösterişli çınar ağacının bulunduğu bir yere geldik. Zakkumların arasından sızıp gelen bir sürü derecik, kurbağaların üremesi için de uygun bir ortam yaratmıştı. Bizim gürültümüzle otların arasından suya doğru sıçrayan birkaç kurbağa, bu gerçeğin habercisi oldular.
 
Göletin bendini geçtikten sonra kuzeye doğru yönelen vadiye inerek yürümeye devam ettik.
(Şubat 2024)
 
Her yerde ekşi yoncalar vardı; sapsarı katmerli çiçekleriyle...
(Şubat 2024)

Vadi boyunca küçük dereciklerden beslenen zakkumlar yol kıyısında hayat bulmuşlardı.
(Şubat 2024)

Vadi o kadar güzeldi ki; yürümeye doyamadık. 
(Şubat 2024)

Göleti besleyen bir küçük derecik içinde ne hayatlar vardı?
(Şubat 2024)
 
Sağımızda solumuzda sapsarı su düğün çiçekleri, kırmızı anemonlar, sarı renkli çiçekleriyle zambakgillerden (liliaceae) buz yıldızları (gagea sp.), mor rengi tomurcuklarıyla karabaş otları, bordo rengi, gözü andıran çiçekleriyle sütleğenler (euphorbia sp.) yeni çiçeklenmiş çiriş otları, mor çiğdemler ve beyaz renkli çiçekleriyle sezonun ilk bayır gülleri (Girit ladenleri) gülümsüyorlardı sanki bizlere. Yaklaşık olarak Sazak köyünün hizasına geldiğimizi düşündüğümüz bir anda; vadi tabanından ayrılarak, solumuzda yükselen ve zeytin fidanlarıyla kaplı sırtlara doğru tırmanmaya başladık.
 
Sütleğenler (
euphorbia sp.)
(Şubat 2024)

Dağa Kaçtım gezginleri, göletin arkasındaki vadideler.
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)


Çiriş otları
(Şubat 2024)

Yürüdüğümüz vadiden bir görünüm
(Şubat 2024)

Su düğün çiçekleri
(Şubat 2024)

Anemonlar
(Şubat 2024)

Bayır gülleri ya da Girit ladenleri
(Şubat 2024)

Bir küçücük derecik; vadideki hayatın kaynağı...
(Şubat 2024)

Deredeki hayat
(Şubat 2024)

Hektarlarca büyüklükteki arazide dikenli tellerle çevrili zeytinlikleri normal yollarla aşmak mümkün değildi. Hazineden bilmem kaç yıllığına nasıl ve ne şekilde kiralanarak sahiplenildiğini anlayamadığımız; aslında hazinenin malı olan bu vatan toprakları, “özel arazidir; girilmez” levhalarıyla etiketlenmiş ve mülki koruma altına alınmıştı. Bu durum bizi bayağı uğraştırdı. Amacımız, sadece terk edilmiş Rum köyü Sazak’a doğru önümüze çıkan sırtları aşmaktı.
 
Vadi içinde yürürken Sazak hizasına gelince, gevenlerle kaplı zorlu sırtlara doğru tırmanmaya başladık. Ardımızda bu vadiyi bıraktık.
(Şubat 2024)

Ekip kuvvetliydi; şevkle yürüyorduk sırtlarda.
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)

Zeytinliklerin kenarından yukarılara doğru yürüdük.
(Şubat 2024)

Mimas'ın önünde derin vadiler, ardı ardına sıralanmıştı.
(Şubat 2024)

Parlak'tan Sazak'a; vadiler arasında...
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)

Sırtı dikenli tellerle sınırlandırılmış zeytinlik alanlarına girmeden aşmaya çalışırken, önümüze düşen ve güneşi daha iyi görüp de çiçeklenmiş olan karabaş otlarından (doğal lavantalar) yılın ilk hasadını yaptık doyasıya. Kurutulduktan sonra içimi çok hoş bir bitki çayına dönüşen karabaş otlarının mor çiçekleri için türlü şifasından söz eder kaynaklar.
 
Göletin arkasındaki vadide karabaş otları, çiçek açmaya başlamıştı.
(Şubat 2024)

Zambakgillerden sarı yıldızlar; buz yıldızları
(gagea sp.)
(Şubat 2024)

Mor çiğdemler
(Şubat 2024)

Halk arasında ballıbabagiller (lamiaceae sp) ailesinden bir bitki olan karabaş otu ya da gargan olarak bilinen lavanta türlerine ülkemizde Afyon’un batısında kalan ve güneyde Akdeniz’den kuzeyde Marmara Denizi’ne dek uzanan geniş bir coğrafyada rastlanıyor. Kaynaklar, Batı Anadolu’da lavandula stoechas ve lavandula cariensis olarak adlandırılan iki türünün varlığından söz ediyorlar. Ama halk arasında bu iki türe de karabaş otu ismi veriliyor. Karia lavantalarının ayırıcı özelliği, çiçek saplarının uzunluğunun diğerine göre daha fazla olması… Bazılarının sap uzunluğu 50 cm.yi bulabiliyor.
 
Karahindibalar
(Şubat 2024)
 
Katmerli ekşi yoncalar
(Şubat 2024)
 
Gölete yükseklerden bakış; biraz önce onun kıyısından yürüyorduk.
(Şubat 2024)
 
Dik bir tırmanıştayız.
(Şubat 2024)
 
Aynı zamanda çok önemli bir tıbbi bitki olarak bilinen karabaş otlarının en tipik olanlarına Karia coğrafyasında rastlandığından ve bu topraklara özgü bir bitki olması nedeniyle Karia lavantası denilmiş olmalı. İlkçağ’dan beri insanoğlunun bir şifa kaynağı olarak bildiği ve sıkça kullandığı bu bitkinin özellikle çiçekleri bugün de aktarlarda, kozmetik sektöründe; kolonya ve parfüm yapımında ve bitkisel terapi amacıyla muhtelif rahatsızlıklarda kullanılmakta. Karaburun’un denize bakan bu yüksekteki köylerinde karabaş otlarının çiçeklerinden reçel yapıldığını da biliyoruz.
 
Gölet ve sıra sıra dağlar; yükseklerden bakarken...
(Şubat 2024)

Topografyanın genel görünümü; kuzeyden güneye doğru bakış
(Şubat 2024)

Asfaltı atlayıp Sazak'a doğru yöneldik. Yine bütün sırtlar gevenlerle kaplıydı.
(Şubat 2024)

Genel olarak balgam söktürücü, idrar yolları enfeksiyonları, egzama yaralarında ve ağrı kesici olarak, sinirsel baş ağrılarını giderici ve yatıştırıcı olarak, ayrıca kan akışını düzenleyici ve kalp-damar sistemini destekleyici etkisi nedeniyle yaygın olarak kullanıyor. Özellikle Çine ve civarında; Bafa coğrafyasında karabaş otu çiçeklerinden yapılan aromatik çay ise pek meşhur…
 
Bu kez Sazak'a köyün konumlandığı sırtın hafifçe güneyinden batıya doğru ilerleyen gevenlerle kaplı bir patikadan ulaştık.
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
 
Gevenlerin arasından kelebek orkideleri baş vermişti.
(Şubat 2024)

Her yer geven...
(Şubat 2024)
 
Uyuyan gevenin güzelliği; şiir gibi bir geometri...
(Şubat 2024)
 
Sırtı tırmanırken gelen geçen araba seslerini duymaya başlayınca, asfalt yola yaklaştığımızı anladık. Tepeye ulaştığımızda Sazak’ın üstündeki tepede konumlanmış rüzgârgülleri göründü. Rüzgârlı Mimas’ın eteklerindeki Yaylaköy sırtlarını ele geçirmiş durumdaki rüzgâr santralleri, Parlak ve Salman civarında da benzer manzaraları sergilemekteydi. Bitki örtüsünü ve dolaylı olarak bu topraklarda yüzlerce yıldır yapıla gelen keçi yetiştiriciliğini olumsuz yönde etkilediği söylenen rüzgârgülleri sonuç olarak Karaburun dağlarını sarıp sarmalamış durumda.
 
Sazak sırtlarında RES'ler...
(Şubat 2024)

Katır tırnakları
(Şubat 2024)
 
  Sazak yolunda kelebek orkideleri
(Şubat 2024)
 
100 yıllık yalnızlık; terk edilmiş Sazak köyünde…
 
Sazak köyüne daha önceki gelişlerimizden daha farklı bir yol izledik. Bizi köyün aşağılarındaki en az 500 yıllık bir servinin yanına kadar götürecek gevenler, bazılarının içlerinden yeni baş vermiş kelebek orkideleri ve karabaş otlarıyla kaplı bir patikadan yürüdük bu kez. Aşağılara doğru alçalan sırtların ötesinde Badem Bükü denizi uzanmaktaydı. Ufka doğru ise, Sakız Adası’nın siluetinde somutlaşan karşı kıyılar…
 
Sazak köyü ve rüzgar santralleri
(MYC; Şubat 2024)
 
Sazak'ın hemen altında rastladığımız yaşlı kara servi
(MYC; Şubat 2024)
 
Servinin dibindeki kırılıp parçalanmış Müslüman Türk mezarlarına ait mezar taşları ve bir defineci çukuru
(MYC; Şubat 2024)
 
Patikanın bittiği yerde yaşlı bir servi vardı. Servinin dibinde, geniş gövdesinin altına kadar girilmiş geniş bir çukur açılmıştı. İlk anda anlayamadık. Ama servinin çevresine saçılmış ve kimi parçalanmış eski Türk mezar taşlarını görünce işin vahameti ortaya çıktı. Definecilerle bu kez Sazak sırtlarında; hem de ecdat diyerekten methiyeler düzdüğümüz, sürekli bir hamaset edebiyatı yaptığımız bir dönemde, bu Müslüman Türk ata mezarlarının dibinde yüz yüze gelmiştik. Manzara korkunç derecede rahatsız ediciydi. Geçen gelişlerimizde büyük olasılıkla Sazak’a hep yukarıdaki servis yolu ya da öncesindeki patikaları kullanarak ulaştığımız için, bu servi ve altındaki Müslüman Türk ata mezarlarıyla karşılaşamamıştık.
 
Kara servi ve Sazak köyü; yaklaşırken...
(Şubat 2024)
 
Kara servi ve sağa sola parçalanıp atılmış ataların mezar taşları; batı yönünden...
(Şubat 2024)
 
Servinin kökünün altına doğru açılmış ve derinliğine kazılmış defineci çukuru
(Şubat 2024)
 
Atalarının mezarlarına dahi saygısını yitirmiş bir zavallı topluluktan nasıl bir iyilik bekleyebilirdik; gördüğümüz iç karartıcı manzaraya karşı kafamızda büyüyen soru sadece buydu? Böyle penceresi, kapısı sökülüp, yapı taşları un ufak edilmiş öksüz köylere uğradığımızda genellikle kafamızdaki ana tema, emperyalizmin kendi çıkarları uğruna kardeş halkları birbirine kırdırıp telef etmesi olurdu. 19.yy.da bölgede Türklerin ve Rumların çok kimlikli Osmanlı toplumunda kardeşçe ve yan yana yaşadığı bir zaman diliminden, İngiliz domuzunun kışkırtması ile birbirine düşman edilip, doğdukları topraklardan sökülüp atılmasıyla sonuçlanan bir felakete sürüklenmesi merkezinde gelişirdi bütün düşünceler kafamızda. Ama bugün Sazak harabelerinin hemen altındaki bir vadide yaklaşık 500 yıllık bir yaşlı servinin dibindeki ata mezarlarının tahrip edildiği yerde karşılaştığımız manzara başka bir şeydi.
 
Ölüm tarihi: Hicri 1242 (Miladi 1826; II. Mahmut Dönemi)
(Şubat 2024)
 
Ölüm tarihi: sağdakinin Hicri 1170 (Miladi 1756); soldakinin ise Hicri 1210 (Miladi 1795)...
(Şubat 2024)

Ölüm tarihi: Hicri 1167
(Miladi 1753)...
(Şubat 2024)
 
Bir toplumun tükenişinin, bütün kutsallarını ve ona bir altın tepside sunulmuş Cumhuriyet değerlerini yitirerek giderek soysuzlaşıp, ata mezarlarına dahi saldıracak düzeye kadar alçalmış olduğunun göstergesiydi gördüklerimiz. Bir kişiydi; üç kişiydi ya da beş kişiydi bunu yapanlar diye işin içinden asla sıyrılıp çıkamazdık. Burada önemli olan sayının azlığı ya da nicelik değil, ata mezarlarına karşı yapılan hakaretin ve densizliğin niteliğiydi. Sonuç olarak içimizde yaşayan bu insanları da ne yazık ki, bu sistem üretmişti. Nereden nereye gelmiştik yarabbi?
 
Sazak'tan yapayalnız kara servinin çaresizliğine bakarken...
(Şubat 2024)
 
Sazak'a doğru...
(MYC; Şubat 2024)
 
Kara servinin dibine saçılmış ve parçalanmış mezar taşlarının üzerindeki tarihleri okumaya çalıştık. Okuduğumuz 4 mezar taşındaki tarihler sırasıyla Hicri 1170 (Miladi 1756), Hicri 1167 (Miladi 1753), Hicri 1242 (Miladi 1826) ve Hicri 1210 (Miladi 1795) şeklindeydi. Servinin çevresindeki gevenler arasında defineciler tarafından delik deşik edilmemiş başka Türk mezarları da vardı. Ama tarihler yaklaşık olarak 18.yy.ın başlarına ve daha sonrasına aitti. Bu durum yarımadadaki Börklüce İsyanı’nın Osmanlı Devleti tarafından bastırılması sonrasında, Karaburun coğrafyasında yaratmış olduğu travmaya dair bir ipucu da vermekteydi.
 
Hicri 1026; Miladi 1617 tarihli Çullu Camii kitabesi
(Ocak 2010)

Çullu Camii; mukarnaslı mihrap; restorasyon öncesi...
(Ocak 2010)

Çullu Camii; kemerli kapı geçişi
(Ocak 2010)

Çullu Camii; harim
(Ocak 2010)

Osmanlı Devleti, Şeyh Bedrettin İsyanı’nı Anadolu ve Rumeli’nde bastırdıktan sonra, Karaburun yarımadasını neredeyse iki yüzyıl iskâna ve yaşama kapatır. Bir anlamda devletin, isyan nedeniyle; Karaburun yarımadasına kestiği cezadır bu. Bugün Karaburun’un merkezinden Akdağ üzerinden Yaylaköy’e giden asfaltın başlarında yer alan bir sapaktan ulaşılan eski Çullu köyündeki; şimdilerde restore edilmiş bulunan eski bir caminin üzerindeki tarih (Hicri 1026/Miladi 1617) aslında bu gerçeği yansıtmaktadır.
 
Çevredeki köy adları; Eğlen Hoca, Kösedere, İnecik; biraz daha ilerde Ambarseki ve Saip; Gerence Körfezi’ne bakan yüzde Tepeboz ve sanki bozgunlar ve korsan saldırılarına karşı sinmiş ve derin bir vadinin ardına saklanmış gibi denizi gözetleyen Bozköy, Gerence’nin diğer köyleri; Hasseki, Sarpıncık, şimdi terk edilmiş eski Rum köyü Sazak, Parlak (Boynak), Salman, Denizgiren ve Küçükbahçe ve dağdaki Meli ile deniz kıyısındaki Kara Reis
 
Sazak'ta bir eflatun anemon
(Şubat 2010)
 
Sazak köyünün vadiden ötedeki ilk evleri
(Şubat 2024)
 
Sazak köyünde...
(Şubat 2024)
 
100 yıllık yalnızlık; Sazak'ta...
(Şubat 2024)
 
Hepsinin belki de ayrı hikâyeleri vardı; bir kısmı 15.yy.daki bu coğrafyada yaşanmış bir büyük deneyimin ve kavganın tanıkları olmuşlardı. Öyle bir alt üst oluş ve kıyımı yaşamış olmalı ki yarımada; belki Osmanlı’nın bu toprakları lanetlemesi, belki de kıyımdan kurtulan kılıç artığı halkın korkudan ve acıdan sinerek, bu dar geçitlerin hikâyelerinden uzaklaşıp unutmak düşüncesiyle bu vadilere ve eski yerleşim alanlarına en az iki yüz yıl uğramayışı sonrasında her yer balkanlık olmuştu.
 
Bir Sazak evinin içinden; ocak, duvarda nişler; yıkıntılar içinde...
(Şubat 2024)

Dip dibe evlerden bir başkasının içi
(Şubat 2024)

Bir başkası; üst üste raflar...
(Şubat 2024)

Bu duruma Karaburun yarımadasının ister batı yüzünde, ister doğu yüzünde kırsalda dolaşırken hep tanık olursunuz. Arazide yürürken karşınıza öbek öbek taş yığınları, makilikler içinde kaybolup gitmiş yapı kalıntıları ya da kör çeşmeler çıkar karşınıza. Bunların hepsinin ayrı bir anlamı ve hüznü vardır hatıralarda. Ama şimdilerde ne bunları hatırlayan, ne de koruyup gören kalmıştır yarımadada. Kaderine doğru koşar Karaburun; yamaçlardaki rüzgârgülleri, güneş kolektörü tarlalarından, dikenli tellerle zapturapt altına alınıp; “derenin taşıyla derenin kuşunun vurulduğu” bilmem kaç yıllığına kiralanmış zeytinliklere ve denizdeki hançer; balık çiftliklerine doğru…
 
Ambarseki -Kösedere arasında taş yığınları
(Mayıs 2019)
 
Evlerin arasında daracık geçitler vardı.
(Şubat 2024)
 
Denize bakan evlerin hepsi birbirinin manzarasını kapatmayacak şekilde konumlanmışlardı sırta.
(Şubat 2024)

Evler ve sokaklar; iç içe...
(Şubat 2024)
 
Sazak evlerinin sıralandığı sırtta Parlak köyünden bir çoban bir koyun sürüsünü otlatıyordu. Tanık olduklarımızdan dolayı şaşkın bir vaziyette yanına doğru sırta tırmandık. Bu durumdan rahatsız olup olmadığını, yapanları bilip bilmediğini, köyün muhtarının bu durumu en yakındaki asayiş birimlerine bildirip bildirmediklerini sorduk. Çobandan aldığımız yanıt daha can yakıcıydı; çobana göre, köyler mahalle yapıldığından beri sahipsizdi. Ne belediye, ne de ilde ya da ilçedeki devleti temsil eden mülki yönetimler köylerde olup bitenlerden habersizdiler. Yeterli iletişim olmadığı için, buralarla doğru dürüst ilgilenen yoktu. Süreçlerin sonuçları, sürecin içinde yer alan insanları ilgilendirmez olmuştu. Köylerle merkezi yönetimin sistematik bağı, bu şekilde kopmuştu. Eğer eskisi gibi; köyün muhtarı, eskiden sahip olduğu yetkilerle donanmış olsaydı, bu tür olaylar gerçekleşmezdi. Dağda koyun otlatan çobanın mealen söyledikleri bu doğrultudaydı.
 
Sazak köyünde hüzün; karşıda deniz ve RES'lerin pervaneleri...
(Şubat 2024)
 
Sazak'ın yıkıntıları arasında...
(Şubat 2024)
 
Sazak sırtlarından dibinde Türk mezarlığının bulunduğu kara serviye ve vadiye bakış
(Şubat 2024)
 
Canımız sıkkın; çobanın yanından ayrılarak Sazak’ın yalnız ve sahipsiz evlerine doğru tırmandık. Dip dibe, her biri denizi görecek şekilde kondurulmuş iki katlı evler, evlerin arasındaki daracık, bayır yukarı sokaklar, baharla beraber beyaza boyanmış yamaçlardaki papatya tarlaları, yıkık evlerin içinde ocaklar, duvarlardaki nişler, küçük dolaplar; daha neler neler… Bir önceki gelişimizde köyün aşağılarına doğru bulduğumuz kilise yıkıntısını bugün nedense bulamadık bu sırtlarda. Herhalde geliş yönümüzün farklı olmasından dolayıdır diye konuştuk aramızda. Dağın başında, biteviye esen sert rüzgâra karşı neden böyle bir köy kurulur? Nasıl yaşarlar? O günkü koşullarda; bu çetin topografyada ne yer, ne içer bu insanlar? Gerçekten merak konusuydu bizim için. Tek bir olasılık kalıyordu; o da çevrede izlerini gördüğümüz bağ terasları dışında; büyük olasılıkla Badembükü bahçeleri, bitmez tükenmez en güzel ürünlerini Sazaklı Rum köylülere de sunmuş olmalıydı. Ama bu hırçın vadilerden inişi çıkışı düşündüğümüzde, epey zorlu bir yaşam vardı bu topraklarda anlaşılan. Bugün de Badem Bükü’nün deniz kıyısındaki tarıma elverişli verimli topraklarını Parlak ve Salman köylüleri birlikte kullanıyorlar.
 
Sessiz ve kimsesiz köy; Sazak
(Şubat 2024)

Bir başka Sazak evinin içinden görünüm
(Şubat 2024)

Sazak; sırtın aşağılarından yukarıya doğru bakış
(Şubat 2024)

Karaburun’un batı yakasına dizilmiş köylerin hemen hemen hepsinde 19.yy.da Rum ve Türk nüfus birlikte yaşıyordu. Ari Çokana’nın 20.Yüzyılın Başlarında Anadolu ve Trakya’daki Rum Yerleşimleri isimli kitabında bu yakada yer alan köyler ve yaşamlarına dair şu bilgiler aktarılıyor:
 
Karaburun yarımadasının batısındaki en büyük köy olan 1.500 nüfuslu Meli (bugün Karareis) Sakız’ın Kardamyla köyünden göçmenler tarafından kurulmuştu. Ekonomisi bağcılık, hayvancılık, arıcılık, kireç ve kömür üretimine dayanıyordu. Birkaç tekneyle balıkçılık ve taşımacılık da yapılıyordu. Köyde Ayios İoannis o Theologos’a vakfedilmiş bir kilise ve bir okul vardı. Kuzeye doğru uzanan sarp kayalıklardan sonra, antik Finikus kentinin harabeleri üzerinde kurulu Eğri Liman’a varılır. Korunaklı limanından İzmir’e kuru üzüm nakliyatı yapılan 125 nüfuslu köyde Evangelistria Kilisesi ve bir okul vardı. Bir sonraki köy olan Denizgiren (475 nüfus) Mimas Dağı’nın batı yamaçlarındaki dağ köylerinin doğal limanıydı. Halkı geleneksel uğraşları dışında çok sayıda yapı ustası yetiştiriyordu. Kilisesi, Ayios Nikolaos adına vakfedilmişti. Yakınındaki karma nüfuslu Küçükbahçe’de (Ayios Pandeleimon Kilisesi) Boynaki (Parlak; 630 Rum ve 150 Müslüman; bağlar, zeytinlikler ve pamuk), Sazak (560 Rum ve 60 Müslüman), Sarpıncık (150 Rum ve 200 Müslüman) ve Hasseki (400 Rum ve 300 Müslüman) köyleri vardı. Yarımadanın kuzeyindeki Tepeboz (550 Rum ve 150 Müslüman) ve Yeni Liman (360 nüfus; Kimisi tis Theotoku Kilisesi) bağcılık ve balıkçılıkla geçiniyordu.”(3)
 
Sazak köyünün genel görünümü
(Şubat 2024)

Sokak boyunca sırtın yukarılarına bakış; Sazak manzaraları
(Şubat 2024)
 
Bir evin içinden görünüm
(Şubat 2024)
 
Rumların Sazaki, Türklerin Sazak dediği köyün dip dibe sıralanmış evlerinin arasına sıkışmış hüzün yüklü daracık sokaklarından geçerek sırta doğru yürüdük. Gece karanlığında karşı kıyıda görünen Sakız’ın yanıp sönen ışıkları; bu yakayı terk edip karşı kıyıda yaşayanlar Sazak gecelerinin farkında mıdırlar? Şimdi karşı kıyıdaki; komşu Sarpıncık köyünden Marianthi Gialama’nın dilinden dökülen Ambarsekili bıçkın Rum delikanlısı Yorgi’nin ardından yakılan bir ağıt; “Sayıb’ın (Saip) toprağı sıcaktır sıcak” isimli Saip türküsünün hikâyesini acaba kimler hatırlar Karaburun dağlarında, vadi koyaklarında?
 
Bir sıvalı duvarda iki niş; ne koyarlardı acaba buraya? Bir ikona mı?
(Şubat 2024)
 
Bir Sazak penceresinden dünyaya bakış
(Şubat 2024)
 
Sazak'a veda...
(Şubat 2024)
 
Sayıp’ın toprağı sıcaktır, sıcak…
 
Yıllar önce bir kurtuluş günü (17 Eylül 2010) Karaburun’un merkezindeki çay bahçesinin önündeki bir stantta tanışıp aldığımız kitaplarını imzalattığımız Karaburunlu müzik öğretmeni Yıldırım Aytaç bu ağıt-türküyü kaynak kişi; Selahattin Zorlu’dan derlemiş. Uzun yıllardır TRT repertuarında yer alan bu türkünün öyküsü Sazak’ın bugünkü hali, kadar hüzünlüdür denilebilir.
 
Bir Karaburun sevdalısı olan Saip köyünden Yıldırım Aytaç’ın Gönlümdeki Aktopraklar isimli kitabında türkünün öyküsü şöyle aktarılmaktadır:
 
“Yorgi, Ambarseki köyü Rumlarının yetiştirdiği, eşsiz, acar bir Rum delikanlısıymış. Hani derler ya; bileğini bükecek adam az bulunur veya yokmuş diye. Anası hep “Benim oğlum yalnız ölmez” dermiş. Yorgi, Sayıp (Saip) köyünde daha çok eğlenir, vakit geçirirmiş; hatta bu köyden bir Türk kızına da sevdalanmış. Kız da değil, gelinmiş sevdalandığı aslında. Her gün akşam Sayıp’a uğrar, gece geç vakit Ambarseki’ye dönermiş. Ama ana yüreği değil mi; aklına türlü kötü şeyler gelirmiş. Ama oğlunun güç ve cesaretine güvendiğinden içini rahat tutmaya çalışırmış. Evleri Ambarseki köyü girişinde olduğundan sesi soluğu Aziz’in tarlalarından çıkınca duyulurmuş. O zaman anacığının içi rahatlarmış. “Aman da Yorgim, canım Yorgim; geç kalma, beni merakta koma.” Ne dediyse de Yorgi geç kalmaya devam edermiş. Çok zaman da eve sarhoş dönermiş.
 
Karaburun-Saip yolunda eski bir çeşme
(Mayıs 2019)
 
2019 yılında Karaburun'dan Saip-Ambarseki üzerinden Kösedere'ye yürümüştük. Bu yokuş Saip'e doğru...
(Mayıs 2019)
 

Bir Türk gelinini sevdiği, Ambarseki Rumları arasında duyulunca, Rum gençleri kendisini dışlamışlar. Hatta cephe alıp tehdit etmeye başlamışlar. Ama Yorgi, bunlara kulak asmamış. Sayıp köyüne gidiş gelişinde herhangi bir değişme olmadığı gibi sevdası da gün geçtikçe artıyormuş. Türk delikanlılar da bunun farkındaymışlar. Yorgi’nin anası, oğlunun bir Türk gelinine (üstelik de dul) âşık olduğuna inanmıyormuş. Bu olsa olsa iftiradır diyormuş.
 
Ambarseki'de eski köy evlerinden biri
(Mart 2010)
  
Ambarseki'de denize hakim noktadaki eşşiz köy kahvehanesi
(Mayıs 2022)
   
Ambarseki ile Sayıp köyünün arasında 700-800 metre uzunluğunda bir patika yol vardır. Yolun ortasında; 100-150 metrelik kısmı çukurumsu, her iki köyden de görünmeyen Aşlamacık Yokuşu denilen ıssız bir yer bulunmaktadır. İşte tam o ölü noktada Yorgi’ye pusu kurarlar. Ama Ambarsekili Rum gençleri mi, yoksa Sayıplı Türk gençleri mi; yoksa ikisi de mi; bunu çok soruşturmama rağmen kesin olarak öğrenemedim.
 
Ambarseki sokaklarında; arkada Rüzgarlı Mimas, yani Akdağ...
(Mayıs 2022)
  
Ambarseki evleri 
(Mayıs 2022)
 
Bir gece yoluna pusu kurup Yorgi’yi Aşlamacık Yokuşu’nda hançerleyerek öldürüyorlar. Yorgi, anacığının dediği gibi hasımlarından birisini yaralıyor, ama algın yerinden vuramıyor. Koçyiğit Rum delikanlısı Yorgi, aşkı uğruna canından oluyor. Ölümü üzerine anacığı şu ağıtı yakıyor; hem de Türkçe…
 

Karaburun-Sarpıncık köyünden 1922 Nüfus Mübadelesi ile Yunanistan'a giden Rumlardan Marianthi Gialama, Ambarsekili Yorgi'nin ağıtını söylüyor; "Sayıp'ın toprağı sıcaktır sıcak"... Sözleri Türkçe olmakla birlikte aşağıdaki metinden oldukça farklı...

(Youtube'dan alınmıştır. Video altı açıklama için eski Meli köyünden Meneviş Hanım'a teşekkür ederiz.)


Ambarsekili Yiğit Yorgi’nin Türküsü
Sayıb’ın toprağı sıcaktır sıcak
Ambarseki iftirası birimize kıyacak
Yorgi’nin maması (anası) şimdi ne yapacak
 
Aman da Yorgi canım da Yorgi
Kabadayı olmuşsun
Aşlamacık Yokuşu’nda
Uyumuş da kalmışsın
 
Sayıp’ın toprağı serindir serin
Çıkarın konak avlusuna Sayıp’ı görüm
Yorgi’nin anası nesterse (ne isterse) verin
 
Aşlamacık Yokuşu’nda
Uyanamamışsın
Algın hançer yarasına
Dayanamamışsın
 
Sayıp’ın toprağı serindir serin
Çıkarın konak avlusuna Sayıp’ı görüm
Yorgi’nin sevdiği kız değil gelin
 
Aman Yorgi, kabadayı Yorgi
Kabadayı olmuşsun
Aşlamacık Yokuşu’nda
Uyumuş da kalmışsın
 
Aman da Yorgi, dertli Yorgi
Uyanamamışsın
Algın hançer yarasına
Dayanamamışsın.”(4)
 
"Sayıp'ın toprağı sıcaktır sıcak"; bu da yıllardır TRT repertuarında yer alıp, çalıp söylenen bizdeki versiyonu; TRT sanatçısı Adile Kurt Karatepe söylüyor. Türküyü derleyen olarak; kayıtlarda emekli müzik öğretmeni "Sayıp"lı Yıldırım Aytaç'ın ismi geçmekte.
(Youtube'dan alınmıştır.)
  
Sazak’tan Parlak’a; dönerken…
 
Ege’nin derin maviliklerini ve yıkıntılar arasında sahipsiz köy Sazak’ı ardımızda bırakıp başladığımız yer; Parlak’a dönme vaktidir artık. Asfaltı güney-doğu yönünde atlayarak yeniden dalıyoruz Parlak’ın derin vadilerine doğru. İniyoruz, çıkıyoruz; biz bunu Karaburun vadilerinde dolaşırken hep yapıyoruz. Akşama doğru ilerliyor zaman. Papatya ve sümbül tarlalarının içinden geçerek ulaşıyoruz Parlak’ın ilk evlerine.
 
Dönüş yolunda sabah yürüyüşün başlangıcında çevresini dolaştığımız Parlak Göleti'ni yükseklerden seyrettik.
(Şubat 2024)

Erkenci katırtırnakları; Parlak sırtlarında...
(Şubat 2024)

Papatyagiller (asteraceae sp.) ailesinden karahindibalar (taraxacum)
(Şubat 2024)

Dönüş yolunda Parlak'a doğru alçaldığımız bir sırtta rastladık bu mantara; aynı bir top gibiydi.
(Şubat 2024)
 
Dağa Kaçtım gezginleri, Parlak girişinde; Parlak levhasının önünde...
(İzzet Berktaş; Şubat 2024)
 
Bir yaşlı kadın, koca bir demet arapsaçı toplamış kırlardan; akşama kavurmasını yapacak. Bir yanda bir eski Boynak evinden geriye kalanlar, diğer yanda henüz yaşamın terk etmediği bir evin avlusunda yaşlı zeytin ağacının gölgesine sığınmış bir eski fırın… Eve dönen koyun sürülerinin çıngırak sesleri duyuluyor uzaklardan. Çobanın hay huylarına karışıyor doğadaki çınlamalar. Yıkık duvarlarda yankılanıyor gibi eski zaman sedaları.
 
Bir evin avlusunda rastladık onlara; yaşlı bir zeytin ağacının gölgesinde tüter bir ocak...
(Şubat 2024)
 
Parlak girişinde papatya tarlaları
(Şubat 2024)
 
Daha yakından...
(Şubat 2024)
 
Parlak'ın kuzey tepesindeki sokaklarında...
(Şubat 2024)
 
Parlak'ta ocağına incir dikilmiş eski bir evden kalanlar; birkaç duvar, bir ocak ve bir incir ağacı...
(Şubat 2024)
 
Aşağıdaki düzlükte sümbül tarlaları, karşı tepede Parlak Camii’nin andezit/sarımsak taşından bordoya çalan minaresi; yapıldığı II. Abdülhamit döneminden bugüne yadigâr gibi. 19.yy.ın sonlarına doğru Batı Anadolu’daki Rumların milliyetçi rüzgârlardan etkilenerek pervasız bir şımarıklık içine girdikleri bir dönemde; eziklik yaşayan Müslüman Türk ahalinin moralini yükseltmek amacıyla, kıyıya yakın birçok köy camisinde bir kampanya şeklinde andezit/sarımsak taşından tek tip minareler inşa edilmiş. Ege kıyısındaki kasaba ve köylerde ağırlık kazanan bu kampanya, 19.yy.da İzmir’in içindeki bazı Türk mahalle camilerine bile yansımış durumda. Basmane’deki Çorakkapı Camisi ile Karşıyaka’da 19.yy.da Türklerin yoğun yaşadığı Soğukkuyu köyündeki Çömezcizade Hacı Mehmet Efendi Camisi’nde olduğu gibi…
 
Parlak köyünün II. Abdülhamit döneminden yadigar sarımsak taşından yapılmış tarihi minaresi
(Şubat 2024)
 
Parlak'ın Sazak'ı aratmayan hüzünlü yıkıntıları
(Şubat 2024)
 
Bir başka Parlak evinden günümüze kalanlar
(Şubat 2024)
 
Sümbül tarlaları
(Şubat 2024)
 
Ağır ağır köyün camisinin bulunduğu karşı tepeye doğru yürüyoruz. Günün bütün yorgunluğu; yaşadıklarımız, inip çıktığımız yokuşlar, yıkık köy evlerinin hüznü; hepsi ama hepsi omuzlarımızda sanki. Şimdi artık toparlanma zamanı…
 
Köyün meydanı sabahki gibi yine ıssız; kimsecikler yok ortalıkta. Terk edilmişlik ruhu dolaşıyor sanki Parlak sokaklarında. Yıkık dökük evler; doğdukları topraklardan dönmemek üzere gidenler; belli ki bir daha gelmeyecekler. Acı yüklü hikâyeler bıraktılar arkalarında. Gidenlerin türküsüdür bu; bir daha asla dönemeyecek olanların… 
 
Akşam vakti; güne başladığımız yerde, günle ve Parlak ile vedalaştık; Parlak meydanında ve Kurucu Ata'nın büstünün hemen yanında. Nurlar içinde yatsın Yüce Atamız...
(Şubat 2024)
 
Ege’nin karşı kıyısından Aydınlı Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya isimli romanının son sayfaları her şeyi anlatıyor aslında:
 
" Karşıda Küçük Asya kıyılarında… Minicik ışıklar yanıp sönüyor. Ve kocaman gözler var, yanıp sönen… Karşıda. Ve tertemiz evler var. Gizli deliklerde paralar yanıp sönüyor, ikonostazda gelin güvey taçları. Mezarlarda atalar yanıp sönüyor… Göz kırpıyorlar sırayla karşıdan… Küçük Asya kıyılarında evet, karşıda… Çocuklar, akrabalar, dostlar bıraktık. Gömülmemiş ölüler, barınaksız diriler bıraktık ve şimdi hayaletler misali oradan oraya savrulan düşler… Küçük Asya kıyılarında evet! Daha dün yurdumuz olan karşıda…”(5)
 
Ve son paragraf…
 
“Bütün bu çekilen acı, bir kötü rüya olsaydı ah!.. Ve yan yana... Omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden!. Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yan yana eğlenmek üzere şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!
 
Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet'in damadı! Benden selam söyle Anadolu'ya... Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin... Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin belasını versin!"(5)
 
Dipnotlar:
(1)     Gülbahçe köyü hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2019/11/kosedereden-akdaga.html
(2) Karaburun yarımadasının doğu yakasında yer alan köyler hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2022/10/karaburunun-dogu-yakasinda-bir-bahar.html
(3)    Ari Çokona, 20 Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Trakya’daki Rum Yerleşimleri; Literatür Yayınları 771; 1.Baskı- Kasım 2016; sayfa: 283-284
(4)    Yıldırım Aytaç, Gönlümdeki Aktopraklar Karaburunlu Rumlarla Türklerin Öyküsü; Yılmaz Matbaa, Kemeraltı-İzmir; sayfa: 117-118
(5)  Dido Sotiriyu; Benden Selam Söyle Anadolu’ya (yada Matomena Homata-Kanlı Topraklar); Alan Yayıncılık; İkinci Baskı: Ocak-1986; Çeviren: Attila Tokatlı; sayfa: 228-229
(6)    Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.
 
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

8 yorum:

  1. Tarih, doğa, edebiyat, sosyal geniş kapsamlı ne güzel anlatım, teşekkürler İbrahim, yolunuz açık olsun, sağlıcakla.

    YanıtlaSil
  2. Sanki sizlerle gezmiş gibi oldum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ne mutlu bize. İstediğimiz tam da buydu işte. Demek ki yazımız amacına ulaşmış demektir; sizi de sanal dahi olsa o topraklarda gezdirip duygularımızı paylaşabildiysek... İlginize çok teşekkürler...İF

      Sil
  3. Yürüyüşünüz, yazınız ve fotoğraflarınız harika. Tebrik ve teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  4. Bu güzel paylaşım için teşekkürler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sağolun. İlginizin devamlılığı dileğiyle...İF

      Sil