EGELİ BİLGE'Yİ YENİDEN HATIRLARKEN...
13 Mart 2022
İbrahim Fidanoğlu
Şükrü Tül'ün ardından...
2003 yılının başlarıydı. 13 Ocak 2003… Ebrulitur ile Ege coğrafyasına doğru açıldığımız bir sürecin en
başındaydık. Bir arkadaşım önermişti; geziyi duyuran broşürü ulaştırmıştı bir
şekilde. Geziye verilen isim oldukça
ilginçti; “Menderes’in Kuleleri”…
O güne kadar alışık olmadığımız bir gezi tanımlaması idi ve ismin arkasındaki
saklı bir dünyaya işaret eder gibiydi sanki. Bu fırsat kaçmazdı. Bir Pazar sabahı
bizim için ilk, deneyimli Ebruli gezginleri için ise alışık oldukları sıradan
bir geziye başlar gibiydik. Ama bizim için esas sürpriz Ebruli gezilerinin vazgeçilmez unsuru, gezdikçe yeniden anlayıp
sindirdiğimiz Ebruli’nin unutulmaz
siması; dev gibi görünüşlü ve kendinden emin bir adamın, elinde geziye dair dokümanlarını
taşıdığı "heybesi"yle birlikte otobüsün ön koltuğuna ilişivermesiydi.
(Kaynak: Ahmet Boratav)
İzmir’den Aydın’a doğru
seyrederken, otobüs içinde arka sıralarda bir yerdeydik. En ön sıradaki sağ
koltukta oturan ve turun rehberi olduğunu düşündüğümüz bu kişi, elindeki
mikrofondan Osmanlı Dönemi’nde Ayanlar ve Eşkiyalar üzerine bir
sunuma başladı. Son derece etkileyici bir ses tonuyla ve bütünleşik bir
yaklaşım içinde devam eden anlatımı, bizi son derece etkilemişti. Anlatıcı;
birçok kaynağı referans vererek, tarihsel planda ekonomik ve sosyal açıdan da
konuyu derinliğine önümüze sermişti. Sanki kendimi bir üniversite anfisinde
ders dinleyen bir öğrenci gibi hissetmiştim o an. Sıkıcı değildi; sürükleyiciydi.
Konuşmanın akıcılığı, bizi geçmişin girdapları içinde bir yolculuğa çıkarmıştı
sanki. Kanal Ege’deki Ege
Gezisi belgeselinden hatırladığımız o ses, şimdi yanı başımızdaydı.
Şükrü Tül’ü önce sesiyle tanımıştık orada.
Yamanlar-Sancaklı Kale'de Aydın Lisesi'nden iki arkadaş; Şükrü Tül ve Cengiz Yavuz yan yana; şimdi her ikisi de sonsuzluk yolculuğunda...
(Ocak 2011)
(Ekim 2012)
Retoriği, derin bilgisi, disiplinler arası etkileşimli değerlendirme ve
anlatım yeteneği ile göz kamaştıran bu bilge insan ile yıllarca Ege’nin iki
yakasında gezme, onun aydınlık dünyasından yararlanma olanağı bulduk; ne mutlu
bize. 2015 yılında yine bir gezi sırasında; biz Ürdün’de Petra’da dolaşırken
onun zamansız ve bizi derin hüzünlere sürükleyen ölüm haberini aldık. Adam gibi
adam; kimseye minnet etmeyen, doğru bildiğini yapan ve söyleyen bu mağrur adam
ansızın göçüp gitti aramızdan. Şimdi geriye dönüp baktığımızda koskoca 7 yıl
geçmiş ölümünün üstünden. Her gezdiğimiz yerde, beraber dolaştığımız her ören
yerinde, tırmandığımız her dağ başında, biz yeniden gezerken; sesi yankılanıyor
sanki kulaklarımızda. Unutmak ne mümkün Şükrü Hocamızı, kah Girit’te Kandiya’da bir akşam vakti Martinego
Burcu’nda Nikos Kazancakis’in
mezarı başında El Greco'ya Mektuplar’dan
bir “tirad” okurken, ya da Patras’da bitirme
tezinin heyecanı içindeki bir delikanlı gibi; üniversitede o günlerde yeni
geçtiği Müzecilik bölümündeki çalışmalarına ışık tutacağı düşüncesiyle Patras Müzesi’nin modern bir anlayışla
yapılmış yeni binasını fotoğraflarken, ya da Yenipazar’daki pideci Mehmet Sümer’in benzersiz lezzetteki
pidelerine girizgah yaptığı girişteki ikramları Mehmet Sümer’in elinden mideye
indirirken sahip olduğu yaşama iştahıyla ve daha niceleriyle... Bunların hepsi
birer andır belki şimdi; ama hepsi yaşanmıştır ve tanıklığımızdır.
Arkeolog Şükrü Tül bir dönem kazılarına da katıldığı Aigai'de Ebruli dostlarıyla birlikte; en arkada emekli ören yeri bekçisi Köseler köyünden Ahmet Altınay ve diğerleri Şükrü Hoca'yı dikkatle dinliyor.
(Kasım 2008)
(Şubat 2007)
Şükrü Hoca, bilim adamı
kimliği, esas alanı olan arkeoloji dışındaki diğer bilimsel ve sanatsal
disiplinlerle kurabildiği mükemmel etkileşim sayesinde; topluma ve
çevresindekilere sentezleyerek hazırlayıp sunduğu yaşam bilgisini aynı zamanda
kendi yaşamına aktarabilme çabasında olan bir yaşam kalitesi ustasıydı. Bu
elbette kolay bir şey değildi ve zaman zaman insana acı verecek ölçüde
direnmeyi gerektiriyordu. Öyle de oldu.
(Ebruli Arşivi)
(Aralık 2006)
(Ekim 2005)
Seminerlerinde sıkça
değindiği İlkçağ filozoflarından Kymeli Hesiodos’un
İşler ve Günler adlı manzum eserinde
dediği gibi:
“İnsanlar kötülüğe yığınla akın eder; ona kolayca
ulaşırlar, yolu düzdür, yeri yakındır; ama iyiliğin önüne tanrılar alın terini
koymuşlardır, ona varan yol uzun ve diktir.”
Arkeolojiyi; İzmir
çukurunda belli bir kitleye sevdiren, bu anlamda İzmir’de önemli bir misyonu
hayata geçirebilme başarısını gösteren nadir insanlardandı. En azından bizler,
onun gezgin öğrencileri olarak arkeolojiyi onun sayesinde sevdik; bilgilendik.
Birçok ören yerini onun anlatımıyla tanıma ve farkına varma fırsatını elde
ettik. Bence bu bile birçok bilim adamının isteyip de başaramadığı bir şeydir
diye düşünüyorum.
(Eylül 2008)
Şükrü Tül, Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa'nın Yanya'da Pamvotis Gölü'nün ortasındaki adada yer alan yazlık sarayının avlusunda...
(Eylül 2012)
Yıl: 1975... Zeybeklik ruhu taşkın halde; arkadaşları Yaşar Uğur'un Foto Aslı isimli stüdyosunda çekilmiş bu fotoğraf. Bu bilgiyi "Şükrü Tül Anısına" isimli Facebook sayfasında aktaran ise kadim dostu Ege Yayınları'nın sahibi Arkeolog yayıncı Ahmet Boratav...
(Kaynak: Ahmet Boratav)
Ölümünün üzerinden geçen 7 yılın ardından bu değerli insanı; sevgiyle ve
özlemle anıyorum. Seni unutmadık, unutmayacağız sevgili hocam.
Bu vesile ile onunla ilk gezme serüvenlerine başladığımız Menderes Kuleleri gezisini anlatarak bir
selam göndereyim istedim bu kez ona. Selam olsun Şükrü Tül’e; selam olsun Aidiniko’ya;
zeybek ruhlu Aydınlı bilge adama…
(Nisan 2007)
(Nisan 2007)
Menderes'in Kuleleri
Osmanlı Dönemi’nde özellikle 18.yy.dan itibaren bölgede ticari kapitalizmin
gelişmesi sonucunda zenginleşen toprak ağalarının giderek yerel bir otoriteye
dönüştüğünü görüyoruz. Zayıflayan Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesinin bazı
unsurlarını taşrada öne çıkan bu güç odaklarına dağıttığı söylenebilir. Asker
ve vergi toplamak, bölgede asayişi sağlamak gibi devletin bazı yerel görevleri, ayan diye adlandırılan bir tür derebeyi
bozması bu yerel güçlere devredilmiş. Bu da zamanla, yoksul halkın; ayanların
baskı ve yıldırmalarına karşı zeybeklik kurumuyla direnişine yol açmış. İşte
bundan sonraki hikâyeler; ayanlar, onların zenginliklerini koruma amaçlı inşa
edilmiş ayan kuleleri ve onlara karşı isyan eden zeybeklerin hikâyelerine
dairdir.
(Ebruli Arşivi)
19.yy.da Batı
Anadolu’da Ayanlar ve Zeybekler
Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi
feodal bir devlet yapısına sahip olduğu tarihi bir gerçektir. 18. ve 19.
yy.larda giderek zayıflayan ve güçten düşen merkezi otorite; birçok yürütme
görevini yerel güç odaklarına terk ederek devlet yönetimini bir anlamda bu
yerel derebeyleri aracılığıyla sürdürmeye çalışmıştır. Ayan adı verilen
bu yerel otoriteler, genellikle tarım ve ticaret ile bölgede zenginleşen
ailelere mensuptu. Yaygın olarak Balkanlar ve Ege’de ortaya çıkan bu müessese,
bir açıklamaya göre; Batı Avrupa’da hububata karşı oluşan talep artışı ile
güçlenmiş; Batı Anadolu’dan Batı Avrupa’ya yapılan hububat ihracatının
artmasına ve yerel zenginlerin güçlenmesine yol açmıştır. Ayanlar; temel
olarak; vergi, asker ve zahire toplamak ve bölgedeki asayişi sağlamak gibi
fonksiyonlara sahiptiler. Ülkede giderek artan yoksulluk ve yerel derebeylerin
zulmü altında ezilen yoksul köylüler, kurtuluşu dağlara çıkarak eşkıyalık
yapmakta buldular. Batı Ege’de; Büyük
Menderes ırmağının ve kollarının iki yakasında yer alan yerleşim alanları ayanların
ve dağlara çıkarak eşkıyalık yapan zeybeklerin mücadele ve çatışma alanı
haline gelen ilginç bir yöredir. Bu topografyada bir yandan Koçarlı’nın sırtını dayadığı Beşparmak Dağları, Büyük Menderes’in güney yakasında kalan ve Çine’ye doğru uzanan Madran
Dağı, Büyük Menderes’in kuzey
yakasında ise ırmak boyunca uzanan; Aydın
ve Nazilli yöresini Ödemiş ve Tire’den ayıran Aydın Dağları,
Arpaz’ın sırtını dayadığı Karıncalı Dağ yer almaktadır.
Kıyafetleri ve donanımlarıyla ilk bakışta yüreklere korku salan zeybekler, Batı Anadolu'da 18.yy.dan itibaren bozulan ekonomik yapının ve sosyal dokunun içinde filizlendiler.
“Eşkıyalık, toplumsal açıdan, kabile
ve akrabalık düzeninin evrimsel aşaması ile modern kapitalist ve sanayi toplumu
arasında bulunan, ancak dağılmakta olan akrabalık toplumu ve kapitalist tarıma
geçiş aşamalarını da içeren tüm toplum tiplerinde görülür. Eşkıyaların içinden
çıktığı toplum ise, geçimini tarımdan sağlayan köy ekonomisi içinde
bulunmaktadır. Modern tarımın uygulanmadığı ve “prekapitalist” ekonomik ilişkilerin yaşandığı, tarıma dayalı ve
çoğunlukla köylülerden ve topraksız işçilerden oluşan toplumlarda eşkıyalık
evrensel olarak vardır. Toprak beyleri, şehirliler, vergi toplayıcıları,
tefeciler gibi konumdakiler, köylü ve işçiler üzerinde baskı kurar, onları
yönetir ve kullanır. Ayrıca, eşkıyalığın en önemli kaynağını, bütün
yetişkinlerine iş verecek kadar zengin olmayan kırsal kesim ekonomisi ve kırsal
çevre diğer bir deyişle kırsal kesim nüfusundaki fazlalık oluşturur. İşte bu
kır ekonomileri ile dağlık ve verimsiz toprağa sahip bölgeler bu türden sürekli
bir nüfus fazlası yaratırlar.”(1)
Sabri Yetkin, Batı Anadolu’da 19.yy.da
eşkıyalığın ivme kazanmasını aşağıdaki tarihsel ve sosyal koşullarla açıklıyor:
“19.yy.a gelindiğinde imparatorluk, her açıdan “en uzun yüzyılına”
giriyordu. Yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti, çok önemli olaylar yaşadı. II. Mahmut’un saltanatının ilk
yıllarında, Osmanlı-Rus Savaşı’nın bitmesinden sonra, 1821’de Mora İhtilali başladı. Bu ihtilal, 1830
yılına kadar sürdü. Bu arada 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırıldı. 1827’de Navarin’de Osmanlı Donanması yakıldı.
1828-1829 yıllarında Osmanlı-Rus Savaşı oldu ve hemen ardından Fransa,
Cezayir’i işgal etti. Bu olaylar imparatorluğun ekonomik ve mali bünyesini
sarstığı gibi, Batı Anadolu’da eşkıyalık hareketlerini oluşturan önemli
nedenleri de gündeme getirdi.
(Ocak 2014)
Belki de aynı geçişin eski bir fotoğrafı; eşkıya takibinde zabitanlar; eski bir karpostaldan yansıyan...
Örneğin 1829-30 yıllarında Aydın
İhtilali olarak adlandırılan hareket ortaya çıktı. Bu hareketin önderi Atçalı Kel Mehmet’in, bir anlamda
kendisini sınırsız bir gücün sahibi olarak görüp mührüne ”Hademe-yi devlet, Vali-yi vilayet, Atçalı Kel Mehmet” yazısını
kazıtarak devlet kurmuş gibi hareket etmeye başlaması, eşkıyalık bölgesi olan Atça ve Aydın civarında, korumasız insanları ezen, sömüren ayan ve eşrafa
karşı mücadeleye girişerek adaleti sağlamaya çalışması, zenginden alıp fakire
vermesi, onbinlerce insanı peşinden sürüklemesi, ölümüne inanmayan halk için
tükenmeyen bir umut olması ve benzeri olgular, onun bu eyleminin “sosyal
eşkıyalık” tanımına girmesini gerektirmektedir. Bu hareket, sosyal eşkıyalığın
belki de ilk örneğidir.”(2)
Çakıcı'nın kızanlarından ve Kurtuluş Savaşı'nın ilk döneminde Yunan işgal kuvvetleri tarafından Ödemiş cephesinde şehit edilen Fatalı Gökçen Hüseyin Efe
Aydın Cephesi
Mora İhtilali’nın ardından Mora ve Ege Adaları’ndan Batı Anadolu’ya yönelen Rum
göçünün teşvik ettiği Rum eşkıyalığı yanında, Fransa’nın Cezayir’i işgali
sonrası; İzmir’deki Cezayir Hanı’ndan o zamana dek Cezayir’e
gönderilen işsiz ve topraksız gençlerin sevkiyatının durması da Ege’de insan
kaynağı açısından eşkıyalığı besleyen bir başka faktör olarak
değerlendirilmektedir. Benzer bir durum da 1828-1829 yıllarındaki Osmanlı-Rus
Savaşı’ndan dönen gençlerin bölgedeki eşkıyalık hareketlerinde yer almasında
görülür. Savaşın ardında bıraktığı ağır yük, bu insan kaynağının dağlara doğru
çekilmesine ve ayanların otoritesine yönelik eylemliliğe geçişine neden
olmuştur.
(A.Aydemir; Kasım 2015)
(A.Aydemir; Kasım 2015)
Ege Denizi’nden Buldan’a kadar
uzanan geniş topografyada Aydın Dağları
iki büyük ovayı; Büyük Menderes ve Kiraz (Kestel) yada Küçük Menderes ovalarını birbirinden
ayırmaktadır. Antik dönemde verilen ismi; Mesogis iki düzlüğün
(toprağın) arasındaki yer anlamına gelmektedir. Dağ ve dağlar arasında yer alan
düzlüklerden oluşan bu topografya, yöre insanının toplumsal yaşamını da
belirlemektedir. Bu dağlarda genelde Türkler, ovalarda ve dağ eteklerindeki
kasabalarda Rumlar yerleşmiş tarih boyunca.
Bu dağlarda; yükseklerde kestane,
ceviz; alçaklarda zeytin, makilikler, incir, yabani incir bataklık bölgelerde
meyankökü yetişmekteydi. Bu ekonomik değeri yüksek ürünlerin Aydın Dağları’ndan indirilip İzmir
limanına götürülmesi tarih boyunca hep sorun olmuş. Bu ürünlerin develerle
İzmir limanına aktarılması sırasında ortaya çıkan güvenlik probleminin
çözülmesinde zeybeklerin rol üstlendiği görülmektedir. O dönemde kervan yolları
üzerinde; kasabalar arasında, kervanların yorulma mesafelerinde yer alan
güvenliği sağlanmış konaklama yerleri ve kahvehaneler bulunmaktaydı. Bu
güvenlikli konaklama yerlerine derbent denmekteydi. İşte Batı Anadolu’da
zeybeklerin sosyal hayattaki rolü tam da bu anda ortaya çıkmaktadır. Bu da Batı
Anadolu’da ticari kapitalizmin gelişiminin ivme kazandığı bir döneme denk
düşmektedir.
Şükrü Hoca'nın rehberliğinde Ebruli gezginlerinin Tire-İncirliova kervan yolu geçişinde Kahvedağ Mevkii'nde verdikleri molada bir dinlenme anı
(Nisan 2007)
(Nisan 2007)
(Nisan 2007)
Zeybekler; 17. –
18.yy.da bu kervanların güvenliğini sağlamak adına bu ulaşım sisteminin
muhafızlığını yapmaya başlıyorlar. Bu yaptıkları iş karşılığı kervan
sahiplerinden aldıkları bir tür haraç, onların geçimlerini ve bu işi
sürdürmelerini sağlıyor. Zeybeklerin kervanlardan aldıkları haraçlar ve bu
konuda kervan sahibi tüccarların İstanbul’a yaptıkları şikâyetler, o zamanki
tarihi kayıtlarda yer almaktaydı. Dağda yaşayan Yörük ve Türkmenler, zeybekleri
her zaman koruyup kollamışlardı. O günlerde hayatın dayattığı böyle bir ortak
yaşamdan söz edilebilir. Zaman içinde merkezi otoritenin zayıflaması ve bazı
yetkilerini ayan denilen yerel otoritelere devretmesi, halkla ayanlar arasında
ortaya çıkan sorunların çözümü konusunda zeybeklerin ilave bir rol üstlenmesi
sonucunu doğurmuş; giderek zeybekler, bu yörede halkın ayanlara karşı hak ve
hukukunu koruyup kollayan bir güç merkezi haline gelmiştir.
Kırım Savaşı'na da katılan Çakıcı Efe'nin babası Çakırcalı Ahmet Efe; Ödemişli öğretmen Halil Dural'ın Sabri Yetkin tarafından yayına hazırlanan Bize de Derler Çakıcı isimli kitabında yer alan bu resimin alt yazısında şu ifade var; Halil Dural'ın resim defterinden Çakırcalı Ahmet Efe. Halil Dural'ın bu resmi kime yaptırdığı bilinmiyor. Çeşitli karakalem efe portreleri bir küçük resim defterine 6 kuruşluk damga pulları yardımıyla yapıştırılmış.
(Kaynak: Bize de Derler Çakıcı; Halil Dural, Yayına Hazırlayan: Sabri Yetkin; Tarih Vakfı Yurt Yayınları-1999; sayfa: 51)
Zeybeklerin ayanlara ve yeri
geldikçe İstanbul Hükümeti’ne kafa tutmaları ve ayaklanmaları karşısında
çaresiz kalan Saray, zeybeklere karşı 19.yy.ın son çeyreğinde silahşör ve sert
yapılı Arnavut ve Çerkezleri kullanmışlardır. Zeybekleri tarihte Kırım
Savaşı’na katılırken görüyoruz. Bunların içinde Çakırcalı Mehmet Efe’nin
babası olan Çakırcalı Ahmet Efe de var. Zeybeklerden oluşan bir birliğin
İstanbul’da ordugâhta konakladığı ve buradan Kırım’a hareket ettiği tarihi
kaynaklarda belirtiliyor. Zeybeklerin hükümet otoritesine isyan ederek dağa çıkıp
eşkıyalık yapmaları; zaman zaman istiman etme (devletten aman dileyip dağdan inme) ya da yüze inme
diye adlandırılan fasıllarla kesilmektedir. Düze inme; zeybeklerin
hükümetle anlaşarak belli bir yerde iskan edilmesi ve reji kolculuğu
gibi güvenlikle ilgili bir konuda hükümet adına çalıştırılması şeklinde
uzlaşılması esasına dayanmaktadır. Zeybekler ya da efelerle Yunanistan’ın Mora
yarımadasında yaşayan Kleft’ler arasında bazen benzetim yapılmaktadır. Kleft’ler;
Mora yarımadasında çok süslü kıyafetlerle dolaşan ve çevrelerinde gösterişli
bir hayat süren kişiler olarak tanınırlardı. Ancak bunlar; hırsızlık (koyun
v.b.) ve talan yaparlar, ancak renk vermezlerdi. Zeybekler ise sadece haraçla
yaşarlardı. Hırsızlık yapan kişi, zeybek yada efe olamaz. Olsa olsa çalıkakıcı
olarak adlandırılırdı. Zeybeklerin liderine efe; efeye bağlı diğer çete
mensuplarına ise kızan denirdi.
Çakıcı Efe ya da esas ismiyle Çakırcalı Mehmet Efe; İzmir Hapishanesi'nden çıktıktan sonra Konak'taki bir fotoğrafçıda kayınbiraderi Çoban Mustafa ile birlikte çektirdiği yegane fotoğrafı
Ayan Kuleleri
Ayanlar, hem zenginliklerini saklamak, hem de eşkıya baskınına
uğradıklarında kendilerini savunmak amacıyla Ortaçağ derebeylik şatolarını
andıran görkemli kuleler inşa ettiler. Bunların en güzel örnekleri, bugün hala Büyük Menderes Nehri’nin kıyısı boyunca
izlenebilmektedir. Koçarlı’da Cihanoğlu Kulesi, Yenipazar Donduran Köyü’nde Donduran
Kulesi, Arpaz’da görkemli Arpaz Kulesi ve Akçay kıyısındaki eski adıyla İnebolu
yeni adıyla Yazıkent Köyü’nde Mehmet Özbay Kulesi en bilinenleridir.
(Ocak 2013)
Arpaz Kulesi'nin alt düzleminde yer alan ve zamanında yağhane, hububat depoları v.b. amaçla kullanılan yapılardan biri
(Nisan 2007)
(Nisan 2007)
Kuleler; genellikle
dikdörtgen planlı, bağımsız yapılar olup, su kaynakları boyunca denetleyici,
gözetleyici yapılardır. Batı Anadolu’da günümüzde kule geleneği yüksek bağ
evleri şeklinde (bağ kulesi) devam etmektedir. Kulelerin çevresinde mutlaka bir
konak bulunmakta esas yaşam bu konakta sürmekte, tehlike anlarında ve düşman
saldırılarında konak sakinleri ve çalışanlar bu kuleye sığınmaktadırlar. Bu
yapıların yanısıra yaşam kalitesini sağlamaya dönük çeşme, hamam, havuz (su
ihtiyacı için) gibi yapılarla ahır, hububat ve yağ depoları, yağhaneler ve avlu
v.b. kullanım alanları da mevcut idi.
Arpaz Kulesi'nin hemen yanında yer alan Arpaz Konağı; sulh zamanında ikametgah...
(Nisan 2007)
(Nisan 2007)
Kulelerin genellikle 1. ve 2.
katları “sağır”dır, yani pencere yoktur. Üst katlarında genellikle giriş kapısı
üzerinde aşağı doğru uzanan bir dikdörtgen kesitli iki ucu açık bir kanal
bulunur. Buna “seng
endaz” denir. Buradan kapıya yanaşan birisinin üstüne zarar vermek
amacıyla, kızgın yağ, su vb. dökülebilir ya da taş atılabilir. Kulelerin giriş
kapılarında makaralı sistemlerle çalışan hareketli, açılır kapanır özellikte
bir kapı bulunmaktaydı. Ayanların oturduğu ve zenginliklerinin de bulunduğu bu
yapılar bir düşman saldırısına uğradığında, yandaki konakta yaşayan ahali hemen
kuleye kaçar, kulenin giriş kapısı bu makaralı sistem yardımıyla (derebeylik
dönemine ait şatolarda olduğu gibi) kapatılır ve dışarısı ile olan bağlantı
kesilirdi. Giriş kapılarının üstünde bazı Rum eşkıyalarının baskınlarından
korunmak için olduğu tahmin edilen haç şeklinde kabartmalar da bulunmaktadır.
Kulenin üst katlarında çepeçevre yaklaşan düşmana ateş etmek amacıyla “v”
kesitli mazgal delikleri bulunmaktadır. En üst çatı katına “parapet” adı
verilmekte ve gözetleme amacıyla kullanılmaktaydı.
Arpaz Kulesi'nin ateş etmek için mazgal deliklerinin de yer aldığı alt katları, savunma refleksiyle sağır olarak tasarlanmış.
(Nisan 2007)
(Nisan 2007)
Arpaz Kulesi'nin en üst bölümünde korkuluk şeklinde çepeçevre yapıyı çeviren parapet duvarı ve köşelerde burcu andıran silindirik bloklar
(Nisan 2007)
Koçarlı ve Cihanoğlu Ailesi
Cihanoğlu ailesi
yörede yer alan önemli ailelerden birisidir. Cihanoğlu ailesi, Kanuni
döneminde Kanuni’nin Rodos seferi sırasında bölgede göçer
olarak faaliyette olan ve yöreye yerleşen bir aile olarak bilinmektedir.
Rivayet göre; Kanuni’nin sefer öncesi
doğan bu aileye mensup bir çocuğa “Cihan”
adını verdiği söylenmektedir. Bu yöre bugünkü Koçarlı ilçesinin yer aldığı bölgedir. Bu bölge Büyük Menderes tarafından sulanan ve kış
aylarında da sel baskınlarından en çok etkilenen çok verimli bir ovadır. Ünlü
tarihçi Braudel’e göre 18.yy.da Batı Borsası’ndaki kayıtlarda; pamuk
standardının, Kırkağaç/Kınık pamuğu (Manisa ve Bergama yöresinde bir başka ayan sülalesi Karaosmanoğlu
ailesine ait) ve Sobuca (şimdi Büyük Menderes ovasında, Koçarlı yöresinde Bağarası yönünde bir köyün adı) pamuğu ile temsil edildiği
anlaşılmaktadır.
(Mayıs 2011)
(Mayıs 2011)
Cihanoğlu ailesinin o günlerdeki son temsilcisi Vesile Hanım Teyze'nin (şimdi o da yok) yaşadığı evin avlusunda yer alan çeşme
(Mayıs 2011)
Tarihi kayıtlarda Cihanoğlu ailesi ile ilgili olaylara
1775 yıllarında rastlanmaktadır. Bu tarihte yöre halkının Cihanoğlu ailesinin büyüğü Abdülaziz
Efendi’yi yörede halka zulmettiği iddiası ile padişaha şikâyet ettiğine
dair kayıtlara rastlanmaktadır. Abdülaziz
Efendi 1782’de ölmüş ve Aydın’a
banisi olduğu Cihanoğlu Camii’nin
bulunduğu yere gömülmüştür. Bu cami, Cihanoğulları’na
ait diğer eserlerden farklı olarak Koçarlı
civarında olmayıp, Aydın’ın
içindedir.
(Mart 2011)
(Mart 2011)
(Mart 2011)
Tonozlu bir Bizans yapısının
yanındaki merdivenden çıkılan ve yoldan yüksekçe bir alanda yer alan camide;
ortada mermer bir şadırvan, çevrede ahşap bir külliye de bulunmaktadır. Bu
cami; zamanında Türkiye’ye gelen ünlü İngiliz arkeologu ve casusu Gertrude
Bell tarafından da ziyaret edilmiş olup, internetteki web sitesinde bu
caminin bir fotoğrafı da yer almaktadır.
(Gertrude Bell Arşivi)
(Mart 2011)
(Mart 2011)
(Mart 2011)
Abdülaziz Efendi Koçarlı’nın Çine
çıkışından (Mezarlık çıkışı) ulaşılan Cincin köyünde yer alan Cincin
Kalesi’ni payandalarla tahkim ederek burada yaşamış. Bu yapıyı yönetim
merkezi yapmış. Cincin Kalesi içinde bir konak (Yandığı için şimdi yok, konakta
kullanılan friz, mermer silme, kapı alınlığı v.b. yapı taşları yerlerine
yapılan evlerin duvarlarında yer alıyor.) su ihtiyacını karşılamak için tüm
yağmur sularının havuzun içine süzülmesini sağlayacak tarzda kenarları pahlı
şekilde yapılmış ve halen sağlam halde olan bir havuz, hayvanları bağlamak ve
muhtelif amaçlarla kullanılan kalenin aşağı avlusu; zeytin ve zeytinyağı
depolamak amacıyla büyük bir hangar, kalenin tüm duvarlarında mazgal delikleri
ile Kaleden biraz ötede arka aşağıda yer alan ve içi çok naif tarzda yapılmış
Cincin Camii bulunmaktadır. Duvarlardaki resimlerde ağırlıklı olarak çevre
tepelerde bol miktarda olan çam ağaçları yer alıyor.
Koçarlı Cihanoğlu Camii'nin son cemaat yerinin baskısından kurtarılan şadırvanın son hali
(Mayıs 2011)
(Mayıs 2011)
(Mayıs 2011)
Abdülaziz
Efendi’den sonra bir dönem kardeşi Halil
Ağa ailenin idaresinde bulunmuş. Halil
Ağa ölünce Koçarlı’ya Merkez
Cihanoğlu Camii bahçesindeki mezarlığa gömülmüş. Abdülaziz Efendi’den sonra ailenin üyeleri arasında toprak
anlaşmazlıkları ve yönetim kavgaları nedeniyle yönetim bütünlüğü kalmamış; Halil Ağa’nın oğlu İbrahim Bey Sobuca’ya
çekilerek Sobuca Ayanı olarak
topraklarını yönetmiştir. İbrahim Bey,
halk tarafından çok sevilen, mert ve cömert biri olarak tanınmıştır. En büyük
çatışmalarını Mazın Subaşısı Hüseyin Bey ile yaşamıştır. Hüseyin Bey, halk tarafından amcası Abdülaziz Efendi gibi zorba ve halka zulmeden
biri olarak tanınmaktadır. Hüseyin Bey,
Osmanlı – Rus Savaşı’na gidince yerine kardeşi Mehmet Bey geçmiş ve
halka zulmetmiş. Halk bunun üzerine Sobuca Ayanı İbrahim Bey’den yardım
istemiş ve ona dert yanmışlar. Mehmet Bey,
Sobuca Ayanı İbrahim Bey’e karşı Rum
eşkiyalarla birlikte Sobuca’ya baskın
yapmış; en sonunda Osmanlı Devleti Mehmet
Bey’i Ordu Emini yapmakta çareyi bulmuş. Mehmet Bey 1814’de ölmüş. İbrahim
Bey, 1821’de Sakız isyanına katılmış, 1826’da Koçarlı’da ölmüş.
(Ocak 2013)
(Mayıs 2011)
(Ocak 2013)
(Aralık 2007)
(Aralık 2007)
(Aralık 2007)
Cihanoğulları’ndan Koçarlı’da
kalan eserlere gelince; Koçarlı ilçe
merkezinde Cihanoğlu Kulesi ve
Koçarlı Merkez Cihanoğlu Camii
(Yapım Tarihi: Hicri 1250, Miladi 1834) var. Cihanoğlu Kulesi tam bir ortaçağ derebeylik yapısı olan 4 katlı bir
yapı. Gerek kule, gerekse caminin yapımında adalardan gelen Rum ustaların
çalıştığı; özellikle camideki taşrada az rastlanır estetik mermer işçiliği ile
dikkat çeken mihrap, minber ve dışarıdaki mermer şadırvanın bu ustaların
maharetli ellerinden çıktığına dair yaklaşımlar bulunuyor. Caminin içinde; yine
İzmirli Rum ustaların yaptığı eski İzmir saatlerinden ikisi mihrabın iki
yanında duruyor. Cami; B.Menderes vadisinde yer alan ve zamanımıza erişim
açısından en iyi durumda ve bakımlı olanı. Son yıllarda yapılan restorasyon
sırasında daha önceleri son cemaat yerini uzatmak amacıyla yapılmış olan
üstündeki örtünün de kaldırılması ile şadırvan, o çirkin görüntüsünden
kurtulmuş ve rahatlamış. Şadırvana önden bakıldığında simetrik bir görünüm var.
Mermer bloklar üzerinde güvercin, çift başlı kartal ve kartalın başında Bizans
tacı (Rum Ortodoks ustaların ya da onların yanında yetişen Türk çıraklarının
yaptığı anlaşılıyor), söğüt ağacı ve salkım üzümler işlenmiş. Ayrıca bahçede
zamanın ileri gelenlerinin gömüldüğü bir de mezarlık mevcut. Mezarlıkta en
ilginç görüntü Osmanlı’nın son döneminde yaşayan padişahların dönemini işaret
eden mezar taşları.. Fes başlılar 2. Mahmut dönemine; önden çatmalı fesli
olanlar ise Abdülaziz dönemine aitmiş. Daha öncekiler ise sarıklılar…
(Mayıs 2011)
(Mayıs 2011)
(Mayıs 2011)
Cincin Camii; mihrapta yer alan kalem işi süslemeler
(Ocak 2011)
(Ocak 2011)
(Ocak 2013)
İnebolu Kulesi
İnebolu (Yazıkent);
Bozdoğan’a bağlı bir belde aslında. İnebolu
ise, tarihte bir ayanlık merkezi olarak geçiyor. Osmanlı merkezi otoritesinin
18.yy.dan itibaren giderek zayıflaması ile ortaya çıkan yerel otoriteler Saray
adına vergi ve asker toplayan, güvenliği sağlayan ayanlar, eşkıyadan
zenginliklerini konaklarının yanlarında yaptırdıkları kule yapılarda korudular.
Hafif eğimli bir topografyada konumlanmış İnebolu’da kasabaya; yol ve
patikalarla üçe, dörde parçalanmış büyük bir mezarlığın içinden geçerek
giriyoruz. Tam bu mezarlıkta antik Neapolis
kentine ait olduğu söylenen sütun parçalarına tanıklık ediyoruz.
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
Bozdoğan’dan İnebolu’ya
doğru; Büyük Menderes’in en önemli kolu Akçay üzerinden geçiyoruz. Akçay’ın
ovada taşkınlara yol açan o eski zamanlarına ait su hacminden eser yok artık.
Eskiden Büyük Menderes’in taşkınlarına karşılık bağ kuleleri, Karadeniz’in
serandan’ları gibi yerden yükseltilmiş bir şekilde tasarlanmış. Bu şekilde
nehrin taşkınlarına karşı bir önlem alınmış. Verimli vadide gelişmiş bir
ekonomik hayat oluşmuş tarihte... Romalıların kurduğu Neapolis kenti bu
tarımsal zenginliğin üzerine o zamanlarda oturmuş olmalı. Kasabaya Kanuni döneminde; ilk isminden hareketle
Yenişehir dendiğini Bilge Umar’ın Karia isimli kitabında yer
alan Neapolis maddesinden
öğreniyoruz. Rodos Seferi’ne giden Kanuni Sultan Süleyman’ın bu topraklara
uğradığını Peçevi Tarihi’nden
aktararak anlatan Bilge Umar şu bilgileri veriyor:
“…Kanuni Süleyman, tahta çıkışından kısa süre
sonra Rodos üzerine giderken, Kütahya’da konaklama ile Marmaris’e varış
arasında, Yenişehir yakınında konaklamış.”(3)
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
Mehmet ve İskender Beyler, yörede 18.yy.da
ayanlık yapmışlar. Cihanoğlu ya da Arpaz Beyleri kadar güçlü olmasalar da Bozdoğan yöresinde yerel otorite işlevi
görmüşler. Şimdi harap vaziyette olan iki katlı, verandalı konak ve yanındaki 4
katlı kule o dönemden kalma... Zamanında; Mehmet ve İskender Bey’e ait birer
konak ve kule varmış. Ancak zaman içinde Mehmet Bey’inki yıkılmış. Şimdi ayakta
olan İskender Bey’in 1756’da yaptırdığı kule… Kule mimarisi zamanla zarar
görmüş olmakla birlikte yine de sağlam durumda... Ancak yağmur suları ile
çürüyen tavan ve ahşap malzeme nedeniyle konak çökme üzere... Konak; barok
bezemeli bir ev mimarisine sahip. Çeşme ve banyolarda da bitki çelenkleri ve
meyve tabakları görülmekte… Merdivenle çıkılan ikinci katta; geniş bir balkon
ve bu balkona açılan evin muhtelif kapıları var. Evden kuleye geçişi sağlayan
ahşap bir geçit daha sonradan yapılmış olmalı. Ancak o da harap vaziyette.
Geniş bahçede yaşam kalitesini yükseltmek adına bir çeşme bulunmakta… Daha
sonra yapılmış bir ocak ise çeşmenin hemen üstünde yer alıyor. Zamanında;
bahçeye ana giriş kapısı oldukça büyük ve görkemli imiş. Konağın hemen alt düzleminde
yer alan kasabanın meydanında ise birkaç parça da olsa Neapolis’den kalma antikiteler sergileniyor.
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
Donduran Kulesi
Yenipazar’dan Bozdoğan-Nazilli yoluna doğru ilerlerken
ilk rastlanan kule, Donduran Kulesi’dir.
Donduran Kulesi, daha harap ve dibe
doğru zamanla giderek çökmekte olan ve çatlaklarla dolu bir kuledir. Zamanında
bölgedeki güçlü mütegallibenin (yerel ağalar) yaşadığı bu alan, hafif yüksekçe
bir tepenin üstünde Nazilli’ye doğru
tüm ovaya hakim bir mevkide tesis edilmiş. Şimdi hüzünlü görünümü yanında,
askere gidecek köy gençlerinin kulenin burçlarına bayrak astıkları ve
duvarlarına askerlikle ilgili yazılar yazdıkları bir mekâna dönüşmüş. Köylü bu
kuleyi Osmanlı Kalesi adıyla anıyor.
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
Kulenin bulunduğu tepeye evlerin arasından
tırmanırken rastladığımız; Osmanlı Dönemi’nden kalma iki eski çeşmeyi de
belirtmeden geçmeyelim. Soldakinin kitabesinde Hicri 1178 tarihi zorlukla
okunuyor. Diğerini ise okumak mümkün değil. Sonunda bitecekmiş gibi gözüken,
ancak birden sola yada sağa dönüveren daracık sokaklarından geçerken
rastladığımız bir küçük cami Cuma namazına hazırlanmakta. Şadırvanda birkaç
köylü abdest almakla meşgul… Birer birer döndüğümüz köşeler bizi arabayı
bıraktığımız dere boyuna ulaştırıyor. Köyün evlerinden birinin duvarında
rastladığımız yapan ustanın imzası niteliğindeki güzel ayrıntı
fotoğrafladığımız köye dair son kare olarak dikkat çekiyor. Artık gitme zamanı;
bekle bizi Arpaz Kulesi…
(Nisan 2011)
(A.Aydemir; Kasım 2015)
(A.Aydemir; Kasım 2015)
Arpaz Kulesi
Donduran’dan sonra Nazilli-Bozdoğan karayoluna asfalt tali
yoldan ilerleyerek ulaşılıyor. Buradan sola; Nazilli istikametine saptıktan
sonra Büyük Menderes’in kollarından olan Akçay’ın
üzerindeki köprüden geçiyoruz. Bu köprünün Arpaz
Kulesi’nin hikâyesi ile ilgisi var. Akçay
(Harpasos) ırmağı, zamanında
yukarılardaki Göktepe’den odun
taşımak amacıyla kullanılırmış. Nazilli
yönüne doğru ilerlerken sağa doğru Karia
yerleşimi Harpasa ve Esenköy (Arpaz) levhasını göreceğiz. Arpaz Kulesi’ne ulaşmak için buradan
sağa doğru sapmak gerek. Yaklaşık 3-4 km. sonra köye geleceğiz. Köyde;
meydanda, köyün gençlik spor kulübüne ait olduğu anlaşılan bir lokal var.
Buraya gelmişken bir yorgunluk çayı ya da belki de Şükrü Hoca'nın ruhuna bir selam gönderircesine; markası unutulmuş bir yerel
gazoz içmek de mümkün.
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
Kahvenin hemen solunda biraz
ilerdeki köy bakkalının yanından tepeye doğru tırmanıldığında evlerin bittiği
noktada muhteşem görünüşlü Arpaz Kulesi
ve Çakırcalı Mehmet Efe’nin ve
adamlarının üç kez bastığı Arpaz Ailesi’ne
(Osman Arpaz) ait çok iyi durumdaki ahşap konağa ve yanında yükselen
muhteşem Arpaz Kulesi’ne ulaşılıyor.
Konak; Birgi’de daha çoğunu gördüğümüz ağa konaklarını andırıyor. Ama esas
önemlisi Arpaz Kulesi…
(A.Aydemir; Kasım 2015)
(A.Aydemir; Kasım 2015)
(A.Aydemir; Kasım 2015)
Nazilli’ye bağlı Arpaz’da (Esenköy) bulunan yapı grubu,
bir Karia kenti olan Harpasa Kalesi’nin eteklerinde kurulmuş. Akçay’a kadar uzanan ekili araziyi
kapsamı içine alan büyük çiftlik işletmesinin sahibi olan Arpaz Beyleri, tarafından
19.yüzyıl başlarında inşa ettirilmiş. Burası bir bey konağı, güvenlik kulesi,
ambar, ahırları ve müştemilatı ile bir şato kompleksini andırmakta. Tarihi
kaynaklarda; Arpaz Kulesi’nin, Arpazlı Hacı Hasan Bey tarafından, II Mahmut zamanında Rodos’tan getirtilen 30 kadar Rodoslu
ustaya yaptırıldığına dair rivayetler bulunmaktadır.
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
Kuleye bakıldığında gerçekten de
şövalye mimarlığının yansımalarını taşıdığı ve ortaçağ şövalye şatolarına
benzediği hemen fark ediliyor. Ancak, kulenin 2015 Kasım ayındaki hali giderek
içler acısı bir duruma dönüşmüş durumda. Çünkü daha önce düşen yıldırımlar
nedeniyle yıkılan en üst kattaki gözetleme burçlarından biri tamamen
parçalanmış durumda. Dağa bakan aynı çizgideki diğer burç da her ne kadar
onarılmaya çalışılmışsa da iyi durumda değil. Osmanlı’nın geç derebeylik dönemi
eserlerinden belki de en eşsizi diyebileceğimiz taşradaki bu nadide yapı, ne
yazık ki can çekişmekte ve kurtarılmayı bekliyor.
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
Arpaz Kulesi’nin Çakırcalı
Mehmet Efe (Çakıcı) ile ilgisine gelince; Çakırcalı, 3.kez dağa çıkıp “şekavete”
(eşkıyalık) başlayınca; taşkınlar nedeniyle her kış harap olan ve geçişe engel
olan Büyük Menderes’in kollarından Akçay üzerindeki (şimdi
Yenipazar-Bozdoğan-Nazilli kavşağına yakın olan köprü) köprünün yeniden inşası
için çevre köylüler Çakıcı’dan
istekte bulunurlar.
(A.Aydemir; Kasım 2015)
(A.Aydemir; Kasım 2015)
Arpaz Kulesi'nin giriş kapısı üstünde yer alan ve Ortaçağ'daki derebeylik armalarını andıran kabartma süslemeler; Arpaz Ağaları'nın alameti farikası gibi...
(A.Aydemir; Kasım 2015)
Çakıcı; bölgede intikali sırasında
kendine de engel teşkil eden bu köprünün Arpaz’daki
Osman Bey tarafından yaptırılmasına
karar verir ve Osman Bey’e adamları
aracılığıyla haber gönderir. Osman Bey, Çakıcı’nın İttihat Terakki
döneminde sürekli takip altında olması ve zaman zaman zor duruma düşmesi
nedeniyle pek oralı olmaz, ama yine de tedbiri elden bırakmaz ve Nazilli’ye
kaçar. Bunun üzerine değişik zamanlarda köy üç kez kendi ve muavin çeteleri
aracılığıyla basılır.
Kendi haline ağlayan kule, Arpaz Kulesi; tepedeki parapet yıkılmış, doğuya bakan cephedeki iki burç ve ara duvar da aynı kaderi paylaşıyor.
(Nisan 2011)
(Nisan 2011)
Son baskında, köyün pazarının olduğu
gün, güpegündüz Çakıcı ve adamları
köye gelirler. Osman Bey; köyde
kahvede eyleşmektedir. Çakıcı ve adamları kahveye dayanırlar, Arnavut kâhyayı, Osman Bey ve oğlunu alarak dağa
kaldırırlar. Yolda Arnavut kâhyayı öldürürler. Karıncalı Dağ’daki daha önceden tahkim edilmiş mevzilerine
çekilirler, Osman Bey’in oğlunu 4000 altın fidyeyi hazırlamaları için serbest
bırakırlar. Tabii, bu arada vilayetin ve kolluk kuvvetlerinin haberi olur ve
hızlı ve amansız bir takip başlar.
Çakıcı’yı ele
geçirmek için İzmir’den özel trenlerle destek kuvvetleri sevk edilir. Takip
kuvvetleri içinde Çakıcı’nın
düşmanları Çerkezlere mensup; Teşkilatı
Mahsusa’dan Kuşçubaşı Eşref Bey’den,
Anzavur Ahmet Bey’e (Daha sonra
Kurtuluş Savaşı sırasında Anzavur
ayaklanmasını çıkaracaktır), dağdaki eski rakipleri Çamlıcalı Hüseyin Efe’ye kadar bir sürü nizami ve gönüllü kuvvet
yer alır.
(A.Aydemir; Kasım 2015)
(A.Aydemir; Kasım 2015)
Dağda yataklarından bir Yörük
obasına mensup bir çobanın dövülerek zorla konuşturulması sonucu yeri tespit
edilir ve şiddetli bir çatışma başlar. İki gün boyunca süren müsademe sonrası
çetenin, yine savaş alanından bir şekilde sabaha karşı sıyrılıp kaçtığı gün
ağarınca anlaşılır. Alanda iki ceset vardır. Bunlardan biri Arpazlı Osman
Bey’e aittir. Diğerinin ise kolları ve kafası kesik ayrıca göğüs derisi
yüzülmüş vaziyettedir. Kafası ve kolları götürülmüştür.
Bilekleri ve kafası kesik vaziyette Nazilli Hükümet Konağı'nın bahçesinde Osmanlı devlet cihazı tarafından yaklaşık bir ay kadar ipte asılı tutulan Çakıcı Mehmet Efe'nin cesedi ona duyulan öfkenin şiddetini de gösteriyor olmalı. Fotoğrafın üstünde "Photo S Sidki Nazilli" ifadesi okunuyor.
Ceset; Çakıcı Efe’yi en yakından
tanıyan yıllarca takibinde bulunmuş Bayındırlı
Mülazım Mustafa Efendi ve birinci eşi Iraz’a
gösterilir. Bayındırlı Mülazım Mustafa
Efendi, Çakıcı Efe’yi sırtındaki
büyükçe bir beninden tanır. Onu da Ödemiş’te; 1.yüze inişinde kendisi ile aynı
odada soyunurken görmüştür Mülazım Efendi...
Böylece 15 yıl tüm Ege Bölgesi’ni yöneten, haraca kesen ve Osmanlı Devleti’ni
tam 15 yıl peşinden koşturup kafa tutan Çakıcı
Efe ölmüştür. İktidar sahipleri, ölüsünü ibret olsun diye Nazilli Hükümet Konağı önünde uzun süre (yaklaşık
bir ay kadar) ipte asılı tutarlar. Ama işin garip yanı; Çakıcı’nın namı o günden beri kuşaktan kuşağa ve sınırlar ötesine
dek neredeyse tüm dünyaya yayılırken, onu öldürenler tarihin girdabında
unutulup giderler. Bu da kaderin bir garip cilvesi olsa gerek.
(A.Aydemir; Kasım 2015)
İşte Çakırcalı Mehmet Efe’nin
belki de hayatına mal olan süreç, bu Arpaz’dan
ve Arpaz Kulesi’nden başlamış; Çakıcı’nın kaderi bu topraklarda 1911
yılında sonlanmış. Konağın ve Kule’nin mülkiyet hakkı, bugün hala Arpaz Ailesi’ne aittir. Ama yukarıda da
belirttiğimiz gibi bu eşsiz yapı kompleksinin şu anki durumu içler acısıdır. En
kısa sürede de sorumluların müdahalesine ve ilgisine muhtaç; kurtarılmayı
beklemektedir.
Dipnotlar
(1)
Ege’de
Eşkiyalar, Sabri YETKİN; Tarih Vakfı
Yurt Yayınları; 2.Basım-Mayıs 1997; Sayfa:9
(2)
a.g.e. sayfa:51-52
(3)
Bilge UMAR, Karia-Bir Tarihsel Coğrafya
Araştırması ve Gezi Rehberi, İnkılâp Kitabevi-1999; sayfa: 304
(4) Menderes
Kuleleri ile ilgili metin
ve aktarımlarda 13 Ocak 2003 tarihinde rahmetli hocamız Arkeolog
Şükrü Tül ile yapılan Menderes
Kuleleri gezisindeki anlatımlardan yararlanılmıştır. Fotoğraflar, belirtilenler
dışında muhtelif gezilerde İ. Fidanoğlu
tarafından çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC