res etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
res etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2014 Cumartesi

ÇEŞME YARIMADASI'NDA BİR BAHAR GÜNÜ



GÜLBAHÇE HAMAMI
VE
ALAÇATI KIRSALINDA TERK EDİLMİŞ BİR YÖRÜK KÖYÜ;
KARAKÖY

6 Şubat 2014
İbrahim Fidanoğlu

İzmir’den Çeşme yönüne otoyoldan yaptığımız yolculuklarda Alaçatı’ya doğru hep dikkatimizi çekerdi; yamaçtaki bu terk edilmiş köy; Karaköy… Kısmet bugüneymiş; baharı karşılayan güzel bir havada Karaköy’e ve ötesine güzel bir yürüyüş yaptık. Sabahki; Gülbahçe Hamamı’na yaptığımız kısa yürüyüşü saymazsak, yaklaşık 15 km.lik bir yürüyüştü nasibimize düşen.

 Gülbahçe sahilindeki eski hamam

Gülbahçe Hamamı


Sabah Urla’da yaptığımız kahvaltıdan sonraki ilk uğrağımız, Urla’nın çıkışında yer alan ve 19.yy.da ağırlıklı bir Rum nüfusun barındığı bilinen Gülbahçe Köyü yakınlarında; denizin zaman zaman hücum ettiği kumsalın hemen kıyısındaki tarihi hamam oldu. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nün tel örgülerle belirlenmiş sınırlarını takip eden patikadan denize doğru; yaklaşık 1,5 km. kadar yürüdük. Solumuzda yağışların yetersizliğinden kuru bir dereye dönmüş ve giderek bir azmak görüntüsü kazanmış Tatar Deresi biraz ilerde bir bataklıkla son buluyordu. 

 Gülbahçe Köyü

Ana kayanın altından suyun kaynadığı noktalardan biri

Gülbahçe Hamamı ve sahil

Gülbahçe Ilıcası olarak da adlandırılan bölgede, kimine göre Roma dönemine kadar uzandığı söylenen bir hamam yapısı yer alıyor. Derecesini ölçemediğimiz ancak banyo yapılabilecek sıcaklıkta olan suyun deri ve romatizmal hastalıklara iyi geldiği söyleniyor. Sıcak su, hamamın sırtını dayadığı ana kayanın dibindeki bir yarıktan ve kumsalın içindeki bazı noktalardan da kabarcıklar halinde kaynıyor. 

 Hamamın içinden bir görünüş

Ana kayanın üzerindeki ardıç ve sakız çalılarının ardından Gülbahçe Köyü'ne bakış

Gülbahçe Hamamı önündeyiz

Gülbahçe Köyü

Hamam yapısının taş örgüsüne, taşlar arasında zaman zaman kullanılmış tuğla malzemeyle harca bakıldığında, hamamın zamanımıza yakın bir dönemde; örneğin 18-19.yy. arası bir zaman diliminde yapılmış olabileceği akla geliyor. Ancak; suyun kadim zamanlardan beri bu şekilde yeryüzüne çıkışı ve Urla çevresindeki höyük ve İlkçağ yerleşimlerinin varlığı, bu ılıcadan o dönemlerde de yararlanılmış olabileceği fikrini düşündürtüyor. Tabii ki, bu sadece bir varsayım…

 Gülbahçe Hamamı

Gülbahçe anemonu

İzmir-Çeşme yolundan Gülbahçe Hamamı'na giden yolun tanımı 
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Bu yılki çiriş otlarının ilk çiçeklerini Gülbahçe'de gördük.

Denizin kıyısında balıkçıllar, karabataklar var. Anemonlar, papatyalar ve çiriş otları erkenci bahara ayak uydurmuşlar; açma telaşındalar. Ama civarda bütün bu telaşlı uyanışı bozan olumsuzluklar da mevcut. Urla İçmeleri’ne dek uzanan sahil bandı berbat bir görüntü sergiliyor; derme çatma bina yıkıntıları, kereste ve plastik atıkları; her türlü pislik burada da doğaya hâkim olmuş durumda. Aynı manzaranın daha kötüsü Tatar Deresi’nin bataklıkla buluştuğu noktada daha vahim bir hal alıyor. Bu güzelim doğa parçasına bizimkilerin yaptığını, Yunan İşgali sırasında yöre halkına yaptığı eziyetlerle nam salan Rum eşkıya Kapetan Foti bile yapmamıştır diye geçiyor aklımızdan. Ama ne fayda; manzara ortada işte; bunu da bizimkiler yaptı; hem de aslanlar gibi maşallah…

 Kumsaldaki karabatak

Tatar Deresi'nin deltası; kuşlar için bir uğrak yeri

Hamamın sırtını dayadığı küçük kayalığın üstünden denize doğru yürüyoruz. Ardıç ve sakız çalıları arasından bir keklik ailesi, telaşlı patırtılarla birden önümüzden havalanıveriyor. Şimdilik günün ilk sürprizi bu… Kireç taşı kayalığın arkasından dolaşarak başladığımız yere dönüp Çeşme’ye doğru hareket ediyoruz.

 Anatolia; Çeşme kırsalında bir sosyal etkinlik alanı olarak düzenlenmiş.

Gezginler kahve molasında...

 Menderes bölgesindeki ayan kulelerini andıran Hacı Memiş Ağa Kulesi

Çevresindeki güzel yapılardan biri daha

Manzara Kahvesi’ni geçtikten sonra eski Çeşme yolunun hemen sağında uzun bir süredir Anatolia isminde bir kahvaltı evi ve restoran kimliğiyle öne çıkan; ama çocukluğumuzdan beri buradan geçerken bir derebeyi şatosu şeklinde; yıkık dökük bir kale burcunu andıran yapı ve onun çevresindeki diğer irili ufaklı müştemilatla dikkatimizi çeken kompleks, bugünkü ikinci uğrağımız oluyor. 

Kuleye doğru yürüyoruz 

Anatolia'nın kulesi yada bizim adlandırmamızla Hacı Memiş Ağa Kulesi

 Kulenin giriş kapısı

 Kulenin terasına tırmanan merdivenlerin mazgalları

Kulenin zemin katı

Gezgin, kulenin terasına çıkmaya kararlı...

Kulenin terasına uzanan merdivenler

Bir kahve içmek niyetiyle girdiğimiz Anatolia Restoran’da kompleksin şimdiki sahiplerinin Çeşme ve Alaçatı’da 19.yy.dan kalma cami, çeşme ve benzeri bayındırlık yapılarıyla iz bırakan eşraftan Hacı Memiş Ağa’nın mirasçıları olduğunu öğreniyoruz. Lokantada bize verilen bilgiye göre Hacı Memiş Ağa’nın torunu olan heykeltıraş Ersin Oylu ve mimar eşi, bu yapı kompleksini bu hale getirmiş. Kompleks şimdilerde, bir yandan restoran ve kafeterya olarak hizmet verirken diğer yandan kır düğünleri ve muhtelif sosyal toplantılar için yazlık mekân olarak kullanılıyor. Anlaşıldığı kadarıyla arkeoloji ve mimariyle ilgili olan mekân sahipleri, burayı neredeyse bir arkeoparka çevirmişler. 

 Kule terasından Anatolia'ya bakış

Kulede; terastan zemine bakış

Kır düğünlerinde gelinle damadın yürüdüğü hol

Anatolia'nın asma bahçeleri; arkada Birgi Köyü


Arazide; kırsalda çekilen İtalyan ve Fransız filmlerindeki pastoral görüntüleri hatırlatan köşeler var. Çocukluğumuzdan beri Çeşme karayolundaki tipik bir yapı olarak hafızamıza kazınmış derebeylik şatosu ise anlaşıldığı kadarıyla Hacı Memiş Ağa döneminden kalma ve biraz da o günkü güvenlik endişesini yansıtıyor. Ama şimdi bambaşka bir işlevi var; mekândaki davetlerde yapının içi bir nevi işin mutfağını oluşturuyor gibi.

 Kompleksin varisi heykeltraş Ersin Oylu'dan "ata"ya gönderilen selam...

5 Kasım 2013 Salı

KARABURUN ROTALARI: MELİ’DEN YAYLAKÖY’E



30 Ekim 2013
İbrahim Fidanoğlu

Börklüce Mustafa’nın Karaburun’da yeni bir hayat vizyonunun pratiğe geçirilmesi denemesinin ve bu uğurda karşı kıyıda; Sakızlı Rum ahalinin ve bir takım Hristiyan din adamlarının da içinde bulunduğu ortaklaşa çabalarla inşa edilmeye çalışılan o ütopyanın; Şehzade Murat ve Beyazıt Paşa’nın 30.000 kişilik teçhiz edilmiş Osmanlı Ordusu’yla boğulmasına benzer tarzda; ahir zaman “paşa”ları, beyleri birer balta gibi dalmışlar Karaburun yarımadasının bağrına. El değmemiş makilikler, yemyeşil orman alanları; yol yapmak, rüzgâr santralleri kurmak, merkezi yönetimden sağlanan imkânlarla zeytinlikler(!) oluşturmak gibi bir takım “masum” gayelerle delik deşik ediliyor. O güzelim koyları imara açmak için gün sayıyor tufeyliler. Şimdi sessiz ve masum coğrafyanın bağrı kanıyor. Alarm veriyor Karaburun Yarımadası. 

Gezi rotası
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)


 Yaylaköy önlerinde RES'ler

Karaburun’a doğru yaptığımız yeni yolculuklardan birisindeyiz bugün de. Baharda hedefleyip de yağmur nedeniyle yapamadığımız bir başka Karaburun rotasını gerçekleştirmek üzere, yarımadanın Gerence Körfezi’ne bakan yüzünde; Kara Reis Çiftliği’nin hemen üstündeki bir tepede yer alan eski Rum yerleşimi Meli’ye (Balköy) doğru yola çıktık. 

 Meli'den Kara Reis Çiftliği'ne bakış

Yukarıda da sözünü ettiğimiz Karaburun karayolu, parti parti açılmaya başlamış. Karapınar-Balıklıova ve Arkeologlar Sitesi-Mordoğan arası trafiğe açılmış vaziyette. Bir yandan da yolun diğer bölümlerindeki inşaat faaliyetleri devletten alınan ödenekle orantılı şekilde devam ediyor. 

 Meli'nin ayaktaki evleri

Balıklıova’da; kahvaltımızı, yaz sonunu aratmayacak güzellikteki bir havada; hemen denizin kıyıcığında bir balıkçı kahvesinde yaptık. Hava sıcaklığı, gün boyunca 20-25 derece arasında seyretti. Kahvaltı sonrası, yol çalışmaları nedeniyle tünel geçişine izin veren Eski Balıklıova Köyü üzerinden Gerence Körfezi’ni dolaşan yolu kullanarak Kara Reis Çiftliği’ne doğru yola çıktık.

 Meli'ye Merhaba...

Balık çiftliklerinin işgali altındaki Gerence Körfezi, kıyı boyunca da bu çiftliklerin her türlü yükünü ve külfetini de taşımak durumundaydı. Elbette, ucuz balık yemek önemli ve üç yanı denizlerle çevrili Anadolu Yarımadası’nın sakinlerinin deniz ürünleri tüketimini düşündüğümüzde bunun teşvik edilmesi gerektiği de aşikâr. Ancak; her nedense bir iyilik musibetlerini de yanında getiriyor. Denizde ve kıyıdaki karada her türlü çevre kirliliğinin, bu sistemin doğal bir sonucu olarak sunulması insanın canını sıkıyor. Bu işin; sürdürülebilir çevre koşullarında gerçekleştirilmesi ve uluslar arası belli standartlar çerçevesinde yapılması esas; suyun ve toprağın korunması ön koşul olmalı.

 Kara Reis'den Meli'ye bakış

Meli’ye doğru, solumuzda yükselen Akdağ’ın eteklerine doğru sokulan yüzlerce vadiden birisinde virajları döne döne ilerliyoruz. Rüzgârlı Mimas (Akdağ); kadim zamanlardan beri ismine eklenen meşhur sıfatının (rüzgârının) karşılığını almış gibi görünüyor şimdilerde. Gerek Eğri Liman’dan ötede; kıyıya doğru alçalan yamaçların en üst noktasında ve gerekse Meli’den Yaylaköy’e uzanan iki ayrı eksende kuruluşu tamamlanmış 50’den fazla bir dizi rüzgâr elektrik santralının (RES) dev pervaneleri dönüp duruyor. Küçükbahçe’nin üstünden Yaylaköy’e doğru ayrılan ve Karaburun’a kadar uzanan asfalt yol üzerinde, rüzgar güllerinin ürettikleri enerjinin ulusal ağa entegre edildiği trafo merkezi bulunuyor. Şöyle durup, çevremizdeki topografyaya bir baktığımızda her yerin delik deşik edildiği bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Yollar da bitmek bilmeyen damperli kamyon trafiğinden nasibini almış. Kimi yol için, kimi maden için, kimi balık çiftlikleri için, kimi de RES’ler için sürekli ikmaldeler. Yollar da tabiatıyla delik deşik…

 Köydeki 1960 tarihini taşıyan YSE Çeşmesi

İris Gölü; kooperatif baskısı altında sonbaharın hüznünü yaşıyor sanki. Gölün çekirdeğinde azıcık su var gibi. Kıyıda yer alan yazlık inşaatlarına inen toprak yollar, göl sahası içine kadar girmiş durumda. Ve hemen yol kenarında bir kooperatif alanını tanımlayan kocaman bir levha ileride olacakları haber verir gibi sanki. İris Gölü de tehdit altında anlayacağınız.

 Yaylaköy heyelanı nedeniyle Meli'de yapılan 1960'dan kalma afet evleri

Son virajı da dönünce, tepeden Kara Reis’in yazlıkçı siteleri görünüverdi hemen. Kıyıdaki belki birkaç balıkçı dışında yazın hareketli günleri, çok gerilerdeydi artık. Kara Reis’i arkamızda bırakarak, yarımadayı dolaşan karayolunu atlayarak, Meli (Balköy) yada Kavron Mahallesi levhasının bulunduğu toprak yola girdik. Levhanın altındaki bir başka levhada yazanlar ilgimizi çekti: “St.Jean Thelog Kilisesi”; demek ki böylesine ıssız ve terk edilmiş bir köyde bir de kilise vardı. Son yağmurlarla yer yer bozulmuş yokuşu ağır ağır tırmanarak, Meli’nin, Yaylaköylüler için yapılan; 1960’dan kalma afet evlerinin yıkıntıları arasındaki tepedeki düzlüğüne ulaştık.

 Köydeki eski bir çeşme

Kara Reis Çiftliği’ni tepeden gören konumda bulunan bugün yıkıntılar içindeki Meli Köyü’nde mübadeleye kadar Rumlar yaşamışlar. Rumların bu bölgeye Sakızlı zengin bir tüccarın (Theodosis Zygomalas); bu havaliyi eski sahibi olan yine zengin bir Türk toprak ağasından satın alması ve 19.yy.da II. Mahmut döneminde Sakız’daki ayaklanmayı bastırmak amacıyla(1) Osmanlı kuvvetleri tarafından müsadere edilmesini takiben, adadan Karaburun’a göçen Rum ahaliye satması sonrasında yerleştiğine dair bilgiler bulunuyor. İlerleyen zamanlarda Meli’ye Girit’ten ve diğer Ege adalarından da gelen Rumlar yerleşmişler. Köyün tamamı, Rumlardan oluşmaktaymış. Köy o yıllarda geçimini arıcılık, bağcılık ve keçi yetiştiriciliği üzerine konumlandırmış. Bugün bağlardan pek eser yok; ne terk edilmiş başka bir Rum köyü olan Sazak civarındaki bağ teraslarından bir haber var; ne de yarımadada başka yerlerde üzüm yetiştiriciliğine rastlanıyor.


 Meli'nin yerleştiği diğer yamaç; yıkılmış Rum evleri

Köyü, önceki yazlardan birinde gezerken eski bir kilise yıkıntısı da görmüştük. Burası vakti zamanında oldukça zengin bir köymüş. Yunan İşgali sırasında; Rumlar, işgal kuvvetleri ile işbirliği yaparak civar köylerdeki Türklerin köylerinden kaçmalarına neden olmuşlar. Kurtuluştan sonra, Rumların hepsi evlerini bırakıp Sakız’a kaçmışlar kayıklarla. Mübadele sonrası köye gelen ilgililerin 750 eve hane numarası vurduğu söyleniyor. Bu da 750 ev ve yaklaşık 3000-4000 arasında nüfus demek... Köy içinde Rumlar zamanından kalma Alanaki, Kuruçeşme ve Kolado Mevkii adları hala biliniyor. Kilise yıkıntısının karşısında dev bir çınar ve çam ağacı, buraları dolaştığımız o yaz mevsiminde; cehennem sıcağında bize ayazma serinliği vermişti. Gerçekten de çevrede hala içinde su olan, ancak muzır insanlar tarafından taş ve tahta atılarak kapatılmış üç yada dört kuyu görmüştük. Kuyulardan biri kare şeklinde açılmıştı.