İbrahim Fidanoğlu
Bugün bir çocukluk dünyasında kalmış anıların peşinden gittik, Bayındır’a
doğru. Orada şimdi Eski Çıplak diye terk edilmiş; dere yataklarında yalnız
bülbüllerin ve uzaktan gelen guguk kuşlarının sesleri arasında kendi kaderini
ve yalnızlığını yaşayan bir köy var. 1980’li yıllarda köylünün isteği
doğrultusunda aşağıdaki ovaya; şimdiki Yeşilova adıyla anılan yeni köye taşınan
köylüler, bütün yaşanmışlıkları ve hatıralarını yüzyıllarca kutsallık
atfettikleri Dededağ’ın eteklerindeki o eski yerde bıraktılar ve ovada yeni bir
yaşam kurdular. Bıraktıkları kerpiç ve taştan yapılmış, hatıraları süsleyen
eski yaşam mekânlarının çoğu giderek zamanın ve doğanın aşındırmasına
direnemeyerek yıkılıp gittiler. Hala nelerin kaldığını görmek ve o çocukluk
hatıralarını yâd etmek üzere, bugün üç arkadaş Kemalpaşa – Armutlu – Çınardibi
(Kavakalanı)- Osmanlar – Balcılar - Yakapınar (Uladı) rotası ile Eski Çıplak
köyü civarında ovada ve küçük tepelerin üzerinde dolaştık; geçmişin izlerini
aradık durduk.
Gezimizin ana fikri kendisi de bu köyden olan değerli dostumuz, Foça’dan
bizlere katılan Coşkun Dilme ağabeyimizden geldi. Ne zamandır aramızda konuşup
da bir türlü fırsat bulup yapamadığımız bir rotaydı. Bu köyde doğup, bu köyde
ilkokulu okuyan, önündeki sekiden aşağıdaki ovaya bakan bahçesinde; envai çeşit
meyve ve sebzenin yetiştirildiği taştan bir evde yaşayıp buraların havasını
soluyan değerli ağabeyimizle o günlere gitmek ve çevredeki keşfedilecek
güzellikleri görebilmek amacıyla sabah saat 7.30 civarı Karşıyaka’da buluşarak
Bornova’ya hareket ettik. Bornova’dan son yolcumuzu da aldıktan sonra rotamızı
Kemalpaşa yönüne çevirdik.
İzmir – Ankara asfaltından Armutlu sapağı yoluyla ayrılarak Armutlu Kasabası’nın
kalbine, merkezdeki Belediye Parkı’na ulaştık. Parkın tam ortasında yer alan;
Atatürk büstünün oturduğu ve üstünde 1932 tarihini taşıyan mermer kaidenin
işçiliği ve estetiği dikkat çekiciydi. Alanda yer alan kahvehanelerden birinde;
çayların ve Karşıyaka’dan aldığımız gevreklerin eşliğinde yaptığımız mükellef
bir kahvaltı ile güne merhaba dedik.
Kahvaltı sonrasında Armutlu’dan Kızılcaova’ya kadar uzanan ve kanyon diyebileceğimiz derecede oldukça derin bir vadinin yamacından seyreden asfaltı takip ederek vadiye girdik. Bu yıl geçen haftaya kadar neredeyse durmaksızın yağan bereketli yağmurlarla coşan tabiatın yeşilliği içinden süzülerek, kısa bir süre sonra Pomak köyü Bayramlı’ya ulaştık. Köyün bulunduğu rakım ve Armutlu’dan içerilere doğru uzanan boğaz üstündeki konumu nedeniyle, kahve içmek için mola verdiğimiz köyün kahvehanesi oldukça serindi. Hani üşüdük desek yalan olmaz. Kısa bir dinlenme sonrası Çınardibi – Osmanlar rotası ile Yakapınar vadisine ulaştık. Yol boyunca içinden geçtiğimiz Kemalpaşa’nın dağ köylerinde kirazcılar, henüz tezgâhlarını açmamışlardı. Hareketlilik vardı; ancak sorduğumuzda kamyonların erik sarmaya geldiklerini öğrendik. Kiraz da eli kulağındaydı; ovada ise kiraz alımları neredeyse bitmek üzereydi. Ovada bundan sonraki parti şeftali olacaktı.
Armutlu parkı
Kahvaltı sonrasında Armutlu’dan Kızılcaova’ya kadar uzanan ve kanyon diyebileceğimiz derecede oldukça derin bir vadinin yamacından seyreden asfaltı takip ederek vadiye girdik. Bu yıl geçen haftaya kadar neredeyse durmaksızın yağan bereketli yağmurlarla coşan tabiatın yeşilliği içinden süzülerek, kısa bir süre sonra Pomak köyü Bayramlı’ya ulaştık. Köyün bulunduğu rakım ve Armutlu’dan içerilere doğru uzanan boğaz üstündeki konumu nedeniyle, kahve içmek için mola verdiğimiz köyün kahvehanesi oldukça serindi. Hani üşüdük desek yalan olmaz. Kısa bir dinlenme sonrası Çınardibi – Osmanlar rotası ile Yakapınar vadisine ulaştık. Yol boyunca içinden geçtiğimiz Kemalpaşa’nın dağ köylerinde kirazcılar, henüz tezgâhlarını açmamışlardı. Hareketlilik vardı; ancak sorduğumuzda kamyonların erik sarmaya geldiklerini öğrendik. Kiraz da eli kulağındaydı; ovada ise kiraz alımları neredeyse bitmek üzereydi. Ovada bundan sonraki parti şeftali olacaktı.
Çınardibi köyünden yaklaşık 700 metre yükseklikten başlayan ve
Yakapınar’da 90 metrelere kadar inen derin bir vadinin dibine doğru sürekli
indik. Bayramlı’da bıraktığımız o serin havayı giderek aratacak sıcak hava
yüzümüze çarpmaya başladı. Yazın ilk yüzü ile Bayındır’a doğru Yakapınar’da
karşılaştık. Sararmış otlar, biteviye öten cırcır böcekleri, sıcağa direnen
sapsarı sığır kuyrukları ve mor çiçekleriyle kengerler giderek bastıran sıcağın
içinde ilk dikkatimizi çekenlerdi.
Pek dikkatimizi çekmez ama güzeldir: Sığır kuyruğu çiçeği
Vadiden ovaya doğru aşağıya inerken, Uladı deresinin içine kurulmuş son derece temiz ve düzenli bir alabalık kır lokantası ile karşılaştık. İşletmecisi Emin Bey ile kısa bir sohbet yaptık, tesisi dolaştık. Derenin iki yakasında çınar ağaçlarının gölgesi altına yerleştirilmiş çok sayıda masa ve kerevet yer alıyordu. Yazın bile şırıl şırıl akan derenin sesi eşliğinde, çınarların koyu gölgesi altında; burada bir dinlenme molası vermek herhalde güzel olsa diye düşündük ve yolumuza devam ettik. Dere Canlı Alabalık tesislerini geçince hemen solumuzda yükselen tepenin zirvesinde bir gözetleme kalesinin kalıntılarına takıldı gözlerimiz. Coşkun Bey’e göre bu kale, Selçuk – Belevi yolu üstünde yer alan Keçi Kalesi ile haberleşebilen bir konumdaydı. Ancak kaleden geriye çok fazla bir şey kalmamıştı. Aşağıda bulunduğumuz noktadan; kalenin kendi üstüne yıkılarak giderek bir moloz yığını görüntüsünü almış son halini fark edebildik. Yakapınar’a doğru yolumuza devam ettik.
Muhtemel gözetleme kalesi
Bayındır’ın Alevi köylerinden olan Yakapınar’ın eski ismi Uladı imiş.
Daha sonra değiştirilip Yakapınar adı verilmiş. Neyse ki, hemen köyün
ilerisinde ovaya doğru akan Uladı Deresi eski ismini hala korumaya devam
ediyor. Yakapınar Köyü vadinin sonunda yer alan son derece bakımlı mezarlığı ile
dikkat çekiyor. Mezarlık, aile mezarlıkları şeklinde odalar halinde
düzenlenmiş. Haftanın belli günlerinde köyün insanlarının; yakınlarının
mezarlarını ziyaret ederek, mezarların ve çevrenin temizlik ve bakımını
yaptıkları, mezarlıkta yer alan çiçekleri ve diğer bitkileri sulayıp otlarını
temizledikleri ve hatta burayı bir anlamda ölmüş yakınlarıyla birlikte zamanı
paylaştıkları bir yaşam alanı haline getirdikleri anlaşılıyor. Bu insanların
ölmüş yakınlarına karşı duydukları özlemi ve saygıyı bu şekilde pratiğe
yansıtmış olmalarına gıpta ederek, ülkemizdeki diğer tüm bakımsız mezarlıkların
da buna benzer bir hale gelmesini diledik ve kabirlerin yanından ayrıldık.
Uladı mezarlığından...
Yakapınar mezarlığının biraz ötesinde, Uladı dere yatağına bitişik
konumda yer alan büyükbaş hayvan çiflikleri ve zeytinyağı – pirina
fabrikalarına yakın bir yerde arabayı bıraktık ve yürüyüşe başladık. Vadinin
yukarılarında çağıldayarak akan Uladı Deresi, Yakapınar yakınlarında bir anda
gözden kayboldu ve biz çakıllarla kaplı bir dere yatağı ile baş başa kaldık.
Belli ki dip suyundan beslenen zakkumlar bütün dere yatağını sarmıştı.
Zakkumlar ve gezginler
Biraz
ilerde ise sığır kuyruklarının sarı çiçekleri zakkumların pembesine arkadaşlık
ediyorlardı. Bir süre dere yatağından yukarıya doğru yürüdük. Biraz ilerde
Coşkun Bey’in küçücük bir çocukken ninesiyle birlikte tarlaya giderken üstünden
geçtikleri Uladı köprüsünden bugüne kalan üç kemerli yıkıntısı ile karşılaştık.
Köprünün kemerleri altındaki gölgeye sığınmış iki köpek bizden ürküp hızla
uzaklaştılar.
Uladı köprüsü kalıntısı
Köprünün yanından eski bir hamam yıkıklığının bulunduğu Eski
Çıplak köyü yönündeki sırta doğru tırmandık. Dere yataklarını, patikaları ve
yaşlı zeytin ağaçlarının diplerini çevreleyen eski zamanlara ait sekileri
geçerek makilerin yoğun olduğu bir vadiye ulaştık. Coşkun Bey’in anlatımına
göre bu alanda köylülerin Hamam Yıkıklığı dedikleri sıcak su kaynayan ve eski
bir hamamın kalıntılarının bulunduğu bir bölge varmış. Yaklaşık zamanımızdan 50
yıl kadar önce köylüler bu sudan faydalanmak üzere hamamın bulunduğu yere gelip
yıkanırlarmış. Ama bugün için çalılıklar içinde kaybolmuş birkaç duvar parçası
dışında hiçbir ize rastlayamadık. Böğürtlenler etrafı öyle bir sarmışlardı ki;
altlarında neyin olduğunu anlamak neredeyse imkânsızdı.
Hamam Yıkıklığı mevkiinden zeytinlikler arasında uzanıp giden toprak yolu
takip ederek ayrıldık. Eski yıllarda Tire Müzesi tarafından küçük sondajlar
şeklinde kazı yapılan ve yörede Nazardağ olarak bilinen, Canlı yönünde ovaya
bir gemi pruvası gibi uzanan alçak tepeye doğru yürüdük. Biraz sonra Deli Hasan
Pınarı’nın altından geçtik ve bizi Nazardağ’a ulaştıracak iki tepeyi birebirine
bağlayan sırttan bir süre yürüdük. Nazardağ’ın zirvesine ulaştığımızda kazılardan
kalan birkaç çukur ile karşılaştık. Başka da bir şey yoktu. Tepeden Bayındır
yönüne baktığımızda aşağıdaki vadinin yukarısına doğru Eski Çıplak Köyü
uzanıyordu. Nazardağ’dan; köyün yalnız ve hüzünlü halini fotoğraflayıp tepeden Eski
Çıplak Köyü yönüne doğru inmeye başladık.
Eski Çıplak köyü
Köye yaşlı bir çitlembik ağacının altından geçerek girdik. Gölgesiyle
yolu kaplayan bu mübarek ağacı selamlayıp geçtik. Kulaklarımızda dondurmacı
Kara Veli’nin bir zamanlar çocukları çağıran sesi yankılandı sokaklarında
yürürken. Ama kimse yoktu bizden başka terk edilmiş köyün sokaklarında. Köyün
camisine doğru yürüdük. Cami de aynı sessizliğe bürünmüştü. Ancak; yıkanıp
kurumaya bırakılmış caminin halılarından zaman zaman da olsa ibadete açık
olduğu anlaşılıyordu. Caminin yan duvarının dışında dere yatağına doğru inen
merdivenin başında çarkıfelek kabartmalı bir büyük mermer kesme taş, ayrıca
devşirme malzemeden yapılmış caminin yekpare dev mermer basamakları dikkat
çekiciydi. Caminin karşısında terk edilmiş köy kahvehanesinin yıkık dökük
haline bakarak, hemen önündeki gölgelikte öğle yemeğimizi yedik. Sıcağın etkisi
iyice artmıştı. Bir süre caminin çeşmesinin başında dinlendik ve kendimize
geldik.
Çarkıfelek deseni işlenmiş mermer taş
Dinlenme esnasında Coşkun Bey, çocukluğunda köye gelen eski seyyar
sinemacılardan söz etti. Köyün meydanına kurulan portatif perdelerde iki film
birden oynatan köy sinemacıları dört beş gece köyde kalırlarmış. Bu geceler
köyde bir panayır havasında karşılanırmış. Sinema, köy çocukları için
anlatılmaz bir serüvene yolculuk anlamı taşırmış. Bal tadındaki çocukluk sinemaları
bizi o günlere, çocukluk hatıralarımıza doğru alıp götürüverdi. Aşağıdan camiye
doğru yaklaşan motosikletin sesi bizi bu rüyadan uyandırdı. Artık gitme
zamanıydı.
Yemek molası sonrası köyün yukarısına doğru yürüdük. Hemen yolun sağ
köşesinde köyün çamaşırhanelerinden biri vardı. Tarihi çeşmenin kitabesi
yalağın içine düşmüştü. Köyde bu çamaşırhaneler için avlaka isminin
kullanıldığını Coşkun Bey’den öğrendik. Avlaka ve çeşmesinin hazin hali
hepimizi etkiledi. Köyde halen bazı evlerde yaşam belirtisi vardı. Sokaklarda
yürürken bazen evlerin bahçelerinden gelen insan sesleri, bazen yukarı doğru
caminin önünden geçip giden bir motosiklet sesi, yada karşımıza çıkan
dinlenmedeki bir atın bizi gördüğündeki şaşkın bakışları bu yaşamın izleriydi
sadece.
Avlaka Çeşmesi
Çıplak Köyü’nün eski evleri çoğunlukla yıkılmış ve metruk durumdaydı.
Ancak köyde yeni yapılmış bir kaç betonarme ev mevcuttu. Bunlar da köye
dışarıdan gelen ve çoğunlukla da göçmenler olarak adlandırılan bir kesime
mensuptu. Avlakanın yanından yukarıya dev çitlembik ağacının bulunduğu kavşağa
doğru yürüdük. Çitlembik epey hırpalanmış, büyük ihtimalle toprak yolun
düzenlenmesi esnasında köklerinin büyük bir bölümü dışarı çıkmıştı. Ama o hala
bütün ihtişamı ile insanın ve zamanın büyük tahribatına karşı direniyordu.
Altındaki gölgede biraz soluklandık, yaşamı savunmak adına çitlembiğin bu
kutsal direnişini selamladık.
Çitlembik kökü
Köyün dışına doğru giden yolu takip ederek, Dededağ
yönüne doğru yürüyüşe geçtik. Rivayet odur ki; Çıplak Köyü’nün soğuk kış
gecelerinde bu dağın tepesinde bir ateş yanar ve bir eren baba bu tepeden köyün
üstüne doğru ziyaretler gerçekleştirirmiş. Bu dedenin yüzü suyu hürmetine dağın
adı da günümüze dek Dededağ olarak anıla gelmiş. Dağın zirvesine yakın bir
konumda da dedenin köylüler tarafından kabul gören ve ziyaret edilen bir makam
mezarı da bulunmaktaymış.
Dededağ rampasına tırmanmaya başlamadan önce, köyün sonuna doğru sokaklar
arasında yürürken, ikinci bir avlaka ve yeni onarılmış çeşmesi ile karşılaştık.
Köyde gördüğümüz her iki avlaka da küçük birer dere yatağının üstüne
kurulmuştu. Şimdi kurumuş olan dere yatağının üstü mika şist kayalardan elde
edilmiş kayrak taşlarla örtülmüştü. Büyük ihtimalle dağdan gelen derenin temiz
suyu ile hem çamaşırhane hem de çeşme besleniyordu.
Avlaka (Çamaşırhane) ve çeşmesi
Küçük dere yatağını atlayarak Dededağ’a tırmandık. Oldukça dik bir
topoğrafyada yürüyüşümüzü zigzaglar çizerek sürdürdük. Sırta vardığımızda dağın
öte yüzünde Elifli Köyü’nü gördük. Dededağ’ın zirvesinde yükseklik 232 metre
idi. Dolaştığımız diğer tepelerde olduğu gibi burası da zeytin ağaçları ile
kaplıydı. Tepeden aşağıya doğru baktığımızda, bütün Küçük Menderes Ovası
ayaklarımızın altındaydı. Biraz ilerde Canlı Kasabası ve Yakapınar Çayırı
uzanıyordu. Dağın zirvesinde defineciler tarafından açılmış üç büyük çukur tespit
ettik. Çevrede büyük bir toprak küpün kazılar sırasında zarar verilerek
kırılmış iri parçalarını bulduk. Bunları bir araya getirip fotoğrafladık. Büyük
bir su yada zeytinyağı kabı olmalıydı. Tepeye tırmanırken de çevreye saçılmış
kiremit ve çömlek parçaları dikkatimizi çekmişti. Sıcağın etkisi ile bir zeytin
ağacının gölgesine sığınarak bir süre ovayı seyrettik ve dinlendik.
Muhtemel zeytinyağı küpü parçaları
Dinlenme sonrası Batı yönünde dağdan aşağı inerek Eski Çıplak Köyü’nü
Bayındır – İzmir karayoluna bağlayan köy asfaltına vasıl olduk. Köye doğru
biraz ilerledikten sonra, Batı yönünde tekrar zeytinlikler arasına daldık. Bu
kez hedefimiz, Eski Çıplak Köyü’nün ovada yer alan tarihi mezarlığı idi. Şimdi
körelmiş eski kervan yolunun yakınından geçen bir dere yatağını takip ederek,
zeytinlikler arasındaki mezarlığa ulaştık. Mezarlık çok geniş bir alana
yayılmıştı. Okuyabildiğimiz taşlardan birinde Hicri 1187 (Miladi 1773) tarihini
tespit ettik. Bu da bize yaklaşık olarak 18 yy.da bu köyde yerleşik bir hayatın
olduğunu göstermekteydi.
Eski mezar taşlarından
Uzun süre 32 derece sıcağın altında mezarlıkta
dolaştık. Belli ki, buraya çok yakın bir antik yerleşime ait olması kuvvetle
muhtemel antik malzemenin, bu mezarlıkta mezar taşı olarak kullanıldığını
gördük. Bunların içinde üzerinde istiridye kabuğu ve yumurta desenlerinin
işlendiği gri mermer alınlık parçası gördüklerimiz arasında en dikkate değer
bir mimari parçayı oluşturuyordu. Ayrıca farklı çapta ve geometride (dairesel
ve eliptik kesitli) muhtelif sütun parçaları da mezarlık alanına saçılmış
vaziyette bulunmaktaydı.
Tarihi Çıplak mezarlığında istiridye kabuğu ve yumurta desenleri işlenmiş mermer alınlık parçası
Gördüğümüz manzara, mezarlığın derbeder hali ve
sahipsizliği; bu değerli mimari parçaların daha fazla zarar görmemesi açısından,
Kültür Bakanlığı’nın yerel temsilcileri olan en yakındaki müze yetkililerinin
ve diğer kamu görevlilerinin konuya acilen müdahil olmalarını gerektiriyordu. Gezi
boyunca kırsalda dolaştığımız tüm alanlarda bu hazin manzaraya sürekli tanıklık
ettik ve bir an önce bir nebze de olsa düzeltilmesi yönünde temennide
bulunduk.
Bu toprağın geçmişinde saklı şifreleri bağrında taşıyan tarihi Eski
Çıplak Köyü Mezarlığı’ndan hüzünle ayrıldık ve Yakapınar yönüne doğru, Uladı
dere yatağına yürüdük. Bu gezinin tamamlandığı anlamına geliyordu. Arabaya
ulaştığımızda sıcak bizi bitirmişti. Arabada bıraktığımız ateş gibi sularla
elimizi yüzümüz yıkayıp yola çıktık. Kızgın güneş hala tepemizde bize göz
kırpmaktaydı.
Yol yapım çalışmaları devam eden Bayındır – İzmir yolu toz toprak
içindeydi. Yine geldiğimiz gibi Kemalpaşa yönüne döndük. Tozdan kurtulmak için,
bu kez Çiftçi Gediği’nden Kızılcaova’ya doğru saptık. Kızılcaova’nın sağlı
sollu dut ağaçları ile donatılmış ana girişindeki yolu kat ederek köyün bir
konfor mekânı olarak düzenlenmiş havuzlu kahvesine uğradık. Kahvede dut
ağaçlarının altındaki masalardan birine oturup, havuza dökülen dağdan gelen suyun
serinliğinde; yerel İzmir gazozlarımızı ve arkasından çaylarımızı içerek
hararetimizi gidermeye çalıştık. Kısa bir dinlenme anı sonrasında yeniden yola
çıktık ve Kızılcaova – Dağtekke – Helvacı - Ormanköy – Karakızlar – Karaot
köylerinin bulunduğu rotayı takip ederek Dağkızılca kavşağında Torbalı –
Kemalpaşa asfaltına vasıl olduk. Karabel’i geçtikten sonra Kemalpaşa üzerinden
İzmir – Ankara karayolu üzerinden İzmir’e doğru yöneldik.
Geride bıraktığımız; hatıralar ve yaşanmışlıklar üstüne kurguladığımız
bir gündü sadece. Sıcağın tüm yıldırıcılığına rağmen, dönemin son yürüyüşü yine
de doğayla ve tarihle birlikte geçirdiğimiz bir gün olarak yaşamdaki kazanç
hanesine yazıldı en azından… Hoşçakal Çıplak Köyü; hoşçakalın hatıralar;
atalarımızdan yadigâr…
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
