harem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
harem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2014 Cuma

ÖZBEKİSTAN NOTLARI-5



“ÇÖLÜN ÇİÇEĞİ”


KUTSAL ŞEHİR BUHARA


(BÖLÜM-3)


29 Ağustos-7 Eylül 2013

İbrahim Fidanoğlu

Chor (Dört) Minare

Leb-i Havuz Kompleksi’nin arkasına düşen bir alanda, 18.yy.dan kalma ilginç bir yapı karşılar ziyaretçilerini. Dikdörtgen formatlı, dört köşesinde birer mavi kubbe ile taçlandırılmış 4 küçük minaresi bulunan bu yapı bir medrese-camidir aslında. Dört kubbe arasına sıkışmış gibi duran ana yapının üstü ise, gösterişsiz ve tuğladan bir kubbe ile örtülmüş durumdadır. Zamanının zengin şahsiyetlerinden biri olan Halife Niyazkul tarafından yaptırılan cami-medrese yanında yer alan havuz; önce kurutulup, daha sonra yapının bundan zarar gördüğü anlaşılınca yeniden eski haline çevrilir. Car Minare’nin merdivenle çıkılan terasından; Buhara’nın geleneksel kerpiç evleriyle kaplı mahalleleri ve sivil hayatına dair fikir veren bir manzara da bu mekânın öne çıkan özelliklerinden biri olarak dikkat çekmektedir.

Chor Minor

 Gezginler, Buhara'nın ara sokaklarında...

Taban suyunun havuzun kapatılmasıyla  birlikte  Chor Minor'un duvarlarında bıraktığı hasarın izleri

Chor Minor (Dört Minare)

Chor Minor'un terasından havuz ve çevreye bakış

Chor Minor terasından Buhara'nın geleneksel yerleşimlerine bakış

Bir Buhara evinin çatısında yer alan sanatsal bir oluk detayı

Bahauddin Nakşibend Külliyesi

Buhara’nın dışında yer alan önemli çekim alanlarından birisi de Orta-Asya’da İslam dininin kökleşmesinde büyük rol oynayan ve bugün Buhara’yı bir anlamda Orta Asya’nın bir hac merkezine dönüştüren ve kadim şehrin aynı zamanda koruyucu önderi olan, sufi din adamı Bahauddin Nakşibend’in kabrinin de içinde yer aldığı Bahauddin Nakşibend Külliyesi’dir. 

Buhara'nın koruyucusu Bahauddin Nakşibend'e giden yol

Bahauddin Nakşibend'in külliyenin diğer unsurlarıyla karşılaştırıldığında son derece sade kalan kabri

Bahauddin Nakşibend'in kabrinin bulunduğu avluyu çeviren eyvanlar

1318’de Buhara yakınlarında Kasrı Arifan’da doğan, yine kendi gibi Orta Asya’nın önde gelen mutasavvıflarından biri Amir Kulil’in ocağında pişip tasavvuf yolculuğuna buradan çıkan Bahauddin Nakşibend, Kosova Meydan Savaşı ile aynı yılda; 1389 bu âlemden hakka yürür. Arkasında bıraktığı yaşam pratiği ve düşünce sistematiği ile İslam’da sufizm akımları içinde benzersiz bir iz bırakır. Kendisinden sonra gelenler, bu yolun ve geleneğin takipçileri olarak dünyanın dört bir yanında onun düşünceleri etrafında kenetlenerek, Sünni İslam’ın en büyük baskı gruplarından biri haline dönüşürler.

 Bahauddin Naşibend Külliyesi'nin iç avlusu, ortasındaki havuz ve Orta Asya'nın büyük önderinin kabri başındaki ziyaretçiler

 Avluyu çeviren eyvanlardan birindeki tavan detayı; iç içe sekiz köşeli yıldızlar

Avlunun uzun kenarındaki eyvanın tavanı

Bir tavan detayı

2000’li yılların başında İslam Kerimov’un ön ayak olduğunu öğrendiğimiz bir restorasyon faaliyeti sonunda; Şeyhin son derece mütevazı kabrinin dört bir yanında yer alan eyvanları, camisi, havuzlu bahçeleri, medrese, müze ve diğer yardımcı binaları ve külliyenin hemen yanında yüzlerce mezarın yer aldığı geniş bir alana yayılmış mezarlığı ile Bahauddin Nakşibend Külliyesi, dört başı mamur bir kompleksi tarif ediyor.

 Avludaki şerbet sebili ve havuz

 Bahauddin Nakşibend'in kabri; ön cepheden bakış

Arka avluya geçiş

İç avludaki şerbet sebilinin ayrıntısı

Daha dün gibi tamamlanmış “restorasyon” harikası külliyenin görkemli görünümünü bir yana bırakacak olursak; bizim bu ziyaretten aklımızda kalan iki an var; onları aktaralım.

Birincisi; külliyenin arka avlusunda yer alan büyük havuzun kenarında, Şeyhin hayatta olduğu dönemden kaldığına inanılan kuru bir dut gövdesi uzanıyor. Etrafı; Özbekistan’ın belki de Orta Asya Cumhuriyetlerinin dört bir yanından gelmiş bir sürü ziyaretçi tarafından sarılmış bu dut gövdesinin. Herkes bu kurumuş dut gövdesinin kovukları içine ellerini neredeyse uzanabildikleri son noktaya; omuzlarına kadar sokmuşlar, bir şeyler aramaktalar. Bu arama faaliyeti, o kadar canla başla devam etmekte ki; bir başka dut ağacının altında sürmekte olan bu mücadele neredeyse dakikalarca sürüyor. Sonunda ulaşılan bir tutam kurumuş lif yada Şeyhin izi olduğuna inanılan bir kutsallığın peşinde insan; 80 sene sosyalizmin ışığında süren serüven binlerce yıllık pagan inançların hatırlandığı bir dönemi tetiklemiş sanki bu topraklarda.

 Külliyenin arka avlusundaki büyük havuz

Arka avluda yer alan ve Bahauddin Nakşibend'in yaşadığı dönemden kaldığına inanılan kutsal dut ağacının kurumuş gövdesi

Dut ağacının gövdesindeki kovuklarda keramet arayan Özbekler

 O saygıdeğer dut gövdesinin önündeyiz

Arka avludaki havuz ve cami

 Külliyedeki ziyaretçilerden bir Özbek kadını

Bu da ikincisi; külliyenin ön ve arka avlularını birleştiren; her iki yanı ağaçlarla kaplı yolda yürürken iki dost canlısı, gülümseyen insan yüzü kesiyor önümüzü. Aramızda konuştuğumuz Türkçe, bir anlamda bizi ele veriyor. Konuştukları mükemmel Türkçe de bizim dikkatimizi çekiyor ve Ahıska Türklerinden olduklarını öğreniyoruz daha sonra. Memleketten bu kadar uzakta, bizim gibi konuşan ve hikâyelerini bildiğimiz bu insanlardan ikisiyle karşılaşmamız bizi o anda o kadar etkiliyor ki; Stalin sürgünlerinden nasibini alan bu halkın dramına dair bildiklerimiz canlanıyor fikrimizde. Sevgiyle kucaklaşmalar; öz be öz Türk kardeşlerimizle vedalaşmalar buruk bir tat bırakıyor bizde külliyeden ayrılırken.

 Külliyenin ortasında Ahıskalı kardeşimizle birlikteyiz.

Külliyenin çevresindeki mezarlar

Mezarlıkta ziyaretçiler adına dua okuyan bir hafız

 Külliyenin arka avlusu

Bahauddin Nakşibend Külliyesi'nin girişi

9 Aralık 2013 Pazartesi

ÖZBEKİSTAN NOTLARI-2




“MÜCEVHER” ŞEHİR HİVA

29 Ağustos-7 Eylül 2013
İbrahim Fidanoğlu

“Kumdan Kaleler Yapmak”

Taşkent’ten sabahleyin havalanan uçağımız, yaklaşık 2 saatlik bir uçuş sonrası öğle üzeri Harezm vilayetinin başkenti diyebileceğimiz Ürgenç Havaalanı’na indi. Kırsaldaki kumdan kale kalıntılarıyla Harezm, Ortaçağın kadim gücü şaman Harezmiler’in (bizim ilkokulda öğrendiğimiz şekliyle Harzemşahlar) bugüne uzanan eli gibiydi. Mantı ve yoğurttan oluşan öğle yemeğimizi Ürgenç’te yol üstünde bir restoranda yedik. Ürgenç, Taşkent’e göre taşrada kalan ve yeni yeni gelişmekte olan bir şehir izlenimi verdi bize. Şehir, havaalanından başlayarak tüm önemli caddeleri boyunca bir şantiye görünümündeydi. 

 Amu Derya'yı geçerken (araçtan çekilen)

Bir de şunu söyleyelim; bu Ürgenç’lerden bir tane de Türkmenistan’da var. Onun tam ismi Kunya-Ürgenç (yani eski Ürgenç anlamında) ve Harzemşahlar’ın kadim başkenti olarak biliniyor. Harzemşahlar’a Maveraünnehir coğrafyasında, egemenlikleri boyunca Türkmenistan’daki Kunya Ürgenç, Özbekistan’daki Ürgenç yakınlarındaki bizim de ziyaret ettiğimiz Toprakkale ve Hiva kentleri başkentlik yapmışlar. 

 Amu Derya yada Ceyhun Irmağı geniş yatağında akarken

Yemek sonrası Özbekistan’ın içinde özerk bir cumhuriyet olarak tanımlanmış, Kazaklara daha yakın olduğu söylenen ve çölün ortasındaki bitmek bilmeyen kumullar üzerinde yaşayan Karakalpakların yurdu Karakalpakistan’daki Harezm Kaleleri’nden bazılarını görmeye gittik.

Karakalpaklar, aslında 1 milyon civarında, Özbekçe’den farklı bir lehçe ile konuşan ve yukarıda da belirttiğimiz gibi Kazaklarla akraba kabul edilen bir halk. Topraklarının çoğunu doğuda Kızılkum ve güneyde Karakum Çölleri oluşturuyor. Zaten ziyaret ettiğimiz kaleler de çöldeki tek malzeme olan kumdan ve onun bağlayıcısı olarak da susuzluğa son derece dayanıklı, kökleri kumulların çok derinlerine nüfuz edebilen saksavul isimli, bizim ılgın ağacına benzeyen bir çöl bitkisinden yararlanılarak inşa edilmişler.

 Ayaskale yolunda çöl bitkisi saksavullar

Ürgenç kırsalına ulaştığımızda yolumuzu Amu Derya (yada Ceyhun) kesti bir an; geniş yatağında ama eski muhteşemliğinden uzakta; aheste aheste akıyordu. Nehrin üzerindeki köprüden geçerek kumullar dünyasına daldık. Geçiş noktasındaki küçük bir kulübe, açık halde bir tantan ve iki yeşil üniformalı Karakalpak görevli Karakalpakistan’a girdiğimizin işaretiydi.

 Toprakkale'ye tırmanırken

Amu Derya’dan beslenen kanallarla hayat bulmuş küçük köylerin arasından geçerek tarihi İpek Yolu’nun kadim zamanlarda güvenliğini sağlamak üzere kurulmuş kumdan Harezm kalelerinin yer aldığı Kızılkum Çölü’nün ıssız kumullarına yöneldik. Güneş tepede, hava Eylül olmasına rağmen çok sıcak ve ortada saksavullar dışında tek yeşillik dahi yoktu.

 Toprakkale; kumdan kale

Harezm Kaleleri, tarihi İpek Yolu rotasında sürekli gidip gelen kervanların güvenliğini sağlayan garnizonlar durumunda planlanmış. Ipıssız ve karanlık çölde; geceleri yolculuk eden kervanlara ışık veren ve rotalarını kaybetmemelerini sağlayan kaleler, tarih boyunca bu işlevi sürdürmüşler. Kumdan kaleler, M.S. 3-4.yy.dan kalma, kerpiç örgülü kaleler. 20.yy.da 1940’lı yıllarda; 2. Dünya Savaşı sırasında Rus arkeolog Tolstov tarafından yürütülen yüzey araştırmaları ve kazılar sayesinde gün yüzüne çıkarılmış. Kazılardan elde edilen buluntular, saray duvarlarındaki o günkü saray yaşamına dair sahneleri içeren duvarlardaki freskler Petersburg’a götürülmüş. İşte bizim de ziyaret ettiğimiz Toprakkale ve Ayaskale de bu kumdan kalelerden sadece ikisi. Mihmandarımızdan, çöl topraklarında bu kalelerden İpek Yolu rotasını belirleyen onlarcasının bulunduğunu öğrendik.

 Toprakkale; Rus Arkeolog Tolstov'un "açma"ları, duvarlardan sökülen fresklerin yerleri fark ediliyor.

Toprakkale'nin içinden surlara bakış

Bunlardan Toprakkale, Harezm Ülkesi’nin amiral gemisi gibi bir yermiş zamanında; belki de başkent demek daha doğru olabilir. Ancak şu andaki görünümü itibariyle; Toprakkale, Ayaskale’ye göre daha kötü durumda denilebilir. İçinde bir saray yapısını da barındıran Toprakkale, çevreye hâkim yüksekçe bir tepenin üzerinde yer alıyor. Etrafı kerpiç surlarla çevrili kaleyi, Rus arkeolog Tolstov, bir köstebek gibi kazmış ve değerli olarak ne bulduysa, onları Rusya’ya götürmüş. Ne yazık ki, tonozlu bazı geçişler, onlarca odaya benzer hücre duvarları, sarnıçlar, duvarlarda Rusya’ya götürülen fresklerin söküldükten sonraki kalan izleri ve doğanın devam eden tahribatı sonucunda gün yüzüne çıkmış kalenin giderek artan yıpranmışlığı… Görebildiğimiz kadarıyla Toprakkale’den bugüne kalanlar bunlardı. Bu fresklerin benzerlerini Taşkent’teki Tarih Müzesi’ni gezerken görmüştük. Örneğin Harezm Sarayı’nda hükümdar tarafından karşılanan yabancı elçilerin kendilerini hükümdara takdim edişleri, kervanların yürüyüşü ve hükümdarın av sahneleri gibi…