Sayfalar

30 Nisan 2019 Salı

KARABURUN YAYLAKÖY VADİLERİNDE…


20 Mart 2019
İbrahim Fidanoğlu

Giriş

Karaburun yarımadasının batıya bakan yüzünde o güzelim büklerden başlayarak Mimas’a doğru yükselen topografya neleri saklamaz ki? Bugünlerde hafriyat kamyonlarının cirit attığı, RES’lerden (rüzgâr enerji santralleri) sonra şimdilerde GES’lerin (güneş enerji santralleri) göz diktiği o güzelim sırtlarda yine makiliklerin sıyrılması işlemleri hız kazanmış gibi. Acıma yok, insaf yok; sadece ve sadece hoyratlık var. Toprağın derinliklerine inen kökleriyle bir anlamda doğanın bütün aşındırıcı etkisine karşı bir sigorta niteliğindeki maki bitki örtüsü ortadan kalktığında ne mi olur? Karaburun yarımadasının yüzyıllardır kabuğunda biriktirdiği en kıymetli toprak tabakası, şiddetli yağmurlarla olduğu gibi denize doğru akar, denizin rengi o zaman kahverengine boyanır. İspatı açıktır; yağmurlu bir günde Hamzabükü ya da Badembükü’ne doğru başınızı uzatınız; gerçeği göreceksiniz.

 Kara Reis Çiftliği

 
Hamzabükü
(Ağustos 2008)

 
Badembükü
(Ocak 2010)

Bugün amacımız, Karaburun yarımadasının içerlerinde ve Akdağ’ın eteklerinde yer alan Yaylaköy civarında; önceden saptadığımız bir rotada yürüyüş yapmaktı. Ama bölgede inşaatı süren RES’lere ikmal yapan hafriyat kamyonları nedeniyle bütün neşemiz kaçtı. Bu nedenle de rotamızı değiştirerek Yaylaköy’ün kuzeyindeki; içinde bir sulama göleti ile tam ucunda Bozköy’ün de yer aldığı Uzundere Vadisi’nin derinliklerine doğru bir yürüyüş gerçekleştirdik. Yeni hayatın yeşerdiği bu güzelim bahar günlerinde, hafriyat kamyonları bile durduramazdı bizi yürümek için; öyle de yaptık.

 
Dağa Kaçtım gezginleri Yaylaköy sırtlarında...

 
Yaylaköy yakınlarında Deveci Kavağı; hayır çeşmesi 

Yaylaköy

Yaylaköy, Batı Anadolu’da dolaşırken rastladığımız birçok köyde tanıklık ettiğimiz gibi genç nüfusunu kaybetmiş ve bu nedenle boşalmış köylerden biri artık. Sadece yaşlıların ve emekli olduktan sonra köylerine gelip yerleşen birkaç orta yaşlı insandan başka kimseleri ortalıkta görmek mümkün değil. 1950’li yıllarda Yaylaköy’de heyelan olmuş, evler kaymış. Ankara’dan ilgililer gelmişler, Yaylaköy’de bu durumda oturulamayacağına karar vermişler. Köylüler, Kara Reis’e(1) taşınmak istemişler. Ankara’dan gelen yetkililer ise, gelin sizi ovaya indirelim, ayağınıza deniz değsin demişler. Köylüler kabul etmemişler. “Biz bu dağdaki taşları kullanır, evleri yaparız” demişler. En sonunda Rumların 1922’de terk ettiği Meli’nin (Balköy)(2) bulunduğu yere iskân izni verilmiş. Ancak kadastro geçirmek amacıyla bütün eskiden kalan Rum evlerini yıkmışlar. Zaten o güne kadar dağda hayvan otlatan çobanlar, yakmak için ya da işe yarar gördükleri ahşap malzemeyi tamamen söküp almışlar. Böylece evlerin taş duvarları da bu olayla yerle bir olunca, Fethiye’de Kayaköy’deki manzaranın çok daha kötüsü burada oluşmuş. Devlet, köylülere 750m2 yer ve o zamanın parasıyla 10 000 TL vermiş. (Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanlığı sırasında) Üç kağıtçı bir müteahhit denk gelmiş, evleri son derece çürük bir şekilde yapmaya başlamış, işi bitirmeden de kaçmış ve köylüleri dolandırmış. Köylülerin bir kısmı bu yarım kalan evleri tamamlayarak burada oturmuş, bir kısmı Yaylaköy’deki evlerine dönmüş, kimisi de İzmir’e göçmüş.

 
Yaylaköy; Uzundere vadisinin başlangıcında bir yaşlı ahlat ağacı 

 
Yaylaköy
(Fotoğraf: MYC)

 
Yaylaköy'ün ıssız sokakları

 
İçine çökmüş Yaylaköy evlerinden biri

Bugün durum yukarıda da belirttiğimiz gibi Yaylaköy’de daha vahim. Köyün içindeki evlerin birçoğu ya terk edilmiş ya da yıkık vaziyette. Köyün meydanı diyebileceğimiz tarihi çeşmenin de bulunduğu alandan başlayarak köyün yukarıların doğru tırmanan patikalar bu yıkık dökük evlerin arasından geçerek köyün arkasından geçen Karaburun asfaltına kadar ulaşıyor. Emeklilik döneminde yeniden köye dönen birkaç aile ise, yeni yapıldığı belli birkaç evde sükûnet dolu bir köy yaşamının peşinde buralara yerleşmişler.

  
Yaylaköy; gezginler, merdivenli sokakta...

  
Yaylaköy Çeşmesi

 
Çeşmenin kitabesi

 
Tercümesi, kitabenin yanına asılmış.

 
 Yaylaköy Çeşmesi'nin Ağustos-2008'deki hali...

Köydeki çeşme 19.yy.dan kalma; Karaburun kırsalında sıkça rastlanan taş örgülü çeşmeleri andırıyor. Çeşmenin bedeni, beyaz badana ile boyanmış. Hemen önünde yer alan asırlık çınar ağacının gölgesinde; Yaylaköy Çeşmesi, buz gibi suyuyla yazın kavurucu sıcağında gelip geçen yolcuların serinlediği bir konfor alanı gibi sanki. Çeşmenin zorlukla okunan kitabesi, son yıllarda tercüme edilerek yanındaki bir levhaya aktarılmış. Hicri 1229, Miladi 1813 tarihini taşıyan kitabeden çeşmeyi yaptıran kişinin Kara Hüseyin isminde “hayır ve hasenat sahibi” bir kişi olduğunu öğreniyoruz.

 
Köyde rastladığımız bir eski taş fırın

 Yaylaköy Çeşmesi, çınaraltından...

 
Yaylaköy pervanelerinden biri...

Yaylaköy, Karaburun’un birçok köyünde 19.yy. hayatında izler bırakmış Rumlardan azade bir köy olarak öne çıkıyor. Klasik bir Yörük köyü Yaylaköy… Ama özellikle Rumlarla birlikte hatırlanan kopanisti peynirinin en iyi yapıldığı yörelerden biri olarak biliniyor. Karaburunlu yerel araştırmacı-yazar Yıldırım Aytaç, Karaburun’un Ak Çocukları isimli kitabında en iyi kopanisti peynirinin Karaburun’un Yaylaköy ve Küçükbahçe köyünde yapıldığından söz ediyor. İyi pişirilmeyen lorlardan yapılan kopanisti peynirinin ya çabuk bozulduğunu ya da yoğrulurken daha baştan kokuştuğunu belirterek yoğurma peyniri de denilen kopanisti peynirinin yapılışı hakkında şu bilgileri aktarıyor:

 
Yaylaköy sırtları

 
Uzundere vadisine inmeden önce; karşıda pervaneler ve Akdağ...

 
Küçük ama güzeldiler. Doğanın peyzajı... 

“Bu nedenle kopanisti peyniri bir ustalık ister. Yapanın, lorun hazırlanışından, yoğruluşundan, mayalanışına kadar işi bilerek yapması lazım…

Lor iyice pişirilip bir tepsi veya leğen içinde her gün; günde bir veya birkaç kez ezerek yoğrulması lazım. Birkaç kez olursa çabuk olur. Belli bir sıcaklık gerekir. Çabuk oldurmak için bir örtü altına konur. Sıcak yerde daha çabuk olur. Yoğrulan peynirin ortası çukur yapılır. Buraya biriken su alınıp atılır. Atılmazsa peyniri kokutur. Eğer kokuşursa hayvanlara atsan bile yüzüne bakan olmaz. Olan peynir yavaş yavaş kabarır ve üzeri yarılmaya başlar. Kendine has bir kokusu ve tadı olur. Bu zaman yeteri kadar tuz atılıp tekrar yoğrulur. Tuzu normal hale gelince tuz atılmaz. Eğer sıcak tutulmazsa peynirin olması uzar. Biraz bekleyince peynirin rengi azıcık saman rengine döner.”(3)

Yazarın anlatımına göre Çeşme ve Sakız’ın tektekçileri için kopanisti peyniri aynı zamanda iyi bir mezedir de.

İris Gölü'nün önünde lavantalar ya da halk arasında bilinen ismiyle karabaş otları 

Kara Reis Çiftliği sırtlarında gelinciğin güzelliği

 
Deveci Kavağı Mevkii'nde yaşlı meşelerden biri

 
Deveci Kavağı; mekana adını veren ulu çınar

Keçi yetiştiriciliği bölgenin en önemli geçim kaynaklarından biri. Tarih boyunca bu yarımadanın topografyasına ve bitki örtüsüne en uygun uğraş olarak keçi çobanlığı hep öne çıkmış bu topraklarda. Kopanisti peyniri de yörede normalden daha fazla pişirilmiş keçi lorundan yapılıyormuş zaten. Sıraca diye adlandırılan; bir su kaynağı ve çeşmenin bulunduğu, asırlık çınar ya da meşelerle kaplı bu yaylaklar, Karaburun yarımadasında; yazın sıcak ve kavurucu günlerinde keçi sürüleri için birer konfor alanına dönüşmüş. Yaylaköy yakınlarında bugün bizim de uğradığımız ve köylüler tarafından Konak Kavağı ve Deveci Kavağı diye adlandırılan pastoral mekânlar da keçi sürüleri için aynı işlevi görmekte.

 Konak Kavağı Mevkii; ortasında mekana adını veren ulu çınar

 
Konak Kavağı'ndan Uzundere vadisinin derinliklerine doğru bakış

Kadim Yörük kültürünün önemli bir unsuru olan keçi yetiştiriciliği Karaburun’da her yıl geleneksel keçi kırkım şenlikleriyle öne çıkarılıyor. Genellikle Haziran ayının başında Anadolu’nun yerli türü olan kıl keçilerini yaz sıcaklarına hazırlamak amacıyla imece usulüyle yapılan keçi kırkımları, Yaylaköy yakınlarında Kavaklıkuyu diye adlandırılan mevkide bir şenlik havasında gerçekleştiriliyor.

 Karaburun yarımadasının vazgeçilmezi; kıl keçisi sürüleri
(Kaynak: http://www.haber7.com/izmir/1984827-karaburun-kirkim-senligi)

 
Deveci Kavağı'nda yere diz çökmüş gibi meşe ağaçları 


Yürüyüş Rotası
(Google Earth'de çizilmiştir. Çizen:MYC)

Yürüyüşün Hikâyesi

İris Gölü yönünden girdik Kara Reis Çiftliği’ne… Bu yılki yoğun yağışlar nedeniyle gölde geçmiş yıllara göre su seviyesi oldukça iyiydi. Gölden yükselen kurbağa sesleri, sabah vakti İris Gölü’nün sazlıkları arasına sinmiş bir orkestranın habercisi gibiydiler. Sabah vakti İris’in güzelliği, çarpmıştı bizi. Karabaş otları, sarı renkli katırtırnakları, sakız çalıları derken epey oyalandık yanlarında. Ama Yaylaköy için hareket zamanıydı. Kuzeyden esen hafif bir esintinin peşinde, yönümüzü Kara Reis ve Yaylaköy’e doğru çevirdik.

 
Kara Reis'e doğru İris Gölü; bu yılki yağışlar onu da oldukça beslemiş görünüyor. 

 
Kara Reis Çiftliği
 
 
GES için maki örtüsü sıyrılmış bir sırt; Kara Reis önleri...

Kara Reis girişindeki manzara terası çitlerle kapatılmıştı. Anladık ki burası bir GES inşaatı için şantiye olarak kullanılacaktı. Artık bu terastan uzun bir süre denize bakamayacaktık; yazık. Biri gelmiş, tel çitlerle terası hemen çevirivermişti. Yolun karşısındaki sırt ise, makiliklerden kurtarılmıştı çok şükür(!). Çırılçıplak sırt, yüzyıllardan beridir sırtına vurulmuş onca yükten kurtulmuş olmanın dayanılmaz hafifliğiyle rahata ermişti sonunda. Çıplak sırta mutluluklar dileyerek Meli’nin yüzyıllık gölgesi altından sessizce ilerledik ve binbir virajla dağı saran Yaylaköy yoluna doğru tırmanmaya başladık.

 İris Gölü; panoromik görüntü

 
Kara Reis açıklarında adalar
(Fotoğraf: MYC)

Uzundere vadisinde; heyelanlı sırt; en arkada pervaneler... 
(Fotoğraf: MYC) 

Yol boyunca kaç hafriyat kamyonuyla karşılaştık hatırlamıyorum doğrusu; o kadar çoktular ve o kadar tekinsiz sürüyorlardı ki dev kamyonları; aklımıza Steven Spielberg’in şiddet dozu oldukça yüksek bir yol filmi olan sinemadaki ilk filmi Duel ya da Bela geldi. Film boyunca sürücüsü karanlıkta saklı ve belirsiz; oldukça yıpranmış, köhne ama bir o kadar da saldırgan koskoca bir tanker, önündeki orta direk bir Amerikalının kullandığı otomobili öldüresiye takip etmekteydi. Bu “iktidar” sorununu da ortaya çıkaran öylesine öldüresiye bir takipti ki; sonunda türlü çatışmalı manevralardan sonra bu karanlık ve sürücüsü görünmez TIR, bir dizi metaforu da beraberinde sürükleyerek bir uçurumdan aşağıya doğru otomobille birlikte yuvarlanmıştı. Ama otomobilin sürücüsü orta direk Amerikalı ise, arabasını feda ederek bir şekilde kendi “iktidar” sorununu çözmüş ve hayatta kalmayı başarmıştı. Acaba böyle mi olacaktı?

  
Kara Reis arkasındaki koylardan biri
(Haziran 2008)

 
 Yaylaköy'ün evleri
(Ağustos 2008)
 
Yaylaköy Camisi ve arkada Akdağ
(Ağustos 2008)

Solumuzda Kara Reis’in koylarını, Eğri Liman’ı ve balık çiftliklerine giden sapakları geride bırakarak Yaylaköy levhasından her iki yanı kızılçamlarla kaplı bir tali asfalt yola saptık. Hafriyat kamyonlarının ardı arkası kesilmeyen salvolarına karşı cansiperane direnişimiz, Yaylaköy yakınlarına dek sürdü. Bir vadi koyağına sinmiş bu kadim köyün evlerini karşıdan görür görmez içimiz aydınlandı birden. Kurtulmuştuk; üstümüze doğru galebe çalan pervasız hafriyat kamyonlarından.

 
Yaylaköy sokakları

 
Yaylaköy; çınar altı, yürüyüşün öncesi köye merhaba...

  
Yaylaköy'den Uzundere vadisine doğru...

Bir vadinin yamacına asılı gibi duran üst üste dizili evlerinin hangisinde hayat vardı acaba? Asırlık bir çınar ağacının karşısındaki 200 yıllık çeşmenin yanına vardığımızda çeşmenin teknesine oluktan boşalan bilek kalınlığındaki buz gibi suyun sesinden gayri çıt çıkmıyordu etrafta. Arabayı çınarın dibindeki uygun bir yere bıraktıktan sonra köyün yukarılarına doğru tırmanan kilit taşı döşeli bir sokağı takip ederek kimi yıkık dökük evlerin arasından yürümeye başladık.

 
Yaylaköy'de bahar; arkada köyün camisi...

 
Yaylaköy'ün terk edilmiş evlerinden biri

 
Yaylaköy'ün yokuşa vurgun sokakları ; aşağıda çınaraltı...

Evlerin hemen hemen hepsi kapalıydı. Bir kısmı da harap… Ahşap ve taş malzemenin birlikte kullanıldığı evlerin bazıları terk edilmiş ve zamanın tahribatına dayanamayarak içine doğru çökmüştü her şey. Köyün üst düzleminden geçen asfalt yolu aşarak, bir süre yürüyüş grupları için işaretlenmiş bir rotayı takip ettik. Toprak suya doymuştu. Yer yer karasulukların içinden geçtik. Ağılların yanından ilerleyen bir patika, sonunda bizi; köyü kuzeyden çeviren rüzgâr güllerinin arkasındaki Uzundere vadisinin başlangıcındaki düzlüklere taşıdı. Meşeler, ahlatlar ve çınarlarla kaplı bir dünyaydı eşiğine geldiğimiz.

 
Arkamızda Yaylaköy; önümüzde Uzundere...

 
Direngen ahlat ağaçları

 
Gezginler, bir anıt ahlat ağacının altında...
(Fotoğraf: MYC) 

Bugün bu vadinin üst kotlarında yürürken, çok sayıda dereciği aştık; belki 10-12 civarındaydı üzerinden geçtiğimiz dere ya da sel yatağı sayısı. Ama hepsinde su vardı ve bunların hepsi, aşağıda önü göletin bendi ile kesilmiş Uzundere’yi beslemekteydi. Çiçekten yaprağa geçiş yapmakta olan ahlatların bu sekideki görünümleri gerçekten çok güzeldi. Tabanda hâkim bitki örtüsü ise, gevenler ve pırnar meşelerinden oluşan çalılıklardı. Gevenler henüz uyanmamıştı daha. Sezonun son temsilcileri kırmızı ve lila rengi anemonlar, İzmir papatyaları, ak yıldızlar, sapsarı su düğün çiçekleri ise yürürken bize yer yer göz kırptılar çalılıkların arasından.

 
Pırnar çalılarından koloniler, alabildiğine taş ve bir ahlat ağacı; Uzundere'ye inerken...

 
Her yanımız pırnarlarla kaplıydı.

 
Zaman zaman pırnar meşelerinden ve kesmiklerden oluşan sık makiliklerden geçtik. 

İki yaşlı kızılçamın arasından Uzundere vadisinin aşağılarına ve denize doğru baktık.

 
Az sonra vadinin karşı yakasından bu kez heyelanla aşınmış ve aşağılara doğru kaymış bu sırta baktık. Oysaki biraz önce oradaydık.

Yürüyüş sırasında zaman zaman kızılçamlar içinde geçtik. Hafriyat kamyonlarının vadinin aşağılarında bıraktığı izler hala durmaktaydı. Bunlar gölet çalışmasından kalma izler olmalıydı. Arkadan güneyimizi çeviren rüzgâr güllerinin kocaman gövdeleri vadinin aşağılarına doğru indikçe görüş açımızdan kayboldu gitti. Yalnız kuşların ötüşü ve bizim ayak seslerimiz vardı yoldaşlık eden. Kızılçamlarla kaplı bir sırttan yürüyerek bir uçurumun kıyısına geldik. Buradan aşağılara doğru; yakınlarda bir heyelan olmuştu. Ama iki dev kızılçamın arasından Uzundere vadisinin görünümü gerçekten benzersizdi. Fotoğrafladık. Bu sırtın önünden inmemiz imkânsızdı. Heyelan bütün topografyayı bozmuştu. Batı yönündeki; eğimi daha makul olan taraftan bir başka dere yatağına doğru indik.

 
İzmir papatyaları

 
Bu da yakından...

 
Çiğdem ile nergiz arası; soğanlı beyaz çiçekler

 
Son anemonlar

 
Bu da kırmızı anemon... 

 
Su düğün çiçekleri

 
Ak yıldızlar

Pırnar çalılarının tazecik yeni sürgünleri kahverengi yapraklarıyla uzaktan ne kadar göz alıcıydılar. Kimisi ise o kadar sık ve güçlü koloniler oluşturmuşlardı ki; uzaktan bakınca küçük birer kale görünümünü andırıyorlardı. İhtimaldi ki; içlerinde kim bilir hangi canlılara ev sahipliği yapmaktaydılar? Koskoca bir hayat vardı karşımızda. Destansı ama alabildiğine de basit…

 
Sırtlarda öbek öbek pırnar çalıları

 
ve gevenler; sabırlı ve toprağa tırnaklarını geçirmiş o muhteşem gevenler...

 
Pırnar çalılarından oluşan bu koloninin içinde koskoca hayatlar saklıydı. Bir kale gibiydi çalılar; hayatı savunan...

Sık çalıların arasından süzülerek bir başka dere yatağını geçtik ve öğle yemeğimizi yemek üzere önümüzdeki düzlüğe yayıldık. Pikniğe gitmiş öğrenciler gibiydik; yemyeşil çayırların ortasında. Yanımızda akan derenin şırıltısı, biraz üstümüzde rüzgâr güllerinin vınlayan pervanelerinin sesleri ve karşımızda rüzgârlı Mimas’ın üstünde birikmiş bir pamuk yığını kıvamında beyaz bulutlar… 

 
Sık çalıların arasından süzülerek bu dere yatağını geçtik. 
  
Yemeğimizi yerken karşımızdaki manzaralardan biri bu gevenlerle kaplı sırttı. Bir de ahlatlar vardı.

Ahlatın gölgesinde; öğlen yemeği molası...

 
Gezginler, yemek molasında...
Akdağ'a karşı bir sekide öğle yemeği manzarası; önümüzde pervaneler...

Yemek sonrası vadiyi enlemesine; batıya doğru kat ederek geniş bir yay çizdik ve Yaylaköy’ün sıracaları diyebileceğimiz yaylaklarına doğru yürüdük. İlk ulaştığımız köyde Deveci Kavağı diye bilinen, gürül gürül akan bir çeşmenin ve sert rüzgârlarla eğilip bükülerek şekilden şekle girmiş asırlık meşeler ve çınar ağaçlarının bulunduğu bir açık ağıldı. Yazın buralarda keçi sürüleri yaylağa çıkarılıyor olmalıydı. Dev meşe ağaçlarının benzersiz şekilleri gerçeküstü resimleri andırıyordu. Eğilip bükülmüş, toprağa batmış; yeniden can bulmuş, bir başka yerden yeniden fışkırmış, gövde olmuş, boy atmış büyümüş de büyümüştü. İnanılmaz ağaçlardı meşeler. Hem dirençli, hem de uzun ömürlü kadim ağaçlar… Söylencelere göre; İlkçağ’da kâhinler, rüzgârda meşe yapraklarının çıkardığı seslerden esinlenerek kehanetlerde bulunurlarmış. Galyalılar ve Romalılar da meşeye özel bir kutsiyet atfetmişler. Özellikle Anadolu’nun içlerinde dağlarda dolaşırken çoğu kez görmüşüzdür; Anadolu insanı meşe ağacına bir dilek ağacı işlevi de yüklemiştir.

 
Deveci Kavağı Mevkii'nde şekilden şekile girmiş meşe gövdeleri

 
Benzersiz meşeler

  
Meşelerin peşinde; ölmüş gibi, ama ölmemiş...

 
Deveci Kavağı; yani bir ulu çınar...

 
Deveci Kavağı hayratı; 1974 yılında yapılmış.

Taban suyunun zenginliği ile büyüyüp gelişmiş ve çevresine yaydığı geniş gölgesiyle, sıcak yaz günlerinde burayı bir konfor alanına çeviren çınar ağacının (Deveci Kavağı) güzelliği ise bir başkaydı. Her ne kadar henüz yapraklanmamış da olsa, onun dallarında hayat uyanmaya başlamıştı usul usul. O sırada bir karayılan kaydı gitti önümüzden. Kış uykusunun sersemliği üzerindeydi hala. Çalılara doğru yavaşça ilerledi ve kayboldu gitti gözümüzün önünden. Ağaçların bulunduğu düzlemden biraz yukarıdaki çeşmeden gürül gürül akan sudan bir yudum içtim. Çeşmenin kitabesinde 1974 yılında yapıldığı bilgisini okuduk.

  
Bir karayılan kaydı gitti önümüzden.

 Konak Kavağı

Konak Kavağı çeşmesi; Mahmut Özçoban hayratı

Konak Kavağı Mevkii'nde ağıllar

Deveci Kavağı’ndan biraz ileride bir başka yaylak daha vardı. Köylüler buraya Konak Kavağı ismini vermişlerdi. Burada da Mahmut Özçoban (1923-1988) adına yaptırılmış bir başka hayrat çeşmesi vardı. Diğeri kadar gür olmasa da, bu çeşmenin de suyu akmaktaydı. Alanın ortasında görkemli çınar ağacı (Denizli, Ödemiş, Tire gibi bazı yörelerde çınara kavak ismi de veriliyor; buralarda da kavak o anlamda kullanılmış) Uzundere vadisinin başını tutmuş bir nöbetçi gibi yüzlerce yıldır dimdik ayaktaydı. Konak Kavağı’nın hemen arkasında; rüzgâr güllerinin altındaki bir sırtta peri bacalarına benzer rüzgârın aşındırdığı oluşumlar dikkatimizi çekti. Gerçi henüz olgunlaşmış değillerdi. Ama yine de giderek çevreden farklılaşan bir dokuya sahiptiler. Buna benzer oluşumlara kıyıya paralel giden yol üzerindeki Sazak yakınlarındaki bir vadide de rastlamıştık.

 
Yaylaköy yakınlarındaki oluşum halindeki peri bacalarına benzeyen yüzey şekilleri

Bu sırtın kıyısından bir üst düzleme tırmanarak köye doğru yürüdük. Buradan itibaren aşağı yukarı geldiğimiz rotayı izledik. Ağıllar arasından ilerleyerek, bir süre sonra Yaylaköy’ün yaslandığı sırta ulaştık. Köyün ilk evlerinden başlayarak aşağıya doğru inen daracık sokaklardan birine girerek arabamızı bıraktığımız Yaylaköy Çeşmesi’nin yanına kadar yürüdük. Köyün yıkık dökük evleri arasından geçerken birkaç yaşlıdan başka kimsecikle karşılaşmadık yine. Hayatın durduğu mekânlardan birine dönüşmüştü Yaylaköy de; Batı Anadolu’daki diğer birçok köydeki karşılaştığımız manzara gibi. Artık köylerimiz 24 saat ve dört mevsim yaşanılan yerler olmaktan çıkmıştı ne yazık ki. Önümüzde dağ gibi bir sorun vardı artık; bir zamanlar ülke nüfusunun % 80’inin yaşadığı köylerde şimdilerde nüfusun ancak % 20’si yaşamaktaydı. Peki; ama nüfusun bu % 20’si, nasıl olup da şehirlerde ve kasabalarda yaşayan ülke nüfusunun % 80’inin karnını doyuracaktı? Hani bir zamanlar bir başbakanımızın durmaksızın övünerek söylediği bir sözü vardı; “Türkiye, dünyanın kendi kendisine yeten 7 ülkesinden biridir” diye. Artık o günler çok gerilerde kalmıştı. Ne olmuş ve nasıl olmuşsa; artık bu ülke kendi kendisine yetemez hale gelmiş ve sadece merde değil, ama namerde de el avuç açar bir duruma düşürülmüştü. Tarım çökmüş, hayvancılık tükenmiş; buğdaydan mercimeğe, soğandan patatese; canlı hayvandan karkas ete kadar her şey yurtdışından döviz ödenerek alınır hale gelmişti. İşte büyük problem buradaydı; bu halk şimdi nasıl doyacaktı? Kafamızdaki bu can sıkıcı sorularla Yaylaköy’den ayrıldık. Acaba ne yapmalıydık?

Gezginler, Deveci Kavağı Mevkii'nde...

Yaylaköy'de ebegümeci çiçekleri 

Arkamızda bıraktığımız hafriyat kamyonlarının tozu dumanı, sırtları ele geçirmiş vınlayıp duran rüzgâr pervaneleri, ağıllarda analarını bekleyen oğlakların ve kuzuların insanın içini parçalayan melemeleri arasında; Akdağ’ın eteklerini yalayarak giden virajlı bir yolu takip ederek Karaburun’un tepesine iniverdik. Yanımızdaki öğlen yemeğinden kalan yarım somun ekmeği, Manastır Mevkii’nde yolda karşılaştığımız kocaman çoban köpeklerine verdik. O canavar gibi köpeklerin kuyruk sallamaları ne garipti? Korkunç ve garip… Aş için, ekmek için…

 
Karaburun yarımadasının önemli noktaları; kasaba merkezindeki haritadan...

 
Karaburun ilçe merkezinden kıyıya bakış
(Fotoğraf: MYC) 

Güzel bir bahar gününde sabahın erken saatlerinden beri Karaburun yarımadasının büyük bir bölümünü dolaşmış, yarımadanın içerlerinde yer alan Yaylaköy’den başlayarak Bozköy’e doğru uzanan Uzundere vadisinin yukarılarında; yaklaşık 10 km kadar yürümüştük. Doğada geçirdiğimiz zaman; yol boyunca gördüğümüz her şey bizi yeniden düşünmeye sevk etmişti. İnsanı ve içinde yaşadığı âlemi anlamaktan aciz hallerini…

 
Gezginler, Konak Kavağı gölgesinde...

Usta yüzyılların ötesinden bugünlere şöyle seslenmiş; demişti ki bilgece:

“Kim görmüş o cenneti, cehennemi?
Kim gitmiş de getirmiş haberini?
Kimselerin bilmediği bir dünya
Özlenmeye, korkulmaya değer mi?(4)

Bulut geldi; lalede bir renk bir renk
Şimdi kızıl şarap içmemiz gerek.
Şu seyrettiğin yeşillikler
Yarın senin toprağında bitecek.(5)


Ömer Hayyam

Karaburun’un tepesine indiğimizde akşam çökmek üzereydi. Nergis Kafe’de birkaç kişi ve önümüzde masmavi bir denizden başka bir şey yoktu sanki. Sadece önümüzdeki masmavi sonsuzluklar…

 
Nergis Kafe'den maviliklere doğru...
(Fotoğraf: MYC)

Dipnotlar:
(1)     Karareis vadileri hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2015/05/kara-reis-vadileri.html
(3)    Kopanisti peyniri hakkında; Yıldırım Aytaç, Karaburun’un Ak Çocukları; Mayıs-2009, İzmir; sayfa: 35-55-106
(4)    Ömer Hayyam, Dörtlükler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çeviren: Sabahattin Eyüpoğlu, 12.Baskı, Ocak-2010, İstanbul; sayfa: 77
(5)    Ömer Hayyam, a.g.e.; sayfa: 55
(6)    Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.


Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC