Sayfalar

14 Mart 2022 Pazartesi

“MENDERES KULELERİ”

 EGELİ BİLGE'Yİ YENİDEN HATIRLARKEN... 
13 Mart 2022
İbrahim Fidanoğlu
 
Şükrü Tül'ün ardından...
 
2003 yılının başlarıydı. 13 Ocak 2003… Ebrulitur ile Ege coğrafyasına doğru açıldığımız bir sürecin en başındaydık. Bir arkadaşım önermişti; geziyi duyuran broşürü ulaştırmıştı bir şekilde.  Geziye verilen isim oldukça ilginçti; “Menderes’in Kuleleri”… O güne kadar alışık olmadığımız bir gezi tanımlaması idi ve ismin arkasındaki saklı bir dünyaya işaret eder gibiydi sanki. Bu fırsat kaçmazdı. Bir Pazar sabahı bizim için ilk, deneyimli Ebruli gezginleri için ise alışık oldukları sıradan bir geziye başlar gibiydik. Ama bizim için esas sürpriz Ebruli gezilerinin vazgeçilmez unsuru, gezdikçe yeniden anlayıp sindirdiğimiz Ebruli’nin unutulmaz siması; dev gibi görünüşlü ve kendinden emin bir adamın, elinde geziye dair dokümanlarını taşıdığı "heybesi"yle birlikte otobüsün ön koltuğuna ilişivermesiydi. 
 
Şükrü Hoca; uzaklara doğru...
 (Ebruli Arşivi)
 
Bodrum'da Leleglerin peşinde...
(Kaynak: Ahmet Boratav)
 
İzmir’den Aydın’a doğru seyrederken, otobüs içinde arka sıralarda bir yerdeydik. En ön sıradaki sağ koltukta oturan ve turun rehberi olduğunu düşündüğümüz bu kişi, elindeki mikrofondan Osmanlı Dönemi’nde Ayanlar ve Eşkiyalar üzerine bir sunuma başladı. Son derece etkileyici bir ses tonuyla ve bütünleşik bir yaklaşım içinde devam eden anlatımı, bizi son derece etkilemişti. Anlatıcı; birçok kaynağı referans vererek, tarihsel planda ekonomik ve sosyal açıdan da konuyu derinliğine önümüze sermişti. Sanki kendimi bir üniversite anfisinde ders dinleyen bir öğrenci gibi hissetmiştim o an. Sıkıcı değildi; sürükleyiciydi. Konuşmanın akıcılığı, bizi geçmişin girdapları içinde bir yolculuğa çıkarmıştı sanki. Kanal Ege’deki Ege Gezisi belgeselinden hatırladığımız o ses, şimdi yanı başımızdaydı. Şükrü Tül’ü önce sesiyle tanımıştık orada. 
 
Yamanlar-Sancaklı Kale'de Aydın Lisesi'nden iki arkadaş; Şükrü Tül ve Cengiz Yavuz yan yana; şimdi her ikisi de sonsuzluk yolculuğunda...
(Ocak 2011)

Girit'te; Kandiya'da Martinego Burcu'nda akşama doğru; Nikos Kazancakis'in mezarı başında...
(Ekim 2012)
 
Retoriği, derin bilgisi, disiplinler arası etkileşimli değerlendirme ve anlatım yeteneği ile göz kamaştıran bu bilge insan ile yıllarca Ege’nin iki yakasında gezme, onun aydınlık dünyasından yararlanma olanağı bulduk; ne mutlu bize. 2015 yılında yine bir gezi sırasında; biz Ürdün’de Petra’da dolaşırken onun zamansız ve bizi derin hüzünlere sürükleyen ölüm haberini aldık. Adam gibi adam; kimseye minnet etmeyen, doğru bildiğini yapan ve söyleyen bu mağrur adam ansızın göçüp gitti aramızdan. Şimdi geriye dönüp baktığımızda koskoca 7 yıl geçmiş ölümünün üstünden. Her gezdiğimiz yerde, beraber dolaştığımız her ören yerinde, tırmandığımız her dağ başında, biz yeniden gezerken; sesi yankılanıyor sanki kulaklarımızda. Unutmak ne mümkün Şükrü Hocamızı, kah Girit’te Kandiya’da bir akşam vakti Martinego Burcu’nda Nikos Kazancakis’in mezarı başında El Greco'ya Mektuplar’dan bir “tirad” okurken, ya da Patras’da bitirme tezinin heyecanı içindeki bir delikanlı gibi; üniversitede o günlerde yeni geçtiği Müzecilik bölümündeki çalışmalarına ışık tutacağı düşüncesiyle Patras Müzesi’nin modern bir anlayışla yapılmış yeni binasını fotoğraflarken, ya da Yenipazar’daki pideci Mehmet Sümer’in benzersiz lezzetteki pidelerine girizgah yaptığı girişteki ikramları Mehmet Sümer’in elinden mideye indirirken sahip olduğu yaşama iştahıyla ve daha niceleriyle... Bunların hepsi birer andır belki şimdi; ama hepsi yaşanmıştır ve tanıklığımızdır. 
 
Arkeolog Şükrü Tül bir dönem kazılarına da katıldığı Aigai'de Ebruli dostlarıyla birlikte; en arkada emekli ören yeri bekçisi Köseler köyünden Ahmet Altınay ve diğerleri Şükrü Hoca'yı dikkatle dinliyor.  
(Kasım 2008)
 
Şükrü Hoca ve Ebruli tetkik heyeti, Kolophon'da saha tetkikinde...
(Şubat 2007)
 
Şükrü Hoca, bilim adamı kimliği, esas alanı olan arkeoloji dışındaki diğer bilimsel ve sanatsal disiplinlerle kurabildiği mükemmel etkileşim sayesinde; topluma ve çevresindekilere sentezleyerek hazırlayıp sunduğu yaşam bilgisini aynı zamanda kendi yaşamına aktarabilme çabasında olan bir yaşam kalitesi ustasıydı. Bu elbette kolay bir şey değildi ve zaman zaman insana acı verecek ölçüde direnmeyi gerektiriyordu. Öyle de oldu. 
 
Ege'nin bilgesi; Arkeolog Şükrü Tül
(Ebruli Arşivi)

Çine-Gerga'da anı fotoğraflarken...
(Aralık 2006)

Şükrü Hoca, 2005 yılında şehir planı üzerinde Miletos'u anlatıyor.
(Ekim 2005)
 
Seminerlerinde sıkça değindiği İlkçağ filozoflarından Kymeli Hesiodos’un İşler ve Günler adlı manzum eserinde dediği gibi: 
 
“İnsanlar kötülüğe yığınla akın eder; ona kolayca ulaşırlar, yolu düzdür, yeri yakındır; ama iyiliğin önüne tanrılar alın terini koymuşlardır, ona varan yol uzun ve diktir.” 
 
Arkeolojiyi; İzmir çukurunda belli bir kitleye sevdiren, bu anlamda İzmir’de önemli bir misyonu hayata geçirebilme başarısını gösteren nadir insanlardandı. En azından bizler, onun gezgin öğrencileri olarak arkeolojiyi onun sayesinde sevdik; bilgilendik. Birçok ören yerini onun anlatımıyla tanıma ve farkına varma fırsatını elde ettik. Bence bu bile birçok bilim adamının isteyip de başaramadığı bir şeydir diye düşünüyorum. 
 
Bergama Çamavlu'da çoban heykeltraş Mustafa Yılmaz ile birlikte...
(Eylül 2008)
 
Şükrü Tül, Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa'nın Yanya'da Pamvotis Gölü'nün ortasındaki adada yer alan yazlık sarayının avlusunda...
(Eylül 2012)
 
Arkeolog Şükrü Tül; Aigai'de nekropol alanında "o" ağacın altında...
(Ekim 2010)

 
Yıl: 1975... Zeybeklik ruhu taşkın halde; arkadaşları Yaşar Uğur'un Foto Aslı isimli stüdyosunda çekilmiş bu fotoğraf. Bu bilgiyi "Şükrü Tül Anısına" isimli Facebook sayfasında aktaran ise kadim dostu Ege Yayınları'nın sahibi Arkeolog yayıncı Ahmet Boratav...
(Kaynak: Ahmet Boratav)
 
Ölümünün üzerinden geçen 7 yılın ardından bu değerli insanı; sevgiyle ve özlemle anıyorum. Seni unutmadık, unutmayacağız sevgili hocam. 
 
Bu vesile ile onunla ilk gezme serüvenlerine başladığımız Menderes Kuleleri gezisini anlatarak bir selam göndereyim istedim bu kez ona. Selam olsun Şükrü Tül’e; selam olsun Aidiniko’ya; zeybek ruhlu Aydınlı bilge adama… 
 
Arpaz Ağaları'nın Rodoslu duvarcı ustalarına yaptırdığı Arpaz Kulesi ve yanındaki Arpaz Konağı
(Nisan 2007)
 
Arpaz Kulesi
(Nisan 2007)
 
Menderes'in Kuleleri
 
Osmanlı Dönemi’nde özellikle 18.yy.dan itibaren bölgede ticari kapitalizmin gelişmesi sonucunda zenginleşen toprak ağalarının giderek yerel bir otoriteye dönüştüğünü görüyoruz. Zayıflayan Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesinin bazı unsurlarını taşrada öne çıkan bu güç odaklarına dağıttığı söylenebilir. Asker ve vergi toplamak, bölgede asayişi sağlamak gibi devletin bazı yerel görevleri, ayan diye adlandırılan bir tür derebeyi bozması bu yerel güçlere devredilmiş. Bu da zamanla, yoksul halkın; ayanların baskı ve yıldırmalarına karşı zeybeklik kurumuyla direnişine yol açmış. İşte bundan sonraki hikâyeler; ayanlar, onların zenginliklerini koruma amaçlı inşa edilmiş ayan kuleleri ve onlara karşı isyan eden zeybeklerin hikâyelerine dairdir.
 
Ebruli gezginleri Arpaz'da...
(Ebruli Arşivi)
 
 
19.yy.da Batı Anadolu’da Ayanlar ve Zeybekler
 
Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi feodal bir devlet yapısına sahip olduğu tarihi bir gerçektir. 18. ve 19. yy.larda giderek zayıflayan ve güçten düşen merkezi otorite; birçok yürütme görevini yerel güç odaklarına terk ederek devlet yönetimini bir anlamda bu yerel derebeyleri aracılığıyla sürdürmeye çalışmıştır. Ayan adı verilen bu yerel otoriteler, genellikle tarım ve ticaret ile bölgede zenginleşen ailelere mensuptu. Yaygın olarak Balkanlar ve Ege’de ortaya çıkan bu müessese, bir açıklamaya göre; Batı Avrupa’da hububata karşı oluşan talep artışı ile güçlenmiş; Batı Anadolu’dan Batı Avrupa’ya yapılan hububat ihracatının artmasına ve yerel zenginlerin güçlenmesine yol açmıştır. Ayanlar; temel olarak; vergi, asker ve zahire toplamak ve bölgedeki asayişi sağlamak gibi fonksiyonlara sahiptiler. Ülkede giderek artan yoksulluk ve yerel derebeylerin zulmü altında ezilen yoksul köylüler, kurtuluşu dağlara çıkarak eşkıyalık yapmakta buldular. Batı Ege’de; Büyük Menderes ırmağının ve kollarının iki yakasında yer alan yerleşim alanları ayanların ve dağlara çıkarak eşkıyalık yapan zeybeklerin mücadele ve çatışma alanı haline gelen ilginç bir yöredir. Bu topografyada bir yandan Koçarlı’nın sırtını dayadığı Beşparmak Dağları, Büyük Menderes’in güney yakasında kalan ve Çine’ye doğru uzanan Madran Dağı, Büyük Menderes’in kuzey yakasında ise ırmak boyunca uzanan; Aydın ve Nazilli yöresini Ödemiş ve Tire’den ayıran Aydın Dağları, Arpaz’ın sırtını dayadığı Karıncalı Dağ yer almaktadır. 
 
Kıyafetleri ve donanımlarıyla ilk bakışta yüreklere korku salan zeybekler, Batı Anadolu'da 18.yy.dan itibaren bozulan ekonomik yapının ve sosyal dokunun içinde filizlendiler.  
 
“Eşkıyalık, toplumsal açıdan, kabile ve akrabalık düzeninin evrimsel aşaması ile modern kapitalist ve sanayi toplumu arasında bulunan, ancak dağılmakta olan akrabalık toplumu ve kapitalist tarıma geçiş aşamalarını da içeren tüm toplum tiplerinde görülür. Eşkıyaların içinden çıktığı toplum ise, geçimini tarımdan sağlayan köy ekonomisi içinde bulunmaktadır. Modern tarımın uygulanmadığı ve “prekapitalist” ekonomik ilişkilerin yaşandığı, tarıma dayalı ve çoğunlukla köylülerden ve topraksız işçilerden oluşan toplumlarda eşkıyalık evrensel olarak vardır. Toprak beyleri, şehirliler, vergi toplayıcıları, tefeciler gibi konumdakiler, köylü ve işçiler üzerinde baskı kurar, onları yönetir ve kullanır. Ayrıca, eşkıyalığın en önemli kaynağını, bütün yetişkinlerine iş verecek kadar zengin olmayan kırsal kesim ekonomisi ve kırsal çevre diğer bir deyişle kırsal kesim nüfusundaki fazlalık oluşturur. İşte bu kır ekonomileri ile dağlık ve verimsiz toprağa sahip bölgeler bu türden sürekli bir nüfus fazlası yaratırlar.”(1) 
 
1902 tarihini taşıyan bir karpostalda anlatılan; zeybeklerin savaşa hazırlık talimleri...
 
Zeybekler, tüm donanımlarını kuşanmış halleriyle bir fotoğraf karesine sığdırmışlar o anı.

Sabri Yetkin, Batı Anadolu’da 19.yy.da eşkıyalığın ivme kazanmasını aşağıdaki tarihsel ve sosyal koşullarla açıklıyor: 
 
“19.yy.a gelindiğinde imparatorluk, her açıdan “en uzun yüzyılına” giriyordu. Yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti, çok önemli olaylar yaşadı. II. Mahmut’un saltanatının ilk yıllarında, Osmanlı-Rus Savaşı’nın bitmesinden sonra, 1821’de Mora İhtilali başladı. Bu ihtilal, 1830 yılına kadar sürdü. Bu arada 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırıldı. 1827’de Navarin’de Osmanlı Donanması yakıldı. 1828-1829 yıllarında Osmanlı-Rus Savaşı oldu ve hemen ardından Fransa, Cezayir’i işgal etti. Bu olaylar imparatorluğun ekonomik ve mali bünyesini sarstığı gibi, Batı Anadolu’da eşkıyalık hareketlerini oluşturan önemli nedenleri de gündeme getirdi. 
 
Aydın Dağları'nı aşan Mendegüme-Köşk geçişi; zeybeklerin 19.yy.da sıkça kullandığı bir güzergahtı.
(Ocak 2014)

Belki de aynı geçişin eski bir fotoğrafı; eşkıya takibinde zabitanlar; eski bir karpostaldan yansıyan...
 
Örneğin 1829-30 yıllarında Aydın İhtilali olarak adlandırılan hareket ortaya çıktı. Bu hareketin önderi Atçalı Kel Mehmet’in, bir anlamda kendisini sınırsız bir gücün sahibi olarak görüp mührüne ”Hademe-yi devlet, Vali-yi vilayet, Atçalı Kel Mehmet” yazısını kazıtarak devlet kurmuş gibi hareket etmeye başlaması, eşkıyalık bölgesi olan Atça ve Aydın civarında, korumasız insanları ezen, sömüren ayan ve eşrafa karşı mücadeleye girişerek adaleti sağlamaya çalışması, zenginden alıp fakire vermesi, onbinlerce insanı peşinden sürüklemesi, ölümüne inanmayan halk için tükenmeyen bir umut olması ve benzeri olgular, onun bu eyleminin “sosyal eşkıyalık” tanımına girmesini gerektirmektedir. Bu hareket, sosyal eşkıyalığın belki de ilk örneğidir.”(2) 
 
Çakıcı'nın kızanlarından ve Kurtuluş Savaşı'nın ilk döneminde Yunan işgal kuvvetleri tarafından Ödemiş cephesinde şehit edilen Fatalı Gökçen Hüseyin Efe
 
Yörük Ali Efe ve müfrezesi; 19 Haziran 1919
Aydın Cephesi
 
Mora İhtilali’nın ardından Mora ve Ege Adaları’ndan Batı Anadolu’ya yönelen Rum göçünün teşvik ettiği Rum eşkıyalığı yanında, Fransa’nın Cezayir’i işgali sonrası; İzmir’deki Cezayir Hanı’ndan o zamana dek Cezayir’e gönderilen işsiz ve topraksız gençlerin sevkiyatının durması da Ege’de insan kaynağı açısından eşkıyalığı besleyen bir başka faktör olarak değerlendirilmektedir. Benzer bir durum da 1828-1829 yıllarındaki Osmanlı-Rus Savaşı’ndan dönen gençlerin bölgedeki eşkıyalık hareketlerinde yer almasında görülür. Savaşın ardında bıraktığı ağır yük, bu insan kaynağının dağlara doğru çekilmesine ve ayanların otoritesine yönelik eylemliliğe geçişine neden olmuştur. 
 
Eski Karia yerleşimi Harpasa'dan Arpaz'a ve Arpaz Kulesi'ne bakış
(A.Aydemir; Kasım 2015)

Harpasa'dan Arpaz'a...
(A.Aydemir; Kasım 2015)
 
Ege Denizi’nden Buldan’a kadar uzanan geniş topografyada Aydın Dağları iki büyük ovayı; Büyük Menderes ve Kiraz (Kestel) yada Küçük Menderes ovalarını birbirinden ayırmaktadır. Antik dönemde verilen ismi; Mesogis iki düzlüğün (toprağın) arasındaki yer anlamına gelmektedir. Dağ ve dağlar arasında yer alan düzlüklerden oluşan bu topografya, yöre insanının toplumsal yaşamını da belirlemektedir. Bu dağlarda genelde Türkler, ovalarda ve dağ eteklerindeki kasabalarda Rumlar yerleşmiş tarih boyunca. 
 
Atça'nın girişinde yer alan Atçalı Kel Mehmet ve köpeğinin birlikte temsil edildiği heykeli
 
Atçalı Kel Mehmet ile ilgili bir sinema afişi; başrollerde Fikret Hakan ve Tijen Par...
 
Bu dağlarda; yükseklerde kestane, ceviz; alçaklarda zeytin, makilikler, incir, yabani incir bataklık bölgelerde meyankökü yetişmekteydi. Bu ekonomik değeri yüksek ürünlerin Aydın Dağları’ndan indirilip İzmir limanına götürülmesi tarih boyunca hep sorun olmuş. Bu ürünlerin develerle İzmir limanına aktarılması sırasında ortaya çıkan güvenlik probleminin çözülmesinde zeybeklerin rol üstlendiği görülmektedir. O dönemde kervan yolları üzerinde; kasabalar arasında, kervanların yorulma mesafelerinde yer alan güvenliği sağlanmış konaklama yerleri ve kahvehaneler bulunmaktaydı. Bu güvenlikli konaklama yerlerine derbent denmekteydi. İşte Batı Anadolu’da zeybeklerin sosyal hayattaki rolü tam da bu anda ortaya çıkmaktadır. Bu da Batı Anadolu’da ticari kapitalizmin gelişiminin ivme kazandığı bir döneme denk düşmektedir. 
 
Şükrü Hoca'nın rehberliğinde Ebruli gezginlerinin Tire-İncirliova kervan yolu geçişinde Kahvedağ Mevkii'nde verdikleri molada bir dinlenme anı
(Nisan 2007)
 
İncir ağaçları uyanırken; Tire-İncirliova geçişi
(Nisan 2007)
 
Şükrü Hoca; aynı güzergahta Tire'ye doğru; Köprüovası'nda eski bir kervan köprüsünün altında...
(Nisan 2007)
 
Zeybekler; 17. – 18.yy.da bu kervanların güvenliğini sağlamak adına bu ulaşım sisteminin muhafızlığını yapmaya başlıyorlar. Bu yaptıkları iş karşılığı kervan sahiplerinden aldıkları bir tür haraç, onların geçimlerini ve bu işi sürdürmelerini sağlıyor. Zeybeklerin kervanlardan aldıkları haraçlar ve bu konuda kervan sahibi tüccarların İstanbul’a yaptıkları şikâyetler, o zamanki tarihi kayıtlarda yer almaktaydı. Dağda yaşayan Yörük ve Türkmenler, zeybekleri her zaman koruyup kollamışlardı. O günlerde hayatın dayattığı böyle bir ortak yaşamdan söz edilebilir. Zaman içinde merkezi otoritenin zayıflaması ve bazı yetkilerini ayan denilen yerel otoritelere devretmesi, halkla ayanlar arasında ortaya çıkan sorunların çözümü konusunda zeybeklerin ilave bir rol üstlenmesi sonucunu doğurmuş; giderek zeybekler, bu yörede halkın ayanlara karşı hak ve hukukunu koruyup kollayan bir güç merkezi haline gelmiştir. 
 
Kırım Savaşı'na da katılan Çakıcı Efe'nin babası Çakırcalı Ahmet Efe; Ödemişli öğretmen Halil Dural'ın Sabri Yetkin tarafından yayına hazırlanan Bize de Derler Çakıcı isimli kitabında yer alan bu resimin alt yazısında şu ifade var; Halil Dural'ın resim defterinden Çakırcalı Ahmet Efe. Halil Dural'ın bu resmi kime yaptırdığı bilinmiyor. Çeşitli karakalem efe portreleri bir küçük resim defterine 6 kuruşluk damga pulları yardımıyla yapıştırılmış.
(Kaynak: Bize de Derler Çakıcı; Halil Dural, Yayına Hazırlayan: Sabri Yetkin; Tarih Vakfı Yurt Yayınları-1999; sayfa: 51)
 
Zeybeklerin ayanlara ve yeri geldikçe İstanbul Hükümeti’ne kafa tutmaları ve ayaklanmaları karşısında çaresiz kalan Saray, zeybeklere karşı 19.yy.ın son çeyreğinde silahşör ve sert yapılı Arnavut ve Çerkezleri kullanmışlardır. Zeybekleri tarihte Kırım Savaşı’na katılırken görüyoruz. Bunların içinde Çakırcalı Mehmet Efe’nin babası olan Çakırcalı Ahmet Efe de var. Zeybeklerden oluşan bir birliğin İstanbul’da ordugâhta konakladığı ve buradan Kırım’a hareket ettiği tarihi kaynaklarda belirtiliyor. Zeybeklerin hükümet otoritesine isyan ederek dağa çıkıp eşkıyalık yapmaları; zaman zaman istiman etme (devletten aman dileyip dağdan inme) ya da yüze inme diye adlandırılan fasıllarla kesilmektedir. Düze inme; zeybeklerin hükümetle anlaşarak belli bir yerde iskan edilmesi ve reji kolculuğu gibi güvenlikle ilgili bir konuda hükümet adına çalıştırılması şeklinde uzlaşılması esasına dayanmaktadır. Zeybekler ya da efelerle Yunanistan’ın Mora yarımadasında yaşayan Kleft’ler arasında bazen benzetim yapılmaktadır. Kleft’ler; Mora yarımadasında çok süslü kıyafetlerle dolaşan ve çevrelerinde gösterişli bir hayat süren kişiler olarak tanınırlardı. Ancak bunlar; hırsızlık (koyun v.b.) ve talan yaparlar, ancak renk vermezlerdi. Zeybekler ise sadece haraçla yaşarlardı. Hırsızlık yapan kişi, zeybek yada efe olamaz. Olsa olsa çalıkakıcı olarak adlandırılırdı. Zeybeklerin liderine efe; efeye bağlı diğer çete mensuplarına ise kızan denirdi. 
 
Çakıcı Efe ya da esas ismiyle Çakırcalı Mehmet Efe; İzmir Hapishanesi'nden çıktıktan sonra Konak'taki bir fotoğrafçıda kayınbiraderi Çoban Mustafa ile birlikte çektirdiği yegane fotoğrafı
 
Ayan Kuleleri 
 
Ayanlar, hem zenginliklerini saklamak, hem de eşkıya baskınına uğradıklarında kendilerini savunmak amacıyla Ortaçağ derebeylik şatolarını andıran görkemli kuleler inşa ettiler. Bunların en güzel örnekleri, bugün hala Büyük Menderes Nehri’nin kıyısı boyunca izlenebilmektedir. Koçarlı’da Cihanoğlu Kulesi, Yenipazar Donduran Köyü’nde Donduran Kulesi, Arpaz’da görkemli Arpaz Kulesi ve Akçay kıyısındaki eski adıyla İnebolu yeni adıyla Yazıkent Köyü’nde Mehmet Özbay Kulesi en bilinenleridir. 
 
Koçarlı'daki Cihanoğlu Kulesi
(Ocak 2013)
 
Arpaz Kulesi'nin alt düzleminde yer alan ve zamanında yağhane, hububat depoları v.b. amaçla kullanılan yapılardan biri
(Nisan 2007)

 
Kuleler; genellikle dikdörtgen planlı, bağımsız yapılar olup, su kaynakları boyunca denetleyici, gözetleyici yapılardır. Batı Anadolu’da günümüzde kule geleneği yüksek bağ evleri şeklinde (bağ kulesi) devam etmektedir. Kulelerin çevresinde mutlaka bir konak bulunmakta esas yaşam bu konakta sürmekte, tehlike anlarında ve düşman saldırılarında konak sakinleri ve çalışanlar bu kuleye sığınmaktadırlar. Bu yapıların yanısıra yaşam kalitesini sağlamaya dönük çeşme, hamam, havuz (su ihtiyacı için) gibi yapılarla ahır, hububat ve yağ depoları, yağhaneler ve avlu v.b. kullanım alanları da mevcut idi. 
 
Arpaz Kulesi'nin hemen yanında yer alan Arpaz Konağı; sulh zamanında ikametgah...
(Nisan 2007)
 
Arpaz Kulesi'nin seng endaz (taş atan) oluklarına bir örnek...
(Nisan 2007)

Kulelerin genellikle 1. ve 2. katları “sağır”dır, yani pencere yoktur. Üst katlarında genellikle giriş kapısı üzerinde aşağı doğru uzanan bir dikdörtgen kesitli iki ucu açık bir kanal bulunur. Buna “seng endaz” denir. Buradan kapıya yanaşan birisinin üstüne zarar vermek amacıyla, kızgın yağ, su vb. dökülebilir ya da taş atılabilir. Kulelerin giriş kapılarında makaralı sistemlerle çalışan hareketli, açılır kapanır özellikte bir kapı bulunmaktaydı. Ayanların oturduğu ve zenginliklerinin de bulunduğu bu yapılar bir düşman saldırısına uğradığında, yandaki konakta yaşayan ahali hemen kuleye kaçar, kulenin giriş kapısı bu makaralı sistem yardımıyla (derebeylik dönemine ait şatolarda olduğu gibi) kapatılır ve dışarısı ile olan bağlantı kesilirdi. Giriş kapılarının üstünde bazı Rum eşkıyalarının baskınlarından korunmak için olduğu tahmin edilen haç şeklinde kabartmalar da bulunmaktadır. Kulenin üst katlarında çepeçevre yaklaşan düşmana ateş etmek amacıyla “v” kesitli mazgal delikleri bulunmaktadır. En üst çatı katına “parapet” adı verilmekte ve gözetleme amacıyla kullanılmaktaydı. 
 
Arpaz Kulesi'nin ateş etmek için mazgal deliklerinin de yer aldığı alt katları, savunma refleksiyle  sağır olarak tasarlanmış.
(Nisan 2007)
 
Arpaz Kulesi'nin  en üst bölümünde korkuluk şeklinde çepeçevre yapıyı çeviren parapet duvarı ve köşelerde burcu andıran silindirik bloklar
(Nisan 2007)
  
Koçarlı ve Cihanoğlu Ailesi 
 
Cihanoğlu ailesi yörede yer alan önemli ailelerden birisidir. Cihanoğlu ailesi, Kanuni döneminde Kanuni’nin Rodos seferi sırasında bölgede göçer olarak faaliyette olan ve yöreye yerleşen bir aile olarak bilinmektedir. Rivayet göre; Kanuni’nin sefer öncesi doğan bu aileye mensup bir çocuğa “Cihan” adını verdiği söylenmektedir. Bu yöre bugünkü Koçarlı ilçesinin yer aldığı bölgedir. Bu bölge Büyük Menderes tarafından sulanan ve kış aylarında da sel baskınlarından en çok etkilenen çok verimli bir ovadır. Ünlü tarihçi Braudel’e göre 18.yy.da Batı Borsası’ndaki kayıtlarda; pamuk standardının, Kırkağaç/Kınık pamuğu (Manisa ve Bergama yöresinde bir başka ayan sülalesi Karaosmanoğlu ailesine ait) ve Sobuca (şimdi Büyük Menderes ovasında, Koçarlı yöresinde Bağarası yönünde bir köyün adı) pamuğu ile temsil edildiği anlaşılmaktadır. 
 
Cihanoğlu Kulesi; Koçarlı
(Mayıs 2011)

Cihanoğlu Kulesi; en üst bölümünde yer alan parapet...
(Mayıs 2011)
 
Cihanoğlu ailesinin o günlerdeki son temsilcisi Vesile Hanım Teyze'nin (şimdi o da yok) yaşadığı evin avlusunda yer alan çeşme
(Mayıs 2011)
 
Tarihi kayıtlarda Cihanoğlu ailesi ile ilgili olaylara 1775 yıllarında rastlanmaktadır. Bu tarihte yöre halkının Cihanoğlu ailesinin büyüğü Abdülaziz Efendi’yi yörede halka zulmettiği iddiası ile padişaha şikâyet ettiğine dair kayıtlara rastlanmaktadır. Abdülaziz Efendi 1782’de ölmüş ve Aydın’a banisi olduğu Cihanoğlu Camii’nin bulunduğu yere gömülmüştür. Bu cami, Cihanoğulları’na ait diğer eserlerden farklı olarak Koçarlı civarında olmayıp, Aydın’ın içindedir. 
 
Aydın'daki Cihanoğlu Camii
(Mart 2011)

Aydın Cihanoğlu Camii'nin mermer merdivenlerle ulaşılan yükseltilmiş düzlemi ve ön cephesi
(Mart 2011)

Aydın'daki Cihanoğlu Camii'nin avlusunda yer alan şadırvan
(Mart 2011)
 
Tonozlu bir Bizans yapısının yanındaki merdivenden çıkılan ve yoldan yüksekçe bir alanda yer alan camide; ortada mermer bir şadırvan, çevrede ahşap bir külliye de bulunmaktadır. Bu cami; zamanında Türkiye’ye gelen ünlü İngiliz arkeologu ve casusu Gertrude Bell tarafından da ziyaret edilmiş olup, internetteki web sitesinde bu caminin bir fotoğrafı da yer almaktadır. 
 
Aydın'daki Cihanoğlu Camii şadırvanı; 20.yy.başlarında Gertrude Bell tarafından çekilen fotoğraf...
(Gertrude Bell Arşivi)
 
Aydın Cihanoğlu Camii'nin şadırvanın 2011 yılındaki hali
(Mart 2011)

Şadırvanda yer alan mermer panolardan biri
(Mart 2011)
 
Bir diğeri...
(Mart 2011)
 
Abdülaziz Efendi Koçarlı’nın Çine çıkışından (Mezarlık çıkışı) ulaşılan Cincin köyünde yer alan Cincin Kalesi’ni payandalarla tahkim ederek burada yaşamış. Bu yapıyı yönetim merkezi yapmış. Cincin Kalesi içinde bir konak (Yandığı için şimdi yok, konakta kullanılan friz, mermer silme, kapı alınlığı v.b. yapı taşları yerlerine yapılan evlerin duvarlarında yer alıyor.) su ihtiyacını karşılamak için tüm yağmur sularının havuzun içine süzülmesini sağlayacak tarzda kenarları pahlı şekilde yapılmış ve halen sağlam halde olan bir havuz, hayvanları bağlamak ve muhtelif amaçlarla kullanılan kalenin aşağı avlusu; zeytin ve zeytinyağı depolamak amacıyla büyük bir hangar, kalenin tüm duvarlarında mazgal delikleri ile Kaleden biraz ötede arka aşağıda yer alan ve içi çok naif tarzda yapılmış Cincin Camii bulunmaktadır. Duvarlardaki resimlerde ağırlıklı olarak çevre tepelerde bol miktarda olan çam ağaçları yer alıyor. 
 
Koçarlı Cihanoğlu Camii'nin son cemaat yerinin baskısından kurtarılan şadırvanın son hali
(Mayıs 2011)
 
Koçarlı Cihanoğlu Camii'nin ahşap kündekari kapısı
(Mayıs 2011)

Cihanoğlu Konağı'nın avlusunda bir eski hatıra; arkamızda kule, konak tabii ki yok artık...
(Mayıs 2011)
 
 Abdülaziz Efendi’den sonra bir dönem kardeşi Halil Ağa ailenin idaresinde bulunmuş. Halil Ağa ölünce Koçarlı’ya Merkez Cihanoğlu Camii bahçesindeki mezarlığa gömülmüş. Abdülaziz Efendi’den sonra ailenin üyeleri arasında toprak anlaşmazlıkları ve yönetim kavgaları nedeniyle yönetim bütünlüğü kalmamış; Halil Ağa’nın oğlu İbrahim Bey Sobuca’ya çekilerek Sobuca Ayanı olarak topraklarını yönetmiştir. İbrahim Bey, halk tarafından çok sevilen, mert ve cömert biri olarak tanınmıştır. En büyük çatışmalarını Mazın Subaşısı Hüseyin Bey ile yaşamıştır. Hüseyin Bey, halk tarafından amcası Abdülaziz Efendi gibi zorba ve halka zulmeden biri olarak tanınmaktadır. Hüseyin Bey, Osmanlı – Rus Savaşı’na gidince yerine kardeşi Mehmet Bey geçmiş ve halka zulmetmiş. Halk bunun üzerine Sobuca Ayanı İbrahim Bey’den yardım istemiş ve ona dert yanmışlar. Mehmet Bey, Sobuca Ayanı İbrahim Bey’e karşı Rum eşkiyalarla birlikte Sobuca’ya baskın yapmış; en sonunda Osmanlı Devleti Mehmet Bey’i Ordu Emini yapmakta çareyi bulmuş. Mehmet Bey 1814’de ölmüş. İbrahim Bey, 1821’de Sakız isyanına katılmış, 1826’da Koçarlı’da ölmüş. 
 
Koçarlı Cihanoğlu Camii'nin şadırvanı
(Ocak 2013)

Aynı şadırvandan bir başka görünüm; Koçarlı
(Mayıs 2011)
 
Koçarlı Cihanoğlu Camii'nin haziresi
(Ocak 2013)

Koçarlı Cihanoğlu Camii; mihrap
(Aralık 2007)

Koçarlı, Cihanoğlu Camii; mermer kürsü
(Aralık 2007)
 
Koçarlı, Cihanoğlu Camii; mermer minber
(Aralık 2007)
 
Cihanoğulları’ndan Koçarlı’da kalan eserlere gelince; Koçarlı ilçe merkezinde Cihanoğlu Kulesi ve Koçarlı Merkez Cihanoğlu Camii (Yapım Tarihi: Hicri 1250, Miladi 1834) var. Cihanoğlu Kulesi tam bir ortaçağ derebeylik yapısı olan 4 katlı bir yapı. Gerek kule, gerekse caminin yapımında adalardan gelen Rum ustaların çalıştığı; özellikle camideki taşrada az rastlanır estetik mermer işçiliği ile dikkat çeken mihrap, minber ve dışarıdaki mermer şadırvanın bu ustaların maharetli ellerinden çıktığına dair yaklaşımlar bulunuyor. Caminin içinde; yine İzmirli Rum ustaların yaptığı eski İzmir saatlerinden ikisi mihrabın iki yanında duruyor. Cami; B.Menderes vadisinde yer alan ve zamanımıza erişim açısından en iyi durumda ve bakımlı olanı. Son yıllarda yapılan restorasyon sırasında daha önceleri son cemaat yerini uzatmak amacıyla yapılmış olan üstündeki örtünün de kaldırılması ile şadırvan, o çirkin görüntüsünden kurtulmuş ve rahatlamış. Şadırvana önden bakıldığında simetrik bir görünüm var. Mermer bloklar üzerinde güvercin, çift başlı kartal ve kartalın başında Bizans tacı (Rum Ortodoks ustaların ya da onların yanında yetişen Türk çıraklarının yaptığı anlaşılıyor), söğüt ağacı ve salkım üzümler işlenmiş. Ayrıca bahçede zamanın ileri gelenlerinin gömüldüğü bir de mezarlık mevcut. Mezarlıkta en ilginç görüntü Osmanlı’nın son döneminde yaşayan padişahların dönemini işaret eden mezar taşları.. Fes başlılar 2. Mahmut dönemine; önden çatmalı fesli olanlar ise Abdülaziz dönemine aitmiş. Daha öncekiler ise sarıklılar…
 
Cihanoğlu Kulesi ve yan sokak birlikte...
(Mayıs 2011)
 
Cihanoğlu Kulesi'ne çıkış merdivenleri
(Mayıs 2011)

Cihanoğlu Kulesi'nin içinde yer alan hamamın tavanı
(Mayıs 2011)
 
 
Abdülaziz Efendi'nin yaptırdığı Cincin Camii; Cincin köyü
(Ocak 2011)
 
Cincin Camii; mihrapta yer alan kalem işi süslemeler
 (Ocak 2011)
 
Koçarlı Cihanoğlu Camii; genel görünüş
(Ocak 2013)

İnebolu Kulesi 
 
İnebolu (Yazıkent); Bozdoğan’a bağlı bir belde aslında. İnebolu ise, tarihte bir ayanlık merkezi olarak geçiyor. Osmanlı merkezi otoritesinin 18.yy.dan itibaren giderek zayıflaması ile ortaya çıkan yerel otoriteler Saray adına vergi ve asker toplayan, güvenliği sağlayan ayanlar, eşkıyadan zenginliklerini konaklarının yanlarında yaptırdıkları kule yapılarda korudular. Hafif eğimli bir topografyada konumlanmış İnebolu’da kasabaya; yol ve patikalarla üçe, dörde parçalanmış büyük bir mezarlığın içinden geçerek giriyoruz. Tam bu mezarlıkta antik Neapolis kentine ait olduğu söylenen sütun parçalarına tanıklık ediyoruz. 
 
İnebolu (ya da Mehmet Özbay) Kulesi 
(Nisan 2011)
 
Avludaki 19.yy.ın konfor unsurları; ocak ve çeşme
(Nisan 2011)

İnebolu Kulesi'nin kitabeli girişi
(Nisan 2011)
 
Hicri 1170 tarihini taşıyan kapı üstü kitabesi
(Nisan 2011)
 
 Bozdoğan’dan İnebolu’ya doğru; Büyük Menderes’in en önemli kolu Akçay üzerinden geçiyoruz. Akçay’ın ovada taşkınlara yol açan o eski zamanlarına ait su hacminden eser yok artık. Eskiden Büyük Menderes’in taşkınlarına karşılık bağ kuleleri, Karadeniz’in serandan’ları gibi yerden yükseltilmiş bir şekilde tasarlanmış. Bu şekilde nehrin taşkınlarına karşı bir önlem alınmış. Verimli vadide gelişmiş bir ekonomik hayat oluşmuş tarihte... Romalıların kurduğu Neapolis kenti bu tarımsal zenginliğin üzerine o zamanlarda oturmuş olmalı. Kasabaya Kanuni döneminde; ilk isminden hareketle Yenişehir dendiğini Bilge Umar’ın Karia isimli kitabında yer alan Neapolis maddesinden öğreniyoruz. Rodos Seferi’ne giden Kanuni Sultan Süleyman’ın bu topraklara uğradığını Peçevi Tarihi’nden aktararak anlatan Bilge Umar şu bilgileri veriyor: 
 
“…Kanuni Süleyman, tahta çıkışından kısa süre sonra Rodos üzerine giderken, Kütahya’da konaklama ile Marmaris’e varış arasında, Yenişehir yakınında konaklamış.”(3) 
 
Yazıkent parkında sergilenen İlkçağ kalıntıları; Neapolis'ten kalan bir sunak taşı
(Nisan 2011)
 
İnebolu Kulesi'nin parka bakan cephesi
(Nisan 2011)

Neapolis'ten kalma mimari parçalar
(Nisan 2011)

Mehmet ve İskender Beyler, yörede 18.yy.da ayanlık yapmışlar. Cihanoğlu ya da Arpaz Beyleri kadar güçlü olmasalar da Bozdoğan yöresinde yerel otorite işlevi görmüşler. Şimdi harap vaziyette olan iki katlı, verandalı konak ve yanındaki 4 katlı kule o dönemden kalma... Zamanında; Mehmet ve İskender Bey’e ait birer konak ve kule varmış. Ancak zaman içinde Mehmet Bey’inki yıkılmış. Şimdi ayakta olan İskender Bey’in 1756’da yaptırdığı kule… Kule mimarisi zamanla zarar görmüş olmakla birlikte yine de sağlam durumda... Ancak yağmur suları ile çürüyen tavan ve ahşap malzeme nedeniyle konak çökme üzere... Konak; barok bezemeli bir ev mimarisine sahip. Çeşme ve banyolarda da bitki çelenkleri ve meyve tabakları görülmekte… Merdivenle çıkılan ikinci katta; geniş bir balkon ve bu balkona açılan evin muhtelif kapıları var. Evden kuleye geçişi sağlayan ahşap bir geçit daha sonradan yapılmış olmalı. Ancak o da harap vaziyette. Geniş bahçede yaşam kalitesini yükseltmek adına bir çeşme bulunmakta… Daha sonra yapılmış bir ocak ise çeşmenin hemen üstünde yer alıyor. Zamanında; bahçeye ana giriş kapısı oldukça büyük ve görkemli imiş. Konağın hemen alt düzleminde yer alan kasabanın meydanında ise birkaç parça da olsa Neapolis’den kalma antikiteler sergileniyor.
 
İnebolu Konağı; harap halde...
(Nisan 2011)

İnebolu Kulesi
(Nisan 2011)
 
Donduran Kulesi 
 
Yenipazar’dan Bozdoğan-Nazilli yoluna doğru ilerlerken ilk rastlanan kule, Donduran Kulesi’dir. Donduran Kulesi, daha harap ve dibe doğru zamanla giderek çökmekte olan ve çatlaklarla dolu bir kuledir. Zamanında bölgedeki güçlü mütegallibenin (yerel ağalar) yaşadığı bu alan, hafif yüksekçe bir tepenin üstünde Nazilli’ye doğru tüm ovaya hakim bir mevkide tesis edilmiş. Şimdi hüzünlü görünümü yanında, askere gidecek köy gençlerinin kulenin burçlarına bayrak astıkları ve duvarlarına askerlikle ilgili yazılar yazdıkları bir mekâna dönüşmüş. Köylü bu kuleyi Osmanlı Kalesi adıyla anıyor. 
 
Yenipazar yakınlarındaki Donduran Kulesi
(Nisan 2011)
 
Donduran Kalesi; farklı bir bakış...
(Nisan 2011)

Kulenin bulunduğu tepeden Donduran köyüne ve Büyük Menderes Ovası'na bakış
(Nisan 2011)
 
 Kulenin bulunduğu tepeye evlerin arasından tırmanırken rastladığımız; Osmanlı Dönemi’nden kalma iki eski çeşmeyi de belirtmeden geçmeyelim. Soldakinin kitabesinde Hicri 1178 tarihi zorlukla okunuyor. Diğerini ise okumak mümkün değil. Sonunda bitecekmiş gibi gözüken, ancak birden sola yada sağa dönüveren daracık sokaklarından geçerken rastladığımız bir küçük cami Cuma namazına hazırlanmakta. Şadırvanda birkaç köylü abdest almakla meşgul… Birer birer döndüğümüz köşeler bizi arabayı bıraktığımız dere boyuna ulaştırıyor. Köyün evlerinden birinin duvarında rastladığımız yapan ustanın imzası niteliğindeki güzel ayrıntı fotoğrafladığımız köye dair son kare olarak dikkat çekiyor. Artık gitme zamanı; bekle bizi Arpaz Kulesi 
 
Donduran Kulesi; ha düştü ha düşecek.
(Nisan 2011)

Donduran çeşmeleri artık akmıyor.
(A.Aydemir; Kasım 2015)

Donduran Kulesi'nin  önündeyiz. 
(A.Aydemir; Kasım 2015)

 Arpaz Kulesi 
 
Donduran’dan sonra Nazilli-Bozdoğan karayoluna asfalt tali yoldan ilerleyerek ulaşılıyor. Buradan sola; Nazilli istikametine saptıktan sonra Büyük Menderes’in kollarından olan Akçay’ın üzerindeki köprüden geçiyoruz. Bu köprünün Arpaz Kulesi’nin hikâyesi ile ilgisi var. Akçay (Harpasos) ırmağı, zamanında yukarılardaki Göktepe’den odun taşımak amacıyla kullanılırmış. Nazilli yönüne doğru ilerlerken sağa doğru Karia yerleşimi Harpasa ve Esenköy (Arpaz) levhasını göreceğiz. Arpaz Kulesi’ne ulaşmak için buradan sağa doğru sapmak gerek. Yaklaşık 3-4 km. sonra köye geleceğiz. Köyde; meydanda, köyün gençlik spor kulübüne ait olduğu anlaşılan bir lokal var. Buraya gelmişken bir yorgunluk çayı ya da belki de Şükrü Hoca'nın ruhuna bir selam gönderircesine; markası unutulmuş bir yerel gazoz içmek de mümkün. 
 
Arpaz Kulesi
(Nisan 2011)

Arpaz Ağaları'nın konağı
(Nisan 2011)
 
 Kahvenin hemen solunda biraz ilerdeki köy bakkalının yanından tepeye doğru tırmanıldığında evlerin bittiği noktada muhteşem görünüşlü Arpaz Kulesi ve Çakırcalı Mehmet Efe’nin ve adamlarının üç kez bastığı Arpaz Ailesi’ne (Osman Arpaz) ait çok iyi durumdaki ahşap konağa ve yanında yükselen muhteşem Arpaz Kulesi’ne ulaşılıyor. Konak; Birgi’de daha çoğunu gördüğümüz ağa konaklarını andırıyor. Ama esas önemlisi Arpaz Kulesi 
 
Harpasa Kalesi'nden Büyük Menderes Ovası'na bakış
(A.Aydemir; Kasım 2015)

Dağa Kaçtım gezginleri Harpasa tiyatrosunda...
(A.Aydemir; Kasım 2015)

Harpasa'nın Hellenistik sur duvarları
(A.Aydemir; Kasım 2015)
 
Harpasa duvar detayı
(A.Aydemir; Kasım 2015)

 
Nazilli’ye bağlı Arpaz’da (Esenköy) bulunan yapı grubu, bir Karia kenti olan Harpasa Kalesi’nin eteklerinde kurulmuş. Akçay’a kadar uzanan ekili araziyi kapsamı içine alan büyük çiftlik işletmesinin sahibi olan Arpaz Beyleri, tarafından 19.yüzyıl başlarında inşa ettirilmiş. Burası bir bey konağı, güvenlik kulesi, ambar, ahırları ve müştemilatı ile bir şato kompleksini andırmakta. Tarihi kaynaklarda; Arpaz Kulesi’nin, Arpazlı Hacı Hasan Bey tarafından, II Mahmut zamanında Rodos’tan getirtilen 30 kadar Rodoslu ustaya yaptırıldığına dair rivayetler bulunmaktadır. 
 
Arpaz Kulesi ve konak bir arada...
(Nisan 2011)

Arkada Arpaz Kulesi ve konağı; önde üretim ve depolama alanları
(Nisan 2011)
 
Arpaz'ın sırtını dayadığı Karia yerleşimi Harpasa
(Nisan 2011)
 
Kuleye bakıldığında gerçekten de şövalye mimarlığının yansımalarını taşıdığı ve ortaçağ şövalye şatolarına benzediği hemen fark ediliyor. Ancak, kulenin 2015 Kasım ayındaki hali giderek içler acısı bir duruma dönüşmüş durumda. Çünkü daha önce düşen yıldırımlar nedeniyle yıkılan en üst kattaki gözetleme burçlarından biri tamamen parçalanmış durumda. Dağa bakan aynı çizgideki diğer burç da her ne kadar onarılmaya çalışılmışsa da iyi durumda değil. Osmanlı’nın geç derebeylik dönemi eserlerinden belki de en eşsizi diyebileceğimiz taşradaki bu nadide yapı, ne yazık ki can çekişmekte ve kurtarılmayı bekliyor. 
 
Arpaz Kulesi zor durumda; onarım bekler. 
(Nisan 2011)

Arpaz Konağı'nın avlusunda yer alan çeşme
(Nisan 2011)

Arpaz Kulesi'nin batı yönünden görünüşü
(Nisan 2011)

Arpaz Kulesi’nin Çakırcalı Mehmet Efe (Çakıcı) ile ilgisine gelince; Çakırcalı, 3.kez dağa çıkıp “şekavete” (eşkıyalık) başlayınca; taşkınlar nedeniyle her kış harap olan ve geçişe engel olan Büyük Menderes’in kollarından Akçay üzerindeki (şimdi Yenipazar-Bozdoğan-Nazilli kavşağına yakın olan köprü) köprünün yeniden inşası için çevre köylüler Çakıcı’dan istekte bulunurlar. 
 
Akçay regülatörü
(A.Aydemir; Kasım 2015)

Arpaz Kulesi'nin eşkiya baskınlarında bir hendek ve asma köprü ile yalıtılan  girişi 
(A.Aydemir; Kasım 2015)
 
Arpaz Kulesi'nin giriş kapısı üstünde yer alan ve Ortaçağ'daki derebeylik armalarını andıran kabartma süslemeler; Arpaz Ağaları'nın alameti farikası gibi...
(A.Aydemir; Kasım 2015)
 
 Çakıcı; bölgede intikali sırasında kendine de engel teşkil eden bu köprünün Arpaz’daki Osman Bey tarafından yaptırılmasına karar verir ve Osman Bey’e adamları aracılığıyla haber gönderir. Osman Bey, Çakıcı’nın İttihat Terakki döneminde sürekli takip altında olması ve zaman zaman zor duruma düşmesi nedeniyle pek oralı olmaz, ama yine de tedbiri elden bırakmaz ve Nazilli’ye kaçar. Bunun üzerine değişik zamanlarda köy üç kez kendi ve muavin çeteleri aracılığıyla basılır. 
 
Kendi haline ağlayan kule, Arpaz Kulesi; tepedeki parapet yıkılmış, doğuya bakan cephedeki iki burç ve ara duvar da aynı kaderi paylaşıyor.
(Nisan 2011)
 
Bir avlu duvarının üzerinden seçilen Arpaz Kulesi'nin ucu
(Nisan 2011)

Son baskında, köyün pazarının olduğu gün, güpegündüz Çakıcı ve adamları köye gelirler. Osman Bey; köyde kahvede eyleşmektedir. Çakıcı ve adamları kahveye dayanırlar, Arnavut kâhyayı, Osman Bey ve oğlunu alarak dağa kaldırırlar. Yolda Arnavut kâhyayı öldürürler. Karıncalı Dağ’daki daha önceden tahkim edilmiş mevzilerine çekilirler, Osman Bey’in oğlunu 4000 altın fidyeyi hazırlamaları için serbest bırakırlar. Tabii, bu arada vilayetin ve kolluk kuvvetlerinin haberi olur ve hızlı ve amansız bir takip başlar. 
 
Arpaz Kulesi
(Nisan 2011)
 
Çakıcı’yı ele geçirmek için İzmir’den özel trenlerle destek kuvvetleri sevk edilir. Takip kuvvetleri içinde Çakıcı’nın düşmanları Çerkezlere mensup; Teşkilatı Mahsusa’dan Kuşçubaşı Eşref Bey’den, Anzavur Ahmet Bey’e (Daha sonra Kurtuluş Savaşı sırasında Anzavur ayaklanmasını çıkaracaktır), dağdaki eski rakipleri Çamlıcalı Hüseyin Efe’ye kadar bir sürü nizami ve gönüllü kuvvet yer alır. 
 
Arpaz çeşmelerinden biri daha...
(A.Aydemir; Kasım 2015)

Önde Arpaz Kulesi; arkada Arpaz Konağı...
(A.Aydemir; Kasım 2015)

Dağda yataklarından bir Yörük obasına mensup bir çobanın dövülerek zorla konuşturulması sonucu yeri tespit edilir ve şiddetli bir çatışma başlar. İki gün boyunca süren müsademe sonrası çetenin, yine savaş alanından bir şekilde sabaha karşı sıyrılıp kaçtığı gün ağarınca anlaşılır. Alanda iki ceset vardır. Bunlardan biri Arpazlı Osman Bey’e aittir. Diğerinin ise kolları ve kafası kesik ayrıca göğüs derisi yüzülmüş vaziyettedir. Kafası ve kolları götürülmüştür. 
 
Bilekleri ve kafası kesik vaziyette Nazilli Hükümet Konağı'nın bahçesinde Osmanlı devlet cihazı tarafından yaklaşık bir ay kadar ipte asılı tutulan Çakıcı Mehmet Efe'nin cesedi ona duyulan öfkenin şiddetini de gösteriyor olmalı. Fotoğrafın üstünde "Photo S Sidki  Nazilli" ifadesi okunuyor.
 
Ceset; Çakıcı Efe’yi en yakından tanıyan yıllarca takibinde bulunmuş Bayındırlı Mülazım Mustafa Efendi ve birinci eşi Iraz’a gösterilir. Bayındırlı Mülazım Mustafa Efendi, Çakıcı Efe’yi sırtındaki büyükçe bir beninden tanır. Onu da Ödemiş’te; 1.yüze inişinde kendisi ile aynı odada soyunurken görmüştür Mülazım Efendi... Böylece 15 yıl tüm Ege Bölgesi’ni yöneten, haraca kesen ve Osmanlı Devleti’ni tam 15 yıl peşinden koşturup kafa tutan Çakıcı Efe ölmüştür. İktidar sahipleri, ölüsünü ibret olsun diye Nazilli Hükümet Konağı önünde uzun süre (yaklaşık bir ay kadar) ipte asılı tutarlar. Ama işin garip yanı; Çakıcı’nın namı o günden beri kuşaktan kuşağa ve sınırlar ötesine dek neredeyse tüm dünyaya yayılırken, onu öldürenler tarihin girdabında unutulup giderler. Bu da kaderin bir garip cilvesi olsa gerek. 
 
Arpaz Kulesi ve Konağı çevresinin genel görünümü
(A.Aydemir; Kasım 2015)
 
İşte Çakırcalı Mehmet Efe’nin belki de hayatına mal olan süreç, bu Arpaz’dan ve Arpaz Kulesi’nden başlamış; Çakıcı’nın kaderi bu topraklarda 1911 yılında sonlanmış. Konağın ve Kule’nin mülkiyet hakkı, bugün hala Arpaz Ailesi’ne aittir. Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bu eşsiz yapı kompleksinin şu anki durumu içler acısıdır. En kısa sürede de sorumluların müdahalesine ve ilgisine muhtaç; kurtarılmayı beklemektedir.

Dipnotlar
(1)    Ege’de Eşkiyalar, Sabri YETKİN; Tarih Vakfı Yurt Yayınları; 2.Basım-Mayıs 1997; Sayfa:9 
(2)   a.g.e. sayfa:51-52 
(3)   Bilge UMAR, Karia-Bir Tarihsel Coğrafya Araştırması ve Gezi Rehberi, İnkılâp Kitabevi-1999; sayfa: 304 
(4)  Menderes Kuleleri ile ilgili metin ve aktarımlarda 13 Ocak 2003 tarihinde rahmetli hocamız Arkeolog Şükrü Tül ile yapılan Menderes Kuleleri gezisindeki anlatımlardan yararlanılmıştır. Fotoğraflar, belirtilenler dışında muhtelif gezilerde İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir. 
 

Yazan: İbrahim Fidanoğlu

Düzenleyen: MYC