KÖSEDERE’NİN SIRA SIRA "SIRACA"LARI
16 Mart 2016
İbrahim Fidanoğlu
Giriş
Baharla birlikte her yerde olduğu gibi Karaburun yarımadasında da hayat yeniliyor kendini. Bizlere ise, bu
yeniden doğuşa tanıklık etmek düşer. Karaburun
topografyasında Kösedere’nin
arkalarında; Akdağ’ın eteklerinde
dolaşırken, belki de Börklüce’den
kalan bir iki titreşimi yakalamak… Yüzlerce yıllık keçi yetiştiriciliğinde Eğlenhoca, Kösedere ve İnecik köylerinin günlerce süren kırkım
şenliklerinde ortaklaşa paylaştıkları anların hatırasını saklayan; Kösedere köyünün üstlerindeki “sıraca” dedikleri yaylaklarda zaman
geçirmek… Sonuçta bir şeylerin farkına varabilmek… Ne hoş olurdu değil mi? İşte
biz bu hafta onu yaptık.
Sabah Balıklıova’da kahvaltı
için mola verdik. Her zaman kahvaltı için uğradığımız deniz kenarındaki salaş
kahvehane kapanmıştı. Dolayısıyla köyün yolun üstünde kalan kahvehanelerinden
birinde yaptık kahvaltımızı. Turfanda enginarlar, sabahın erken saatlerinde
kahvehanenin önüne dizilmişti bile. Fiyatını sorduğumuz enginarlar, bize biraz
pahalı geldi. Kahveci ise, bizim İzmir semt pazarlarında gördüğümüz 2,5 liraya
satılan enginarların hibrid olduğunu, bunların bu yüzden tanesinin 3,5 liraya
satıldığını anlattı. Bu arada öte masada Balıklıova’nın gençlerinden biri,
yazın eliyle yakaladığı bir ahtapotun nasıl başına doğru ilerlediğini ve elinde
ahtapotla kıyıya doğru yüzerken hayvanın nasıl dermanını tükettiğini
anlatıyordu. Hikâyeler ve rivayetler, türlü türlü idi. Hepsini dinledik. Ancak fazla
oyalanmadık, kahvaltı sonrasında Karaburun’a doğru, yeni yolu takiben hareket
ettik.
Kösedere köyü; meydandan köyün yukarılarına doğru...
Kösedere
Kösedere, Karaburun yarımadasının doğu yakasında yer alan
birbirine yakın konumdaki üç şirin köyünden biri… Eğlenhoca ve İnecik ile
bir üçgen oluşturan Kösedere, doğu
kıyısının arka dünyasında yer alan Yukarı
Ovacık ve Aşağı Ovacık
düzlüklerine geçişin başlangıcını oluşturuyor. Ortaçağ’da Ege Denizi’ndeki
korsan baskısı nedeniyle genellikle köyler, denizden içeride ve kendini bir
vadi koyağında ya da küçük bir tepeciğin ardında saklama refleksiyle
konumlanmışlar. Kösedere de bu
eğilime uyarak, İnecik’in iskelesi
konumundaki Kaynarpınar’ın oldukça
yukarılarında yer alan bir sekide kurulmuş. Köyün bu coğrafik konumlanması,
eski adı Ağalarseki’de, bir anlamda
yer bulmuş. Kösedere köyünün iskelesi
ise Boyabağ’da imiş. O dönemlerde Kösedere, Kaynarpınar ve Saip Altı’ndaki derme çatma iskelelerden,
şimdi izi kalmayan İzmir Körfezi’nin karşı kıyısındaki Menemen İskelesi’ne(1);
mavnalarla bu yakanın ürünü olan üzüm ve
zeytin taşınırmış. Oralardan alınan başka yükler ise, bu yakaya getirilirmiş.
Ama zaman içinde bu iskelelerin önemi azalmış ve giderek ortadan kalkmış.
Kösedere köy meydanı
Zamana direnen eski bir Kösedere evi
Börklüce Ayaklanması’nın Osmanlı Devleti tarafından bastırılması sonrasında, yarımadada
yaşayan halk buralardan bir şekilde sökülüp atılmış. Börklüce Ayaklanması’nın Osmanlı’nın hafızasında bıraktığı izler o
kadar derin olmalı ki, yaklaşık iki yüzyıl kadar yarımada neredeyse tamamen
iskâna kapatılmış. Bunu nereden anlıyoruz; Karaburun yakınlarında ve Manastır-Yaylaköy yolunda yer alan ve
yine doğudaki denize doğru bakan bir sekinin üzerinde konumlanmış; 1946
yılındaki depremden sonra terk edilmiş Çullu
köyünün harabe camisinin kitabesindeki tarihten. Çullu Camisi’nin girişindeki Bizans dönemine ait bir taşın üstünde
caminin 1607-1608 yıllarında yapıldığını belirten bir yazıt var. Bu da bize
anlatıyor ki; Börklüce İsyanı’ndan
sonra yaklaşık 180-190 yıl bu topraklar insan yüzü görmemiş. Ta ki; 17 yüzyılın
başlarına kadar. Kösedere köyü de
isyan sonrası Osmanlı’ya sadık Yörük aşiretleri arasından seçilerek
yerleştirilen ailelerin iskânı ile kurulmuş o köylerden biri.
Kösedere'nin yukarı sokaklarından biri
Bu sokaktan Mimas'a doğru yöneldik; evlerin hali ise bir garipti doğrusu.
İnecik’in hemen altında yer alan Kaynarpınar
ise, doğu sahilinde su kaynaklarıyla bilinen ve bunu ismine taşımış bir küçük
balıkçı köyü. Şimdilerde yazlıkçıların rağbet ettiği küçük iskele, muhtemelen Börklüce Ayaklanması’nı bastırmak için
30.000 kişilik ordusuyla yarımadaya gelen Şehzade Murat ve Beyazıt Paşa’nın
askerlerinin su ihtiyacını karşılamak için seçtikleri bir rota üzerinde yer
alıyor olmalıydı. Bugün Balıklıova-Gerence
Körfezi geçişi üzerinde yer alan Kozağaç
Çeşmesi’nden Kaynarpınar’a doğru
ilerleyen ve tarihte yaşanan olaylardan esinlenerek Cehennem Deresi(2)
olarak adlandırılan bu rota, Börklüce kuvvetlerinin yarımadada sıkıştırıldığı
ve bugün Karaburun’un kuzey-batı
ucunda yer alan Kanlıburun’a doğru
sürüldüğü coğrafyanın bir parçasını oluşturmaktadır.
Kösedere Camisi ve Abdülhamit dönemi minaresi
(Temmuz 2008)
Köy, Karaburun yarımadasının efsanevi dağı Mimas ya da bugünkü adıyla Akdağ'ın
(bir diğer adı da Bozdağ) eteklerinde
yer alıyor. Köyün meydanındaki restorasyonu yılan hikâyesine dönen eski cami, II. Abdülhamit döneminden kalma tarihi
minaresi ile dikkat çekiyor. 19.yy.ın sonlarına doğru Batı Anadolu’daki
Rumların milliyetçi rüzgârlardan etkilenerek pervasız bir şımarıklık içine girdikleri
bir dönemde eziklik yaşayan Müslüman Türk ahalinin moralini yükseltmek amacıyla,
kıyıya yakın birçok köy camisinde bir kampanya şeklinde andezit / sarımsak
taşından tek tip minareler inşa edilmişti. Hatta bunların bazılarını İzmir’in
Türk mahallelerinde bile görmek mümkündü. (Basmane’deki Çorakkapı Camisi ile Karşıyaka’da 19.yy.da Türklerin yoğun yaşadığı
Soğukkuyu köyündeki Çömezcizade Hacı Mehmet
Efendi Camisi’nde olduğu gibi) Kösedere
Camisi’nin ne zaman inşa edildiğine dair bir bilgi bulunmuyor. Ancak, giriş
kapısının üstünde yer alan onarım kitabesinden anlaşıldığına göre; Hicri 1229
(Miladi 1814) yıllarında onarım görmüş. Onarım kitabesinde caminin banisinin
ismi de yer alıyor.
Kösedere Camisi'nin son cemaat yeri giriş kapısının üstündeki onarım kitabesi
(Temmuz 2008)
“Bu camiyi bina eden Halime Hatun idi
Binası köhneyip anın harap olmuş anın resmi
Tamirine kast eyleyen Mustafa idi anın ismi
Bunu tamir edip anın hemen asl idi aslı, cümle
İttifak edip ma’muriye[ti]ne kast edeni, bu camii
ma’mur
…. eden …. …. hıfz eyleyeni sahib-
ül-hayrat Halime ve tamir Mustafa bin Hüseyin
Bostancı-zade
Min şehr-i şa’ban sene 1229”(3)
Arkeoloji ve Sanat Yayınları arasında yayınlanan Cengiz
Gürbıyık’ın Karaburun Yarımadası’nda
Türk Mimarisi isimli kitabında söz konusu kitabe ile ilgili şu bilgiler
veriliyor:
“Kitabeden
yapının Halime Hatun adlı bir kişi tarafından inşa ettirildiği, ancak daha
sonra hasar gördüğü ve Bostancızade Hüseyin oğlu Mustafa tarafından 19
Temmuz-16 Ağustos 1814 yılında tamir ettirildiği anlaşılmaktadır. Yapı, gerek
mimari, gerekse süsleme özellikleri bakımından bu tarihe uygun düşmektedir.
Dolayısıyla bu onarım, belki de yapının yeniden inşa edildiği kapsamlı bir
onarım olmalıdır.”(4)
Kapının üstünde yer alan ve kuş yuvasını andıran alçı süsleme
(Temmuz 2008)
(Temmuz 2008)
Caminin son cemaat yerine giriş cephesinin görünümü
(Temmuz 2008)
Caminin girişinde yer alan ve bir kuş yuvasını andıran alçı süsleme, içteki kemerin kilit taşı üzerindeki ay-yıldız kabartmaları, mihrabın içine asılı vaziyetteki boyalı perde süslemeleri, mihrabın iki yanındaki sütunlar ve üzerindeki alçı kabartmalı bitkisel motiflerle bezeli saçak, vazolar ve caminin içindeki yakın coğrafyayı betimleyen manzara resimleri iç plandaki barok mimarinin ipuçlarını veriyor. Eski yıllardaki ziyaretlerimizdeki bu gözlemlerimize ek olarak 19.yy. İzmirli Rum saat ustalarından birine ait olan ahşap gövdeli saati de unutmamalıyız.
Kösedere Camisi'nin eski hali
(http://www.nereyekacsak.com/karaburun/)
Köy meydanının yola bakan ön cephesine konulmuş bir heykel kaidesi,
yörenin İlkçağ geçmişinin de oldukça zengin olduğunu haber veren bir kanıt gibi
duruyor. Köyün sahile doğru inen yolun başındaki çeşmesi de oldukça eski bir yapı
olarak dikkat çekiyor. Köy kahvehanesinin sundurmasının altında ise, köylüler
sabah muhabbetini koyulaştırmışlar bile. Bizim ise Mimas’a doğru yürüyüşe geçme zamanımızdır artık. İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin Rotamız Yarımada projesi kapsamında
işaretlenen rota güzergâhı, bu kez de bize yol gösteriyor ve köyün yukarılarına
doğru ilerleyen daracık bir sokaktan batıya doğru başlıyoruz tırmanmaya.
Kösedere köyünün sokaklarından birinin Temmuz-2008'deki hali; eski yol tabanı daha kilit taşı döşenmemişti.
Meydandan bir sokağa giriş; eski hali
(Temmuz 2008)
Kösedere üzerinde
döşeme yolun güzelliği ve sıra sıra “sıraca”lar
Köy, eski zamanlarda zeytincilik ve bağcılıkla uğraşırmış; bir de kıl
keçisi yetiştiriciliği ile… Bu ekonomik faaliyetler, köyde öyle bir refah
yaratmış ki, Osmanlı Dönemi’nde köydeki vergi toplamayı belli bir düzene
oturtma amacıyla köye mültezim ağalar memur edilmiş. Bir sekiye kurulmuş bu
köy, bu vergi ağaları sayesinde devlete sağlanan yüksek gelirlerden ötürü, eski
zamanlarda Ağalarseki olarak anılmış.
Ağalarseki isminin Kösedere’ye ne zaman dönüştüğüne dair
bir bilgi ise elimizde mevcut değil. Belki Cumhuriyet ile birlikte, belki de
Meşrutiyet Dönemi’nde; kim bilir?
Akdağ ve Mahmutoğlu Sıracası; Üstakya'dan bakış
Gezginlerin Mimas'a doğru çıkışı; arkalarında Kösedere köyü...
Akdağ'ın kireç taşı kayalıkları
Topografik olarak da; ekonomik ve sosyal olarak da Kösedere ile Mimas Dağı’nın
sıkı bir ilişkisi var. Keçi yetiştiriciliğinde, yazın kavurucu sıcaklarında Mimas’ın eteğindeki yaylaklara kaçış ve
oralarda keçilerin aylarca beslenip kırkılması gibi faaliyetlerin
gerçekleştirilmesi olayın sosyal yanını da beslemekte. Köylülerden
dinlediğimize göre 20.yy.ın ortalarına kadar törensel bir atmosferde
gerçekleştirilen kıl keçilerinin kırkımları, şimdilerde pek kalmamış. Yine
keçiler kırkılıyor, yine yazın sıraca adını
verdikleri otlaklara götürüyorlar köylüler hayvanlarını; ama o imece usulü
yapılan kırkımlar, yemekler, düğünü andıran günlerce süren eğlentilerden artık
bir iz kalmamış bugün. Hatta Karaburun yarımadasındaki rüzgâr enerji
santrallerinin yoğunluğunun keçilerin ot bulmasını zorlaştırdığını ve yeterince
beslenemediklerini söylüyor köylüler. Ne kadar doğrudur bilinmez, ancak “temiz”
enerjiden de yakınanlar var artık.
Mahmutoğlu Sıracası
Bizi Üstakya'ya çıkaran döşeme yol
Döşeme yoldan biri görünüm daha
Bazen yolumuz kayalar arasındaki patikalardan bu şekilde devam etti.
Köyün hemen üstünden dağa doğru ilerleyen bir yol, bizi bir süre sonra
konforlu bir patikaya, daha sonra ise inanılmaz güzellikte ve merdivenlerle
yükselen bir döşeme yola ulaştırıyor. Günün ilk sürprizi bu işte… Döşeme
merdivenler zaman zaman bozulsa da, bazen kireç taşından kayalıklardan oluşan
doğal bir dokuyla devam etse de benzersiz güzelliğinden bir şey kaybetmiyor.
Zaman zaman dönüp arkamıza; aşağılarda bıraktığımız Kösedere’nin sabahın nemi nedeniyle nispeten sisler içersinde
kalmış siluetine ve onu delip göğe doğru yükselen köy camisinin kırmızı renkli
minaresine bakıyoruz. Daha ileride ise masmavi bir deniz var.
Rüzgarlı Mimas ve yürüdüğümüz kayalık patika
Döşeme yoldan bir parça daha...
Kaya koruğuna benzettiğimiz bitki
İzmir papatyaları
Su düğün çiçekleri ve papatyalar
ve anemonlar
Mahmutoğlu Sıracası'na doğru; yürüdüğümüz patika
Karaburun yarımadasının tipik makilik bitki örtüsü çevremizi sarmış
durumda. Kayaların dibine sinmiş; kaya koruğunu andıran etli yapraklarıyla bir
bitki dikkatimizi çekiyor. Fotoğraflıyoruz. Ada soğanları her yanda; anemonlar,
İzmir papatyaları, sapsarı renkleriyle su düğün çiçekleri; birden merhaba diyen
doğadaki bahar sevincini paylaşıyorlar sanki bizimle. Bu tırmanış coşkusu, bizi
döşeme yolun sonunda Üstakya Mevkii’ne
ulaştırıyor. Tepeden güney-batıya doğru döndüğümüzde altımızda uzanan düzlük,
bize bir yaylağa ulaştığımızı haber veriyor. İşte burası Mahmutoğlu Sıracası… Küçük bir dereciği takip ederek ahlatların
altından sıracanın tam ortalarına denk gelen bir yerde keçilerin su içmesi için
dikdörtgen şeklindeki geniş bir havuzla uzatılmış yalağı ve onu biteviye
dolduran bilek kalınlığındaki suyuyla taştan bir çoban çeşmesi karşılaşıyor
bizleri; Mahmutoğlu Sıracası çeşmesi.
Üstakya'da bir yıkıntı
Gezginler, Üstakya'da; arkalarında Mimas ve Mahmutoğlu Sıracası
Üstakya'dan inerken rastladığımız ilk çeşme
Mahmutoğlu Sıracası'nda ahlat ve yanından akıp giden küçük bir derecik
Mahmutoğlu Sıracası çeşmesi
Gezgin, taş çeşmeden suyunu içerken...
Mahmutoğlu Sıracası; çeşme
Mahmutoğlu Sıracası’na doğru batıdaki yamaçtan çıngırak sesleri eşliğinde büyük bir keçi
sürüsü iniyor. Biz kuzeyden onlar batıdan Mahmutoğlu
Sıracası’na doğru ilerliyoruz. Çoban köpeklerine bulaşmamak gerek. Sürü,
daha çok dağın kuytu eteklerine doğru ilerliyor; problem de kendiliğinden
çözülüyor.
Mahmutoğlu Sıracası; sıra sıra ahlatlar
Çeşmenin yalağı
Kuzgun Gediği'ne çıkarken Mahmutoğlu Sıracası'na bakış
Mahmutoğlu Sıracası'nda kıl keçi sürüsü
Sıracalar, Bu yörenin önemli mekânlarından. Yüzyıllardır kavurucu yaz
sıcaklarında; bu yörenin çobanları sürülerini Kösedere’nin üstünden Yukarı
Ovacık’a doğru uzanan bir aks üzerindeki; sıra sıra dizilmiş bu düzlüklerde
barındırmışlar. Haziran ayının başlarında günlerce süren kıl keçilerinin
kırkımları, bir şenlik havasında geçermiş. Köylüler, büyük bir dayanışma
içinde, davullu zurnalı ve birlikte oturulan zengin sofraların eşliğinde gerçekleştirirlermiş
bu törensel keçi kırkımlarını. Bugün geleneğin erozyonuna her şey gibi bu
törensel keçi kırkımları da ayak uydurmuş; artık o eski ritüelden geriye
Karaburun yaylalarında da pek bir şey kalmamış. Aşağı Ovacık yönünden Kösedere’ye
ulaştığımız noktada bir çeşme başında karşılaştığımız 70 yaşının üstündeki bir
yaşlı Kösedereli, kendisinin bile o şenliklere yetişemediğini; ancak
büyüklerinden o debdebeli günlerin hikâyesini dinlediğini aktardı. Şimdilerde;
Karaburun yarımadasında; o geleneği yaşatmak adına Kıl Keçisi Kırkım Şenlikleri, Haziran ayının ilk yarısında, İzmir Büyük Şehir Belediyesi, Karaburun Belediyesi ve İzmir İli Koyun Keçi Yetiştiricileri Birliği’nin
işbirliği ile gerçekleştiriliyor. 2016 yılında bu şenliklerin 6.sı düzenlenmiş.
Yine de bu geleneğin yaşatılması adına; böyle bir çabayı ve girişimi
desteklemek ve takdir etmek gerekir diye düşünüyoruz.
Kuzgun Gediği'ndeyiz. Önümüz Osmanoğlu Sıracası...
Ahlatın bahar sevinci; patlamak üzere...
Kuzgun Gediği; geçtikten sonra...
Kuzgun Gediği'nden aşağıya doğru inerken rastladığımız kuyu başındayız.
Osmanoğlu Sıracası
Mahmutoğlu Sıracası’nı arkamızda bırakırken üzerimizde dolaşan kuzgunlar, bize güneye doğru
geçmekte olduğumuz geçidin adını fısıldıyorlar. Kuzgun Gediği olarak bilinen beli aşarak Yukarı Ovacık yönünde bir başka dünyaya merhaba dedik. Bu arada yamaçtan
aşağıya doğru inerken solumuzda bir kuyuyu fark ettik. Kuyu ağzına kadar su ile
doluydu. Yanında ipe bağlı kovasıyla her şey faal haldeydi. Ağzından taşan su,
usul usul aşağıdaki düzlüğe doğru akıyordu. Bu su kuyularından yol boyunca;
sıracalarda birkaç tane daha gördük. İçine hayvan düşmesin diye üstü dallar, çalılar
ve derme çatma örtülerle kapatılmıştı. Kuyuların hepsinde bol miktarda su
vardı. Patikayı takip ederek; arkamızda bıraktığımız Mahmutoğlu Sıracası’ndan daha konforlu bir alana; çınarlar (buralarda
kavak diyorlar) ve su kaynaklarıyla kaplı Osmanoğlu
Sıracası’na ulaşmıştık.
Osmanoğlu Sıracası; kavaklık ve çeşme başı
Osmanoğlu Sıracası'na inerken; önümüzde eski bağ teraslarının izleri
Akdağ'a bakış ve makilikler
Osmanoğlu Sıracası'nda bir başka kuyu
Osmanoğlu Sıracası; Kavaklık
Çoban çeşmesinin güzelliği; Osmanoğlu Sıracası
Gezginler, çeşme başında...
Osmanoğlu Sıracası’nın kapladığı alan, aşağı yukarı Mahmutoğlu
Sıracası’nın alanı kadardı. Ortalarına denk gelen bir konumda taşlarla
teraslanmış alanlar ve kulübe yıkıntıları vardı. Sonradan öğrendik ki; buraları
zamanında mamur bağ terasları imiş. Ama şimdilerde yerlerinde sadece taş
öbekleri ve bazı yıkılmış yaşam izleri kalmış. Osmanoğlu Sıracası’nın en gösterişli bölgesi, Kuzgun Gediği’nden inen patikanın sonlandığı kavaklık ve çeşme başı
idi. Burasının sıcak yaz günlerindeki konforu tahmin edilemezdi. Çeşmeden gelen
su o kadar soğuk ve berraktı ki; kaynağı büyük olasılıkla Kuzgun Gediği’nin altındaki yamaçta bir yerdeydi.
Osmanoğlu Sıracası; bu çeşme adamı şair yapar.
Çeşmeye bir başka açıdan bakış
Suyun sesini duyabiliyor musunuz?
Osmanoğlu Sıracası'nda bir çoban çeşmesini dinliyoruz.
Osmanoğlu Sıracası'nda yaşam izleri
Bağ teraslarının bulunduğu alanda küçük bir kulübeden arta kalanlar
Bir süre çeşmenin başında; akan suyun sesini dinledik. Uzaklardan gelen keçi çıngırakları arasında verdiğimiz bu kısa molanın tadı bambaşkaydı. Suyun verdiği güçle göğe doğru uzanan dev gövdeleriyle göz alıcı çınarlar, henüz yapraklanmamışlardı. Ama bu halleriyle de güzeldiler. Bir süre daha çeşme başında dinlendikten sonra, üçüncü sıraca; Balaban Sıracası’na doğru bir traktör yolunu takip ederek yürümeye başladık. Yaklaşan çıngırak sesleri gelmekte olan keçi sürüsünün habercisiydi. Bir süre sonra karşımızda aniden duran koskocaman bir keçi sürüsüyle karşılaştık. Hepsi birden bizi takip ediyordu. Onları ürkütmemek için çalıların arkasına saklandık ve rahat geçişlerine izin verdik. Arkalarından gelen çobanla kısa süre lafladık ve önümüzdeki yolun gidişatıyla ilgili olarak kendisinden bilgi aldık. Çobanın anlatımına göre; Balaban Sıracası, Yukarı Ovacık’a yakın konumda ve epey uzaktaydı. Bugünkü yürüyüşümüzde oraya ulaşmamız pek mümkün olamayacaktı. Bu nedenle Yukarı Ovacık’a yönelen traktör yolundan uygun bir yerde ayrılacak ve Aşağı Ovacık asfaltı yönüne, yani doğuya doğru dönecektik. Bir süre sonra yolun iki yanında kızılçamlar başladı. Bir süre sonra da makilik örtünün kaldırıldığı çitle çevrili alan ve çobanın belirttiği sivri tepe uzaktan göründü. Çobanın tarifine göre; önümüzü kesen kireç taşından sivri tepenin sağından dolaşacak; çitlerle çevrili alanın kıyısından güneye doğru dönerek Aşağı Ovacık yoluna ulaşacaktık. Bu yol tarifine göre hareket ederek, Yukarı Ovacık’a doğru ilerleyen traktör yolundan ayrıldık. Biraz ilerdeki çitlerle çevrilmiş ve makilik bitki örtüsünün kaldırılmış olduğu alana epey yaklaşmıştık. Bundan sonra bu alanın kuzey kıyısından yürüyerek Aşağı Ovacık- Kösedere asfaltına ulaşabilecektik. Biz de öyle yaptık.
Osmanoğlu Sıracası; yıkıntılar arasından Mimas'a bakış
Beyaz çiğdemler
Mor çiğdemler
Bunlar da sarıları...
Yukarı Ovacık yolunda karşılaştığımız keçi sürüsü; bizi görünce donmuş gibi kala kaldılar.
Çalıların arkasına saklandık ve geçip gittiler.
ve uzaklaşıp gittiler.
Kayalar bize ne çok şey anlatır.
Küçük bir dere daha...
Zaman zaman kızılçamların içinde kaybolsak da; yaklaşık 400 metre
yüksekliğindeki kireç taşından mücerret sivri tepenin çevresinden dolaşıp, yaklaşık
10-15 metrelik bir irtifa ile aşağı dökülen küçük bir dereciğin kıyısında
ilerleyerek hafif eğimli bir kayalığın yanına kadar geldik. Bu kayanın üstü
gecikmiş yemek molamız için idealdi. Batı yönünde; Akdağ’ın bir uzantısı olan Kara
Reis ile Yukarı Ovacık dünyasının
birbirinden ayıran Bölmeç Dağı’na
karşı yanımızda getirdiklerimizi atıştırdık. Hava oldukça sıcaktı; tepemizde
ışıldayan güneş, kuzeyden esen rüzgârın etkisini kırıyordu. Yaklaşık yarım
saatlik mola sonrası, çitlerle çevrili alanı doğuya doğru takip ederek, bu
alanın makiliklerinin sıyrılması sırasında açılan toprak yola eriştik. Bundan
sonra her şey kolaydı. Bayır aşağı inen toprak yolu takip ederek, terk edilmiş
iki mermer ocağını geçtik ve Aşağı Ovacık
asfaltına vasıl olduk.
Sandal ağaçlarının arasından Bölmeç Dağı'na doğru bakış
Eteğinde yemek yediğimiz kireç taşından sivri tepe
Sandal ağaçları
Eğlen Hoca Barajı ve hemen üstündeki RES'ler
Aşağı Ovacık-Kösedere yolunda bir tarladaki ballıbabalar ve papatyaların renk cümbüşü
Kösedere yolunda son anemonlar
Çiçeğe boğulmuş badem çalıları
bu da yakından...
papatyaların güzelliği
hepsi bir yerde...
Doğuda Eğlen Hoca Barajı
görünüyordu. Asfalt yolun kıyısından Kösedere
köyüne doğru ilerledik. Köye kadar yaklaşık 5 km.lik bir mesafe vardı.
Asfalttan yürümek pek içimize sinmedi. Bu nedenle iş makinelerinin çalıştığı
tepenin altından dere yatağına doğru indik. Zeytinlikler arasından süzülerek,
kısmen evsel atıkların karıştığı dereyi aşarak Kösedere çıkışına ulaştık. Sabah 10.30 gibi başladığımız
yürüyüşümüzü yaklaşık 17.30 gibi Kösedere köy meydanında sonlandırmıştık. Toplamda 13 km.lik güzergâhımızı,
yaklaşık 6 saatte yürümüştük. Doğayla birlikte geçirdiğimiz zaman ise, bütün
bunların üstüne birer ödül gibiydi. Çoban çeşmelerinden akan suyun sesini dinlemek, keçi sürülerinin ardı sıra yürümek, Kösedere "sıraca"larında yalnız ahlatlarla selamlaşmak hepsi güzeldi. Ama günden geriye yine biraz hüzün kaldı; Geçmişte bıraktığımız izlerimiz,
artık bu toprağın altında kalmış; yüzlerce yıllık bitmeyen kavgaların bilinmeyen akıbetleri, yitirdiğimiz güzel geleneklerimiz ve tüm kaybettiklerimiz… Onlara dair bugün de
söylenecek söz kalmıştı geriye. Heyhat…
Dipnotlar
(1) Menemen
İskelesi, Bugünkü Deniz Bostanlısı’nın
biraz yukarısında bir yerde kuruluydu ve 19.yy.da kuzeye doğru seyahatlerin önemli
bir çıkış noktası idi.
(2) Cehennem
Vadisi ile
ilgili olarak bkz. http://dagakactim.blogspot.com/2011/10/karaburun-cehennem-vadisi-yuruyusu.html
ve http://dagakactim.blogspot.com/2011/03/karaburun-cehennem-vadisi-2-yuruyusu.html
ve de http://dagakactim.blogspot.com/2014/11/karaburun-yarimadasinda-sonbahar.html
(3) Cengiz
Gürbıyık, Karaburun Yarımadası’nda Türk Mimarisi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2010; sayfa: 51-52
(4) Cengiz Gürbıyık, a.g.e.; sayfa: 52
(5) Fotoğraflar yazıda belirtilenler
dışında İF tarafından çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC