4 Şubat 2020 Salı

DEREKÖY’DEN CUMALI’YA…


MAHMUT DAĞI’NIN ETEKLERİNDE BİR SEYRÜ SEFER
24 Ocak 2020
İbrahim Fidanoğlu
Giriş

Nif ve Mahmut Dağı kütlelerini birbirinden ayıran Karabel Geçidi, İlkçağ’dan beri İzmir’in arka dünyasında; kuzeydeki Gediz Havzası ile Menderes coğrafyasını birbirine bağlayan önemli bir geçiş yolu olarak öne çıkar. Bugün insanlığın binlerce yıllık değerli bir mirası olarak defineci tayfasının defalarca saldırısına uğramış Karabel’deki Hitit Baba Kabartması, bu geçide tarih boyunca atfedilen önemin taşa işlenmiş halidir aslında. Prof. Dr. Ersin Doğer, İzmir’in Smyrna’sı isimli kitabında İzmir’in savunması açısından son derece önemli bir yere sahip Karabel Geçidi ve çevre topografya hakkında şu bilgileri aktarıyor:

 
Karabel Hitit Baba Kabartması; son hasardan önce...
(Kasım 2014) 

Belkahve eşiği, aynı zamanda Bozdağ’ın (Tmolos) batı uzantısı Mahmut Dağı (Drakon) ile Nif Dağı (Olympos) arasında, Gediz (Hermos) ile Küçük Menderes (Kaystros) çöküntü ovalarını bağlayan Karabel Geçidi’ne de çok yakın konumdadır. Karabel Geçidi ise, Hermos (Gediz) Vadisi’nden gelip Kaystros (Küçük Menderes) Vadisi’ne ve hatta Belkahve Geçidi’ni zorlamadan İzmir’e güneyden sarkmak isteyenlere Tahtalı Dağı üzerinden geçit veren vadilere de hâkimdir. Bu nedenle de Karabel Geçidi, Belkahve Geçidi’nin yanında, barındırdığı Hitit üslubundaki savaşçı kabartması ve Luvi dilindeki sınır yazıtlarının da göstermiş olduğu gibi İzmir’in çevre savunması için oldukça önemli bir konumdadır.”(1)

Sabah ayazında; ardımızda Dereköy...

Bugün Karabel Geçidi’ni geçtikten sonra Nif Dağı’na karşı Mahmut Dağı’nın eteklerinde konumlanmış bir dizi köyün çevresinde, kâh yükseklerde, kâh alçaklarda; ama oldukça soğuk bir havada dolaştık. Sabah yürüyüşe başladığımız Dereköy’e ulaştığımızda, hava sıcaklığı 00C idi. Gün içinde 8-10 dereceye kadar yükseldi; akşamüstü saat 17 gibi Dereköy’den ayrılırken ise, hava sıcaklığı 6 derece civarındaydı. Güneş, gün boyu hep tepemizdeydi.

 
Dereköy Camisi ve köy meydanı

 

Dereköy’de Sabah

Sabah 10.30 gibi Kemalpaşa’dan 10 km, Karabel Kabartması’ndan ise yaklaşık 3 km kadar uzaklıkta; Mahmut Dağı’nın eteklerine sinmiş Dereköy’e ulaştık. Hava sıcaklığı 00C dereceydi ve keskin bir ayaz hâkimdi köyün sokaklarında. Önce Pazar günleri köy pazarının kurulduğu alanın önündeki çeşmeye uğradık. Bu alanda eskiden sadece bir kahvehane vardı. Yakın zamanda İzmir Büyük Şehir Belediyesi mevcut binanın bir kısmına bal süzme ve paketleme tesisi kurdu. İşte bu avlunun hemen önündeki çeşmeden, yanımızda getirdiğimiz şişelere lezzetli Dereköy suyundan doldurduk önce. Eskiden sürekli açık kalan, bal dolum tesisinin yanındaki kahvehane şimdilerde sadece hafta sonları açılıyormuş. Bu nedenle köyün meydanındaki kahvehaneye geçtik ve orada yanan sobanın başında sabah kahvelerinin eşliğinde biraz ısındık.

 
Dereköy'de sabah vakti; köy kahvehanesindeyiz.

 Dereköy'ün patikaları aşan küçük derelerinden biri
 (Kasım 2006)

Dereköy, Mahmut Dağı’na çıkış rotalarının başlangıcında olması nedeniyle, hafta sonları yürüyüş gruplarının rağbet ettiği önemli bir uğrak noktası. Son yıllarda kurulan üretici köy pazarı sayesinde buralar oldukça canlanıyor; kalabalıklar sayesinde köylü de bir şekilde pazara getirdiği ürünlerini değerlendirebiliyor. Var olan Dereköy –Gökyaka Kalkınma Kooperatifi, İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin desteği sayesinde her iki köyün umudu ve dayanak noktası olmuş. Bir dönem Mahmut Dağı’nın çevresindeki alçak tepelere kurulmak istenen rüzgârgüllerine karşı köylünün gösterdiği tepki de bu birliktelik çevresinde gelişmiş. Ama bugün gördüğümüz manzaraya göre; köylünün verdiği bu mücadele, pek de gerekli yerlerde yankı bulamamış, umursanmamış ve Gökyaka ile Cumalı arasındaki sırtlarda dönmekte olan pervanelere dönüşmüş bu duyarsızlık.

 
Dereköy-Gökyaka üstünde yol boyunca yer alan arı kovanları; arkada yol arkadaşımız "Gamit"...

  
Dereköy'den kaynağa giden yolun başlangıcı

Bugün Dereköy’den Cumalı’ya kadar yükseklerde dolaşırken, güzergâhımız üzerinde yüzlerce arı kovanına rastladık. Kış uykusundaydılar hepsi. Ama çarpıcı olan şuydu; gördüğümüz kovanlar, bu civardaki köylerde; bal üretiminin, köylünün önemli bir geçim kaynağı olduğunu göstermekteydi. Daha önceleri Kemalpaşa-Bayramlı köyünde, Karaburun Yarımadası’nda, Datça Yarımadası’nda ve diğer yerlerde arıcılık yapan köylülerin anlatımına göre; ölçüsüz bir şekilde kurulan rüzgâr elektrik santralleri, bal üretimini olumsuz yönde etkilemekteydi. Temiz enerji dahi olsa; yeni yatırımların planlanırken, bu olumsuz etkilerin de tarafsız bir bakışla gözetilmesinde yarar olduğunu düşünüyoruz.

 
Dereköy köy meydanına ve camisine uzaktan bakış 

 
Dereköy'den kaynağa giderken...
(Kasım 2006)

 
Dereköy pınarına giderken yolumuz üstünde ağaç kütüklerinden yapılmış şirin su yalakları
(Aralık 2011)

Dereköy’ün doğusunda, yıllar öncesinden beri bildiğimiz benzersiz bir köşesi var; büyük kaya kütlelerinin arasına saklanmış köye su sağlanan bir kaynak bu vadinin doğu ucunda yer alıyor. Fethiye’deki Saklıkent’e benzettiğim kanyonu andıran bu saklı dünyanın görünümü, özellikle doğanın yeniden uyandığı bahar aylarında benzersizdir. Ben buraya Dereköy’ün “saklıyurt”u adını verdim.

 
Dereköy'e su sağlayan pınar ve küçük kanyon; "saklıyurt"
(Nisan 2017)

 
Dereköy, pınarın derinliklerine doğru
(Nisan 2017) 

 
Kayanın içinden aşağılara doğru akan su
(Aralık 2011)

Karşıdaki Nif Dağı’nın eteklerinde yer alan Yukarı Vişneli köyünden bu yakaya bakınca, Mahmut Dağı’nın eteklerine gündüzleri bir gerdanlığın boncukları gibi dizilmiş olan bu sıra sıra köylerin; içinde yer aldıkları vadinin yamaçlarına doğru taşmış evlerinin gece karanlığında bir yanıp bir sönen ışıklarıyla size göz kırpışları var ya; ne hikâyeler anlatır; kim bilir?

 
Dereköy'e adını veren deresi

 
Dereköy sırtlarından Nif Dağı'na bakış

Nedense çok uzaklarda yanan titrek köy ışıklarını görünce, hep Cahit Külebi’nin şu şiiri aklıma gelir; gecenin zifiri karanlığında gördüğüm manzarayla ansızın zaman, en az yüz yıl geriye doğru akar ve dile gelir soluk ışıkların ardındaki köy; şöyle fısıldar usulca kulaklara; içindeki “hikâye”yi…

Hikâye
Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!

Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu, Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!

Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!

Benim doğduğum köylerde
Şimal rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz
Cahit Külebi (1917-1997)

Dereköy’ün güney yönündeki çıkışından itibaren Gökyaka köyüne doğru yürümeye başladık. Köyden ayrılırken; kemikleri sayılan, kirli beyaz renkte bir köpek de takıldı peşimize. Zayıflığından hareketle, ona “gamit” ismini verdik. Cumalı’ya dek, terk etmedi bizi hayvancık. Tam yemek zamanına geliyorduk ki; Cumalı girişinde karşımızdan iki köylüye sırnaştı hayvan. Köylü kadın da kimsesiz köpeklerle ilgilenmeyi seviyormuş; belki de hayvanın hayatı kurtuldu bu şekilde. Takıldı peşlerine; onlarla birlikte vadinin içinde kaybolup gitti “gamit”, bir bilinmeze doğru.

 
Yol arkadaşımız; Dereköylü "Gamit"

  
Dereköy'den Mahmut Dağı'na bakış 
(Aralık 2011)

Eski yürüyüşlerden birinde Mahmut Dağı yolundayız.
(Şubat 2012)

Sabahın sert ayazı yürüdükçe etkisini kaybetti; bir süre sonra iyice ısındı içimiz. Dereköy’den Gökyaka’ya dek yaklaşık 3 km kadar asfalt köy yolundan yürüdük. Solumuzdaki kızılçamlar altında üç-beş kişi kozalak topluyordu. İlgimizi çekti; sorduk kendilerine. Kozalakları ormancılar, tohum için kullanacaklarmış; onlar için topluyorlarmış. Anladığımız kadarıyla kendileri Orman İşletme Müdürlüğü’ne iş yapan bir taşeronun elemanlarıydı.

 
Mahmut Dağı
(Şubat 2012)

 
Mahmut Dağı eteklerinden Gökyaka köyünün görünüşü
(Şubat 2012)

Dereköy civarında eski yıllarda da defalarca yürümüş, köyün kahvehanesinde de köylülerle zaman zaman sohbetler yapmıştık. Bunlardan birinde yukarıda sözünü ettiğimiz su kaynağının başında karşılaştığımız bir köylüden yurtdışına yok pahasına satılan humuslu toprak vurgunu üzerine hikâyeler dinlemiştik. Yine bir başka Dereköy çıkışlı yürüyüşümüz sonrasında da; Dereköy kahvehanesinde karşılaştığımız posbıyıklı ve görmüş geçirmiş bir Dereköylü amca, 1994 yılında Karabel civarından başlayarak Bayındır’a kadar devam eden ve hektarlarca ormanlık alanın telef olmasına neden olan o büyük yangının nasıl başlayıp geliştiğini anlatmış ve bizim, üzüntü ile kızgınlık arası karmaşık duygularla donanmamıza yol açmıştı. Orman taşeronlarını görünce, nedense köylülerden dinlediğimiz bu hikâyeler aklımıza geldi birden. Niyet iyiyse bir diyeceğimiz yok tabii ki; ama çoğu orman yangınının ardından medyada yer alan haberleri okudukça, insanın tüyleri diken diken oluyor.

 
Gökyaka köyüne girerken... 

 
Gökyaka'nın Nif Dağı'na nazır bir sekideki manzaralı yazlık kahvehanesi

Gökyaka köyü ve Şah Ahmet Dede

Bir süre sonra Gökyaka köyüne girdik. Nif Dağı’na ve Torbalı’ya doğru uzayıp giden düzlüklere hâkim konumdaki Gökyaka kahvehanesi ilk uğrağımız oldu. Kahvenin terasından gördüğümüz manzara eşsizdi. Nif Dağı’nın gösterişli kütlesi ve birkaç hafta önce çıktığımız karlarla kaplı zirvesi Nif Karlığı görüş alanımız içindeydi. Yazın önünden geçerken sürekli açık görüp oturmaya imrendiğim bu kahvehane, herhalde soğuk hava nedeniyle bu aralar kapalıydı. Köylüler yukarıdaki cami civarındaki köyün merkezine çekilmiş olmalıydılar. Biz de kayrak taşlardan yapılmış köy evlerinin duvarları arasından seğirterek, köyün yukarılarına doğru yürüdük.

Ipıssız Gökyaka kahvehanesinin avlusundan ovayı ve Nif Dağı'nı seyrettik.

 
Gökyaka'nın merkezine doğru...

Köyün camisinin yakınında köyün kuruluşu ile ilişkilendirilebilecek bir dede türbesi var Gökyaka’da. Horasan erenlerinden olduğu söylenen dede, köylüye sorarsanız; Şıh ya da Şeyh Ahmet olarak tanımlanıyor. Ancak doğrusu Şah Ahmet olmalı. Kare planlı ve üzerinde bir kubbe ile tamamlanan son derece basit bir mimariye sahip türbenin içindeki dede mezarı incelendiğinde, mezarın doğu-batı ekseninde konumlandığı görülüyor. Bu da bize mezarın Türklerin İslamiyet’i kabul ettikleri erken döneme denk düşen bir dede mezarı olduğuna işaret ediyor. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki; Şah Ahmet Türbesi, aslında çok eski, belki de 700 yıllık bir mezarlığın içinde yer alıyor. Mezarların başlarında yer alan taşlar ise, son derece basit ve balbal özelliği gösteriyor.

  
Gökyaka Camisi

  
Avlusundaki tarihi servilerden biri

Şah Ahmet, 12-13.yy.larda Türkmenlerin Bey Dağları üzerinden Batı Anadolu’ya yönelen büyük göçleri sırasında; ziyaret ettiğimiz diğer dede mezarları gibi bu göçün manevi-askeri önderlerinden biri olmalı. Aslında yakın çevrede buna benzer çok sayıda dede mezarı mevcut. Bunların en meşhurlarından birisi aslında Hamzababa köyüne de ismini veren Hamzababa(2)Yukarı Kızılca’da bulunan Tufan Dede(3), Mahmut Dağı’nın zirvesinde yatan Mahmut Dede(3), Tire’nin arkasında; Aydın Dağları’nda Dibekçiler Yaylası’nın üstündeki Çaldede Zirvesi’nde yatan Çaldede(4), Tire-Peşrefli köyünde Pir Veli Beşe(5), Tire-Boynuyoğun köyü yakınlarındaki türbede yatan Ali Baba(6), yine Tire’de Güme Dağı’nın arka dünyasındaki saklı vadilerden birinde yer alan Büyükkemerdere köyünde yatan Sarı İsmail Dede(7) ve yine Aydın’da Paşa Yaylası’nda İmam Baba Tepesi’nde yatan İmam Baba(8) da bizim zirvelerde ziyaret ettiğimiz; Anadolu’nun anonim isimli kadim erenlerinden bazıları… Dolayısıyla onların referans verilen hikâyeleriyle Şah Ahmet’in hikâyesi, karşılaştırıldığında benzer öğelere rastlamamak mümkün değil.

 
Şah Ahmet Türbesi ve başındaki her şeyin tanığı; en az 700 yaşındaki servi ağacı

  
Köyün kurucu atası Şah Ahmet'in kabri

 
Şah Ahmet Türbesi ve hazirede yer alan diğer mezarlar

Şah Ahmet Dede’nin türbesinin yanındaki ve hemen üst düzlemde yer alan Gökyaka Camisi’nin avlusunda bulunan ulu serviler de Gökyaka’da saklı bu hikâyeyi ele veriyor aslında. En az 700 yıllık bu anıt ağaçlar, köyün kuruluşundaki önderi işaret ediyorlar bir anlamda. Şah Ahmet ile ilgili olarak yörede anlatılan bir söylenceye göre, Şah Ahmet’in Haçlılarla yürütülen bir savaşta şehit düştüğü ve buraya gömüldüğü belirtiliyor. Bunu elbette ki kanıtlayacak bir durum söz konusu değil, ama kuşaktan kuşağa anlatılan bu bilgi, büyük olasılıkla Denizli civarında Miryakefalon’da; 1176 yılında Anadolu Selçuklu Hükümdarı II. Kılıçarslan komutasındaki Türk Ordusu ile Bizans Hükümdarı I. Manuel Komnenos komutasındaki Bizans Ordusu’nun Miryakefalon Savaşı’nda karşı karşıya gelmeleri ve Bizans Ordusu’nun yenilgisi sonrasında Türklere Batı Anadolu topraklarının kapısının açılması ile paralellik arz ediyor.

  
Hazirede yer alan karakteristik Türkmen mezarlarından biri; sanki bir balbal...

 
Yaşlı servi ve mezarlar

Şah Ahmet’in bugüne ulaşabilmiş bir manevi-askeri önder olarak; 12 yüzyılın sonlarıyla 13.yüzyılın başları arasında bir zamanda, bu topraklara gelip; kendini, öğretisi ve mücadelesiyle bir şekilde kabul ettirmiş ve halk tarafından her bakımdan benimsenmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Anadolu’nun bu kadim önderlerinin askeri başarılar sonrasında, sahip oldukları manevi donanımları sayesinde; karşılaştıkları Hıristiyan yerli halkı da yumuşatıp kendilerine tabi kılarak, bir anlamda bu topraklarda bugüne dek süren egemenliklerinin temelini perçinledikleri gerçeğini de asla unutmamalıyız. Bazen de bu mekanizma Balkanlar’daki Türk-İslam egemenliğinin tesisi sırasında yer değiştirerek; yani önce Hıristiyan halkın kolonizatör dervişler aracılığıyla yumuşatılması ve daha sonra askeri başarılarla Balkan coğrafyasının Osmanlı topraklarına dâhil edilmesi şeklinde çalışmıştır. Sarı Saltuk Baba, Kızıl Deli Sultan, Otman Dede gibi kolonizatör dervişler bu işlevi yerine getirmişlerdir. 

 
Şah Ahmet'in kare planlı ve kubbeli türbesi
 
 
Şah Ahmet Türbesi'nin bulunduğu düzlemden Gökyaka Camisi'ne bakış

Gökyaka’dan Cumalı’ya

Gökyaka Camisi’nin arkasından köyün yukarılarına doğru çıkan yolu takip ederek, Gökyaka’dan ayrıldık. Yol, güneye doğru kıvrılarak yükselmeye başladı. İlk virajda “Şifalı Su; 4 km” yazan bir levha, bizi meraklandırdı doğrusu. Köyün üst düzlemindeki yola çıkınca, epey bir süre aşağımızdaki düzlüklerde yer alan yoğun zeytinlikleri ve Nif Dağı’nı seyrederek yürümeye devam ettik. Gökyaka’dan çıktıktan sonra, vadiye karşı yol kıyısında dizilmiş yüz civarı arı kovanına rastladık yine. Bizim yürüdüğümüz düzlemin bir üstündeki sırtta ise, üç dört tane rüzgârgülü vardı. Sırt ise karla kaplıydı. Güney yönünde ise, sırasıyla Cumalı ve hemen yanında Yeşilköy uzanmaktaydı. 

Gökyaka'dan sırtlara doğru yürüdük.

 
Gökyaka'dan çıkarken yol kıyısında gördük tavşan memelerini; üzerinde kırmızı meyveleriyle, bu yılbaşı çalılarını...

 
Gökyaka sırtlarından Nif Dağı'nın görünümü

Gamit ismini verdiğimiz yol arkadaşımız, zaman zaman yol kıyısındaki çalıların arasına daldı çıktı; sonra yeniden bizi takip etmeyi sürdürdü. Bir süre sonra toprak yol, doğuya doğru kıvrıldı ve içerilere nüfuz eden derin vadilerin çevresinden dolaşarak ilerlemeyi sürdürdü. Doğuya doğru döndükten sonra, vadinin dibinde devam eden bir sulama barajı inşaatını fark ettik. Cumalı köyünün hemen çıkışında yer alıyordu baraj. Hafriyat kamyonlarının biri gidip biri geliyordu; ortalık toz dumandı kısacası.

 
Gökyaka sırtlarında sıra sıra arı kovanları

  
Karakaya'nın eteklerinde Cumalı ve Yeşilköy...

Vadiyi çepeçevre döndük. 90 derecelik dönüş noktasında nihayet şifalı suyun aktığı çeşmeye ulaşabildik. Çeşmenin üstünde yer alan derme çatma bir levhanın üstünde”şifalı su; guatr için” yazısı vardı. Sudan içtik; ama içimi çok lezzetli değildi. Demek ki hikmetleri başkaydı suyun. Yola devam ettik.

 
Doğuya doğru; vadinin derinliklerinde...

  
Çevresini dolandığımız vadinin çıkışında Cumalı köyü vardı.

 
Şifalı su; Gökyaka çıkışından 4 km. kadar uzaklıkta...

Vadiyi çevreleyen yolun en doğudaki noktasındaydık. Vadinin ağzında Cumalı köyünün evleri görünmekteydi. Yoldan vadiye doğru inen bir sürü yol vardı. Çeşmeden sonra üçüncü patikadan vadiye doğru inmeye başladık. Oldukça dik ve iki yanı meşelerle kaplı bir yangın yoluydu indiğimiz yol. Gamit önden, biz arkadan; yavaş yavaş bozuk yoldan vadinin aşağılarına doğru indik. 

 
Bir kızılçamın ardından vadiye doğru; kuzey-güney ekseninde bakış

  
İndiğimiz yangın yolundan önceki patikadan ulaşılan yangın göleti

 
İki yanı meşe ağaçlarıyla kaplı yangın yolundayız. Arkada Karakaya...

 
Meşeler ve "gamit"

Vadinin dibinde yaprakları tamamen dökülmüş halde çınarla ağaçlarıyla kaplı bir dere (Akalan Deresi), güneydoğu yönünden Cumalı’yı saran Karakaya’nın eteklerini yalayarak, baraj inşaatının sürdüğü yönde akışını sürdürmekteydi. Derede su, yağışlarının son derece az miktarda seyrettiği bu aylarda oldukça düşük seviyedeydi. Taşların üstünden atlayarak dereyi geçtik. Sola giden yol, Karakaya’nın çevresinden güneye doğru dönerek Yeşilköy’e; sağa giden yol ise, baraj inşaatının sürdüğü vadinin kıyısından geçerek Cumalı köyüne doğru gidiyor olmalıydı. Biz sağdaki yola saptık. 

 
Yangın yolunda bir eski ağıl

 
Gezginler, Akalan Deresi'nin yatağında...

  
Gamit döndü ve geriye baktı uzun uzun.

Önümüzden yürümekte olan Gamit, arkalarından vuran ışığın içinden birer karaltı şeklinde beliriveren bir köylü çiftin üzerine doğru koşarak onlara sırnaştı. Köylülerden kadın olanı, hayvanı okşadı; sevdi. Gamit, kendisine gösterilen ilgiden cesaret alarak, kadının sırtına tırmandı; işi iyice şaklabanlığa vurdu. O sırada biz de onlara yetiştik; selamlaştık köylülerle. Gamit’in Dereköy’den beri peşimize takıldığından ve çok aç olduğundan söz ettik köylülere. Kadın, köyde kendisinin birçok hayvanı olduğunu; kedi ve köpekleri de beslediğini söyledi. Bu Gamit için belki de bir kurtuluş umudu idi. Zaten Gamit de bunun farkındaydı ve kadının peşinden ayrılacak gibi durmuyordu. Köylülerle vedalaşarak yanlarından ayrıldık. Bir süre sonra arkamıza dönüp baktığımızda, Gamit’in oynaya zıplaya köylülerin peşi sıra vadinin derinliklerinde kaybolup gittiğini gördük. Üç köyü aşarak peşimiz sıra ardımızdan gelen hayvancık, derin bir vadide son sığınağını bulmuştu; ne mutlu ona, belki de hayatı kurtulmuştu.

 
Akalan Deresi

  
Akalan Deresi; güney kolu

 
Akalan Sulama Barajı'na doğru; son üç yol ağzındayız.

Cumalı yönünde bir süre yürüdükten sonra, sulama barajının (Akalan Sulama Göleti) inşaatının devam ettiği vadiye ulaştık. Hafriyat kamyonlarından biri vadiden çıkmak üzereydi. Ondan atik davranarak ve hatta koşarak, Cumalı yol ayrımına dek hızlı bir şekilde yürüdük. Kamyondan ucuz kurtulmuş, tozunu yememiştik. Ancak vadinin içinde ortalık toz dumandı. Bir yerden kaldırılan toprak, yaklaşık 500 metre ilerideki bir başka alana dökülüyor; buradan da barajın dolgusunda kullanılmak üzere inşaatın ilgili alanlarına yığınak yapılıyordu.

 
Akalan Sulama Barajı inşaatı

 
Barajın ana gövdesi; üst dolgusu sürüyor. 

 
Akalan Sulama Barajı'nın önünü kestiği vadinin kıyısından Nif Dağı'nın görünümü 

Cumalı Köyü

Cumalı, Dereköy ve Gökyaka köylerinde olduğu gibi kayrak taşlarla yapılmış köy evleriyle dikkat çeken bir sivil mimariye sahip. Her üçü de sırtını Mahmut Dağı’nın eteklerindeki alçak tepelere dayamış durumda. Cumalı köyünün bulunduğu yer, belki de henüz yerleşik hayatın tam olarak gerçeklik haline dönüşmediği bir başlangıçta, Cuma namazlarını kılmak için bir araya gelinen bir mekân olmalı. Belki çok eski zamanlarda yerinde bir Yörük obası yer almaktaydı. Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi; köyün bulunduğu alanda Cuma günleri kurulan pazara gelen köylüler, Cuma namazlarını da buradaki camide kılmaktaydılar. Zamanla köyün camisi çevresinde gelişen hayat, yine Cuma namazları ritüeli çerçevesinde öne çıkarak, köyün ismini ve cismini bugünlere taşıdı.

 
Cumalı'ya doğu yönünden girerken...

  
Bir zeytinliğin içinde kayrak taşlarla yapılmış eski bir bağ evi

 
Cumalı'da geçmişin izlerini taşıyan yorgun bir koca kapı

Köyün arka dünyası tamamen kızılçamlarla kaplı… Mahmut Dağı’nın sırtları ve etekleri orman yönünden oldukça zengin… Ama daha yukarılarda da andığımız 1994 yangını, bu civardaki ağaç örtüsüne büyük zararlar verdi. Köyün daracık sokaklarından geçerek ulaştığımız köyün meydanındaki ulu çınarlar, taban suyu hakkında bize bir fikir veriyor. Cumalı’nın kahvehanesi ve camisi, meydana bakan; karşı karşıya iki ayrı sekide yer alıyor. Caminin bulunduğu sekinin önünde, suyu gürül gürül akan bir çeşme var. Kahvehaneye doğru yöneliyoruz; selam verip giriyoruz içeri. Şimdi bizim için yemek vakti…

 
Cumalı Camisi

 
Cumalı'nın merkezindeki kahvehanenin bulunduğu seki

 
Kahvehanenin çapraz karşısında bir ulu çınar

Kahvehanenin ortasındaki soba cayır cayır yanıyor. Sobanın üstündeki bir hazneden boşaltılan iri granül taneler şeklindeki katı yakıt, haznenin boğazındaki bir kelebek yardımıyla zaman zaman elle açılarak, sobanın yanma odasına besleme yapılıyor. Kahveciden öğrendiğimize göre; pirina ve çam kozalağı kırığı yakıt olarak kullanılıyormuş. Pirinanın daha verimli olduğunu söylüyor kahveci. Çevremizdeki köylülerle kısa bir sohbet sonrası yemeğimize dönüyoruz; ardı ardına gelen sıcak çayların eşliğinde yanımızda getirdiğimiz azığımızı afiyetle indiriyoruz midelere. Sıra son keyif çaylarında... Sonrasında köylülerle vedalaşma vaktidir.

 
Cumalı'nın merkezinden yukarı doğru çıkan yol

 
Cumalı köy kahvehanesinin bulunduğu sekideki asırlık çınar ağacı; tabii anıt...

  
Cumalı köy meydanından bir görünüm; yaşlı çınar ağaçları taban suyunun habercisi

Köyün çıkışındaki ovaya doğru yol ayrımında bulunan çok eski mezar taşlarının yakınındaki bir levhada şu ifadeler yer alıyor:

“Bu köy, Osmanlı Sancağı’nı düşmana teslim etmeden Balkanlar’dan köyüne kadar getiren Hasan Çavuşların, 1.Dünya Harbi ve İstiklal Savaşı boyunca Çanakkale ve Sakarya’da savaştıktan sonra Afyon Cephesi’ni yaran 17 kişiden biri olan ve İzmir’e ilk giren kafilede yer alan Gazi Ahmet Onbaşıların (Ahmet Taşkın) yetiştiği, İstiklal Savaşı’nda sancağı saklayıp düşmana teslim etmeden, 2002 yılında Ege Ordu Komutanlığı’na teslim ederek teşekkür beratı almış kahraman insanların köyüdür.”

 
Cumalı köyünün meydanında yer alan çeşme

 
Cumalı köyünün ovaya doğru çıkışındaki tarihi mezarlık ve serviler

Söz konusu sancak, uzun yıllar boyunca Cumalı Camisi’nde muhafaza edilmiş. Levhadaki ifadede belirtildiği gibi 2002 yılında eski muhtarlardan Fevzi Lütfi Taşkın ile araştırmacı-yazar ve öğretmen; rahmetli Necat Çetin’in emeğiyle Ege Ordu Komutanlığı’na teslim edilmiş, oradan da İstanbul’daki Harbiye Askeri Müzesi’ne gönderilmiş. Necat Çetin tarafından yapılan araştırmaya göre; İşkodra Sancağı olarak adlandırılan sancak, şimdi müzede sergilenmekteymiş.(9) Bu vesile ile kendisini tanımış biri olarak; Bayındır çevresinde yürüttüğü yerel tarih çalışmaları ile hatırladığımız bu değerli araştırmacı-yazar Necat Çetin’in hatırasını da burada anmış olalım. Nur içinde yatsın.

 
Zeybek ruhlu araştırmacı-yazar ve tarih öğretmeni Necat Çetin; ruhu şad olsun.
(Kaynak: https://www.efelikruhu.com/2017/04/07/mursallili-ismail-efe-destani.html/necat-cetin) 
Cumalı'da avluya açılan bir yaşlı koca kapı daha...

Cumalı’dan Dereköy’e

Köyün çıkışındaki eski mezarlığın yanından geçerek, ovadan Dereköy’e doğru devam eden asfalt yoldan bir süre yürüdük. Amacımız baraj inşaatının bulunduğu alana yaklaşmadan, yine Cumalı köyünün arkasındaki sırtlarda Gökyaka köyüne doğru yönelen toprak yolu bulabilmekti. Bunun için, asfalt yoldan ayrılarak tatlı bir meyille yükselen eğimli bir arazideki zeytinliklerin arasından devam eden bir traktör yoluna saptık. Yol, bir süre sonra yer yer kopuk şekilde devam eden kesikli patikalara dönüştü. Zeytinliklerin sınırlarını belirleyen çalılarla kaplı bahçe çitlerini ve zeytin teraslarını aştık. Gökyaka köyüne doğru yaklaşırken, kızılçamlarla kaplı konforlu bir patika çıktı karşımıza. Bu patikanın ulaştığı nokta ise, Gökyaka köyünün güneyindeki kilit taşlarla kaplı bir yolun başlangıcı oldu. Köyün evleri de bu noktadan itibaren başlamaktaydı. Yolu dosdoğru takip edince, sabah Şah Ahmet Türbesi ve Gökyaka Camisi’nin bulunduğu alana ulaşmıştık.

 
Yılın ikinci anemonunu Cumalı sırtlarında; bir zeytinliğin içinde gördük. İlkini ise, geçen hafta Ildırı'da Erythrai eteklerinde görmüştük.

 
Cumalı'dan Gökyaka'ya doğru konforlu bir patika

Sabah yaptığımız gibi, yine caminin arkasından dağa doğru giden yolu takip ederek yukarı doğru yürüdük. İlerideki üç yol kavşağında ise, bu kez sabah döndüğümüz yönün tam tersine ve kuzeye doğru yöneldik. Bundan sonrası kolaydı. Kıyısında yer yer kovanlarla kaplı toprak yol, bizi Dereköy’ün sırtını çeviren kızılçam ormanının sınırına dek götürdü. Yol burada nihayete ermişti; aşağı doğru Cumalı-Dereköy asfaltına inen bir dik yangın yolunu takip etmekten başka seçeneğimiz yoktu. Buradan aşağıya usulca indikten sonra, vadiye sinmiş Dereköy’ün evleri göründü karşıdan. Tarlasından traktörüyle dönmekte olan bir köylü, römorkunu işaret ederek “atlayın isterseniz, köye kadar” dedi. Köye çok yaklaşmıştık; teşekkür edip, yürümeye devam ettik.

  
Patikadan kilitli taş döşeli yola geçiş; Gökyaka'nın güney girişi

  
Yarım kalmış bir odun kesim işi, bir balta ve en arkada Gökyaka Camisi'nin minaresi

 
Dönüş yolunda yine Gökyaka Camisi'nin önünden geçtik. Bu toprakları yurt yapan Şah Ahmet'lere saygıyla...

Dereköy’deki son durağımız, sabah olduğu gibi meydandaki köyün kahvehanesi oldu. İçerisi oldukça kalabalıktı. Çift-çubuk muhabbetleri ve okey taşlarının sesleri arasında yorgunluk çaylarımızı içtik. Önümüzde son uğrak yerimiz olarak, Karabel Geçidi’ndeki Hitit Baba Kabartması vardı. Vandal saldırıları ile son yıllarda epey yara almış bulunan bu binlerce yıllık kültür mirasının son halini görmeliydik. Kısa bir dinlenme molası sonrası Dereköy’den ayrıldık.

 
Karabel Hitit Baba Kabartması; o gün bile ufak tefek hasarlar vardı, ama bugünkü başkaydı.
(Kasım 2014)

Karabel Kabartması ya da Hitit Baba Anıtı

II. Hattuşili döneminde (İ.Ö. 1400-1380) zayıflayan Hitit Devleti’nin bu güç kaybından Arzawa Krallığı yararlanır ve en parlak dönemini yaşar. Prof. Dr. Ersin Döğer’in İzmir’in Smyrna’sı isimli kitabında bu dönemdeki gelişen olaylar şu şekilde aktarılmaktadır:

“Bir Arzawa ordusu Alçak Ülke’yi (Batı Anadolu-İF) geçip Hatti Ülkesi’ne (Anadolu Platosu-İF) girer ve sınırını Hitit Devleti aleyhine genişletir. Bu saldırının başında muhtemelen, Mısır Kralı III. Amenophis ile mektuplaşan ve firavuna kızını veren Kral Tarhundaradus olmalıdır. Bu ilişkiler Mısır’da bulunmuş ve Arzawa Mektupları olarak bilinen çivi yazılı tabletlerde ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.

Büyük Hitit İmparatorluğu’nun kurucusu Şuppililuma I’in henüz prensliği sırasında ve ardından tahta geçtiğinde (İ.Ö. 1380-1340) Hititler yeniden harekete geçerek daha önce kaybetmiş oldukları Alçak Ülke’yi geri alırlar ve Arzawa Krallığı’nı yeniden vasal konumuna getirirler. Şuppililuma I’in oğlu Kral II. Murşili (İ.Ö. 1339-1306) ise tüm Arzawa Krallığı’nı işgal eder ve ortadan kaldırır. Arzawa Krallığı ile bizzat Murşili komutasındaki Hitit ordusunun Arzawa’nın kalbinde yaptığı savaşlar, başkent Apasas’ın (bugünkü Efes-İF) ele geçirilmesi, Arzawa Kralı yaşlı Uhhazitis’in denizdeki bir adaya sığınması ve ölümü, Murşili’nin önünden Arinnanda Dağı’na (bugünkü Dilek Yarımadası’ndaki Samson Dağı-İF) ve Puranda Kalesi’ne (Bugünkü İzmir-Aydın otoyolunun ikiye böldüğü; Torbalı yakınlarındaki Bademgediği Kalesi-İF) sığınanların geri getirilmesi Murşili’nin Yıllıkları’nda canlı bir şekilde tasvir edilmektedir. Aslında savaş, Murşili’nin iktidarının üçüncü yılında Hitit ordusunun Arzawa ile işbirliği yapan Milawanda’yı (Miletos) ele geçirip yağma ve tahrip etmesi ile başlamaktadır. Arzawa Krallığı’nın fethi, kralın oğullarının direnişleri nedeniyle kolay olmamış, Murşili ve Hitit ordusu en azından iki yıl Batı Anadolu’da oyalanmıştır. Buna rağmen II. Murşili sonunda Arzawa Krallığı’nı ve konfederasyonunu ortadan kaldırmış, topraklarını daha önce konfederasyonun üyeleri olan ve son anda Hititler’e katılan Mira, Seha Nehri Ülkesi ve Hapalla beylikleri arasında paylaştırmıştır.”(10)

 
Karabel Kabartması; definecilerin verdiği büyük zarar; tarih: Mart 2019

Arzawa Krallığı’nın II. Murşili tarafından ortadan kaldırılması sonrasında bölgenin yeni hâkimi olarak İ.Ö. 13. ve 12. yy.larda Mira Beyliği ortaya çıkar. Mira Beyliği, II. Murşili’nin Batı Anadolu’da Arzawa Krallığı’nın ortadan kaldırılması sonrasında oluşturduğu üç bağlı beylikten birisidir. Bugünkü Milas’a dek uzanan Kuwaliya topraklarının da katılmasıyla ismi Mira-Kuwaliya Krallığı olarak anılır. Güneybatıda Bafa Gölü civarında; Beşparmaklar’a doğru tırmanan yılan gibi bir yolla ulaşılan Sakarkaya’daki Kral Kupanta Kurinta’nın mührünün bulunduğu bir sınır taşıyla belirlenen bu beyliğin güney sınırı; Bafa Gölü’nü doğu yönünden sınırlayan Beşparmak Dağları’dır. Kuzey sınırı ise, yine Ayrancılar’a oldukça yakın bir konumda; Torbalı-Kemalpaşa arasındaki Karabel Geçidi’nde yer alan ve halk arasında Hitit Baba Kabartması olarak da bilinen Karabel Hitit Savaşçısı Kabartmasıdır. Bu da beyliğin Bozdağlar tarafından sınırlanan kuzey sınırını işaretlemektedir.

 
Hasar büyük; matkap delikleri fotoğrafta dahi fark ediliyor.

Prof. Dr. Ersin Doğer, yine aynı kitapta J.D. Hawkins’in çözümlemelerine göre; Karabel Geçidi’nde yer alan Hitit Savaşçısı Kabartması’nın yanında Luvi dilindeki yazıtın, Mira Kralı Targasnawa’ya ait olduğunu söyler. Aynı yazıtta şifre edilemeyen iki isimle ilgili olarak ise, yine aynı bilim adamına göre Targasnawa’nın babası Alantalli ve dedesi Kupanta-Kal’a ait olduğu yargısını belirtir.

Karabel Geçidi; karayolu genişletilmeden önce...
(Kasım 2006)
 
Ersin Doğer; aynı kitabın Ekler bölümünde yer alan Karabel Geçidi’ndeki anıt ile ilgili olarak resim altı yazısında ise, söz konusu Hitit Kabartması ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir:

Bozdağlar’ın batı uzantısı Mahmut Dağı ile Nif Dağı arasında, Gediz Vadisi’ni Küçük Menderes Vadisi’ne bağlayan Karabel Geçidi, Antikçağ’da da bölgenin en önemli stratejik noktası olarak kabul edilmekteydi. Büyük İskender’in ordusu da Sardeis’ten Ephesos’a giderken buradan geçmiş olmalıdır. Geçidin her iki yanında bulunan sınır yazıtları ve anıtlar, Herodotos (İ.Ö. 5. yüzyıl) döneminden beri bilinmektedir. Tarihçi, o günkü bilgileri ile anıtın Mısır Kralı Sesotris tarafından bölgenin fethi sırasında yapıldığını zannetmekteydi ve “anıt, Ethiopia Kralı Memnon’a aittir” diyenleri de küçümsemekteydi. Son yıllarda karayolunun genişletilmesi sırasında Hititlerin de kullandığı hiyeroglifle Luvi dilinde yazılmış sınır taşlarını ve diğer kabartmayı kaybeden geçitte tek korunan anıt, doğu yamaçtaki Hitit üslubunda savaşçı kabartmasıdır. Son yıllarda savaşçının başı ve mızrağı arasında oldukça silik olan hiyeroglif yazıtı okumayı başaran J.D.Hawkins’e göre anıt, Hititlerin bölgedeki vasalı (uydusu-İF) Mira Beyliği’nin kralı Targasnawa’ya aittir. Kral, Mira Beyliği ile Seha Nehri Beyliği (Gediz Vadisi’nden Bakırçay Vadisi’ne ve onun arka alanına dek uzanan topraklar; eski Assuwa Ülkesi toprakları-İF) arasında sınır oluşturan Karabel Geçidi’ne oydurduğu bu anıt ile tüm geçidin kendisi tarafından korunduğunu anlatmış olmalıdır. (İ.Ö. 13. yüzyıl) Mira Krallığı, Kral Targasnawa’dan üç kuşak önce Hitit Kralı II. Murşili’nin Batı Anadolu’daki Arzawa Krallığı’nı yenip ortadan kaldırmasından sonra Arzawa’nın topraklarına (Büyük ve Küçük Menderes Vadileri) yayılmış bir beylik olarak Hititlerin desteği ile varlığını sürdürmüştü.”(11)

Karabel Hitit Baba Kabartması; hasardan sonra...
(Fotoğraf: Bengi İnak; Kaynak: https://arkeofili.com/wp-content/uploads/2019/03/karabel2.jpg) 

İşte bugün kendisine neler olduğunu görmek için akşama doğru yanına uğradığımız, Karabel Geçidi’ndeki Hitit üslubunda yapılmış son sınır anıtı Hitit Savaşçı Kabartması’nın arka planında yatan tarihsel hikâye aşağı yukarı yukarıda anlatılanlardan ibarettir. Yukarıda da belirtildiği gibi zaman içinde yol genişletme çalışmalarına kurban edilen geçidin batısında kalan diğer kabartma ve sınır yazıtları dışında, bugüne ulaşan bu değerli anıt, ne yazık ki son yıllarda; ana kayanın arkasında bir define olduğunu ve bunu metal dedektörlerle saptadıklarını düşünen zavallı defineci tayfasının defalarca saldırısına uğramış bulunmaktadır. Bu anıtı, geçmiş yıllarda birçok kez ziyaret ettik. Bir keresinde önünde açılmış dev bir defineci çukurunun varlığını İzmir Müzesi’ne ve bölgedeki kolluk kuvvetlerine bildirdik. Müzeden bize yapılan dönüşte; söz konusu anıt ve çevresinin bir rekreasyon alanı olarak düzenleneceği ve bu konuda Ankara’nın bir proje çalışması yürüttüğü bilgisi verildi. Bunu takip eden süreçte gördüğümüz tek değişiklik, anıta giden merdivenli yolun başına İzmir Müzesi tarafından konulan “Karabel Kabartması Anıtı” yazısı oldu. Tabii ki vandalların bu biçare kültür varlığına saldırıları bitmek bilmedi; en son basından öğrendiğimize göre 3 Mart 2019 tarihinde anıta verilen hasar ise benzersizdi. Kabartmanın ana öğeleri, geri döndürülemez bir şekilde tahrip edilmiş ve kabartmanın muhtelif yerlerinde delici aletlerle (büyük olasılıkla hilti ile) korkunç delikler açılmıştı. 

 
Karabel Hitit Baba Kabartması
(Kaynak: https://www.arkeolojikhaber.com/haber-uc-bin-yillik-hitit-aniti-karabel-kaya-kabartmasi-boyle-parcaladi-20066/)

Bugün biz de bu acımasız tahribata tanıklık ettik bir anlamda. Gördüğümüz manzara, gerçekten çok can acıtıcıydı. Belli ki anıtın başına gelen vandallar, yanlarında birçok teçhizatı da birlikte getirmişlerdi. Basında yer alan bilgilere göre(12); kabartmanın muhtelif yerlerinde matkapla delikler açılmış, bu deliklerden 4’üne kablo düzeneği döşeyerek ana kayanın kalbinin havaya uçurulması planlanmıştı. Anlaşıldığı kadarıyla bir ihbar ya da devriye tespiti sonucu vandalların sonuca ulaşması bir şekilde engellenmişti. Ama sonuçta 3200 yıllık bu dünya mirası kültür varlığı ne yazık ki geri döndürülmez bir şekilde tahrip edilmiş durumda; Karabel Geçidi’nde ırzına geçilmiş bir şekilde ıssızlığın ortasında yatıyor. Kimin umurunda? Yazık, çok yazık…

  
Benzer bir hasarın verildiği Konya-Ereğli'deki İvriz Kabartması; Hitit kültürünün bölgedeki temsilcilerinden Tuwana Kralı Warpalawa; bir elinde buğday başakları, diğer elinde ise üzüm salkımı tutan Tanrı Tarhunsa’ya tapınırken betimlenmiş.
(Mayıs 2017) 

Karabel Hitit Baba Kabartması’nın bulunduğu gri renkli dev kayanın yanından kızgın ve çaresiz bir şekilde ayrıldık. Kafamız karmakarışıktı. Bugün en az 700 yıl önce; çok uzaklardan bu topraklara gelerek Mahmut Dağı’nın eteklerini kendilerine yurt edinen ve bu uğurda canlarını feda eden kurucu ataları düşündük; Şah Ahmet’i, daha sonraki zamanlarda Balkanlar’dan Cumalı’ya; düşmana teslim etmeyerek getirdikleri İşkodra Sancağı’nı, Yunan işgali sırasında bile düşmana kaptırmayan bu toprağın namuslu ve cesur insanlarını düşündük. Kurtuluş Savaşı’nda yüzlerce yıl önce yurt edindikleri bu güzelim toprakları düşman çizmelerine çiğnetmemek, yer altında ve yer üstünde yer alan; maddi ve manevi her türlü zenginliğimizin talan edilmesini önlemek uğruna “bir şarkı söyler gibi” ölebilen insanları düşündük. Acaba dedik; o insanlar; o güzel insanların hepsi mi binip gitti o güzelim atlara? Hiç kimse kalmadı mı geride şimdi?

Dipnotlar:
(1)     Prof. Dr. Ersin Doğer, İzmir’in Smyrna’sı; İletişim Yayınları, 1.Baskı, 2006-İstanbul; Sayfa: 15
(3)    Yukarı Kızılca, Tufan Dede ve Mahmut Dede hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2015/02/yukari-kizilcadan-mahmut-dagina.html
(4)    Çaldede ve mezarı başında düzenlenen Çaldede Mahyası hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2012/07/tirede-caldede-mahya-senlikleri.html
(5)    Pir Veli Beşe ve Peşrefli köyü hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2014/03/pir-veli-bese-icin-pesrefliden.html
(6)    Ali Baba ve Ali Baba Tekkesi hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2017/05/aydin-daglarinda-eren-babalarin-izinde5.html
(7)     Sarı İsmail Dede ve Büyükkemerdere hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2016/06/buyuk-kemerdereden-dundarliya.html
(8)    İmam Baba ve Paşa Yaylası hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2014/06/aydin-daglarinda-eren-babalarin-izinde2.html
(9)    Cumalı ve İşkodra Sancağı hakkında bkz. http://www.kemalpasaaktuel.com/haber-cumalI-koyu-4855.html
(10) Prof. Dr. Ersin Doğer, a.g.e; sayfa:42
(11)  Prof. Dr. Ersin Doğer, a.g.e; Ekler bölümü; sayfa:168
(13) Fotoğraflar, belirtilenler dışında yürüyüş sırasında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder