27 Mart 2020 Cuma

DATÇA’DAN BETÇE’YE-6


GOCADAĞ’IN YAKAKÖY’Ü
3-5 Ekim 2019
İbrahim Fidanoğlu-Hasan Doğan

Gocadağ’ın eteklerinde eski bir rüyadan uyanırken…

Datça’da birden fazla Kocadağ ismiyle anılan dağ var; bunlardan birisi yarımadanın en yüksek tepesi olan 1162 metre yüksekliğindeki Hızırşah ve Karaköy’e karşı duran Kocadağ… Bir diğeri ise, yarımadanın başlangıcında Emecik’te aynı adla anılan Kocadağ; ama bizim bu yazıda konu aldığımız adına türküler yakılan ve Yakaköy’ün eteklerinde hayat bulduğu Kocadağ ya da yöredeki söylenişi ile Gocadağ

 
Yaka'dan bakınca...
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Kumyer Kalesi'nden Yakaköy'e bakınca...
(H.Doğan; Şubat 2020) 

Yakaköy ile Gocadağ’ın serüveni yüzlerce yıl evveline dayanan eski bir hikâye olsa gerek. Türkmenlerin yarımadaya sökün edişleriyle birlikte buralarda vücut bulan hayat, bu dağın eteklerinde yeşermiş; onun önünde uzanan kısıtlı düzlüklerde otlatmışlar hayvanlarını… Uzak Asya’dan taşıdıkları geleneği, onun gölgesine sığınarak saklamış Betçeli Yörükler yüzlerce yıldır ve daha bozulmamış halde taşımışlar bugüne; anakaraya göre…

 
Kumyer Kalesi'nden Palamutbükü; bademlerin açtığı zaman...
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Gocadağ
(H.Doğan; Ocak 2020)

Her ne kadar dünden bugüne evrilen süreçte; yaşanmışlıklarla yüklü Gocadağ’ın eteğindeki o yorgun evlerini terk ederek Palamutbükü’ne doğru inen Yakaköylüler, geçmişe dair birçok şeyi terk ederek Bük’teki hayata alışmış gibi görünseler de, yaşlıların dillerinden düşmüyor eski hatıralar. Gocadağ’ın eteklerinde zaman bir hayli yavaş ilerlerdi eskiden; şimdi turizme ve yabancılara bulanmışlığın karmaşasında giderek her şey daha çabuk tükeniyor Bük’te artık. Çaresizliğin pençesinde Gocadağ ve yakasındaki mücevher; Yakaköy

 
Betçe orkideleri-1
(H.Doğan; Şubat 2020)

  
Arı orkideleri
(H.Doğan; Şubat 2020)

Betçe orkideleri-2
(H.Doğan; Şubat 2020)

Hasan Hoca, Gocadağ’ın florası ve faunası ile ilgili olarak şunları aktarıyor:

Yakaköy’ün sırtını yasladığı Gocadağ, yıllarca Betçeli için bir geçim kaynağı olmuş. Bu konuda yaşlıları dinlediğinizde; salep toplamak için gittiklerinde günlerce gelmezlermiş Gocadağ’dan. Mart ve Nisan ayları salep toplama zamanıdır. Pek çok köylü için bir geçim kaynağıdır salep. Ayrıca bir dönem tüccarlar, dağ zambağı dediğimiz beyaz ve mis gibi kokan zambakların yumrularını toplatmışlar köylüye ve ne yazık ki; bütün o yumruların hepsi, tüccarlar kanalıyla yurt dışına gönderilmiş. Her sene Mayıs aylarında Gocadağ’ı süsleyen ve kokusuyla da insanları büyüleyen bu çiçekler, şimdilerde ne yazık ki artık yok.

 
Betçe orkideleri-3
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Betçe orkideleri-4
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Betçe orkideleri-5
(H.Doğan; Şubat 2020) 

Gocadağ, bir de üzerinde barındırdığı dağ keçileri ile anılır. Köylüler, ona geyik diyor. Bu hayvanların özel avlayıcıları varmış eskiden. Çok usta olan bu kişiler, dağda korkunç engebelere rağmen; karşı yamaçtaki kayabaşında duran keçiyi vurup, sonra da onun yanına kadar gidip, ortalama 50 kg ağırlığındaki bu hayvanı sırtına bağlayarak, dağdan aşağı indirirlermiş. Ne büyük mücadele; insan, elinde tüfek, sırtında ölü hayvanla o dağdan nasıl iner? Betçeli için; eski zamanlarda böyle yaşamak, bir tür kadermiş; anlaşılan. 

 
Karakulak
(Hasan Doğan Arşivi)

Betçe Orkideleri-6
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakın zamana kadar Gocadağ, ayılarla da anılırmış. Ne yazık ki dışarıdan gelen arıcılar, o güzelim hayvanların kökünü kurutmuş. Karakulak duydunuz mu bilmem, bir vaşak çeşidi; henüz Gocadağ’da nesli tükenmemiş halde. Eskiden köylüler, bu dağda canavardan söz ederlerdi. Her halde sırtlan olsa gerek. Onun da nesli tükenmiş. Eskiler, “eşeklerimizi yerdi” diyorlar. Çakal ve tilkiler ise, halen yaşamaya devam ediyor.

 
Hevenk hevenk limonlar
(H.Doğan; Şubat 2020 )

 
ve badem çiçekleri
(H.Doğan; Şubat 2020)

Gocadağ, bir de zeytinci ve bademcilerin çok ihtiyaç duyduğu sırık yatağı… Kumyer mahallesinde yaşayan, bu konuda uzman Savrak Mehmet Amca, tek başına dağa çıkıp Gocadağ’ın zirvesinin arkasındaki ağaç denizinin içinde, defne sürgünlerini kesip sırık yaparmış eskiden. Bu arada yeni evlenecek bireylerin evlerine gerekli hatılların kesim işleri de Gocadağ’dan yapılırmış. Anlayacağınız; Betçe için Gocadağ vazgeçilmez bir ihtiyaç kaynağı... Şimdilerde ise; bu dağ, mahzun bir şekilde; adeta bir terk edilmişlik hissi içinde öylece duruyor ardımızda yine.”

 
Gocadağ ve Yakaköy
(H.Doğan; Ocak 2020)

Gocadağ’ın yakasındaki bir mücevherdi; Yakaköy

Evet; ara başlıktaki gibi Yakaköy bir zamanlar Gocadağ’ın mücevheriydi; ama şimdi yok artık. Gocadağ’ın eteklerinde terk edilmiş taş evleriyle, sessiz ve yalnız kuyularıyla, bu diyardan göçüp gitmiş aziz büyüklerinin hatıralarıyla ne kadar ayakta kalabildiyse; aslında odur bugün Yakaköy. Ama şimdi biz Yakaköy’ün henüz damarlarında dolaşırken yaşamın efsunlu iksiri; dönelim o eski zamanlarına…

 
Goca Mehmet Emmi; Yakaköy'de evinin önünde... 
(H.Doğan; Ocak 2020)


Yakaköy'e hayat veren su kaynağının bulunduğu Gocadağ'ın yörede "Memeli" diye anılan mağarası
 (Fotoğrafın yukarısına doğru dağdaki turuncu renkli oyuntu)
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yaka, Gocadağ’ın yamaçlarına sırtını dayamış; arkası çam ormanları, önü de denizi gören benzersiz konumda bir köydü aslında. Yakaköy’den Gocadağ’a tırmanmak hemen hemen imkânsız gibidir. Dağın doğusunda Pilavcı Boğazı vardır. Zirveye doğru oradan çıkmak mümkündür. Yakaköy için, kuş uçmaz kervan geçmez tabirini kullanırsanız, yanlış yapmış sayılmazsınız. 1950’li yıllara dek; köyden Datça’ya yayan giderseniz, bir günü, Marmaris'e 3 günü, Muğla il merkezine ise 5 günü yollarda geçirmeniz gerekirdi. 

  
Yakaköy'de Kösemen'e doğru giden bir irim
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakaköy'de; Hacı Ali Tepesi'nde eski bir fırın; artık suskun...
(H.Doğan; Şubat 2020) 

Büyüklerin anlatımına göre, 1949 yılında Betçe’de bir ölet yaşanmış; bir tek sağlık memuru at sırtında gelmiş buralara, manzarayı ve imkânsızlıkları görünce, o da bölgeyi acilen terk etmiş. Büyüklerden emekli veteriner hekim Mehmet Bilgili, “evinde aspirin olan, bu salgından sağ çıktı; bu üç köyde 100 civarında çocuk, ihtiyar ve zayıf olanlar öldü” diye anlatıyor o günleri. Nedense Yaka’da ölen insan oldukça azmış. Köyün sakinlerinden Hasan Doğan’ın kayınpederi Ali Fidan, toplam 9 kişinin öldüğünü, bu salgın hastalığa kendisinin de yakalandığını, ama gelen sağlık memurunun kupa vurarak kendisini ayağa kaldırdığını anlatıyor. Demek ki; sağlık memuru, Yaka köyünde salgın hastalık sırasında bir süre çalışmış, sonra da diğer köylerdeki durumu görünce kaçıp gitmiş buralardan. Bir daha da kimse gelmemiş Betçe’ye.

 
Goca Mehmet Emmi'nin kayınbabası; Yakaköy'ün eski muhtarlarından Ali Eski zamanında Sındı altında ve Sındı Deresi'nin üzerinde; yarımadanın önemli taş ustalarından Sındılı Bekiroğlu ve Hamdioğlu'na yaptırılan taş köprü
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Aynı köprü; köprüyü yapan taş ustaları Bekiroğlu ve Hamdioğlu, Rum duvarcı ustalarının yanında yetişmişlerdi. Bir geleneğin devamcılarıydı yani.
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Aynı taş köprünün karşıdan görünüşü
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakaköy, oldukça eski bir yerleşim yeri; adı üzerinde, Gocadağ’ın eteğinde kurulmuş ve şimdilerde yıpranmış da olsalar; yöre mimarisine uygun taş evleriyle dikkat çekiyor. Genellikle tek katlı; çok nadir de olsa, hanay şeklindeki örneklerine de rastlanabilen bu evler, yörede yetişmiş önemli taş ustalarının eserleri. Bir ev, yapımı için ustaya verildiğinde; usta o taşları yontup şekil vermekten tutun da, evin doğrama, kapı, pencere, mobilya işlerine dek, tekmil bütün işlerinden sorumludur. Anakaradan kopuk bir hayata mahkûm; adeta bir “ada” hissiyatı ile donanmış Betçe’de her bir iş için ayrı bir usta seçebilme lüksü asla olmamıştır o eski zamanlarda. 

  
Hacı Ali Tepesi'nin son ayakta kalan evi
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Yaka'da Saffet Hoca'nın evi; şimdi torunu yaşıyor.
(H.Doğan; Şubat 2020)

Saffet Hoca Evi'nin kiler girişi
(H.Doğan; Şubat 2020) 
Hasan Hoca’nın anlatımından; yörede bol miktarda mevcut köfeke taşlarının tavan izolasyonu için kullanıldığını, bu taşların tavanın üstüne büyük bir ustalıkla dizilmesi sonrasında üzerlerinin toprak örtüsü ile kaplandığını öğreniyoruz. Oldukça hafif olan bu taşlar, pek çok evin kapı ve pencere kenarlarında kullanılırmış. Benzer uygulamalara Çeşme ve Sındı’daki ağa evlerinde de rastlanmakta.

 
Yakaköy'de terk edilmiş evlerden biri; yeni sahiplerini bekliyor.
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Yaka'da bir başka mahzun ev; iki badem ağacının arasından bize bakmakta...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakaköy'de terk edilmiş bir başka evin içinden bir görünüm
(H.Doğan; Şubat 2020)

Söz yine Hasan Hoca’da; Yakaköy’ün sırlarını anlatmayı sürdürüyor:

“Kuş uçmaz kervan geçmez diye tarif edecektim, ama kervanın geçtiğini tarihi kayıtlardan biliyoruz. Hatta Knidos Antik Kenti ile eski Knidos dediğimiz; Burgaz yerleşimi arasında kervanlar çalışırmış bir zamanlar. Yakın tarihlerde de bu yörelerin en değerli ürünü olan incir, üzüm yine Mehmet Ali Ağa’nın deve kervanı ile İzmir'e taşınmış. Gelelim kuş uçmaza… Buralar özellikle göçmen kuşların geçiş güzergâhı üzerinde yer alıyor. Betçe’de bu kuşların adları iyi biliniyor. Duray; buna yerliler boklu duray der. Gosil, Makas, Domali, Baltalı Çavuş, Üveyik, Cızgan, Malac ve bunun gibi pek çok kuş çeşidi mevcut bu dağlarda. Bunlardan sadece Malac yani alakarga; bütün sene buralarda gezinir, durur. İnsanlarla da iyi geçinir. Eskiden buna bir kaç kelime de öğretirlermiş. Şimdi ben Anadolu'nun en ücra köşelerinden bir yer diye tanımlanan bu yer için başka bir ifade aramalıyım artık; hem kervan geçmiş, hem de kuş uçmuş sonuçta.

 
Çeşmeköy yakınlarında Knidos'dan kalma bir kervan köprüsü; Kemer Köprü

 
Kumyer Kalesi'nde bir poligonal duvar detayı
(Mart 2004)

Bizler anakaradan geldiğimiz için burayı uzak görüyoruz. Oysa bu bölge çevresindeki adalarla yıllarca içli dışlı yaşamış. Örneğin Yakaköy’den Molla Mustafa, küçücük kayığı ile Rodos’a gidip gelmiş ve orada medreseyi bitirmiş. 40 mil, bu deniz insanları için uzak bir mesafe değil… Oysa karadan; en yakın yer, Marmaris kazası o zamanlar üç günlük yol. Çünkü Datça kaza değil, okul yok… Yine çok değerli Saffet Hoca da Rodos’tan mezun… Yakaköy’de yıllarca ücret almadan camide imamlık yapmış bir kişi Saffet Hoca. Herkesin gönlünde taht kurmuş, saygıdeğer bir din adamı kendisi. Konumuz kervan geçmez derken, nerelere geldik. Sözün özü; buralardan kervan da geçmiş, kuş da geçmiş.

 
Yaka'da Goca Mehmet Emmi'nin evinden denize bakış...
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Goca Mehmet Emmi; Kumyer'de Pamuk Amca'nın evinin önünde oturuyor.
(H.Doğan; Şubat 2020)

İncir buraların en değerli meyvesi imiş bir zamanlar. Ama o da artık bademe yenik düşmüş durumda. Bu konuyu şunun için açtım. Dolma incir, bu yöre insanının kışları yiyeceği veya ikramlık yaptığı bir üründür. Kurutulmuş incirler, eskiden sandıklarda; keseler içinde saklanırmış. Önce bademi hafif kavururlar, sonra bu bademi incirin içine tek tek yerleştirirler ve daha sonra bunları ekmek fırınına bırakırlarmış. Bu fırınlanmış, bademli incire dolma incir der yöre insanları.

  
Yakaköy evlerinden biri; burada hayat var sanki.
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Kapız'da bir kırık dökük ev; zaman ve terk edilmişlik onu da yenmiş.
(H.Doğan; Şubat 2020)

Büyük kentlerde artık insanlar, ellerindeki teknolojik araçlarla yaşıyorlar. Onlara bakıp gülüyorlar örneğin. Hızlı yaşıyorlar. Asansörlerde kimse kimsenin yüzüne bakmıyor bile. Oysa burada Betçelinin zamanla problemi yoktur hani. Aceleye gerek yok. Bir yabancıya önce laf atarsın. Onunla diyalog kurmanın yolu, ona hoş geldin demekten başlar. Gayet içten bir gülümseme ve nerdensin, kimlerdensin, anan nasıl, baban nasıl gibi sorular... Burası henüz hala böyle; yarın ne olur bilinmez? Yakaköy insanının sıcaklığını yüreğinizde duyarsınız. Turizm bu insanları bozar mı bilinmez? Sahilde bir parça yeri olan herkes küçük çaplı bir şeyler yapmaya başladı artık. Özellikle büyük kentlerden talep geldikçe, burası iyice kalabalık olacak diyecektim, ama zaten kalabalık oldu. Bizim dileğimiz; bu sadelik, bu özgünlük devam etsin, bozulmasın.

 
 Yaka'dan ovaya ve denize bakış
(H.Doğan; Şubat 2020)

Kapız'da kapısı duvar olmuş evlerden biri; en son kim çıktı bu evden kimbilir?
(H.Doğan; Şubat 2020)

1970’li yılların sonlarına doğru evlenmişsin. Karı koca öğretmen, tatiller aynı... Şubat tatilinde alırsın valizini, doğru Muğla. Garajda öğleden sonra bir minibüs kalkar, en az beş saat bir yolculuk seni bekler. Yollar toprak, yollar viraj, yollar uzun ince… Kıvrım kıvrım… Şoför güvenilir bir adam… Her türlü arızadan anlar, lastik değiştirmek onun en kolay işi. Arabada yellemek, sesli; bir şekilde kimsenin ilgisini çekmez bile. Geğirmek de anormal değildir. Gayet eğlenceli, senli benli sohbetlerle yolculuk bitiverir. O yıllarda pek çok Yakalı öğretmen de hasretle köyüne döner; nerede olurlarsa olsunlar. 

 
Yakaköy'de Kapız Mevkii'nde bir başka ev
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Kapı, baca kapalı; Kapız'da yeni sahiplerini bekleyen bir başka terk edilmiş ev 
(H.Doğan; Şubat 2020)

O yıllarda keçi çobanlığını bırakıp sahile lokanta açan Saldıray Öztürk de, yavaş yavaş müşteri edinmeye başlamıştır. Henüz elektriğin olmadığı o yıllarda; her yerden gelenler, hasret gidermek için akşama bu lokantada buluşurlar; yerliler de dâhil… Cahit Çete ve oğlu Sedat Çete, Refik Selçuk ve oğlu Ertuğrul Selçuk, Hasan Karakaş, Muzaffer Pilavcı ve oğlu Akın Pilavcı, Cumhur Yaka ve Cahit Yaka, babaları Deliağa’nın Omar, Nevrez Kaptan’ın oğlu, Fırıncı Talip’in oğulları Mehmet Ali ve Hakkı, Piponun Mehmet, Asım Bozalan ve oğlu Âlim Bozalan; hepsi de bir arada... Davullar çalınır, zurnalar öttürülür. Loş ışıkların altında göz gözü görmeyen ortamda, gelsin gitsin içkiler… Kafalar dumanlı, ortam da dumanlı... O yıllarda yasak değil sigara... Eğlencenin en güzeli; hasret kokan, sevgi tüten bir ortamda, sabah ışıkları bu insanları birbirinden ayırır. Aylarca süren hasretlik; bu insanları, bu mekân bir araya getirir. Saldıray’ın mekânı da tam işlevine uygundur. Dostlar Lokantası olarak kalır adı; hiç silinmez hafızalardan. Yıllarca bir marka gibi hizmetini sürdürür. Saldıray’ın ölümünden sonra ise, bu mekân aynı adla yeğeni tarafından çalıştırılır. Sonraları da bir yabancıya satılır. Dostlar Lokantası, yıllarca bu yöre insanlarının beyninde olumlu imajı ile yaşıyor hep. Işıklar içinde uyusun Saldıray Öztürk.”

 
Yakaköy'de el değiştirip restore edilen evlerden biri
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Evin avlusundan farklı bir görünüm
(H.Doğan; Şubat 2020)

Aynı evin havuzlu avlusundan Palamutbükü'ne ve denize doğru bakış; hemen altında Yakaköy Camisi...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Hasan Hoca anlatıyor:

Yaka, son yıllarda boşaldı. Köyün sakinleri, Palamutbükü’ne yerleşti. Eskiden yazları, tütün ve bahçe işleri için gidilip çardak kurulan Bük, şimdilerde tamamen yerleşime açıldı. Böyle olunca da Yakaköy boşaldı. Zamanla bu boş evler, mimari özelliklerinden dolayı yabancıların ilgisini çekti. Ancak Yakaköy’e gelen bu şehir kaçkını insanlar, genellikle yaşlı olduğu için; onlar da ölünce evler yeniden boşaldı. Oysa Kösemen, Kapız, Yelkemci, Yangılca, Zongulca, Çölmekçi (Çömlekçi), Menişdibi, Kocalan Bağı gibi Türkçe’nin en güzel ifadeleriyle adlandırılmış mevkileri, arkasında çam ormanları, önünde ise tamamen denize egemen konumuyla bu güzelim ve yalnız köy, şimdilerde kimsesizleri oynamakta.”
 
 
Yaka'nın en doğusundaki Yangılca Mevkii'nden, en batısındaki Kapız Mevkii'ne giden patika; şimdi bademlerin zamanı...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakaköy’de sıradan hayatlar

Hasan Hoca anlatıyor:

“Paranın hiç mi hiç uğramadığı yarımadanın bu bölgesinde geçerli akçe, zeytinyağı, harup (keçiboynuzu) ve badem gibi ürünleri başka bir şeylerle değiştirmek ve hayatını idame ettirmek; esas olan buydu Betçe’de. Nedir bunlar; çoğunlukla tekel ürünleri gaz yağı, ispirto gibi şeyler. Şu anda yaşı 90’lara gelmiş olan Ali Fidan, “para sadece köyde öğretmenlerde vardı” diyor. O yıllarda tarlalarda imece usulü çalışmak çok yaygınmış. İşte böyle bir köyde tüm imkânsızlıklara rağmen Yeşil Osman'ın kahvehanesinde, akşamları bir grup insan uzun kış geceleri eğlenmenin yolunu bulmuş. Özellikle Sındı köyünden gelen misafirlere her akşam 10’un üzerinde insan bir araya gelir; yerler, içerler, şarkı ve türkü söylerlermiş. Bu kişilerin bazıları Sındılı Karadaşak, Yakaköy’den Celal Amca, Sındılı Barbali ve Feda Toraman, Yaka’dan Kadiri Usta ve Fehmi Çavuş, Mümtaz Demirel, Ali Çavuş, Avni Amca ve diğerleri... Bunlardan Mümtaz Demirel, her sabah erkenden sefer tasıyla gelirmiş kahvehaneye. “Sefer tasında ne var” diye her sorulduğunda; Mümtaz Bey de “fasulyenin on çeşit yemeği olur” dermiş. Mümtaz Bey, Sındı Ağaları’nın son kuşak temsilcisi... Anadolu'nun bu ücra yerinde bu insanlar, bir kahvehane köşesinde her akşam eğlenirler, yerler ve içerlermiş. Celal Amca, en güzel şarkıları söylermiş; o gür sesiyle. Hele hele “hey gidi goca dünya, gam yükü müsün” türküsünü söylediğinde sesi tüm köyde yankılanırmış. Ben de 1970’li yıllarda denk gelmiştim ve o gece “denizin dibinde Hatçem” türküsünü söylemişti. Celal Amca, akşamdan yer içer; ertesi gün de sala okurmuş. Aynı Celal Amca, çok iyi keman çalardı. Nereden öğrendi bilmiyorum. Ama bu bölge insanı, tarih boyunca özellikle Rodos ile çok yakın ilişkiler içinde olmuş. Datça’nın kaza oluşu çok yakın bir tarihte gerçekleştiği için, küçük bir kayıkla Rodos’a gitmek; bu insanların daha çok tercih ettiği bir yol olmuş. Yeşil Osman'ın; namı diğer Sadık Osman'ın kahvehanesi her akşam eğlencenin merkezi olurmuş. Ortaya bir masa; masaya meze anlamında ufak tefek bir şeyler ve salata... Sadık Osman da tekel bayisi olunca eksik bir şey kalmıyor. Elektriğin olmadığı, hiç bir haberleşme aracı; hatta radyonun bile bulunmadığı bu yerde insanlar kendilerince bir şeyler bulmuşlar ve mutlu olmuşlar. Hepsi de bu dünyadan göçüp gittiler. Işıklar içinde uyusunlar.”

 
İki Yakaköy'lü erken baharda Knidos sahilinde; Ali Fidan ve Goca Mehmet Emmi...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Palamutbükü sahilinde Goca Mehmet Emmi söylüyor; bir Muğla türküsü...
 (Hasan Doğan Arşivi)

Yakaköy’ün zenginliği

Hasan Hoca, Yakaköy’ün üç büyük ailesinden söz ediyor: Recepler, Pilavcılar, KelperilerHasan Hoca’nın kayınpederi Ali Fidan, Pilavcılar’dan. Ali Fidan’ın babası; Hayri Dede, 12 kardeşmişler. Bu kardeşlerden sadece biri kızmış. Amcalarından en küçüğü olan Muzaffer Pilavcı, Köy Enstitüsü’nden mezun olmuş Betçelilerden. Diğer amcalar ise, köyde günlerce içki sofralarından kalkmamaları ile meşhurmuş. Ara sıra sofrada kavga da eksik olmazmış. Biraz sonra tekrar barışıp içmeye devam ederlermiş. Anlatılanlara göre; çok eski zamanlarda bir gemi batmış ve bu batan geminin tenekelerce içkisi karaya vurmuş. Biraz da yarımadanın içkiyi olan düşkünlüğünü buna bağlayanlar çoğunluktadır Betçe’de. Ama bize kalırsa; yarımada sakinlerinin içkiye olan bu düşkünlüğünün, anakaradan kopuk ve coğrafyasından kaynaklanan zorlu ve çetin koşullarıyla ilgisi daha fazla olmalıdır. Hele bir de o denize dönük yüzü yok mu; “ada”lı insanının. İçmeyip de ne yapsın yani?

 
Yakaköy Mezarlığı ve içindeki eski cami...
(H.Doğan; Ocak 2020)

 
Mezarlık camisinin yakından görünüşü
(H.Doğan; Ocak 2020)

Caminin içinden bir görünüm; mihrap ve minber...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Recepler de köyün kalabalık ailelerinden. Hasan Hoca’nın kayınvalidesi ise Kelperi sülalesinden. İlginç olan bu ailelerin hepsi, hiçbir rekabete girişmeden, barış içinde yüzlerce yıl kavgasız, gürültüsüz bir hayat sürmüşler. Zaten köyde silah olarak hiçbir alet bulundurulmazmış. Yarımadadaki çileli zamanlardan bugünlere; dayanışarak ulaşmış Yakaköy’de, ortalama bir hayat tutturulmuş aslında. Köyde ne çok fakir, ne de çok zengin insan var. Her ailenin tarım için yeterli arazisi mevcut. Köyde eski ağa kökenli bir aile de yok. Sındı ve Çeşmeköy’de ise, bilindiği üzere durum biraz daha farklı. Sındı ve Çeşmeköy Ağaları bir dönem bu iki köyün zenginliğini ve gücünü elinde tutmuşlar.

 
Çeşmeköy'de taş ustalarından Hamdioğlu'nun evi; önünde Goca Mehmet Emmi
(H.Doğan; Ocak 2020)

 
Kocalan Bağı'nda bir sarnıç
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakaköy’ün ilk ışığı; Muzaffer Pilavcı

Köyün ilk öğretmeni olan Muzaffer Pilavcı’ya ayrı bir paragraf açmalı… Muzaffer Pilavcı, Pilavcılar’ın en küçük bireyi… 1924 yılında doğmuş. İzmir-Şirinyer’deki Kızılçullu Köy Enstitüsü’nden mezun olmuş. Yakaköy’ün ilk kurucu öğretmeni… Muzaffer Pilavcı’dan önce Yakaköylü öğrenciler ilkokula Çeşmeköy’e giderlermiş. Nitekim Hasan Hoca’nın kayınpederi Ali Fidan da Çeşmeköy’deki okuldan mezun olmuş.

 
Muzaffer Pilavcı; öğretmenlik mesleğine ilk başladığı Yakaköy ilkokulunda öğrencileriyle... 
(Akın Pilavcı Arşivi)

 
Muzaffer Pilavcı; gençliğinde iki çocuğu ile birlikte...
(Akın Pilavcı Arşivi)


Muzaffer Pilavcı; bahçede çalışırken
(Akın Pilavcı Arşivi)


Muzaffer Pilavcı, kızları Oya ve Suna ile birlikte...
(Akın Pilavcı Arşivi)

 
Muzaffer Pilavcı'nın oğlu; babası gibi öğretmen Akın Pilavcı; elinde zahmetli Datça yolculuklarını anlattığı "Yol Uzun, Mühlet Kısa" isimli kitabıyla...
(Hasan Doğan Arşivi)

Hasan Hoca, Muzaffer Pilavcı’yı ve onun köyde yaktığı ilk ışığı şöyle anlatıyor:

“Rahmetli sevgili amcamız, sevimli, tontoş, cana yakın mı yakın bir kişi idi. Ben kendisini tanıdığım için şanslı hissediyorum kendimi. Yol yok, iz yok, nasıl gittiniz İzmir'e; oralarda okudunuz, adam oldunuz? Düşünün bir kere; daha ana kuzusu, 12 yaşında bir çocuk, günlerce yayan yürüyerek Muğla’ya gidecek ve oradan da ver elini İzmir. Belki de Muğla'dan posta katarları ile önce Aydın’a sonra da trenle İzmir’e. İlk yıllar okul binası yoktur ve Yelkemci üstünde bir göz odada eğitim ve öğretime başlanır. Sonraları; bugün Ulusal Knidos Kültür ve Sanat Akademisi’nin (UKKSA) bulunduğu binaya taşınırlar. Kurucu öğretmen, yıllarca tek başına, bu köyde her türlü imkânsızlığın içinde, yoktan var eden bir azimle yürütmüştür bu görevi.

 
Muzaffer Pilavcı; Palamutbükü sahilinde...
(Akın Pilavcı Arşivi)

 
Muzaffer Pilavcı'nın bir zamanlar eğitim verdiği Yakaköy İlkokulu; şimdi Ulusal Knidos Kültür ve Sanat Akademisi...

 
Okul binasının verandası

 
İlkokulun içinden bir görünüm; şimdi sergi salonu...

 
Okulun avlusu ve arkada Gocadağ; avlu şimdi heykellerle dolu...

Ben bu aileye çok sonraları katıldım ve bazı amcalar hayatta idi o zamanlar. Bunlardan Enver Pilavcı’yı ve Muzaffer Pilavcı’yı tanıdım. İkisi de bu zor ve çetin coğrafyanın insanları idi. Fakat ikisi de çok sevimli, cana yakın, yumuşak huylu insanlardı. Burada benim gördüğüm insan tabiatı şöyle; genelde başkalarına zararı asla olmayan, ama zarar söz konusu olduğunda da bundan kendileri de nasiplenen karakterde insanlar diye düşünüyorum. Zaten dışarıdan gelen bir yabancıya karşı gösterilen konukseverlik eşsizdir Betçe’de. Muzaffer Pilavcı da kim bilir kimleri günlerce ağırladı? Hakkında söylenecek daha pek çok şeyler var amcamızın. Işıklar içinde yatsın. Yaka’yı aydınlatan bir ışıltıydı o.”

 
Yakaköy İlkokulu'nun bu basamaklarını bir zamanlar kimler çiğnedi?

 
Rahmetli emekli öğretmen Muzaffer Pilavcı'nın evi
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakaköy’ün bir güzel geleneği

Hasan Hoca’nın kayınpederi Ali Fidan, Yakaköy’deki yüzlerce yıllık geçmişi olan bir eğlenme geleneğinden söz ediyor. Bu eğlenceler, köyde; Heyse Kuyusu’nun üst tarafında ya da Kapız Kuyusu’nun altındaki meydanı andıran açıklıkta yapılırmış genellikle. Bazen de bu eğlentiler için bir evin avlusu bile mekân olurmuş Yakaköylülere. Eve köyün genç kızları davet edilir, bu davete kızlar da kendi gönül rızaları uyarınca katılırlarmış. Eğlenceden köyün büyüklerinin de bilgisi olurmuş mutlaka.

 
Yaka'da 1920'lerde bir genç kızın çeyiz sandığından çıkan üç etek
(Hasan Doğan Arşivi)

 
Cepken
(Hasan Doğan Arşivi)

 
Bir başka cepken
(Hasan Doğan Arşivi)

 
Cepken
(Hasan Doğan Arşivi)

Eğlenti sırasında, birkaç kişinin elinde; darbuka olarak işlev gören geniş ağızlı sahanlar eşliğinde söylenen türkü ve şarkılar birbirine eklenirmiş. Bu eğlenceyi seyretmeye köyün genç delikanlıları da gelirmiş o sıra. Genç kızlar, sırayla oyuna kalktığında, eğlenceyi izleyen delikanlılar ise beğendikleri kız oynarken para atarlarmış ortaya. Ali Fidan’ın anlatımına göre; “O yıllarda para mı vardı ki? Atılan para ya 5 kuruş ya da 10 kuruş…” Ama parasızlıktan; çalgıcılar, ortaya atılan o küçük miktarlardaki paraların hepsini toplayıp bellerine sokuştururlarmış. Bu eğlencelere sadece o köyün genç kızları ve erkekleri katılırmış. Özetle; belki de baharı karşılarken yapılan bu şenliklerde meydanda oynanan oyunlar, aslında bir hayat arkadaşlığına giden yolun ilk taşlarını döşemektedir o eski zamanlarda.

 
Bir diğer üç etek örneği
(Hasan Doğan Arşivi)

 
Bohça
(Hasan Doğan Arşivi)

Erkek kuşağı
(Hasan Doğan Arşivi)

Bayan kuşağı
(Hasan Doğan Arşivi)

Yakaköy’de bakkaliye serüvenleri

Hasan Hoca anlatıyor:

Betçe’de bakkal dediğimizde akla ilk gelen Çeşmeköy’deki Gülbezer ya da Kruvezer Dede’dir. Gülbezer Dede, küçücük yelkenlisi ile zahmetli yolculuklar sırasında, civar adalardan getirdiği temel ihtiyaç maddeleri ve karşılığında canlı hayvan ve bazı tarımsal ürünlerin değişimine dayanan bir ticareti yürütmüş yıllarca. Sonraki yıllarda Çeşmeköy’de bu geleneği, Asım Çuhadar ve kardeşi Ali Çuhadar sürdürmüşler. Yakaköy’de ise bu işi ilk gerçekleştiren kişi Halit Aydın… Aşağıda ayrıntılarını anlatacağımız bu mücadele, anakaraya yönelik karayolu inşası sonrasında, yerli halkın “şevrole” olarak andığı kamyonlarla sürdürüldüğü bir döneme evrilmiş yarımadada.

 
Yakaköy'ün ilk bakkalı; Mustafa Halit Aydın
(Hasan Doğan Arşivi) 

Yaka’nın önde gelen simalarından Mustafa Halit Aydın, 1896 doğumlu; 1900’lü yılların ilk çeyreğinde yürüttüğü bakkaliye mücadelesini babasından devralmış, sonraki yıllarda da oğlu Erol Aydın'a devretmiş. Erol Aydın, bu günlerde 80’li yaşlarda ve emekliliğin tadını çıkarmakta; oğlu Halit de babasından devraldığı bu tüccarlık mesleğini, zamanın koşullarına ve değişen ortama ayak uydurarak, çağla ve badem ticaretiyle sürdürmekte. Erol Aydın, çocukluğunu babasının bakkal dükkânında geçirmiş, sonra da bu işi kendisi üstlenmiş.

 
Yaka'dan Datça'ya; solda köyün mezarlığı...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakaköy’de bakkal olmak ne demek bilir misiniz? Ana kara ile doğru dürüst bir bağlantısı olmayan böyle bir yerde envai çeşit malı bulundurmak nasıl bir beceridir? Bunun gibi pek çok soruyu Erol Ağabey’e sorduğumda; hatta belki bulunmaz diye umduğum, örneğin “gelinlik de var mıydı” dediğimde, “vardı” cevabını aldım. Yarımadada şimdiki süpermarketlerin ilk örneklerinden olan bu bakkalda nelerin olabileceğini ancak bazı başlıklarla size anlatabilirim.

 
Hacı Ali Tepesi'nden denize bakmak...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Bakkal dediğimizde ilk akla gelen gıda maddeleridir. Oysa bu yöre insanı; arpayı, buğdayı hatta çavdarı ekip harmanladıktan sonra, değirmenlerde öğütüp unundan her şey yapmayı, üretmeyi iyi biliyor. Yörede keçiboynuzu da var; pekmezi de ondan yapıyor. O halde temel gıda maddelerine pek de ihtiyacı yok. Bu durumda geriye ne kalıyor bir daha hatırlayalım. Örneğin sarrafiye; yöre insanı düğünlerde bir şeyler takacak, hadi ilçeye gidelim altın bozduralım da, geline takalım gibi bir lüksümüz yok o günlerde. Keza kırtasiye malzemeleri, çocukların eğitim araçları… Tütün zamanında, her türlü tütün aracı ve gereci… Yine kuru baklagiller, pirinç ve toz şeker…

 
Terk edilmiş bir Yaka evinin duvarındaki tel dolap; sadece içinde bir taş var.
(H.Doğan; Şubat 2020)

Tuhafiye, nalburiye ve kavafiye gruplarının bütün çeşitleri varmış Erol Ağabey’in bakkalında. Günümüzün süpermarketleri, tamamen tüketmeye yönelik toplumsal örgütlenmenin birer organı olmasına karşılık; o yıllarda bu tür bakkalların ana işlevi yarımadada hayatı sürdürmek için gerekli her malzemenin teminine yönelikmiş. Bakkallarda genellikle nakit para yokmuş. Deftere yazılacak ve ürün zamanında karşılığında ürün olarak ödenecek; yani bir tür trampa... Manifatura var mıydı diye sorduğumda ise, en kaliteli kumaşların yanında hazır giyimin de bulunduğunu belirtiyor Erol Ağabey. Bu gün dahi piyasada bilinen markaların tüm kumaşları bakkalda bulunurmuş.

 
İzmir'i yarımadaya bağlayan noktalardan biri; Kapıtaşı...

Erol Ağabey, benzin mazot ve gaz yağının, bidonlarla ve Çetin ve Nevrez kaptanların motorlarıyla Bodrum’dan getirildiğini anlatıyor. Bazen mal temini için İzmir’e gidermiş Erol Aydın; malları temin ettikten sonra, bir komisyoncu bu malları toparlayıp gemiye yüklermiş. İzmir’de Çeşmeköylü Ömer İhsan Ağa’nın damadının mülkü olan Meserret Oteli’nde kalırmış Datçalılar. Mallar temin edildikten sonra bir komisyoncu aracılığı ile gemiye yüklenirmiş İzmir’den. Gemi ayda bir veya iki kez yarımadaya uğrayıp, bu malları hava koşullarına göre çok farklı noktalara indirirmiş. Bazen Değirmenbükü’deki Kapıtaşı’na ya da Çaylaman’a… Peşin paranın olmadığı bu ticaretin zorluğunu siz tasavvur edin artık.”

 
Yakaköy bademleri
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakaköy’den bir yaşanmışlık öyküsü; Bostancı Dede ile İkili Dede’nin müstesna dostluğu

Bostancı Dede, Yakaköy’de tahminen 1890’lı yıllarda doğmuş köyün, eski sakinlerinden. Askerlik çağı gelince köyden kalkıp askere gitmiş Bostancı Dede. Yol yok, iz yok. Yürü babam yürü. Aydın'a ulaşırsa, oradan kara trene binecek ve birliğine ulaşacak. O hengâmeli yıllarda Bostancı Dede askerde iken, bir anda kendini Balkan Savaşları’nın ortasında bulur. Birinci ve İkinci Balkan Savaşları derken, devam eder gider askerliği savaşlar içinde. Savaşlar sırasında; kendine, sıla hasretini paylaşacak bir hemşeri, bir yoldaş bulur sonunda Bostancı Dede. Bu kişi Datça’nın ilk köyü; Emecik’tendir, o da sonraları İkili Dede namıyla anılır çevresinde. Bir gün artık memleket tükenir, savaşlar biter ve Bostancı Dede ile İkili Dede, Datça’ya dönerler. Fakat bu dönüş, çok kısa sürer; hemen yeniden gerisin geriye, bir başka savaşa çağrılır dedeler; memleket işgal altındadır, bu çağrı yurdun kurtuluş çağrısıdır. Bostancı Dede ile İkili Dede yeniden savaş yollarına düşerler birlikte ve Kuvayı Milliye’ye katılırlar. Gidiş o gidiştir; ne bir ses, ne bir haber… Geride kalanların payına ise beklemek düşer; sonuna dek.

 
Kumyer'den Yakamar'a bakış; badem denizi sanki...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Bu uzayıp giden savaşlar esnasında, artık dedelerden umut kesilir; unutulur giderler sılada. Günün birinde savaşlar biter, ülkeye sulh gelir; dedeler de çıkar gelir bir gün köylerine. Bostancı Dede ve İkili Dede yine birlikte… İkili Dede, kendi köyü Emecik’te kalır; Bostancı Dede ise, memleketi Yakaköy’e döner ve her ikisi de sulh zamanında artık işlerinin başına geçerler. Bu kez yarımadadaki yaşam mücadelesine dâhil olur dedeler. Ama her ikisinin de dostluğu o kadar değerlidir ki birbirleri için, yıl içinde birbirlerini görmeden duramaz dedeler. Pek çok kez yaklaşık 50 km.lik mesafeye aldırmadan eşek sırtında birbirlerinin ziyaretine gidip gelirler.

 
Yakaköy mezarlığında Osmanlı'dan kalma eski bir mezar taşı
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Yakaköy mezarlığı; eski bir mezar taşı daha...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Bu iki yakın arkadaş, bir araya geldiklerinde önce küçük bir yelkenli ile Sömbeki’ye geçerler ve oradan ihtiyaçlarını alıp Betçe’ye geri dönerlermiş. Muhabbet uzun; iki sevgili dost en az bir hafta felekten zamanlar çalarlarmış birlikte. Bir de aynı köyden su değirmenini işleten Şükrü (Balcı) Dede katılırmış onlara. Şükrü Balcı, aynı zamanda balcılıkta yaparmış Betçe’de dağlarda. Ballar da Şükrü Dede’den demek ki… Bu üçlü, gece gündüz bazen uyuyup, çoğu zaman da eğlenerek günlerini hoş bir şekilde geçirirlermiş. Anakaradan uzakta, yüzü denize dönük, geçmişinde yığılı benzersiz cephe hatıraları; biter mi bu geceler? Şişenin dibine vurduğunda ağarır sabah; uyku bastırır içkinin ağırlığında… Hürmetle anıyoruz bu Kurtuluş Savaşçılarını… Yedikleri, içtikleri helal olsun; her biri ışıklar içinde uyusun.

 
Palamutbükü; eskiden ve hiç bir şey yok iken...
(Hasan Doğan Arşivi)

Yakaköy’ün kuyuları

Anadolu'da bütün yerleşim birimleri suyun yanına kurulmuştur. Yakaköy, Gocadağ’ın yamaçlarında kurulmuş bir yerleşim aslında. Köyün çevresinde; güneyinden geçen Kösemen Deresi ve yine güneyinden; ama daha dışından dolaşıp, Palamutbükü’ne doğru akan Uluçay dışında başka bir su kaynağı bulunmuyor. Ayrıca bu derelerin yağışların olmadığı mevsimlerde bir kuru dere yatağına dönüştüğünü de eklemeliyiz. Dolayısıyla Yakaköy, su yönünden oldukça fakir bir köy olarak dikkat çekiyor. Bu yamaca yüzlerce yıl önce yerleşenler, içme suyu problemini çözebilmek için kuyular kazmışlar. Köyün içinde bu problemin çözümü sürecinde büyük emekler harcanmış. Köyün yaşlılarının anlatımına göre; önce yamaca kazmalar vurulup, kuyu kazılıyor. Kuyuda su çıkarsa, kuyu ağzından yaklaşık olarak 5 veya 10 metre altından yarılıyor. Bu şekilde kuyunun dibine ulaşılıyor. Yarmanın başına bir havuz ve havuzun devamına da bir çeşme kuruluyor. Ayrıca doğrudan kova ile suyu alınan kuyular da mevcut köyde. Köyün kuyularından bazıları şunlar:

 
Kumyer'de bir kuyu
(H.Doğan; Şubat 2020)

·        Kızıl Kuyu; köyün batı çıkışında…
·        Kapız Kuyusu; köyün Kapız Mevkii’nde ve çeşmesi mezarlıkta hala ayakta.
·        Celal’ın Kuyusu; ayağı yok, bakraç kullanılırdı.
·        Faruk Kuyusu; derede çeşmesi var.
·        Hatipli Kuyu; caminin üstünde bu kuyunun ayağı da, Menişdibi’nin üstünden akardı.
·        Halitoğlu Kuyusu, Mehmet Aydın’ın evinin önünde…
·        Çölmekçi Kuyusu; en eski kuyulardan; hayvan sulamada kullanılırdı.
·        Mersindere Kuyusu; ağzı oldukça geniş bir kuyu…
·        Karataş Kuyusu,
·        Heyse Kuyusu,
·        İlter Kuyusu,
·        Mahmut Muarı Kuyusu; çeşmesi de olan bir kuyudur.
·        Benli Kuyu, Şükrü Balcı’nın değirmeninin yanındadır.
·        Zongullu Kuyusu; üzerinden yol geçti.
·        Kör Çeşme; Pilavcı boğazında…
·     Yangılca Kuyusu; Kapız’dan doğuya doğru giderken, en son ev olan Mesutlar’ın evinin arkasında…

 
Yakaköy'de "suyu arayan adam", Ali Yeşilkökçen; şimdi Yakaköy mezarlığında sonsuzluk uykusunda...
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Ali Yeşilkökçen'in Yakaköy eski ilkokulu avlusunda yer alan büstü

Bütün bu kuyulara rağmen, köyün su ihtiyacı her zaman olmuş ve genelde evin küçük çocukları bir hayvana yüklenen su tenekeleri ile su doldurmaya gönderilmiş. Kadınların çamaşır günlerinde ise, genellikle suyu kesilmeyen belirli bir kuyu bu iş için ayrılmış.

 
Belenköy'de Kanlı Çeşme; önünde Goca Mehmet Emmi...
(H.Doğan; Ocak 2020)

Yakaköy neden boşaldı?

Yaka, kuyuları ile anılan bir köy. Bu küçücük köyde 50’ye yakın kuyu varmış bir zamanlar. Pek çok evin bahçesinde o aileye ait kuyular mevcut hala. Kapız Kuyusu, Kapız Mevkii’nde genellikle Pilavcılar’ın kullandığı bir kuyu. Yangılca ve İlter kuyuları da köyün en doğusunda bulunan kuyulardan. Ancak zamanla oluşan küçük depremler sonrasında, bu kuyulardan bazılarının suları çekilmiş. Köyde mevcut su kaynakları bu nedenle giderek yetersiz hale gelmiş. 

 
Palamutbükü; yapılaşma yok; bir kaç kulübe, hepsi o kadar...
(Hasan Doğan Arşivi)

 
Palamutbükü sahili; turizme açılmış, ama hala sakin zamanları; belki 80'lerin başları...
(Hasan Doğan Arşivi)

Ayrıca bir dönem buralarda pek revaçta olan palamut üretimi de, dericilik sektöründe kimyasal malzemelerin öne çıkmasıyla birlikte giderek önemini yitirmiş. 1960’lı yıllardan sonra palamut almaya gelen gemilerin arkası kesilmiş artık. 1950’lerden sonra ülkede yaygınlaşan su motorları sayesinde Bük’te tarım yapmak daha kolay hale gelmiş o yıllarda. Palamudun yerini, giderek tütün ve incir almış ovada. Daha sonraki yıllarda ise, bunlara badem üretimi eklemlenmiş yarımadada. Yıllarca bu köyden İzmir'e mal taşıyan Şehabettin Bilgili, Faik Yavuz'a ait kamyon ile ilk çağlanın 1970’de İzmir'e taşındığını söylüyor. 

 
Palamutbükü; daha yakın zamanlar, belki 90'lar... 
(Hasan Doğan Arşivi)

 Yakaköy'de ve Palamutbükü'nde geçen hayatların tanığı; Hasan Doğan ve Sevcihan Fidan Doğan...

Ekim alanlarının çoğalması sonucu bakla da o yıllarda erken çıkan bir ürün idi ve iyi para ediyordu. Palamudun ortadan kalkması ile birlikte, baklanın da ekim alanları genişlemiş oldu. Bütün bu gelişmeler çerçevesinde Yakaköy’ün sakinleri, Gocadağ’ın eteklerindeki evlerini bırakarak birer birer Palamutbükü’ne inmeye başlamışlar. Önce bir çardak, sonra kulübe derken; zaman içinde Yakaköy’deki evlerini tümden terk etmişler. Artık kimse köye dönmez olmuş, zamanla arkada bıraktıkları o taş evler, yıpranmış ve zamanın tahribatına karşı duramamış çoğu. Şimdi köyde 5-6 civarı yaşlı aileden başka yaşayan kalmamış yerlilerden geriye. Bunlardan biri de Saffet Hoca'nın torunu ve eşi... Son yıllarda bu yıkık dökük Yakaköy’ün mahzun evlerine şehir kaçkınları ilgi göstermekte. Bir bir el değiştiriyor Yakaköy’ün yaşanmışlıklarıyla dolu bu hüzünlü mekânları artık. Bazı şeylere karşı durmak imkânsız; bir sel gibi sürüklüyor her şeyi zaman.

  
"Hayri Alisi" Ali Fidan'ın Yakaköy'de doğduğu ev; o da terk edildi.
(H.Doğan; Şubat 2020)

Yakaköy’ün son terk edeni, “Hayri Alisi”; Ali Fidan

Betçe’de “Hayri Alisi” lakabı ile anılan Ali Fidan… Tapu dairesinde eline tutuşturulan bir torba ile tapu müdürünün sorusuna şöyle cevap veriyordu: “Ne yapayım çocuklar öyle istedi. Ben artık onların mutluluğu için yaşıyorum” diyordu. Kendisi şu anda yeni alıcılarına geçen evde doğmuştu. 1931 yılı idi. Henüz o yıllarda ilçeye yol yoktu. İlçeden de Muğla’ya zaten yol yoktu. Kısacası anakaradan neredeyse tamamıyla yalıtılmış bir bölgeydi Betçe. Doğduğu bu evler Yakaköy’ün Kapız Mevkii’nde idi. Baba Hayri, Kurtuluş Savaşı’ndan yayan dönmüş; Hayri’nin üç abisine ise sılaya dönmek nasip olmamıştı. Afyon Cephesi’nden günlerce yayan ve aç susuz bir şekilde yürüyen Hayri Dede, nihayet köyüne dönmüştü. Hayri, Pilavcılar sülalesinde artık en büyüktü. Toplam 13 ya da 14 kardeş oldukları söylenir. 

 
Ali Fidan'ın doğduğu evde bir kemerli pencere; demir parmaklıklar ayrıntısı, bir şeyleri anlatıyor olmalı?
(H.Doğan; Şubat 2020)

 
Aynı evin yan cephesinden görünümü
 (H.Doğan; Şubat 2020)

 
Ali Fidan Evi; bir başka açıdan...
(H.Doğan; Şubat 2020)

İşte Hayri’nin ikinci oğlu olan Ali Fidan, Yakaköy’de; Kapız’da doğmuş. Abisi Mehmet ise, kendinden 5 yaş büyüktü. Annesi Çeşmeköy’den Kâhya Kızı diye anılıyordu ve ilk kocası harpten dönememişti. Sonra onu, Hayri ile evlendirdiler. Kâhya Kızı, Hayri’den biraz büyüktü. Ali Fidan, Kapız Mevkii’nde amcaların içinde büyüdü. Bir yanda Niyazi Amca, Sabri Amca, Cemil Amca, Cemal Amca, Muzaffer (Pilavcı) Amca, Enver Amca ve diğer yanda onların çocukları ile birlikte büyüdü. Yokluk yılları idi. Su ihtiyacı Kapız kuyusundan karşılanıyordu. Kapız’ın kadınları zaman zaman orada çamaşır yıkarlardı. Baba Hayri, Pilavcılar sülalesinin en büyüğü idi, ama kardeşleri ile günlerce içki sofralarında oturur ve evine bile uğramazdı. Hayri’de mal çoktu. Yemekle bitmeyecek kadar… Oyunu da çok severdi Baba Hayri.

  
Ali Fidan'ın Yakaköy'de bıraktığı geçmişiyle vedalaşma anı; hüzünlü bir an...
(H.Doğan; Şubat 2020)

Ali Fidan, içki sofralarından kalkmayan babaya rağmen, canla başla çalışırdı. Hatta mal satacağı zaman önce o alıcı olurdu babasına. Ne yapsın; baba günlerce içki sofralarında yiyip içmeyi ve özellikle kardeşleri ile pek severdi âlemi. İşte Ali Fidan, böyle zorluklar içinde aynı köyden Fatma Seniha ile yuva kurdu. Yakaköy’de; şimdi bir yabancıya devrettiği bu evlerde dört çocuk sahibi olmuştu. Bu evler, Kapız’ın en güzel evleri idi. Kendisine kalsa bu evlerde kalacak ve aşağılara asla inmeyecek idi. Ne yazık ki daha yukarılarda anlatılan köyün Palamutbükü’ne göçü sürecinde Ali Fidan da bu rüzgâra dayanamadı ve sonunda o da Bük’e; denizin kıyısına indi. Artık Kapız’da kimse kalmamış, herkes bir bir burayı terk etmişti. Bütün amcalar ve çocukları, sırayla Palamutbükü’ne önce çardak, sonra da ev yapmışlardı. Palamutlar kesildikten sonra, incir ve tütün tarımı yapılmaya başlanmıştı Bük’te. Ali Fidan da bu akışa kaptırdı kendini çaresizce. Tütün yaptı yıllarca, parasıyla çocuklarını okuttu. Hepsi birer yuva kurdular zamanla. Evler ocaklar ayrıldı; ihtiyaçlar katlandı ve sonunda Ali Fidan diğerlerinin yaptığı gibi Yakaköy’deki hep bir gün dönerim umuduyla sona sakladığı bu taş evleri de gün geldi ve elden çıkardı. Resimdeki hüzün ve biraz da şaşkınlık bundandır; başka bir şey değil.

 (DEVAM EDECEK)
Dipnotlar:
(1)     Fotoğraflar, belirtilenler dışında gezi sırasında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: Hasan Doğan-İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC