25 Ağustos 2013 Pazar

KURTULUŞ'UN UNUTULMUŞ KAHRAMANLARI İÇİN...


Küçük Menderes Ovası’nda İlk Kurşun’u kim attı?
Zincirlikuyu’nun Hikayesi

Hasan Doğan – İbrahim Fidanoğlu
25 Ağustos 2013

ZincirliKuyu, Tire – Ödemiş karayolu üzerinde Çiniyeri Köyü altında bir mevkiin adıdır. Burası meydanlık bir alandır. Tam orta yerinde bir kuyu bulunmaktadır. Bu alanda Kurtuluş Savaşı’nın tarihimizde pek az bilinen olaylarından biri meydana gelmiştir. Civarda kime sorsanız, bu alanın Yunan işgal kuvvetlerine karşı ilk direniş alanı olduğunu söylerler. Ancak ne yazık ki, tarihimizdeki bu önemli olay, hemen hemen hiç bilinmemektedir.

 Zincirlikuyu Mevkii'ne adını veren kuyu ve zincirinin bıraktığı asırlık izleri 
Tireli değerli hocamız Seha Gidel’e göre; kendisinin yıllarca önce Tire’deki evlerine ziyaretleri sırasında, o çarpışmada bulunmuş ve Cumhuriyet’in ilanından sonra emniyet müdürü olarak görev yapmış olan Ahmet Rifat Kemerdere’nin bizzat kendisinden olayı dinlediğini ve Rifat Bey’in son defa ölmeden o alanı görmek istediğini aktardı. Bu isim, buralarda direniş hareketini anlatan birçok kitapta geçmektedir. Ancak bunlardan en önemlisi Celal Bayar’ın “Ben de Yazdım” eseridir.

 Seha Gidel Hoca ve öğrencisi Ahmet Tamer Tire çevresinde dostlarıyla birlikte bir keşif gezisinde

Seha Gidel Hocamızın aktardığına göre Celal Bayar, dedesi Derviş Mehmet’i çok iyi tanımaktadır. Derviş Paşa, Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün daima yanında olmuş, Konya ve Kastamonu isyanlarının bastırılmasında görev almış bir komutandır. Hocamızın anlattığına göre; 30 Ağustos Zaferi’nin kazanılmasında da onun katkısı büyüktür. Celal Bayar, Tire’yi ziyareti sırasında hocamızın ailesini sormuştur. Tire ziyaretinde ilk kurşun konusu gündeme getirildiğinde; Celal Bayar da olayı doğrulamış ve Jandarma Teğmeni Ahmet Rifat Kemerdere’nin Yunan işgaline karşı bölgede ilk kıvılcımı çaktığını anlatmıştır.

 Seha Gidel Hocamızın dedesi Derviş Mehmet Paşa (Kaynak: Ahmet Tamer)

Seha Gidel Hocamızın 4 Kasım 2008 tarihinde Zincirlikuyu başında anlattıklarına göre olay şöyle gelişmiştir:

15 Mayıs 1919’da İzmir, Yunanlar tarafından işgal edilmiştir. O günlerde Celal Bayar ise, Batı Anadolu’da Kuvayı Milliye direnişini örgütlemek amacıyla Tire’nin Fata köyünde Gökçen Efe ve arkadaşlarıyla işbirliği içinde faaliyetlerde bulunmaktadır. İşgalci kuvvetler İzmir’e girdiğinde oradan yaklaşık 80 kişilik bir askeri kuvvet, Torbalı üzerinden Tire’ye doğru harekete geçer. Önce Tire’ye gelirler, ama burada savunma hattının gerçekleşemeyeceğini anlayınca Aydın’a geçerler. Amaç arkalarına dağları ve halk gücünü alarak yurdu savunmaktır. Bu gruptan iki subay da özel bir görevi yerine getirmek üzere Tire’den Ödemiş’e hareket ederler. Ödemiş’e gitmelerindeki amaç garnizonun elinde bulunan silahları halka dağıtmak ve halkı örgütlemektir. Bu arada işgalciler Tire’ye doğru yol alırken, bu iki asker Zincirlikuyu mevkiinde düşmana pusu kurarlar. İlk defa bu yerde silahlar patlar. Ama düşman sayıca çok güçlü olduğu için Kemerdere’den gelen gençler bu iki subayı düşmandan kaçırırlar ve dağın arka yüzündeki Kemerdere Köyü’ne ulaştırırlar.



Celal Bayar ve Gökçen Efe’nin ailesi bir arada (Kaynak: Sabahattin Burhan)

Kemerdere Köyü, yapısı itibariyle bir Türkmen köyüdür. Köy, geçmişte de efelere yataklık yapmış, bağrından efeler çıkarmış bir köydür. Nitekim yurtlarının işgal edileceğini anlayan gençler, derhal Zincirli kuyuya gelip bu iki subayı yalnız bırakmamışlar ve üstelik onları bağırlarına basmışlardır. Seha Gidel Hocamızın anlatımına göre, genç jandarma teğmeni Ahmet Rıfat Bey de köylülerin göstermiş olduğu bu vatanseverlikten dolayı, Cumhuriyet kurulduktan sonra Soyadı Kanunu çıktığında, Kemerdereli soyadını almıştır.

 Batı Cephesi'nin teşkilinde öne çıkan isimlerden; Gökçen Efe kızıyla birlikte (Kaynak: Sabahattin Burhan)

İşgalci kuvvetler Tire’den Ödemiş’e doğru yol alırlarken önlerine kim çıktıysa öldürmüşlerdir. Hatta Peşrefli altına geldiklerinde burada ekin biçen kırlı dediğimiz, buralara ekmek parası için gelen Denizlili gurbetçilerin bile ekin tarlasında boğazlarını kesmişlerdir. İşgalci kuvvetler yollarına devam ederek Hacı İlyas’a (Şimdiki İlkkurşun köyü) vardıklarında ilk güçlü direniş hareketi ile karşılaşırlar. Resmi tarih, örgütlü bir güç tarafından ilk kurşunun burada atıldığını belirtmektedir. Oysa Zincirlikuyu olayı bu bilgileri doğrulamamaktadır.

 Zeybek giysileri içinde Kuvayı Milliye'nin önde gelen isimlerinden Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saraçoğlu (Kaynak: Sabahattin Burhan)

Aynı olay; Celal Bayar’ın anılarını yazdığı Ben de Yazdım adlı eserinin 6.cildinin 120, 121 ve 122.sayfalarında şöyle anlatılmaktadır:

“30 Mayıs 1919 sabahı Ali Orhan İlkkurşun’un kumandasında yedek subaylardan Ahmet Şükrü, Salih Vecdi, Selim Örsel, Selim Kayalar, Hamit, Aziz, Şeref Osman, Öğretmen Faik, Nuri, Remzi Bey’lerle 10 kadar jandarmadan ibaret küçük bir kuvvet şafakla beraber Hacı İlyas Tepesi’ni tutarak müdafaa tedbiri aldı. Öğle vakti, tren telgraf hattının kesilmesi üzerine keşif için yola çıkan Derebaşı istasyon makas memuru Rum yakalandı ve trenle Yunan askerinin gelmekte olduğunu söyledi, akabinde Yunan bayraklarıyla donatılmış trenin ilerlediği görüldü.

Trene yapılacak ateş baskını ile sivil halkın, çoluk çocuğun kırılacağı düşüncesi, gönüllülerin vicdanını ezmekte idi. Müdafaa kuvvetlerinin pek az olmasına rağmen, istila kuvvetleri kumandanına, makasçı Rum ile şu haber gönderildi:

“Kendilerini tren içinde kıstırmak bizim için daha faydalıdır. Fakat bu arada masum kanı da akacaktır. Kumandan askerini indirsin, bir meydan harbi yapalım. Askerce dövüşelim” denildi.

Kuvayı Milliye'nin onurlu efesi; Yörük Hacı Halil Efe (Halil Çöp) (Kaynak: Sabahattin Burhan)

Makasçı memur yanlarından uzaklaşırken, tren de istasyona yaklaşıyordu. İstasyonda memur ile evvela birkaç Yunan subayı konuştu. Az sonra orası kalabalıklaştı. Asker de trenden indirildi, fakat akabinde, tekrar trene bindirildi. Katar geri geriye hareket etti. Mücahitler, düşmanla ilk karşılaşmanın bu suretle neticelenmesini “fal-ı hayır” addettiler.

Aynı günün akşamı “otodrezin” ile Ödemiş’den bir heyet, Bayındır’a geçti. Heyeti; müftü, Rum ve Ermeni papazlarıyla Tahsin Efendi adında bir jandarma subayı teşkil ediyordu. Ödemiş’de Milli Mücadele için ön ayak olanlardan umumi bir şura mahiyetinde bir toplantı yapılmış:

 Bugün Gökçen Efe'nin adıyla anılan Gökçen'de (eski Fata) Tireli taş ustası Taşçı Rıza'nın kurtuluş anısına yaptığı abide

“Tire ve Bayındır’da bulunan düşmanın 48 saat içinde buralardan çekilmesinin, olmadığı takdirde Ödemiş Milli Kuvvetlerinin zorla bu yerleri geriye almaya çalışacağının Yunan kumandanına ihtarına” karar verilmişti. Heyet vazifesini yaptı. Netice olarak, Yunan kuvvetleri İzmir’den gönderilen inzibat taburu ile takviye edildi. Yunanlar için hücum ve müsademe daha elverişli bir hale gelmiş oldu.

 Seha Gidel ve öğrencisi Hasan Doğan Tire Toptepe'de sohbet anında 
31 Mayıs 1919 günü, başta Kumandan Yüzbaşı Tahir Özerk, sağında Hamit Şevket İnce, solunda Jandarma Teğmeni Ahmet Rifat Kemerdereli, arasında birkaç öğretmen, bunların arkasında zeybekler ve gönüllüler, bir kafile halinde, merasimle Hacı İlyas Tepesi’ne doğru yol almaya başladılar; halk, mücahitleri heyecan ve sevinçle uğurladı.

Boynuyoğun Köyü'ndeki abide çınar da o günleri görmüştü.

31 Mayıs 1919 akşamı, müdafaa yerinde toplanan kuvvetler, 300 kişiyi bulmuştu. Poslu Mestan Efe kumandasındaki 100 kadar atlı, cephede bir geçit resmi yaptıktan sonra, Ödemiş’e döndü. Bunlar, Salihli’de teşkilat yapacaklar ve bu istikametten gelecek düşmanı karşılayacaklardı. Kayıkçının Molla Hüseyin Efe kumandasındaki kuvvetlerle, zeybeklerden Ketendereli Mustafa çetesi keşif hizmetinde kullanıldı. Cephede herkesin yeri ve görevi tayin olundu. Bu arada Çerkes Hasan adında, henüz yüze çıkmış bir şakinin itaatsızlığı baş gösterdi. Avenesiyle beraber cepheden çekildi. Yalnız iki arkadaşı “Efe, müsaade et, biz beylerle beraber düşmana karşı koyacağız” diyerek vatan hizmetinde kaldı ve fedakârlık gösterdi. Bir kısım zeybeklerin cepheden ayrılmaları, zaten az olan kuvvetleri zaafa uğratmıştı. Ahmet Rifat Kemerdereli diyor ki:

 Kuvayı Milliye zeybeklerinden Danişmentli İsmail Efe (Kaynak: Sabahattin Burhan)

“Zeybekler iştirak etmeyince, ertesi sabah için kararlaşan Tire baskını geri mi bırakılacaktı? Yoksa Yunan kumandanına söylenen sözün bir blöf olmadığını göstermek için eldeki kuvvetlerle hücum mu edecekti? Zihnimden geçen, bir sel uğultusu halinde akıp giden bu düşünceler Tahir Özerk’i de meşgul etmiş olacak ki birdenbire aklına Gökçen Efe gelmiş ve Hamit Şevket’e:

“O halde Gökçen’i alır, yarın Tire’ye baskın yapmak kararımızı tatbik ederiz” dedi ve ilaveten “Şimdi Gökçen’e gidiniz, o bana, aralarındaki husumet yüzünden Çerkes Hasan ile beraber çalışamayacağını söylemişti. Yeni vaziyeti kendisine anlatır, yarın şafak zamanı yapacağımız Tire baskınına iştirak etmesini rica edersin” emrini verdi.

 Aydın Dağları'nın üstündeki Dallık Mevkiinden Gökçen'e doğru bakarken

Teğmen Ahmet Rifat, bu tehlike dolu gece yolculuğunda, yanına bir süvari jandarma eri alarak Hamit’i yalnız bırakmadı. Fakat bu vefalı hareketi, kendisine çoğa mal oldu. Gökçen’i gece vakti Kahrat Köyü’nde buldular. Uzun görüşmelerden sonra Gökçen kendileriyle mutabık göründü; “pekiyi” dedi. Fakat ani kararlaşan bu maceraya atılmadı. Sabaha karşı kızanlarıyla Kadife köyüne çekilip intizar halinde kaldı. 

 Ovaya hakim konumdaki Dallık'da sonbaharın renkleri

Tire kazası sınırı içindeki Zincirlikuyu mevkiine, Hacı İlyas cephesinden, Ahmet Şükrü Bey kumandasında 87 kişilik bir kuvvet gönderilmiş, Tire’ye yapılacak baskın da ertesi güne bırakılmıştı. Düşman daha evvel davranarak, 1919 senesi Haziran’ının birinci günü saat 8.00 sıralarında Tire’den yola çıkardığı 2 bölük efzun ve 200’den fazla atlara bindirilmiş yerli Rum kuvvetleriyle, müfrezemize taarruz etti. Müsademe bir saat kadar sürdü Gönüllüler soldaki tepelere ve Ödemiş istikametine doğru çekildi. Düşman bu hareketi, kendisini yan ateşine almak için tertip edilmiş bir manevra sandı, takip etmedi.” Celal Bayar; Ben de Yazdım; 6 Cilt; Sayfa: 120-121-122



Yazan : Hasan Doğan - İbrahim Fidanoğlu
Fotoğraflayan :  S. Burhan ve A. Tamer kaynaklı fotoğraflar dışındakiler  İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.
Düzenleyen: M.YC








18 Ağustos 2013 Pazar

PERU - BOLİVYA İZLENİMLERİ

BÖLÜM-2
HERŞEYİN DOĞDUĞU YER; CUSCO


 İbrahim Fidanoğlu
(27 Ocak 2010- 8 Şubat 2010)


Dünyanın Göbek Deliği; İnkaların Başkenti Cusco’da

Cusco’nun İnkalar için ne anlama geldiği aslında anlamında gizli; İnka dilinde Cusco, “göbek deliği” anlamına geliyormuş. İnkalar dünyanın bu delikten nefes alıp verdiğine inanırlarmış. Yani yaşayanlar için hava kadar, su kadar kutsal bir şehir burası, yaşadıkları yer adına. Öyle ilginç bir coğrafyaya sahip ki buralar; biz havaalanına ilk indiğimizde yaklaşık 3400 metrelik yüksekliği nedeniyle fiziksel dengemizi alt üst eden, ancak koka denilen o mucizevî bitkisi ile dermanını da bağrında taşıyan Cusco’da konakladığımız 5 yıldızlı Otel Eco İnn’in kapısından girer girmez dayadılar burnumuzun dibine koka çaylarını. Yükseklik hastalığına karşı direnebilmemizi belki de günde 5-6 bardak içtiğimiz bu koka çayları sağladı diyebilirim. Çünkü diüritik özelliği nedeniyle, koka çayı yükseklikle birlikte değişen kandaki oksijen ve basınç dengesinin yeniden kurulmasına yardımcı oldu. Yüksekliğin fiziksel organizmamız üzerindeki tek etkisi elbette ki bu durum değildi; bir de güneşin ultraviyole ışınlarının derimizde yarattığı olumsuz etkilerdi. Bulutlu havalar bile bu ışınların etkisini engelleyemiyordu. Bu yüzden bu yüksekliklerde sürekli geniş siperlikli şapkalar ve boyun bağlarıyla dolaştık. Işık bu yükseklikte o kadar kuvvetliydi ki; Cuzco’da yürürken Plaza De Armas meydanındaki döşeme yolun taşlarından yansıyan ışık bile gözleri kamaştırmaya yetiyordu.

Cusco'da Plaza de Armas Meydanı'nda; bulutların altında; döşeme taşların üstündeyiz.

Bugün Cusco’da Plaza de Armas (Silahların Meydanı) olarak bilinen meydanda iç içe üç kiliseden oluşan bir katedral bulunuyor. Bu yapılar topluluğu, bir İnka Tapınağı’nın üstüne inşa edilmiş. İspanyollar, İnkalar’ın tapınaklarını geri dönülmez şekilde tahrip etmişler ve bu tapınakların yerlerine tapınakların taş malzemelerini ve temel yapılarını da kullanarak kendi katedral ve kiliselerini inşa etmişler. Yıllarca süren bu katedrallerin inşaatında yerlileri kullanmışlar; onları kiliselerin içlerinin dekorasyonunda ve süsleme işlerinde kullanmak üzere gerekli zanaatkârlık bilgilerini öğretmişler, sonra da bu yapıların inşasında çalıştırmışlar. Zorla İspanyolcayı ve Hristiyan Katolik inancını benimsetmişler. Sözün kısası, İnkaların kültürüne dair ne varsa geri dönülmez bir şekilde tahrip ederek kendi kültürel yapılarını tesis etmişler. 

 Cusco'da Plaza de Armas Meydanı'nda üç kilise iç içe; Cusco Katedrali yada Sagrada Familia; ana kilise Zafer Kilisesi

Plaza de Armas Meydanı’ndaki Cusco Katedrali’nin içinde yerli sanatçılar tarafından yapılmış “Son Akşam Yemeği” tablosunu gördük. Tabloda ilginç olan yerli sanatçının yemek sahnesinde hain Yuda’nın suratı yerine işgalci Pizarro’yu oturtmuş olmasıydı. Masada yemek olarak da burada kutsal kabul edilen Hint Domuzu (fare ile tavşan arası bir kemirgen; evlerde insanlarla birlikte aynı mekânı paylaşıyorlar, çok önemli günlerde kurban ediliyor; etini de tüketiyorlar) resmedilmişti. Kiliselerden birinde de İsa Peygamber, mihrapta siyah derili olarak canlandırılmış idi. Bunu İspanyolların yerlileri hızlı Hristiyanlaştırma sürecinde karşı karşıya gelen iki kültürün çatışması sonucunda ortaya çıkan bir sentez olarak yorumladık.

Cusco'da Plaza de Armas Meydanı'nda ışığın şiddeti

Plaza de Armas Meydanı’ndan yürüme mesafesinde İnkaların Güneş Tapınağı Korikancha’ya ulaştığımızda bizi yine bir manastır ve kiliseler kompleksi karşıladı. İnka temel duvarları kentin içinde sokaklar boyunca uzanıp gidiyordu. Güneş Tapınağı içinde de aynı durum mevcuttu. Sokaklarda İnkaların torunları, önümüzü keserek ya hediyelik bir şeyler satmaya çalışıyorlar, ya da yanlarındaki lama ya da kendileri ile fotoğraf çektirmek karşılığında para istiyorlardı. Yüzyıllardır süren kolonyal dönemin sonunda varılan nokta asri (!) yada açıktan dilencilikti.

Cusco'da İnkaların Korikancha Güneş Tapınağı ve İspanyolların Katolik Manastırı üst üste

Korikancha’nın üstüne inşa edilen manastır yapısının temelleri İnka duvarlarından oluşuyor. Poligonal taşlar birçok noktadan birbirine sürtünme bağlı olarak yerleştirilerek bir kilit taşı işlevi görüyor. İç içe kapıların bulunduğu tapınakta en kutsal nokta İnkalar döneminde Güneş Kursu’nun bir gemi pruvasına benzer tarzda Cusco kentine doğru uzanan bölümdü. Buradaki altından güneş kursu da altına aç Pizarro’nun askerleri tarafından talan edilmişti. Şimdi sadece bu kursun sabitlendiği duvar girintileri yer alıyor yapıda… Duvarlar ve kapılar, deprem v.b. doğal etkilere karşı trapozoidal formda inşa edilmişti. İspanyolların bile yıkamadığı bu duvarlar 1.dereceden deprem bölgesi olan yörede günümüze kadar ulaşabilmişti.

 Cusco'da Güneş Tapınağı'nın üstünde; İspanyollardan kalan manastırın iç avlusu

Cusco'da Korikancha'nın depreme dayanıklı olarak inşa edilmiş eğimli kapı geçişi duvarlarına bir örnek

Korikancha'da İnkaların su mühendisliğine bir örnek; basınçlandırıcı su şebeke sistemleri


Korikancha'dan Cusco'ya bakış

Korikancha'da İnka duvarları

Korikancha'nın en kutsal noktası güneş kursunun olduğu yerden eklenti yapılara bakış

Korikancha'nın duvarları

Korikancha'nın önündeyiz

Korikancha ve manastır yapıları

Gerek Lima’da ve gerekse Cusco’da dolaşırken kolonyal dönemin mimari izlerine de tanıklık ettik. Özellikle İspanya’daki Endülüs mimari etkisinin izlerinin buralara savrulması sonucu oluşturulmuş meydanlardaki büyük kolonyal dönem yapılarında sedir ağacından yapılmış ahşap balkonları, Cusco’da evlerin ikinci katlarında, pencere ve kapıların önlerinde dar alanlı, ahşap korkuluklu, yeşile yada maviye boyanmış dekoratif balkonları gördük. 


Cusco sokaklarında dekoratif balkonlar

7 Ağustos 2013 Çarşamba

PERU – BOLİVYA İZLENİMLERİ ya da “LATİN AMERİKA’NIN KESİK DAMARLARI”



BÖLÜM-1
İNKALARIN İZİNDE

İbrahim Fidanoğlu
(27 Ocak 2010- 8 Şubat 2010)

Genel

Amerika Cumhurbaşkanı Barrack Obama’nın iktidara yeni geldiği günlerdi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Güney Amerikalı antiemperyalist lider ve Venezuella Cumhurbaşkanı Hugo Chavez konuşmasında bir kitaba atıfta bulundu ve Obama’ya bu kitabı okumasını tavsiye etti. Kitap, “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” ismini taşıyordu ve Uruguaylı yazar Eduardo Galeano tarafından 70’li yılların başında kaleme alınmıştı. Kitapta İspanyolların Güney Amerika’yı ele geçirmelerini takiben başlayan ve bir kıtanın tüm yeraltı ve yer üstü zenginliklerinin yağmalanması esasına dayanan sömürü mekanizmaları 20.yy.daki Amerikan pratiklerini de içerecek tarzda anlatılıyor ve bu ülkelerde bitmek bilmeyen darbeler ve sefalet ekonomilerinin altında yatan nedenler sorgulanıyordu. İşte Amerika’ya doğru Zemheri’nin ayazında yola çıktığımızda kafamda bir yanda yıllardır katmerlenmiş bu düşüncelerin tortusu, bir yandan da İnkalar’ın bozulmadan günümüze ulaşmış saklı kenti Machu Picchu’nun gözümün önünden silinmeyen hayali vardı.


18.yy.da İspanyol egemenliğine karşı ayaklanan yerli önder Tupac Amaru'nun Peru - Urusco'daki heykeli

Yaklaşık 16 saatlik uçak yolculukları sonunda gri bir gökyüzünün altında Lima’da uçaktan inerken sıcak ve nemli bir hava karşıladı bizi. Burada yılın 365 günü güneş gözükmezmiş hiç; ama yağmur da öyle kolay kolay yağmazmış. Düşünün her sabah gözlerinizi şöyle bir Lima havasına açıyorsunuz: Yağmur yağacakmış gibi tamamen gri bir gökyüzü, nemle yüklü bir hava ve bir türlü bu nemi boşaltamayan, doğuracakmış gibi ama bir türlü neticeye ulaşmayan bir potansiyel doygunluk hali… Sürekli Lima’da yaşayanlar için bu durumun hiç de kolay olmadığını düşündük. Ah; diyeceksiniz ki sonunda Limalının derdi tek hava olsa da şekerle beslese; yani durum aynen öyle…

 Peru'nun başkenti Lima'nın puslu havasında; prestijli mahallerinden Büyük Okyanus kıyısındaki Larcomar - Aşıklar Parkı ve meşhur heykeli

Peru’nun yüzölçümü yaklaşık 1.250.000 km2, Bolivya’nın ise 1.100.000 km2; Türkiye ile kıyaslandığında her iki ülke de oldukça geniş topraklara sahip bulunuyor. Ancak nüfus yoğunluğu; gerek Peru’da ve gerekse Bolivya’da Batılı gelişmiş ülkelere göre oldukça düşük. Hem coğrafik koşullardan hem de yüzyıllardan beri bu ülkelerin yer üstü ve yeraltı zenginliklerinin talan edilmesi ve yerli nüfusun da bu paralelde acımasız katliamlara uğraması nedeniyle nüfus yoğunluğu oldukça düşük ve ülke genelinde, diğer geri bıraktırılmış ülkelerdekine benzer şekilde son derece çarpık bir dağılıma sahip. Peru’nun nüfusu yaklaşık 29 milyon ve bu nüfusun 9 milyonu başkent Lima’da yaşıyor! Bolivya ise demografik açıdan temelli ilginç bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Nüfusu 10 milyon olan ülkede (nerdeyse Peru’nun başkenti Lima kadar) idari ve yasama başkenti olarak geçen La Paz’da (Barış anlamına geliyor) 1.400.000 kişi, en büyük ve en zengin şehri Santa Cruz’da ise yaklaşık 2 milyon insan yaşıyor.

 Peru'da Cusco yakınlarındaki Chincharo'da yün eğiren İnkaların torunları


Coğrafyanın İnsanlara Öğrettikleri

Her iki ülke oldukça dağlık bir coğrafyada yer alıyor. Dünyanın Himalayalar ile birlikte tavanını oluşturan And Dağları bu topraklarda oldukça geniş yer kaplıyor. Peru’da kıyılarda geniş çöllük alanlar uzanırken, her iki ülkenin doğusunda ise sık ormanlık alanların yer aldığı Amazonlar bulunuyor. Bu hırçın coğrafyada iki ülkenin de tarıma elverişli alanları son derece kısıtlı. Tarih boyunca bu gerçekten hareketle bu topraklarda yaşayan uygarlıklar kendilerine yaşam alanları açabilmek adına tarım yapabilmek için dağlık alanları bitmez tükenmez bir sabırla teraslamışlar. 

 Peru'da İnka yerleşimi Tipon'un terasları

İ.S. 12–16 yy.larda bu toprakların hâkimi olan İnkalar, coğrafyanın zorladığı bir ihtiyaçtan hareketle inşaat mühendisliğinde ve genetikte oldukça önemli ilerlemeler kaydetmişler. Son derece kısıtlı alanlarda tarım yapmak zorunda kalan İnkalar, yüksek dağların zirvelerinden taşıdıkları suyu yaklaşık 15.cm.lik genişlikte muntazam kanallarla tarım için hazırlanmış teraslara dağıtmışlar. İhtiyaca göre suyu yükseğe yönlendirmek için basınçlandırma amacıyla hidrolik prensiplerinden yararlanmışlar. İnkalar, dağların doruklarında suya gem vurarak, bir yandan tarımsal arazilerin ve bin bir zahmetle elde edilen ürünlerinin telef olmaması için suyun aynı sistematik içinde zararsız bir şekilde tahliye edilmesini sağlamışlar, diğer yandan da tarımın ihtiyaç duyduğu sulama imkânlarını yaratmışlar. Ne yazık ki, İnkalı ataların elde ettiği bu bilgiyi yitiren toplumsal hafıza, bugünkü modern yaşamın biçare torunlarını düz alanlarda sel ve heyelanın yarattığı felaketlerle boğuşmaya mahkûm etmiş. 

 Yüzyıllar öncesinden günümüze ulaşan dağdan indirilen suyun hikayesi sürüyor; Peru - Tipon antik kenti

Biz Peru’ya ulaşmadan yaklaşık bir hafta kadar önce gezimizin esas hedefi olan Machu Picchu kentine giden tren yolu ve devamında kıvrıla kıvrıla kente ulaşan dağdaki karayolu, meydana gelen sel ve heyelan nedeniyle tahrip olmuş ve uzun bir süre için kullanılamaz hale gelmişti. İnkaların başkenti olarak bilinen Cusco kentinin havaalanında; alana sürekli inen ve kalkan helikopterlerin aynı yöne doğru hareketlerini gördüğümüzde meselenin ciddiyetini anladık. Cusco ve Machu Pichu arasında bir hava köprüsü kurulmuştu. Öğrendiğimize göre 3000 civarında turist Machu Picchu’da mahzur kalmıştı ve helikopterden başka onlara ulaşma imkânı yoktu. Başta uğradığımız hayal kırıklığı; gezi rotasının yerel rehberler aracılığıyla yeniden düzenlenmesi ve Machu Picchu’ya hapsolma riskini kıl payı atlamış olmamızın farkındalığı içinde giderek azaldı. İnka kentlerinin iki yakasına saçıldığı derin vadide akan Urubamba Nehri, yatağına sığamaz halde taşkınlar yaratarak düzlükteki kerpiçten köylerin üzerinden bir silindir gibi geçmişti. Yol boyunca felaket sonrası kurulan çadırlarda ya da açıkta sürdürmeye çalıştıkları hayatta kalma mücadelesi içinde İnkaların torunlarının hali perişandı. 

 Macchu Pichu yolunda antik Ollantaytanbo kentinin terasları

Peru’nun Kadim Halkı; İnkalar

İnkalar, diğer Amerikan yerli halkları Mayalar ve Aztekler gibi bu toprakların efsane uygarlıklarından biri olarak biliniyor. Aslında İnkalar, zamanımızdan o kadar uzakta değiller. Bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaşı sayılırlar. İ.S. 1200 – 1532 yılları arasında bugünkü Ekvador, Kolombiya, Peru, Bolivya, Şili ve Arjantin’in kuzey toprakları olmak üzere oldukça geniş bir coğrafyada bir uygarlık tesis etmişler. Tarımsal alan yaratmak amacıyla dağlarla kaplı hırçın bir topoğrafyada yarattıkları efsanevi teraslar ve suyollarıyla uygarlık tarihinde iz bırakmışlar. Kısıtlı tarımsal alanların verimliliğini artırmak amacıyla en verimli ürün türleri üzerinde derin araştırmalara girişmişler; bir anlamda genetik biliminde önemli ilerlemeler sağlamışlar. Bu uğurda halen bu toprakların en stratejik ürünleri olan 300 tür patates ve 35 tür mısır geliştirmişler. Bugün Peru ve Bolivya’da elbette bu kadar çeşitlilikte ürün yer almıyor. Ancak mor ve beyaz renkli, iri taneli, tombulca mısırlar çokça üretiliyor. Patates, mısır, pirince benzer bir tahıl olan kinua ve bakla en sık rastladığımız tarımsal ürünler oldu.

 Ollantaytanbo'da şekil verilmiş dev kaya kütlelerinden oluşan Güneş Tapınağı ve üstündeki güneş kursu

İspanyollar; Kristof Kolomb ile başlayan Amerika macerasında 16.yy.ın ilk yarısında neredeyse Orta ve Güney Amerika’nın tümünü sömürgeleştirdiler. Bu aslında inanılmaz derecede kolay oldu.

 Cusco'da Korikancha-Güneş Tapınağı'nın poligonal şekil bağlı duvarları

  • Yeni kıtaya taşınan ve yerli halkın bağışıklık sisteminin tanımadığı salgın hastalıklar,
  • Yerlilerin ilk kez karşılaştıkları ve bu nedenle “ilahi” anlamlar yükledikleri ateşli silahlar,
  • Yerli halkların dinsel inançlarına göre bekledikleri felaketlerin (Maya ve Aztek takvimlerine göre 15.yy.ın başında yerliler bir felaket beklentisi içindeydiler) kurtarıcıları ile İspanyol “conquistador”ların aynı zaman diliminde çakışması,
  • Latin Amerika’da hüküm süren imparatorlukların (Aztek, Maya ve İnkalar) oluşma sürecinde boyunduruk altına aldıkları diğer başka yerli kavimler lehine gelişen kin tohumları İspanyolların işini kolaylaştırdı.

 Cusco'da İnkaların Korikancha - Güneş Tapınağı ve İspanyolların Katolik Manastırı üst üste


İspanyol fatihi Francisco Pizarro 200 civarı asker ve 300 civarı gemici ile Güney Amerika’yı neredeyse boydan boya geçerek Peru’ya ulaştığında İnkalar, altın ve gümüşten ibaret güneş tapınakları ve “monarşik” ama bir yandan “ortakçı” diyebileceğimiz komünal düzenleriyle Güney Amerika’nın en büyük egemenlik alanını oluşturmuşlardı.

 İnkaların tarımsal araştırmalar merkezi olarak kurguladıkları Moray antik kenti
  • Yazıyı ve tekerleği bilmeyen;
  • Görmedikleri şeylere tapınmayan, Güneş’e, Ay’a, Toprak Ana’ya, Şimşek’e ve hepsinin üstünde en büyük Tanrı Wiracocha’ya inanan,
  • Ahlak anlayışlarını ve yaşam düsturlarını “Çalma”, “Yalan söyleme”, “Tembellik etme” üçlemesine dayandıran,
  • Güney Amerika’nın derin vadilerinde ve yüksek tepelerinde 40.000 km.lik taştan yol şebekeleri ile tüm imparatorluk kentlerini birbirine bağlayan,
  • Kentlerini, yaşam mekânlarını ve tapınaklarını sadelik, simetri ve sağlamlık prensipleri üzerine oturtan,
  • Coğrafyanın ve yaşamın dayattığı nedenlerden ötürü inşaat mühendisliği ve genetikte inanılmazları başaran İnkalar, İmparator Huayna Capac’ın grip türü bir hastalıktan aniden ölümü sonrası başsız kaldılar.
 Peru - İnka kenti Moray'dayız; arkamızda saygı duyulası And Dağları

Geleneklerine göre imparator ölmeden önce tahtını devredeceği varisini sağlığında mutlaka atardı. Ama imparatorun ani ölümü buna olanak tanımadı. İki oğlu Atahualpa ile Huascar birbiri ile iktidar kavgasına tutuştular. Kardeşlerden Atahualpa bu savaşı kazandığında devletin otoritesi oldukça zayıflamıştı. Bu da İspanyolların işine yaradı ve hile ile tutsak aldıkları imparatoru serbest bırakmak için iki oda dolusu gümüş ve bir oda dolusu altını fidye olarak almalarına rağmen sözlerinde durmayarak Atahualpa’yı boğarak öldürdüler. Aciz durumdaki imparatorun tek isteği dini inancı gereği tanrıya kavuşmasını sağlayacak yegâne şey olan kafasının kesilmeden öldürülmesiydi. Hatta rivayete göre imparatorun bu isteğinin kabul edilebilmesi için zorla Katolik Hristiyan yapıldığı da söylenmektedir. Güneşin Oğlu diye adlandırdıkları imparatorlarının hazin sonu, İnkalar’ın bittiği andır ve inanılası değildir. Bundan sonra İnkalar çözülürler ve Francisco Pizarro, yaklaşık 20 yıl içinde bu toprakların tümünü ele geçirir ve İnkaları tarih sahnesinden siler.

 Raqhci'deki en büyük tanrı Wiraqocha'ya adanmış İnkaların en önemli mabetlerinden; kerpiç ve taşın kardeşliği

“İspanyollar adeta büyülenmişlerdi. Tıpkı maymunlar gibi durup durup okşayarak elleriyle tartıyorlardı altını. Büyük sevinçlerini gösteren taşkın hareketlerle oturup kalkıyorlardı. Yürekleri gençleşmiş ve ışımıştı sanki. Delice arzu ettikleri şey besbelli buydu. Aç domuzlar gibi saldırıyorlardı altına” diye yazar Floransa Kodeksi’ndeki Nahuatl metninde.” (1)

 Peru - Raqhci'deki tapınak alanında kutsal su ile arınma

“Francisco Pizarro, İnka Hükümdarı Atahualpa’yı boğazlayıp kafasını kesmeden önce “Tam beş bin kilo ağırlığında saf gümüş ve 1.326.000 çil altın tutarında bir fidye aldı ondan…” Sonra da İnka İmparatorluğu’nun göz kamaştırıcı başkenti Cusco üstüne yürüdü. Pizarro’nun askerleri Güneş Tapınağı’nı yağmaya giriştiler. “Birbirleriyle itişip kakışarak, hatta zaman zaman dövüşerek saldırıyorlardı hazinelere. Her biri aslan payını kapmak istiyordu. Sırtlarında zırhları, ayaklarında demir mahmuzlu çizmeleriyle heykelleri devirip çiğniyor, mücevherleri avuç avuç kapıyorlardı. Daha küçük boyutlara indirebilmek için, çekiçlerle kırıyorlardı altın eşyaları… Çubuk haline getirmek üzere bütün hazineyi potaya attılar: Duvarlardaki altın kaplamaları, altından dökme bitki ve kuş heykellerini ve bütün öteki değerli eşyayı hiç duraksamaksızın attılar potaya.” (2)

(DEVAM EDECEK)


Dipnotlar:
(1)   Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Galeano; Çitlembik Yayınları; çeviren: Atilla Tokatlı ve Roza Hakmen; İkinci Basım, 2009; sayfa: 36
(2)   a.g.e; sayfa:36-37
(3)  Fotoğraflar, 2010 kışında gezi sırasında İbrahim Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.