TOLAZ’DAN
İKİÇAY’A…
5 Mart 2019
İbrahim Fidanoğlu
O köy, ah o köy,
Terk edilmiş ve kimsesiz,
Çocuksuz, neşesiz o köy,
Bizi de sarmaladı çaresizliğiyle,
Ah o köy; Çiniyeri denen,
Yitip gitmiş neşesiyle,
Ah, ah o köy…
Aybey Çini
Giriş
Aydın Dağları’nın eteklerine doğru alçalan vadilerden
birinde; Tire’den Ödemiş’e doğru ilerleyen asfalt yolun üst düzleminde yer alan
sessiz köylerden biridir Çiniyeri… Usul
usul sokaklardan yürürken, dışardan içerilere doğru ulaşan çıtırtıya başlar uzanır;
pencerelerden, koca kapılardan. Merakla; ama yorgun bedenlerde içten içe bir
isyan… Zaman durmuş gibidir Çiniyeri’nde;
sadece yaşlılar; iki büklüm, gözlerine perde inmiş ve her bir yanları sanrılar
içinde; geçmişte bıraktıkları efsanevi zamanlar; birisini yakalasak da anlatsak
derdimizi, çaresizliğimizi, eski günlerimizi; ah bir anlatabilsek. Bu kadar mı
nankör olduk yarabbi; atalarımıza, yaşlılarımıza bu kadar mı uzak kaldık yaban
ellerde; ekmek peşinde? Kayrak taşlarla örülmüş duvarlar arasından kıvrılır
sokaklar; duvarların gölgeleri düşer önünüze, Aydın Dağları’nın eteklerine doğru; Dallık’a ve üstündeki Dibekçiler
Yaylası’na doğru… Neler saklıdır kim bilir şimdi yaşlı dimağlarda; ah bir
konuşabilsek, ah bir konuşabilsek…
Çiniyeri'nde sabah
Çiniyeri; Pers kaya mezarının bulunduğu tepeden görünümü
“Guyulu Gave”den Çiniyeri’ne doğru
Sabah erken vakitte
ulaştık; Tire’nin kadim mahallelerinden Karacaali’nin
altındaki “Guyulu Gave”ye… Hırçın bir
horoz; sabah sabah “heyt ulan; benim
buraların efesi” havalarında, çıkmış kuyu çıkrığının üstüne; ha bire uzun
uzun ötmekte… Bir dayılanmak ki sormayın gitsin. Bir oraya sıçrıyor; sonra
yeniden eski yerine dönüyor telaşla. Sabah mahmurluğu kahvehanedekilerin
üstünden daha kalkmamış gibi. Yol kıyısında bir kamyonet; içi torbalanmış bir
yığın bayat ekmek dolu, başı tartamaklı bir köylü; onları satma telaşında.
Evlerine, bahçelerine giden köylüler, hayvanları için durup torba torba
alıyorlar; 25 ekmek 10 Lira… Kahvecinin getirdiği sabah kahveleriyle başladık
güne. Arkamızda horozun bitmek bilmeyen ötüşleri, Doğu’dan Bozdağlar’ı aşarak
üstümüze doğru gelen ışığın seli, bugün; sürprizlere gebedir yine. Yönümüz Çinyeri’ne; hikâyesi isminde saklı o
hüzünlü köye doğrudur şimdi.
Çiniyeri köyü
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)
Çiniyeri köyünde bir avluda eski bir ocak
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)
Köyün ismi ile ilgili Çiniyeri köyünden; emekli öğretmen Mehmet Karakaş’ın aktardığı iki farklı
rivayet var. Birisi köyün içinden akan derenin eskiden beri Cinlidere olarak anılması; buradan
hareketle köyün isminin de bu dere ile özdeşleşerek Çiniyeri’ne dönüşmesi… Bir diğer rivayet ise; köyün çok eski bir
yerleşim olduğu; o eski zamanlarda köyde yerleşen çekik gözlü insanlardan (Tire
civarında Ankara Savaşı sonrası Timur’un buralara geldiğinde; bir süre Tire’de
konakladığı ve bir miktar askerinin de giderken Tire civarına bırakıldığına
dair hikâyeler anlatılmaktadır) köyün eskilerinin Çinli diye söz ettiği; köyün isminin de zamanla Çinliyeri ve Çiniyeri’ne evrildiği şeklinde anlatılmaktadır.
"Guyulu Gave"de horoz; sabah vakti...
Dağa Kaçtım gezginleri, "Guyulu Gave"de...
"Guyulu Gave" önünde bayat ekmek satışları
Guyulu Gave'de zeybek ruhlu bir Tireli
Tire’den Ödemiş’e
doğru; Boynuyoğun ve Işıklı köylerini geçer geçmez sağa doğru
Çiniyeri sapağından bir vadi girişine
doğru yöneldik. Yukarıların çerçöpüyle yüklü bir dere yatağını takip ederek
köylülerce Tolaz diye adlandırılan
bir köprünün başına geldik. Köprünün üstündeki bir mermer levhada Mestan Ağa Köprüsü yazıyordu. Yapım
tarihi ise 1956 yılıydı. Köyün girişine sessizlik hâkimdi. Derenin karşı
yakasındaki birkaç evin kapısı, sabaha uyanmışlardı sanki. Verandaya açılan
kapıların önündeki tüllerin, rüzgâra uygun salınışından belliydi hayat.
Çiniyeri'nin girişindeki evlerden biri
Mestan Ağa Köprüsü
Altı sağır; kule tipi bir konak
Derenin karşı kıyısındaki evlerden biri
Tolaz sözcüğü üzerine türlü anlamlar yüklenmiş Türkçe’de… Ama
burada bizim mekâna uygun düşen ikisinden söz etmek anlamlı olacak. Birincisi köprü başı; bir suyu aşan kemer; diğeri
ise bir mağara ya da inin dairesel
tavanı anlamında kullanılmış. Köyde Tolaz
Mevkii olarak bilinen yer, köyün içinden geçen dereyi karşıdan karşıya aşan
Mestan Ağa Köprüsü’nün hemen başında
yer alıyor. Dereyi aşıp evlerin önünden geçerek doğu yönünde hafif meyilli bir
toprak yolu takip ettiğinizde ulaştığınız yer ise, hafif tümsek ve yığma bir
tepenin hemen üstündeki büyük olasılıkla Perslerden kalma bir kaya mezarı;
yani insan eliyle ana kayaya oyulmuş bir tür mağara…
İkiçay; Çiniyeri'nin içinden akar.
Kaya mezarı yolunda dallarında kalmış portakallar
Köprüyü aşarak kaya
mezarına doğru yürüdük. Evlerin bahçe duvarlarının üstünden sokağa doğru sarkan
portakal ağacının dalları üzerindeki portakallar olduğu gibi duruyordu. Toplanmamıştı
bile. Tire, Ödemiş ve Kiraz civarında dolaşırken sanki
sahipsizmiş izlenimi uyandıran bahçelerde çok sık karşılaştığımız manzaraydı
gördüklerimiz. İçinde bizzat tanık olduğumuz bir yaşamın olduğu bahçelerde
neden toplanmazdı ayvalar, tadı benzersiz narlar, badem ağaçlarında kavurucu
Ege yazını geçirip dallarında kararıp kalmış bademler? Köylünün tembelliği mi;
üretimden uzaklara düşüşü mü; yoksa 1980’lerden beri uluslararası aktörlerin
dümen suyunda sürdürülen politikalarla ülke tarımının geldiği tükenmişlik ve
çaresizlik hali mi?
Çiniyeri'nde bir sokak
Hayata küsmüş taş duvarlar
Bir yamaca yaslanmış Çiniyeri evleri
Kim ne derse desin;
bugün için İlkçağ’ın en verimli toprakları Kaystros
ya da Küçük Menderes Ovası’nda; Tmolos (Bozdağ) ve Mesogis (Aydın) Dağları’nın iki yüzünde tarım bitmiştir artık. Aydın Dağları’nın eteklerine birer inci gibi dizili kadim köylerimizde,
şimdi içten içe ağlayan hayatlar var. Gezin ve görün; hak vereceksiniz. Zaten
çoğu boşalmış; sadece ölümü bekleyen ihtiyarlar kalmış geriye. Genç nüfusun
hepsi ekmek peşinde; buralardan şehrin varoşlarına doğru akmışlar. Tutunan
tutunmuş, tutunamayan yok olup gitmiş.
Kaya mezarından Çiniyeri köyüne ve Küçük Menderes Ovası'na bakış
Gezginler, Çiniyeri sokaklarında...
Gezginler, Çiniyeri sokaklarında...
Dağa sırtını vermiş bu
köylerden ovaya doğru baktığınızda, İlkçağ’da Ephesos’daki Artemis Tapınağı’nı
besleyen o güzelim verimli topraklarda şimdi sadece sayısız hayvan damından ve
silaj için ekilen ne menem bir şey olduğu belirsiz; mısır tarlalarından başka
bir şey göremezseniz. Çünkü orada tarım öldü. Tütün yok, pamuk yok, kendir yok,
bağ yok bostan yok ve en önemlisi su yok… Çünkü on yıllarca bilinçsizce açılan
kuyulardan derin kuyu pompalarıyla kanı emilen ova, artık bir şey verecek
durumda değil. Diğer yandan Güme Dağı’ndaki
kestanelikleri hastalık sardı. Kaplan’ın
altındaki bütün kestanelikler kurudu gitti. Dev gibi kestane ağaçları, şimdi
kupkuru dallarıyla uzaktan baktığınızda korkunç ve ölgün sahneler sunmaktadır
size.
Tire-Kaplan sırtlarında kuruyan kestane ağaçları
(Mayıs-2016)
Köyün sırtını dayadığı tepelerden birinden Çiniyeri'ne bakış
Çiftçi perişan ve hazır yemeye alıştırılmış; aynı şehirdeki gibi bir yaşam kurgulanmış köylerde de. Tamamen tüketme ve yok etme üzerine bina edilmiş gibi duruyor her şey. Ata yadigârı yerli tohumlarımız yok olmuş. Verimlilik gibi kulağa hoş gelen bir takım sözcüklerin peşine takılmış “yeni” uygulamalar… Tanrının bize bahşettiği en önemli yetkinliğimiz olan aklımızı kullanamaz hale gelmişiz sanki. 2019 yılı baharında manzarayı umumiye aynen böyle Küçük Menderes havalisinde…
Dağa Kaçtım gezginleri, Çiniyeri'nde bir kaya mezarının bulunduğu tümülüsün üzerinde...
Tolaz Mevkii’nde bir kaya mezarı
Toprak yolun neredeyse
en sonunda, dertli Küçük Menderes Ovası’na
hâkim bir sekide; çok önceleri açılmış ve yağmalanmış bir kaya mezarının
altında yer aldığı bir küçük tümülüs karşılıyor bizi. Şimdi bir kümes olarak
kullanılmakta olan mezarın oyulmuş olduğu ana kaya, tepeciğin bütün çevresi
boyunca kendi varlığını hissettiriyor.
Kaya mezarının bulunduğu ana kayanın üst yüzeyi
Benzer
iki kaya mezarının varlığını ise Tireli arkeolog Ali Özkan’ın “Kaystros Havzası’nda Antik
Dönem Kırsal Yerleşim Düzeni: Dideiphyta Katoikia Örneği” isimli çalışmasından
öğreniyoruz.(1) Söz
konusu yazıda yakın çevrede Greko-Pers Dönemi’ne ait en az üç tümülüsün
varlığından söz ediliyor. Bunlar Tire
civarındaki Gökçen, Kırtepe ve Çiniyeri yerleşimlerinin yakınlarında
bulunuyor. Yine yazıda belirtildiğine göre; kümeler halinde yer alan tümülüslerin
varlığı ise, bölgedeki savunma refleksinin gücüne ve çevrede askeri
garnizonların varlığına işaret ediyor. Bizim bugün yanına kadar giderek
tanıklık ettiğimiz bu Pers Dönemi kaya mezarı ise Çiniyeri köyünde yer alanı.
Pers Kaya Mezarı; dromos ile birlikte...
İki sekili kaya mezarının içi; şimdi köylüler tarafından kümes olarak kullanılıyor.
Mezarın girişine doğru
ilerleyen bir koridor (dromos)
bulunuyor. Mezarın içinde gömülerin üzerlerine yerleştirildiği iki adet seki
mevcut. Bunlar da ana kayanın içine benzer şekilde oyulmuş. Sekilerin bulunduğu
mezar odasının girişi ise, ana kayanın üst sınırlarına doğru düzgün ve
piramidal bir düzlemle devam eden ön yüzündeki kapının oturduğu söve ve lento
işlevi gören oyuntusuyla dikkat çekiyor.
Mezarın üstünde; ana kayaya açılmış sunak delikleri
Sunak deliklerinden bir diğeri...
Mezarın kalbinde yer
aldığı kayanın üzerinde birer girdabı andıran ve insan eliyle yapıldığı
anlaşılan küçük oyuklar dikkat çekici. Bunlar, ölüye şarap ya da yiyecek sunmak
amacıyla yapılmış sunak çukurlarını andırıyor. Mezarın güneybatı yönünde; üst
düzleme çıkabilmek amacıyla yine ana kayaya oyulmuş, birkaç basamaktan ibaret kaba
bir merdiven de mevcut.
Ana kayaya oyulmuş basamaklar
Kaya mezarının bulunduğu ana kayanın görünümü
Mezarın üstündeki
tümsekten ovaya doğru bakıyoruz. Derenin öte yakasında köyün altındaki evler,
biraz daha aşağılarda zeytinlikler ve en arkada Küçük Menderes’in yorgun ve küskün toprakları; ufuk çizgisini
kaplamış derin bir sis tabakasının önünde sırayla dizilmişler. Çiniyeri aslında oldukça büyük bir köy.
Bir yanıyla ovaya kadar uzanırken, diğer yandan ise Dallık sırtlarından İkiçay’ın
aktığı vadinin yamaçlarına dek uzanıyor. Bir yanın çürüyüp bir yanın dirildiği;
hayatın kendini biteviye yenilediği sokaklar ve patikalar oralarda. Şimdi
yolumuz oraya doğru…
Kaya mezarından dönüş yolunda papatyalar
Çiniyeri köyünün sokaklarında…
Kaya mezarından dönüşte;
aynı toprak yolu takip ederek dereyi bu kez Mestan
Ağa Köprüsü’nün biraz altından geçen bir başka köprüden geçtik. Köprünün
doğu yakasındaki başında, bir mermer taş dikkatimizi çekti. Yakından bakınca
gördük ki; bir Yahudi mezar taşı idi. Yıllarca önce Tire’de Yahudi
mezarlığındaki taşlar, yerinden alınmış ve mezarlık ortadan kaldırılmış.
Anlatılana göre; mezar taşları, yakınlardaki bir dere yatağına atılmış. Anladık
ki bu köprü başını tutan Yahudi mezar taşı onlardan sadece biriydi. Son
yıllarda bir kısmı, atıldıkları dere yatağından alınarak şimdiki Tire Organize Sanayi Sitesi’nin üstünde
yer alan bir alana belediye tarafından taşınmıştı. Biz de bu durumu yıllar önce
yine yanına kadar giderek görmüş ve mezar taşlarının fotoğraflarını çekmiştik.
Bir dönem İspanya’dan gelip bu toprakları yurt bellemiş Sefardim Yahudilerinin hatıralarının bu şekilde son bulması oldukça
düşündürücü ve hazindi. Ama yapacak bir şey de yoktu ve bizim gerçeğimizdi bu.
Köprü ayağındaki Yahudi mezar taşı
Çiniyeri köyünde bir yolüstü kahvehanesi; harap durumda..
Yolüstünde eski bir konak eskisi
Köyün yukarılarına doğru
yürümeye başladık. Yolun sağında bir sekide harap vaziyette eski bir kahvehane
vardı. Ona varmadan köyün derinliklerine doğru sapan bir yolun köşesindeki altı
sağır ve arkaya doğru uzanan iki katlı, oldukça büyük bir ev dikkatimizi çekti.
Resmen bir konak eskisiydi. İki katlı konağın alt katı tamamen sağırdı ve
sokağa bakan cephesi, yaklaşık 30 metre kadar içeriye doğru uzanmaktaydı. Evin
oldukça yıpranmış saçaklarının hemen altında; doğu ve kuzey cephelerinde yer
alan ve yıpranmışlıkları nedeniyle zorlukla seçilen kalem işi süslemeler
oldukça ilginçti. Bu bile başlı başına bu evin bir hikâyesi olduğunu ele verir
gibiydi. Yapının kuzey cephesi boyunca; sokağa göre yüksek bir sekinin üstünde
konumlanmış geniş bir bahçe ve yakın zamanlarda yapılmış bir yeni ev bulunmaktaydı.
Anlaşılan yeni hayat bu binada sürmekteydi.
Konağın ön cephesi
Evin ön cephesindeki dairesel süsleme; duvarcı ustasının imzası gibi; bir uygarlık alameti...
Evin sokağa ve köyün ana caddesine bakan cepheleri
İki yanı kayrak taşlarla örülü duvarlarla çevrili sokağın içine girdik. İlerde güneşe doğru sırtını dönmüş, bir sandalyenin üstünde oturmakta olan bir teyze ile karşılaştık. İki kanatlı, eski ve tahtadan koca kapının ardında saklı bir dünya vardı sanki. Girişteki alt katı kümes olarak işlev görev iki katlı müştemilatın penceresindeki teneke ya da plastik şişelerden bozma saksılarda; aşağıya doğru sarkmış karanfiller ve başka çiçekler, konuğunu karşılayan ev sahibi pozlarındaydı. Avlunun girişinin karşısına düşen konumda, iki katlı bir evin üst katında; mahremiyet arz eden tahta bir perde, balkonun korkuluğu görevini de üstlenmişti. Alt katta; bir mutfak işlevi gören sahanlıkta, karşı duvarda birkaç raftan oluşan tahta bir tabaklık; üzerinde dizili, kalayları aşınmış beş on bakır kap, duvara asılı sarımsak demetleri, avlunun girişinin solunda yer alan birbirine bitişik halde, iki küçük kulübeden oluşan bir yapı kompleksi; onun hemen yanında küçük bir ocak, yerde iri taşlardan oluşmuş düzensiz yer döşemeleri, her biri ayrı bir hikâye ile karşımıza dikilmiş bir sürü ayrıntı; koca kapının arkasına gizlenmiş, şimdilerde yaşlı bir teyzeye mekân olmuş koskoca bir dünya…
Avludaki iki katlı ev
Yaşam konforunu tamamlayan avludaki diğer üniteler; ocak, iri taşlardan oluşan yer döşemeleri, küçük bir ahır ve üstündeki bir yaşam mekanı
Alt kattaki verandada tahta tabaklık, sepetler, sarmısak demetleri v.s.
Koca kapının ardındaki karanfiller
Eğreti duran bir saksılıkta çiçekler
Bir merdiven dibinde eski bir yuvgu taşı; acaba daha eskisi bir mermer sütun muydu?
Beyaz yazması, zorlukla gören gözleriyle, kulağı seste; sokaktan avluya yansıyan ayak sesleri sanki onun yoldaşı gibi. Ayaküstü kısa bir sohbet sonrası teyze ile vedalaşarak sokağın yukarılarına doğru yürüdük. Yüksek duvarların üzerinden görülebilen bir evin çatısından aşağı doğru sarkan baklava desenli ahşap saçaklar, bize Rum Mimar Vafiyadis’in 19.yy.ın sonlarında Buca’daki Levanten evlerinin saçaklarındaki ahşap süslemeleri hatırlattı. İlerde yine ahşap çatısı ile dikkat çeken bir deve damı; deve damında tükenmiş bir havut ve içine sinmiş eski zamanların kokusu, bir deve damının içinde şimdi.
Eski bir evin saçaklarındaki baklava formunda ahşap süslemeler
Buca'da Costa Gavrili Evi; Mimar Vafiyadis'in saçakları
(Kaynak: www.levantineheritage.com)
Çiniyeri'nde bir deve damı
ve tükenmiş bir havut
“Eeee, Türkiye’de bir şeyler değişiyor.
Evler, avlular, harımlar(2),
okullar, cıvıl cıvıl meydanlar ve irimlerden(3) süzülerek giden utangaç kız çocukları, ellerinde
sapanlarla kuş avlayan erkek çocukları, elinde bakraç, diğerinde çanakla kızını
yanına almış; aşure dağıtan analar yok artık.
Aaah ah, avluda neler yapılmazdı ki;
damda eşeğimiz, ortalıkta gezinen tavuklar, kelterin içinde saman ve o samanın
içinde taze yumurtalar, çamaşır için kazanda kaynayan su… Susamış inek bağırır,
köyün bakkalından alınan Mabel marka sakızlar, fırının içinde peksimet toplayan
küçük çocuk, sıcaktan bunalmış, ağlamaklı.
Çelik çomak oynamak en büyük tutkumuzdu
okul avlusunda. Sapanlarımız vardı lastikten. Tekerleklerimiz vardı. Akşama doğru
acıkan karınlarımızı da köşeliden(4)
kesilen bir dilim salçalı ekmekle doyurmak, en büyük zevkimizdi. Koyun gütmeye
giderdik harım aralarına. Çıtlık ağaçlarına tırmanır, çıtlık toplardık. Bir de
kargıdan yaptığımız tüfeklerle birbirimize çekirdeklerini üflerdik. Zeytin sonunda
harım aralarında kapanlar kurar, karatavuk avlardık.
Peşrefli'de "köşeli" somunları yeni çıkmış fırından...
(Hasan Doğan Arşivi)
Değirmene giderdik; eşeğe yüklenmiş iki
çuval buğday veya arpa ile. Bazen değirmene gitmeyi daha çok isterdik; çünkü
kaçamaklarımız olurdu. Sıcak havalarda soyunup çayda suya girmek, o zamanlar en
büyük tutkumuzdu.
Meşelerimiz vardı rengârenk.
Gaytanlarımız(5) vardı;
köy meydanında topaçları döndürürdük. Köy bekçisinden ödümüz kopardı. Sanki suç
işlemiş gibi kuşların yuvalarından yumurta çalardık. Kısa pantolon falan
bilmezdik. Ayaklarımız da öyle konforlu ayakkabı filan bilmezdi hiç. En
konforlusu, gıcırından bir cızlavaktı doğrusu. Ama cıvıl cıvıl o meydanları
doldururduk kaygısız.
Ayıcılar gelirdi köyümüze. Kırlılar
gelirdi; tarla açarlardı köylüye karın tokluğuna… Köyümüzün odası vardı; orada
kalırlardı. Karınları doyurulurdu. Buhurcular(6) gelir, develer çiftleştirilirdi. Onun için de köyde
özel bir dam vardı. Basmacılar gelir, ortalığa yayınırdı. Genç kızların
rüyasına girerdi; basmadan entari giymek. Yahudi Yuda Amca köye gelir,
sepetinde dikiş malzemeleri satardı.
Peşrefli'de yandaşı tepsileri
(Hasan Doğan Arşivi)
(Hasan Doğan Arşivi)
Eskiden kız evi, oğlan evi; pısat(7) kesmeye giderlerdi.
Şehre cümbür cemaat oğlana damatlık kumaşlar alınır, terziye bırakılır,
akrabalara da gömleklik hatta elbiselik kumaşlar kesilir, ayakkabılar alınır; yine
akrabalara teneke kutular içinde baklavalar alınır, dağıtılırdı hepsine.
Düğünlerden önce; oğlan evinden kız
evine, kız evinden oğlan evine, yandaşı(8) giderdi. Genç kızların
başlarına konan tepsilerde neler vardı, neler? İçinde pişmiş
tavuklar, etli pilavlar, helvalar, en pahalısından meyve ve sebzeler, çerezler ve çiçeklerle kaplı tepsilerle
rengârenk, güzel giyimli genç kızlar; sıraya girmiş bir şekilde köy meydanından
süzülürcesine geçerlerdi.
Peşrefli'de yandaşı geleneği
(Hasan Doğan Arşivi)
Aah ah anneciğim; kelterin en altına
renkli pısatları, üstüne de beyazları bir güzel sıralar, aralarına da sabun
yerleştirir; üstünden de bolca küllü suyu döker, başlardı tokmaklamaya. Vur
babam vur; ardından bir daha küllü su, bir daha tokmakla, en sonunda temiz suyu
döker; çamaşırlar, tertemiz mis gibi olurdu.
Köyümüzde bayram geçirmesi yapılırdı. Başka yerlerde olduğu gibi bizde bayram
üç veya dört gün kutlanmazdı. Bayram ilk gün yapılır, bir de hafta sonu bayram geçirmesi (uğurlama gibi) olurdu.
Biz ona Gencer derdik. Gencer günü; köyün yaşlıları, gençleri
ve bütün çocukları toplanır, panayır şeklinde meydanda eğlenilirdi. Orada
satıcılar olur, seyyar aşçılar yörenin meşhur yemeği posalı kavurmaları yaparlar, ekmek içinde satarlardı.
Köyümüzde elektrik yoktu, ama geceleri
insanlar, ellerinde fenerlerle akşam gezmelerine giderler ve o evlerde
büyükler, küçüklere masallar anlatırlardı. Yine evler hanaysa (iki katlı, üst katta geniş odalı), alt
katta bir odada ocak olurdu. Herkes ocağın etrafına dizilir, önümüz ısınır,
arkalarımız buz keserdi. Ocakta darılar kavrulur, ocağın kenarında çıratma(9)
asılı olup çıratmada zeytinyağı
yakılırdı; aydınlanmak için geceleri.”(10)
Bir başka yandaşı tepsisi; pilavlı bu kez...
(Hasan Doğan Arşivi)
(Hasan Doğan Arşivi)
Hasan Hoca’nın
anlattıkları, insanların topraktan kazandıkları hayat uğruna çektikleri tüm
çilelerin, tüm yorgunlukların unutulduğu o mutlu zamanlara aitti. Tarım
ölmemiş, köyler boşalmamış, insanlar en önemli şeylerini; yaşama sevinçlerini
kaybetmemişlerdi henüz. Hasan Hoca’yı tutmasaydık eğer; sabahlara dek
anlatacaktı durmaksızın; çocukluk günlerinin o değerli hatıralarını.
Çiniyeri evlerine bir örnek
El ayak çekilmiş sokaklardan.
Bir koca kapı; ardında hayat var mı acaba?
Biraz ilerde başka kadınlar kesti yolumuzu; hastalıklarından, geçim sıkıntısından, köyde toplanmayan çöplerinden yakındılar. Evinin üst katındaki penceresinden yarı beline kadar sarkan bir nine, çöpleri ana yoldaki çöp tenekelerine dek nasıl ellerinde taşıyarak çıkardıklarını anlattı; bizi, seçim önü köye gelen resmi görevliler sanarak. Manzara gerçekten hazindi; en az 100 yıllık yaşlı evlerin arasındaki dar geçitlerde ne lağım, ne çöp konteynırı vardı. Köyün sırtını dayadığı tepeye doğru tırmanan toprak geçitlerden birinde; evlerin bahçelerine doğru kafanızı kaldırdığınızda gördüğünüz manzara, yıkık bahçe duvarlarının ardında birikmiş her türlü çöp ve kırık dökük 100 yıllık hayatlardan ibaretti sanki. Avlularda diri kalan, yalnızca daldaki toplanmayan portakallardı.
Çiniyeri sırtlarında...
Köyün sırtlarında yer alan mahallelerdeki dar geçitlerde biriken çöpler
ve sahipsiz portakallar...
Hasan Hoca burada
yeniden anlatmaya başladı:
“Benim köyümde çöplük nedir bilmezdik.
Çünkü çöpümüz olmazdı hiç. O zamanlar naylon yok, plastik yok. Bunlar olmayınca
çöplük de olmazdı tabii. Babamın halıdan yapılma bir heybesi vardı. Onun
ceplerine Tire Çarşısı’ndan aldığı malzemeleri koyardı. Evimizin koca kapısı,
küçük bir dereye açılırdı. İşte oraya biz küllük
derdik. Demek ki bizim çöpümüz kül imiş ki; biz oradaki birikintiye küllük demişiz. Çocukken bizler de orada
oynardık. Küllükte bahar geldiğinde, birtakım çekirdekler fidana dönerdi. Bizler
de onları oradan söküp başka yerlere dikerdik. Çöplükte fidan biter mi hiç; ama
bizim küllüklerde fidanlar biterdi.”(11)
Bir zamanlar "Çete Amat"ın konağı imiş.
Evin yan sokağa bakan cephesi
Sağımızda solumuzda tarih; bir konağın yanından geçtik. Eskiden Tire’den Bozdağlar’a doğru deve kervanlarıyla yük taşıyan bir köylünün anlatımına göre konak, adı hayırla anılmayan; Tire civarında; zamanında kötü şöhreti ile tanınmış Çete Amat’a (Ahmet) aitti. Mezarı ise Çiniyeri’nden aşağıda; Gökçen’e doğru ilerleyen Ödemiş asfaltının kıyısındaydı.
Köyün çıkışında gördüğümüz 80'lik bir yaşlı ninenin yaşam mücadelesi
Ninenin ağaç kütüklerini evine dek biz taşıdık.
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)
Bir evin köşesi; pahlanmış.
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)
İkiçay’a doğru; anemon tarlaları
Yıkık dökük tarihin
içinden geçmiş, küçük bir tepeyi aşarak, bizi iki çayın birleştiği yere dek
götürecek zeytinlikler arasından geçen toprak patikaya kavuşmuştuk. Kafamız
karmakarışık, bir hayli canımız sıkkın; bir anda baharın coşku dolu heyecanına
kapılmış bir anemon denizinin içinde bulduk kendimizi. Tanrım o ne anlatılmaz
güzellikti; sağımızda solumuzda zeytinliklerin altındaki çayırlarda türlü
renkte anemon ya da bizdeki bilinen
yöresel ismiyle Adonis’in
laleleri, kendisini yenileyen hayatın birer nişanı gibiydiler. Mest olduk
doğrusu…
Eski bir değirmenden kalanlar
Anemonların geçişi
Bu daha beyaz...
Lila örneği...
Yürüdüğümüz patika, o
kadar şiirseldi ki; Dallık’ın
yamaçlarından ovaya doğru akmakta olan hemen altımızdaki dereden gelen sesler,
sağımızda solumuzda anemonlar, dere yatağına doğru alçalan değirmen yıkıntıları
ve zaman zaman zeytin bahçelerinin bulunduğu düzlemden neredeyse bir adam boyu
derinlikte seyrederek bir dere yatağı kimliğine bürünen yürüdüğümüz yol
sihriyle kavradı; vadinin derinliklerine doğru içine çekti bizi.
Beyaz anemonlar
Yan yana; birbirinden güç alarak yaşamak...
Yürüdüğümüz patika; zeytinlikler arasında...
Biz vadinin yukarılarına
doğru yürürken, yoldan atları ya da traktörleriyle köylüler geçtiler. Heybelerinde
hayvanları için topladıkları ot balyaları vardı. Zeytin ağaçlarının diplerinde ise,
silkimden kalan zeytinler vardı hala. Yolcunun nasibiydi bunlar. Kimi utangaç,
kimi kocaman taç yapraklarıyla olağanüstü güzellikte; ama eflatun ve lila,
bazen beyaz ve az sayıda kırmızı örnekleriyle anemon çiçekleri sanki günün
kahramanıydılar. Aşağılarda; köyün dar geçitlerinde dolaşırken bizi
hüzünlendiren ne varsa zamana dair; hepsi beynimizden uzaklaşıp gitmiş gibiydi.
Köylüler geçti yanımızdan...
İşte size irim...
Zeytinlikler,kayrak taşlarla tahkim edilmişti.
Bu benzersiz
güzellikteki anemon çiçeklerini kim sevmez ki; onunla ilgili binlerce yıl
öncesinden bugüne erişen söylenceyi Azra
Erhat, Mitoloji Sözlüğü’nde şöyle
aktarıyor:
“Suriye Kralı Theias ya da Kıbrıs Kralı Kinyras’ın
Myrrha ya da Smyrna adında bir kızı varmış, tanrıça Aphrodite’nin lanetine uğrayan bu kız babasına tutulmuş, onunla
sevişmek istemiş. Dadısının kurduğu bir düzenle babasının yatağına girmiş ve on
iki gece onunla sevişmiş, son gecesi de gebe kalmış. O gece babası, yanında yatan kadının kendi kızı olduğunu anlamış
ve bu korkunç günahı temizlemek için kılıcıyla kızının üstüne yürüyüp onu
öldürmek istemiş. Ama tanrılar Myrrha’ya
acımışlar ve onu babasının elinden kurtarmak için bir mersin ağacına
çevirmişler.
On ay kadar sonra ağacın kabuğu çatlamış,
gövdesinden dünya güzeli bir bebek çıkmış. Çocuğun güzelliğine vurulan Aphrodite, onu büyütsün diye yeraltı
tanrıçası Persephone’ye vermiş. Ama Persephone de çocuğa tutulmuş, onu Aphrodite’ye bir daha geri vermeye
yanaşmamış. Tanrıçalar arasında kopan kavgaya yargıçlık eden Zeus, Adonis’in yılın dört ayı Persephone’nin,
dört ayını da Aphrodite’nin yanında
geçireceğine, geri kalan zamanda da istediği yerde yaşayabileceğine karar
vermiş. Adonis, sekiz ay Aphrodite’nin yanında kalmayı seçince,
tanrıçanın güzel delikanlıya olan aşkını kıskanan öbür tanrılar (Ares ya da Artemis) Adonis’in üstüne
bir yaban domuzu salmışlar; kasığından yaralanan Adonis de kanaya kanaya can vermiş. Toprağı sulayan kanından Manisa
lalesi denilen bahar çiçekleri bitmiş, öte yandan sevgilisinin yardımına koşan Aphrodite’nin ayağına diken batmış,
sıyrığından akan bir damla kan tanrıçanın çiçeği olan beyaz gülü kırmızıya
boyamış.
Lila anemonlar
Çayı geçerken...
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)
Kışın yeraltında saklanan, baharla
birlikte yeryüzüne dönen ve aşk cümbüşü içinde fışkırıp gelişen bitkisel
varlığı simgeleyen Adonis’e Suriye’de
özellikle kadınlar tapınırlardı. Yılda bir bahar bayramları yaparlar,
saksılara, sepetlere tohum dikerler, onları sıcak sularla sularlardı. Böylece
hızlı büyüyen bu bitkiler, kısa zamanda solup ölürlerdi. Adonis bahçeleri denilen bu çiçeklerin karşısında kadınlar yas tutar
ve “O ton Odonin” (Vah Adonis!)
çığlıklarıyla döğünürlerdi.”(12)
İkiçay'ın kıyısındayız.
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)
Sarı su akıyordu çeşmeden; yanından da küçük bir derecik...
İkiçay’da huzur
Özenle örülmüş zeytin bahçelerinin duvarlarının yanından geçip gittik. Hava oldukça ısınmıştı. Biraz sonra küçük bir dereciğin yanından süzüldüğü sarı sulu bir çeşme çıktı karşımıza. Karakaya civarında dolaşırken, suyu kükürtlü bu çeşmelere çok rastlamıştık. Geniş patika, buralarda daraldı. Zeytin sekilerinin üstüne çıkarak sık sarmaşıklar, pırnar meşeleri ve nice nebatın içinden süzüldük; derinlere doğru… Yürüdüğümüz patikayı zaman zaman İkiçay’ın kolları kesti. İri taşları dayanak yaparak atladık suyun üstünden. Çağıldayan su sesi, müzik oldu eşlik etti bize.
Dereye doğru; patikanın güzelliği...
Duvarlarda göbek otları
Patika iki çayın birleştiği yere doğru daraldı.
Duvarlarda altın otları
Su düğün çiçekleri
Gezginler, İkiçay'a doğru...
Biraz ilerde eski bir
köprü ya da su kemerinden günümüze ulaşabilmiş çayın iki yakasındaki köprü
ayakları vardı. Kayrak taşlardan örülmüş kemerin ortası zaman içinde
yıkılmıştı. Ayakların son durumunu görebilmek için yukarı tırmandık. Dereye
hâkim bir noktadan Dallık’a doğru
baktık. Tek kemerli köprü, aynı zamanda vadinin iki yakası arasında geçişi de
sağlıyor olmalıydı. Ama izleyebildiğimiz kadarıyla karşı yakadaki ayağın
devamında, yolun karşı yamaçta ilerlediğine dair bir iz kalmamıştı. Belki de
hiç yoktu; kim bilir?
İkiçay, köpüre köpüre akıyor; ovaya doğru...
Gezgin, çayı aşarken...
Gezginler, kemerli köprü önünde...
Kemeri yıkılmış; ayakları duruyor.
İkiçay; bir daha...
Ulaşmak istediğimiz
noktanın yakınlarındaydık. Burada İkiçay’ın
iki kolu birbirine karışarak, Küçük
Menderes’e kavuşma telaşında aşağılara doğru akıyordu. Bir süre çayın
kollarından birisinin kıyısına oturduk. Bir arınma haliydi sanki yaşadığımız;
bülbüller, suyun çağıldayan sesi, kurbağalar ve biz… Çevremizde başka
kimsecikler yoktu. Dallık
sırtlarından; çok uzaklardan insan sesleri çalınıyordu kulaklarımıza; vadinin
derinliklerinde yankılanarak… Dört kişiydik; aslında milyonlarcaydık; ama
farkında değildik. Hemen bir karış ötemizde; kimimiz çiçek, kimimiz böcek;
türlü türlü can, doğanın bu güzelim köşesinde hayat bulmuştu. Ne güzel… Doya
doya anın keyfini çıkardık. Ne tarım politikaları, ne kuruyan Menderes’in suları, ne günlük maişet
dertlerimiz; sadece doğa ve arınmak vardı; sadece o an vardı. Dallık altında bir yerlerde; bir vadinin
en kuytu köşesindeydik. Her şeyden yalıtılmış; sonsuz bir yalnızlık içindeydik
sanki.
Vadinin derinliklerinde...
Su kemerinin yukarıdan görünümü
İzmir papatyaları
Pembe anemon
Kemer köprüde; gezginin yalnızlığı
İkiçay "öz çekimi"
İkiçay’ın birbirine kavuştuğu yer, bizim için bir dönüş noktasıydı
aynı zamanda. Dönüş rotamız, gelişimize paralel olsa da biraz daha dere
yatağına yakın seyretti. Zeytinliklerin arasından geçtik dönüş yolunda. Zeytin
ağaçlarının gölgesindeki anemonların renkleri daha mı farklıydı ne? Doyumsuz güzellikteki
Adonis’in çiçeklerini kâh seyrederek,
kâh bir kez daha fotoğraflayarak köyün vadi tarafındaki çıkışına ulaştık. Köye
bu kez yine yüz yıllık evlerin arasından büklümler yaparak ilerleyen bir dar
geçitten girdik. Geçit köyün meydanına doğru bir kaç keskin dönemeçle nihayet
buldu. Köyün meydanının çevresine dağılmış yamaçlardaki evleri, onlara doğru
tırmanan daracık sokaklar, köyün camisi ve sekilerdeki kahvehaneler Çiniyeri’nin kalbindeki dikkat çeken
unsurlardı. Meydanda zaman kaybetmeksizin, dere boyunca devam ederek arabamızı
bıraktığımız Mestan Ağa Köprüsü’ne
doğru yöneldik. Oturmaktan uyuşmuş bedenlerin bir ara bize dönen bakışları, giderek
durgunlaştı ve tekrar aynı miskinlik içinde; kaybolup gitti zamanın sonsuzluk
girdabında.
Dönüş yolunda zeytinler altında yemyeşil bir çayır
Utangaç bir anemon
Bu da daha koyusu...
Köye çay yönünden girerken rastladık; yerlerde dökülmüş portakallar...
Dağa Kaçtım gezginleri, Çiniyeri köy meydanına inerken...
Çiniyeri'nde hüzün her yerde; terkedilmişlik iklimi...
Köy meydanına doğru...
Meydandan bir görünüm; kahvehanelerde yorgun yüzler...
Meydana bakan sekideki kahvehaneler
Köye gelen dört yabancı,
gün boyu kayrak taşlı duvarlarla kaplı evlerin arasında, İkiçay’ın kıyısı boyunca baharın nefesini hissederek tenlerinde,
pastoral patikalarda ve anemon tarlaları içinden geçerek yürüdüler, yürüdüler.
Mutluluk ve hüzün o anda saklıydı. Ne mutlu ki onlara; hepsi bunun farkındaydı.
Çiniyeri köy meydanının genel görünüşü
Çiniyeri'ne veda ederken; sekilerde terk edilmiş başka kahvehaneler...
Dipnotlar:
(1) Ali Özkan; Kaystros Havzası’nda Antik Dönem Kırsal Yerleşim Düzeni:
Dideiphyta Katoikia Örneği; https://www.academia.edu/37589832/Kaystros_Havzasında_Antik_Dönem_Kırsal_Yerleşim_Düzeni_Dideiphytha_Katoikia_Örneği
(2) Harım: Köye yakın yerde sebze üretmek amacıyla ekilip biçilen bahçe
(3) İrim: Bahçelere giden dar, patika yol
(4) Köşeli: Tenekeden tavaların içinde pişirilen 10 ekmek büyüklüğünde ve
dikdörtgen şeklinde ekmek
(5) Gaytan: Topacın döndürülmesini sağlayan ve topaca sarılan ip
(6) Buhur: Çift hörgüçlü erkek deve; onların sahiplerine ise buhurcu denirdi.
(7) Pısat: Elbise
(8) Yandaşı: Düğünlerden önce; kız ve oğlan evlerine, karşılıklı olarak giden türlü
türlü yemek ve çeyiz tepsileri.
(9) Çıratma: Zeytinyağının yakıt olarak kullanıldığı bir tür kandil
(10) Dağa Kaçtım gezgini; Tireli biyoloji öğretmeni Hasan
Doğan’ın gezi esnasında anlattıklarından yararlanılarak hazırlanmıştır.
(11) Hasan Doğan anlatımıdır.
(12) Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 11. Basım; Kasım-2002; Sayfa:12
(13) Fotoğraflar, belirtilenler
dışında İ. Fidanoğlu tarafından
çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Elinize, ayağınıza, yüreğinize ve emeğinize sağlık........
YanıtlaSilİlginize teşekkürler...İF
Silbir kaç yıl önce denk gele keşfettim sizi. O günden bu yana ne kadar yer varsa sizle beraber gezip duygulanıyorum. Ağzınıza ve ayağınıza sağlık. iyi ki varsınız.
YanıtlaSilEsas siz sağolun. Bizler, siz ses verdikçe oralardan; yaptığımız işin boşa gitmediğini düşünüyoruz. Yalnız olmadığımızı, çevremizde bu hoyratça yok edilen doğal ve kültürel değerlerimize hala sahip çıkma arzusunda olan insanlar olduğunu düşünüyoruz. Bu da bize kıvanç veriyor doğrusu. İlginize ve geri bildirimlerinize çok teşekkür ederiz. İlginizin sürekliliği dileğiyle. İF
SilMerhabalar ben çiniyeri köyünde oturmaktayım köyümüzü böylesine güzel anlattığınız için çok teşekkür ederim ellerinize sağlık
YanıtlaSilNe mutlu bize; iyi bir şey yapmışız ki; O kadim köyden; Çiniyeri'nden bir dönüş var bizlere. Sizin de dilinize sağlık. Bloğumuza olan ilginizin devamlılığını dileriz. İF
SilMerhabalar belgesel tadinda olmus. Elinize gonlunuze saglik.
Silburadan ev bakip oturmakn istiyorum. Yakinda bakmaya gidecegim.
İlginize teşekkürler...Şimdiki haliyle hüzünlü ama yine de çok güzel bir yaşam mekanı olabilir sizin için. Kolay gelsin.İF
SilNetice olarak köy güzel mi diyorsunuz? Yaşam nasıl otantik bir ortam nasıl sizce..
YanıtlaSilSizin ifadenizle; köy güzel ama tükenmiş. Ülkedeki her şey gibi; yorgun düşmüş, tüketim ekonomisine esir edilmiş. Dallarından portakallar yerlerde. Sokaklarında, daracık geçitlerde çöpten geçilmiyor. Evler yıkılmış, gençler köyü terk etmiş. Güzel mi sizce bütün bunlar? Köy mü mahalle mi; belli değil. Muhtar var; göstermelik. İşte öyle bir yaşam var diğer köylerde olduğu gibi. Bizim yüreğimizi titreten ise, köyün ötesinde berisinde saklı güzelliklerin ve bağrında gömülü tarihin de bu hengamede ve girdapta kaybolup gitmesi... Acı; çok acı...İF
YanıtlaSilÇiniyerinin güzelliklerini keşfedip paylaşanlara öncelikle teşekkür etmek gerekir, ne de güzel yapmışlar, boş durmamış harikalar yaratmışlar. Hem resimler, hem de anlatım tek kelime ile harika. Doğrusu, Dağa Kaçanları kıskandım, heşke aranızda olma şansım olsaydı. Çiniyeri Menderes Masifinin tüm sırlarını gizlediği mistik ve antik özelliklere sahip olmalı. Orada yaşayanlar şanslı, terkedenler ise vefasız. Güme Dağının serin suları sonsuza kadar hayat verip sulasın bu güzel köyü. Tire'nin gül kokusu ile çocukluk yıllarında geçici de olsa tanıştım. Şimdilerde yüreğimde yaşıyor, son yıllarda, yılda yalnızca 2 günlüğüne uğrayıp, nasibimi alıyorum. Umarım, birdahaki gelişimde Çiniyeri'ni unutmam, bu güzel köye de uğrama fırsatım olur.
YanıtlaSilDerdimizi iyi anlatabilmişiz demek ki; bizi anladığınız için çok teşekkürler... Bloğumuza göstermiş olduğunuz ilginiz ve değerli geri bildiriminiz için ayrıca teşekkürler... Ne yazık ki aşınıyor her şey gibi Çiniyeri de. Keşke böyle olmasaydı. Umarım Tire'nin o gül kokusu çocukluğunuza dair anılarınız da bir gün kaybolup gitmez. İlginizin devamlılığı dileğiyle...İF
Sil