YARIMADANIN
KUZEYİNDE; DEĞİRMENBÜKÜ’NDEN EŞTENGİL(İSKANDİL)’E
3-5 Ekim 2019
İbrahim Fidanoğlu-Hasan
Doğan
Değirmenbükü’nün öbür yüzü; isimsiz bir Bizans manastırından
izler
Sabah erkenden döküldük
yollara yine. Bir gün önce Yazıköy’den
Ali Somer’in Knidia Çiftliği’ne ulaştığımız yola alternatif kabul edilebilecek;
daha batıdaki bir toprak yoldan kuzeye doğru ilerledik bu kez. Akşamki
yağmurdan sonra havadaki sıkıntıdan eser kalmamıştı sabahleyin. Yazıköy çıkışında suyu akmayan Kuyulubağ Çeşmesi’nin yanından geçtik. Arabayla
yaklaşık yarım saatlik bir seyir sonrasında; Karıncalı Tepesi, Yayla Tepe
ve üzerinde Manal Pınarı’nın
bulunduğu Manal Tepesi’ni sağımızda
bırakarak, Değirmenbükü’ne doğru
bakan alçak bir sekiye ulaşmıştık. Sekinin hemen kıyısından başlayarak denize
doğru uzanan alçak bir tepe üstünde; yazın ardından sararmış bitki örtüsünün yegâne
yeşilleri olan makiliklerin arasında, geniş bir alana yayılmış harabelerle
karşılaştık. Bunlar Bizans Dönemi’ne ait bir manastır kompleksinden günümüze
kalan yapı izleriydi. Değirmenbükü ve
doğal bir iskele görünümündeki Kapıtaşı,
uzun yıllar yarımadadaki hayatı besleyen çok önemli bir lojistik merkez gibi
işlev gördü. Sözünü ettiğimiz manastır kompleksi içinde yer alan tonozlu
yapılar ise, anlatılanlara göre; yarımadadan gönderilen veya gelen emtianın
geçici olarak depolandığı ambarlar olarak kullanılmıştı. Yerli halkın bu
yapılara verdiği isim ise sadece “mağara”
idi.
Değirmenbükü; Erken Dönem Bizans manastır yapıları
Manastır; iki katlı tonozlu yapılar
Hıristiyanlığın
ilk gelişim yıllarında, Roma’nın zulmünden kaçarak çöle sığınan ve inançlarını
buralarda yaşatmaya ve yaymaya çalışan keşişler, Arapların istilacı akınları
ile Sina Yarımadası’ndan kuzeye, Anadolu’ya doğru harekete geçerler. Devletin
resmi dini olarak Hıristiyanlığı benimseyen Bizans İmparatorluğu da 7.yy. civarında
Arap istilalarından kaçan bu keşişlere bazı bölgelerde yerleşim hakkı tanır.
Batı Anadolu’da Bafa Gölü’nün arka dünyasında; Beşparmaklar coğrafyası bu manastırlara kucak açmış önemli bir
havza olarak dikkat çeker. Gallesionlu
Lazarus, Latmoslu Paulos bu
manastırlar dünyasının Bizans döneminde öne çıkmış ve daha sonraları aziz
mertebesine yükseltilmiş önemli keşişlerindendir.
Manastır'dan Değirmenbükü ve ötesine bakış
Kale burcunu andıran dikdörtgen kesitli bir kule yapı kalıntısı; arkada "mağara" adı verilen tonozlu yapılar
Anadolu
coğrafyasında manastırların yaygın olduğu bir diğer coğrafya da Kapadokya bölgesidir. Tüf ağırlıklı
toprağın altında oluşturulan yerleşimler, gerek Roma’da Hıristiyanlığın ağır
baskılar altında kaldığı dönemlerde ve gerekse Sasani ve Arap akınlarından
kaçan keşişlerin ve en son olarak da ikona kırıcılardan kaçanların sığındığı
birer yaşam mekânı olmuşlar.
Manastır kompleksinde yer alan kule yapısına diğer yönden bakış
10.yy.
– 13.yy. arasında; Batı Anadolu’daki manastırların oluşum sürecinde hastaların
tedavisi, manastırların topluma önemli bir katkısı olarak öne çıkar.
Manastırlar, keşişlerin bir tür nefis terbiyesi yoluyla dünya nimetlerinden el
etek çektikleri ve vakitlerini ibadetle geçirdikleri inziva hücrelerini de
içerir. 10.yy. inziva hücrelerinden manastırlara geçiş eşiğidir. a)
Kendini tanı düsturu, b) Tefekkürün temeli olan sessizlik, manastırda
hayatın önemli bir bölümünü kapsar. (Monastizm)
Manastır; güneybatı yönünden bakış
Yediler Manastırı; Bafa Bölgesi, Beşparmaklar
(Ocak 2013)
Bafa Bölgesi’ndeki manastırlar, bir
dönem gelir; o kadar çoğalır ki, burası Bizans Çağı’nda Hıristiyanlar için
neredeyse bir hac merkezine dönüşür. Dönemin önemli keşişlerinden Aziz Paulos,
bu hac yoğunluğundan bir an gelir, çok sıkılır ve günün birinde ortadan
kaybolarak Samos (Sisam) adasına gider.
Bafa'da Yediler Manastırı civarındaki gnays kayalar içine oyulan inziva hücrelerinin duvarlarında yer alan İncil'den sahneler
(Ocak 2013)
Değirmenbükü Manastırı; tonozlu yapılar
11.yy.dan itibaren Batı Anadolu’ya yönelen Türk
akınları yöreyi de etkiler. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos devrinde bölge, yeniden bir durulma evresine
yönelse de, 14.yy.dan başlayarak manastırlar yok olma sürecine girer ve
17.yy.da keşişler, bu toprakları tamamen terk ederler. Bu anlamda; bölgedeki
manastırların varlığı, 17.yy.a kadar tam 7 yüzyıl kadar sürer.
Değirmenbükü'ndeki manastır kompleksinde yer alan iki katlı tonozlu yapıların dışardan ve güney yönünden görünümü
Dilek Yarımadası; Samson Dağı'nda Kurşuniyotis (Kurşunlu) Manastırı; bir mağarayı andıran mezarlık şapeli; yana açılan kollarda keşişlerin mezarları mevcuttu.
(Ocak 2013)
Değirmenbükü Manastırı; tonozlu yapının altında yer alan mağara benzeri tonozlu hücreler
Değirmenbükü; aynı yapıdan başka bir görünüm
Manastırlar, genel olarak kale formatında inşa
edilmiş; dış ve iç avlu, ortada yer alan ana kilise (Katholikon), bir Ortodoks
geleneği olan ölülerin kemiklerinin toplandığı kemik deposu ispitalya (Anadolu’daki en
iyi örnekleri: Güllübahçe’de Kelebeç köyü, Fethiye’de Kayaköy), rahiplerin
birlikte yemek yedikleri trapeza
adı verilen büyük bir mermer ya da taş masanın bulunduğu bir yemek salonu, rahiplerin
inzivaya çekildikleri inziva hücrelerden oluşmakta idi. Hemen hepsinde Bafa Gölü’nün suyunun acı olması
nedeniyle, içme suyu sarnıçlardan sağlanıyordu. Manastırlar vergiden muaftı.
Gelir kaynakları; balık, hayvancılık, kereste ve zeytindi.
Dilek Yarımadası; Kurşuniyotis Manastırı; Katholikon ya da ana kilise
(Ocak 2013)
Değirmenbükü Manastırı; katholikon ya da ana kilise; doğu yönündeki apsisi hala ayakta...
Anadolu’daki Erken Bizans Dönemi’nde yukarıda
sayılan nedenlerle tesis edilen bu inziva mekânlarının hemen hemen hepsi
dağların yükseklerinde ya da vadilerin saklı köşelerinde inşa edilmişler.
Doğası gereği hem korunma refleksi ile hem de tefekkür için gereken sessizliği
temin etmek açısından manastırlar bu ıssız ve saklı coğrafyaları kendilerine
mekân olarak seçmişler. Ama Betçe’nin
kuzeyinde; Değirmenbükü’ndeki Bizans
manastırı bu açıdan diğer örneklerinden farklılaşıyor. Ana karadan uzakta; ama
tamamen denizden gelebilecek saldırılara; özellikle de Ortaçağ’da pek yaygın
olan korsan akınlarına karşı savunmasız durumdaki Değirmenbükü’nde bir plajın yakınlarında konumlanmış görünüyor. Bu
durumu on iki adaların en büyüğü olan Rodos’ta
yüzyıllarca hüküm süren St. Jean
Şövalyelerinin egemenlik zamanları açısından da değerlendirmekte yarar var.
Değirmenbükü sahili
Değirmenbükü; manastırın yıkıntıları içinde bir duvar detayı
Değirmenbükü Manastırı; kule yapısı
“Rodos Adası, 1309’da Saint Jean
şövalyelerinin (Hospitalier/İsbitariyye) eline geçişine kadar; Bizanslılar,
Cenevizliler ve Venedikliler arasında çekişmelere sahne oldu. Şövalyeler dönemi,
adanın yeniden inşa, yayılma, siyasal ve kültürel anlamda gelişme dönemini
teşkil etti. Saint Jean şövalyeleri, yıkılan Rodos şehrini tekrar inşa ederek
burada 81 hektar alanı kaplayan surlarıyla birlikte Ortaçağ Avrupası’nın en
sağlam kalesini yaptılar. Bu sadece antik şehir yüzeyinin dörtte biri olup
Antik dönemden itibaren vuku bulan muazzam değişikliği canlı biçimde gösterir.
Hıristiyan Avrupa’nın en zengin ve asil ailelerine mensup Saint Jean
şövalyeleri, Rodos’u üs yaparak Hıristiyanlık adına Doğu Akdeniz’de Müslüman
devletlere karşı korsan olarak savaştılar; Aydın ve Menteşe’deki Türk
beylikleriyle geçici antlaşmalar gerçekleştirdiler. Şövalyeler, Rodos’tan başka
on bir adayı daha kontrollerine alıp güçlü kalelerle sağlamlaştırdılar. Mısır
ve Suriye Memlukları’nın 1440-1444 yılları arasında Rodos’u ele geçirme
teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı. Bu tarihten sonra şövalyeler, Türk
gemilerine ve kıyılarına korsan saldırılarına hız verdiler.”(1)
Bafa; Pınarcık köyü; Mersinet Manastırı kulesi; Türk akınlarına karşı manastır yapılarının kaleleştiği döneme dair kanıtlar...
(Ekim 2018)
Yukarıda anlatılan yakın coğrafyadaki tarihsel
süreç ve Rodos şövalyelerinin Ege Denizi’nin güneyinde sürdürdükleri askeri
faaliyetler ışığında, manastırın kuzey denizine tamamen açık pozisyonunun
özellikle Datça yarımadasının Rodos şövalyelerinin nüfuz ve koruma alanında
kalıyor olmasından kaynaklanabileceğini gösteriyor.
Değirmenbükü Manastırı; kalıntıların genel görünümü
Değirmenbükü’ndeki manastır
kompleksinin yukarıda anlatılanlar çerçevesinde, Erken Bizans Dönemi’ne ait
olduğu söylenebilir. Aynı dönemde yarımadanın İlkçağ’dan kalan mirası Knidos ise, bir piskoposluk merkezine
dönüşmüştür. Türk akınlarının Menteşe
Beyleri eliyle bölgeye ulaştığı 13.14. yy.a dek bu dini kompleksin
varlığını sürdürmüş olabileceği olasılık dâhilindedir. Ama kesin olan bir şey
varsa; ilk girişimleri 15.yy.da Fatih
Sultan Mehmet ile başlayıp, daha sonra 16 yy.da Kanuni Sultan Süleyman zamanında nihayete eren Rodos’un fethi (20 Aralık 1522) sürecinde, bu manastır
yapılarının tamamen işlevini yitirdiği öne sürülebilir.
Değirmenbükü Manastırı'nın genel görünümü; güneybatıdan...
Manastır tepesinden Değirmenbükü'ne açılan vadinin ağzına doğru bakış; bu vadinin içinde Knidia Çiftliği var.
Bugün Değirmenbükü
plajının hemen kıyısında küçük bir tepe üstünde konumlanmış manastır kompleksi,
neredeyse bir yıkıntılar yığını şeklinde günümüze ulaşabilmiş durumda. Yukarıda
da sözü edildiği gibi manastır yapıları; belki yüzlerce yıl, Datça yarımadasının deniz yoluyla temin
edilen ihtiyaçlarının ikmalinde bir lojistik depolama alanı olarak kullanılmış
olabilir. Daha sonraki zamanlarda kaderine terk edilen kompleks, zamanın ve
doğanın tahribatı ile bugünkü haline gelmiş olmalı.
Değirmenbükü Manastırı; Katholikon'a yukarıdan bakış
Kilise tarafından batı yönündeki tonozlu yapıların görünümü
Manastır kompleksinde en dikkat çekici yapı
kalıntısı, yıkıntıların hemen hemen ortasında yer alan ve manastırın ana
kilisesi konumundaki katholikhon…
Doğuya yönelmiş apsisi hala ayakta olan tek nefli ve haç planlı kilisenin
kubbesi çökmüş durumda. Batı yönündeki kemerli narteks, ortasında küçük bir
nişi barındıran bir duvarla sonlanıyor. Kiliseye giriş holü, bir labirenti
andıran bir başka kemerli geçiş ile daha batıdaki oldukça geniş bir alana sahip
ve görünüşte iki katlı olduğu düşünülen tonozlu yapıların hemen sınırındaki bir
kapıya bağlanıyor.
Değirmenbükü Manastırı'nın ana kilisesi; apsis
Kilisenin batı duvarı ve girişe doğru açılan hol
Ana kilisenin batı duvarında yer alan niş
Ana kilisenin yanında başka küçük şapeller ya da bir mezarlık şapeli de
var mıydı? Bunu yapı kompleksinin birbirinin üstüne yıkılmış bugünkü halinden
anlamak gerçekten zor. Ama bize göre mutlaka vardı. Çünkü manastır yapıları, Değirmenbükü’ndeki Knidia Çiftliği ile Kapıtaşı’na
doğru ulaşan yolların arasında kalan alanın neredeyse yarısını kaplamakta.
Değirmenbükü Manastırı; ana kilisenin batı yönünde; ama güneye açılan girişi
Tonozlu yapının üst katı; duvardaki sıvaların varlığı dikkat çekici...
Ortaçağ’dan kalma böylesine muazzam bir yapı
kompleksinin gözden uzakta bir coğrafyada bu hale gelmesi ise, insana dokunuyor
açıkçası. Çevreden edindiğimiz bilgilere göre, burada şimdiye kadar herhangi
bir yüzey araştırması dahi yapılmamış durumda. Yapı ile ilgili hiç bir bilgiye
ulaşabilmiş de değiliz ayrıca. Manastırın ismi bile ortalarda yok. Kısacası
kaybedilmiş büyük bir miras yatıyor Değirmenbükü’nde
şimdi. Bizden önce bu topraklarda yaşayan uygarlıkların bize miras bıraktığı bu
değerli kültür varlıklarına sahip çıkamamış olmak gerçekten acı verici. Hele
bunun Datça yarımadası gibi
anakaradan ayrık ve tarihsel arka planında tamamen buna koşut olarak
şekillenmiş bambaşka bir kültürden beslenen bu “ada” insanlarının yurdunda
olması, daha da manidar bize göre. Ama manzara bu; yapacak bir şey de yok ne
yazık ki…
Kilisenin güney yönündeki girişi; duvardaki sıvalar dikkat çekici...
Kilisenin kuzey yönünden görünümü
Manastır kompleksinin en batısında yer alan iki
katlı tonozlu yapıların zamanında ambar olarak kullanılmış olması ihtimal
dâhilinde. Her ne kadar kilisenin çevresinde; daha üst düzlemde yer alan başka
tonozlu yapıların varlığını kabul etsek dahi, bu büyüklükte başka bir geniş
yapıya ayakta rastlayamıyoruz. Bir de şu düşünce geliyor aklımıza; genellikle
manastırlarda keşişlerin birlikte yemek yedikleri, mermerden ya da taştan
yapılmış; trapeza adı verilen büyük
bir masanın yerleştirildiği salonlar mevcuttu. Bu manastırın da bu tür bir
mekâna sahip olduğu düşünülmelidir.
Değirmenbükü Manastırı'nda yer alan yapı kalıntılarından bir diğeri; yaşam mekanları belki keşişlerin yatakhaneleri...
Tonoz kemerli bir yapı kalıntısı
Manastırda taşradaki çoğu Bizans yapılarında
olduğu gibi yapı malzemesi olarak moloz taş ve horasan harcı kullanılmış. Bazı
tonozlarda ise yer yer tuğla malzemenin de kullanıldığını görebiliyoruz.
Yıkıntıların üstünde yoğun bir toprak ve makilik örtüsü de var. Bu da yapıların
niteliğini anlamak açısından büyük sıkıntı yaratıyor. Uzun yıllar bölgede
hayvan otlatan çobanlar bu tonozlu yapıları ağıl gibi kullanmışlar. Ateşler
yakılmış içinde. En batıda; belki de yüzlerce yıl depo işlevi görmüş iki katlı
yapının üst katındaki tonoz tavan, tam ortasından neredeyse çökmek üzere. Belki
bir daha geldiğimizde onu bu halde bile bulamayacağız.
Tonozlu yapıların altındaki kemerli hücreler
Bir diğeri; zamanında çobanlar tarafından ağıl olarak kullanılmış.
Değirmenbükü Manastırı; tepedeki tonozlu yıkıntılar...
Kapıtaşı;
Ada hikâyeleri; cesur kaptanlar ve Betçe’de denizden beslenmek
Manastırdan Kapıtaşı’na ulaşmak için, bir süre kıyı çizgisini takip ederek
yürüdük. Yoldan plaja doğru indiğimizde deniz kıyısında batıyı işaret eden bir Karya Yolu levhası çıktı karşımıza.
Üzerinde “Knidos-5 km” yazmaktaydı.
Hemen denizin kıyısından başlayan tortul kayaklıklarla kaplı yürüyüş patikası,
bir süre sonra doğal bir iskeleyi andıran Kapıtaşı’na
ulaştırdı bizi. O efsanevi iskele; “ada” insanlarının yaşam umudu; hayatı
denizden besleyen birkaç lojistik noktadan birisi olan Kapıtaşı, bildiğimiz iskelelere hiç benzemiyordu. Ama demek ki
zamanında yarımadanın sakinleri açısından bu bile bulunmaz nimetti.
Dağa Kaçtım gezginleri, "Knidos-5 km" levhasının yanında; yani Karya yolundayız.
Değirmenbükü Manastırı; son kez...
Hasan Hoca; Değirmenbükü’ndeki halk arasında “mağaralar” diye adlandırılan manastır
kalıntıları ve Kapıtaşı’nın yarımada
insanı için önemini şu şekilde ifade ediyor:
“Kapıtaşı ve mağaralar,
Betçe’nin Bodrum'a açılan yüzüydü. Son yıllara kadar Betçeliler, bütün
ekonomik ilişkilerini ve sağlık problemlerinin çözümünü buradan hareket eden
meşhur Çetin Kaptan, Nevres Kaptan ve Donlu’nun sahip oldukları küçük teknelerle sağlamış. Ancak
hastalığına çare arayan Betçeli, önce yük hayvanları yardımı ile Kapıtaşı’na ulaşmak zorundaydı. Tabii ki
bu kaptanların kalkış saatlerini de bilmek gerekiyordu. Bu kaptanlar, Bodrum
yolculuğunda özellikle Kış Adası
civarında büyük dalgalarla boğuşmak zorundaydılar. O yıllarda bu tür teknelerin
senede birkaç kez battığı söylenir. Böyle bir maceraya katlanmak zorundasındır;
çünkü yarımadada hastalığına derman olacak başka yer yoktur. Ölmeden ulaşırsanız
bakılırsınız. Kaldı ki o yıllarda gittiğiniz yerde de uzman doktor bulmanız
mümkün değildir. Benim duyduğum pek çok dramatik hikâye vardır bu konuda. Bodrum dönüşü bu kaptanların, fırtınaya
yakalandığında; sığındıkları bir koyda yolcuları karaya çıkardıkları çok olağan
bir olaydır. Herhangi bir koya bırakılan bu insanlar, yaya olarak köylerine
dönmek zorundadırlar. Her şeye rağmen o yıllarda Kapıtaşı adı verilen bu bölge, Bodrum’a
doğru bir çıkış noktası görevini görmüştür. Kaptanlar, yeri ve zamanı geldiğinde;
bu tekneleri soğan, bakla, çağla gibi ürünlerle tıka basa doldurup Betçelinin
ekmek kapısı olan Bodrum'a
ulaştırmışlardır.”
Mavilikler boyunca; Kapıtaşı'na doğru...
Betçe'nin dinmeyen efsanesi; Kapıtaşı...
Kapıtaşı’nda kayıkların yanaştığı derme çatma kayalıkların hemen
arkasında; küçük mağaraları barındıran aynı türden başka kayalıklar da vardı.
Doğal olarak oluştuğunu düşündüğümüz birkaç mağaranın hemen ilerisinde ise, Arap Kuyusu diye adlandırılan hemen
denizin kıyısındaki su kaynağı oldukça dikkat çekiciydi. Son yıllarda Palamutbükü’nde Aylin Ahşap Evler’in sahibi; turizm işletmecisi Ozan kardeşimiz,
keçilerini sulamak için bu kuyuyu elden geçirip bir tulumba koymuş üstüne; imar
etmiş kısacası.
Kapıtaşı yakınlarında Arap Kuyusu; şimdi tulumbalı...
Kapıtaşı İskelesi
Kapıtaşı'nın hemen arkasında yer alan küçük mağaralar
Hasan Hoca’nın anlatımına göre;
“1949 yılında Betçe’de bir ölet yaşanmış. Bu olayın üzerine yarımadaya devlet at
sırtında bir tek sağlık memurunu gönderir. Memur, Yakaköy’de ailelere aspirin verir, kupa çeker. Bu bilgileri anlatan
kayınpederim Ali Fidan’dır. Sağlık memuru, durumun kötülüğünü görünce bölgeden derhal
kaçar. Bir daha bu bölgeye de kimse uğramaz. Güçsüz olanlar ve çocuklar büyük
oranda telef olur. Hatta yaşlılar bu olayı şöyle anlatırlar; “Birini gömdük, döndük; tekrar biri daha
ölmüş.” Günde on civarında ölüm olduğu anlar olmuş. Betçe’de yüzün üzerinde ölüm vakasından bahsediliyor. Emekli
veteriner hekim Mehmet Bilgili ağabeyimin,
“evinde aspirini olan kendini kurtardı”
şeklindeki ifadesini ben şöyle algıladım; çaresizlik, imkânsızlık; ne derseniz
deyin. Yoksulluk, terk edilmişlik; elbette ki bu insanlar, anakara aidiyetini
hiçbir zaman hissedememişler. Sahipsizliğin ne demek olduğunu, ben burada
öğreniyorum.”
Değirmenbükü'ne doğru bakış
Betçe'nin Sinyor Kaptan'ı; İbrahim Günay Demir
(Kaynak: Hasan Doğan Arşivi)
“Ada”lının ruh halini
yansıtan başka bir hikâye ile devam ediyor Hasan Hoca. Betçe’de Sinyör Kaptan
olarak tanınan Yazıköylü İbrahim Günay Demir’in hikâyesini anlatıyor.
“Sinyor Kaptan, Yazıköy’ün en renkli simalarından birisidir. Hayatını ilk önce
süngercilik, daha sonraları da tekne kaptanlığı yaparak kazanmış. Anlatıldığına
göre; Sinyor Kaptan, süngercilik
yaptığı yıllarda bir Yunan armatörün teknesinde çalışırmış. Süngerler
kalitesine göre çeşit çeşit olurmuş denizde. Duyduğuma göre en kaliteli süngeri
denizin dibinden bulup çıkaran kişi oymuş. Sinyor
Kaptan, daha sonraki yıllarda Yazıköy’e
muhtar bile olmuş. Şu anda kendisi Datça
yarımadasında sürekli olarak bembeyaz kaptan kıyafetleri ile dolaşır. Şapkası
bile, kaptan şapkasıdır. Sinyor, bir
gün Knidos’a teknesiyle gelen bir
İtalyan ailesi ile sohbeti koyulaştırır. Samimiyet o kadar ilerler ki; Sinyor, üzerinde bir mayo ve ayağında
terlikler ile tekneye atlar, oradan ver elini İtalya. İtalya’ya varınca, İtalyan
aile nasıl yolunu bulduysa, kaptanı Almanya'daki arkadaşlarının yanına
postalar. Sinyor’u bu halde gören Almanya’daki
dostları, derhal onu bir mağazaya götürüp giydirirler. Oradan nasıl hallettilerse
hallederler ve onu bir şekilde Türkiye’ye gönderirler. Bir mayoyla Türkiye'yi
terk eden Sinyor Kaptan, takım elbise
ve kravatla Yazıköy’e dönünce, tabii
ki herkes hayretler içinde kalır. O günden sonra bizim Günay Demir, bu kıyafetten dolayı Sinyor lakabını alır. O gün bu gündür bu maceraperest ruhlu Günay Demir adı artık Betçe’de söylenmez olur. Sinyor aşağı, Sinyor yukarı; lakap diye takılan sıfat, kaptanın adına dönüşür. Betçe’de herkes o günden beri kaptanı Sinyor olarak bilir, tanır. Anakara ile
hiçbir bağlantısı olmayan bura insanının bu davranışı, her halde o anda kendisine
gayet normal görünmektedir.
Betçe'nin simge isimlerinden; Sinyor Kaptan
(Hasan Doğan Arşivi)
Bu hikâyelerde bence anakaradan
kopukluğun izleri besbelli… Adam üstünde bir şortla İtalya'ya gidebiliyorsa,
bunun nedeni o kişiyle ilgili değil; Betçe insanının sadece yıllarca bölgedeki
güç sahibi Ağa’yı, hükümet olarak görmesinden kaynaklanıyor. O düzen de
yıkılınca, karşısında ne devlet, ne hükümet, ne de kolluk kuvvetleri diye bir
şey kalmıyor. Kayınpederimin, hala “tarla
benim, yer benim; devlete ne, evimi de yaparım, damımı da” demesi ve
direnmesi bu açıdan ilginç geliyor bana. Daha buna benzer bir sürü hikâye var
buralarda.”
Kapıtaşı'na batı yönünden bakış ; arkada Değirmenbükü...
Kapıtaşı'ndan sonra yol boyunca rastladığımız temel izleri
Knidos'la ilişkili tonoz mezarlar mı?
Şimdi gelelim Kapıtaşı zamanlarının; kelle koltukta, bu
ayarsız denizlerine doğru açılan o efsanevi kaptanlarına ve onların
hikâyelerine…
Betçe’nin yetiştirdiği önemli entelektüellerden birisi olan Akın Pilavcı’nın ifadesine göre; Betçe’den Bodrum’a sefer yapan ilk tekneler, 9 metre civarında imiş.
Bunlardan Datça isimli tekne, Mesudiye’de; Hayıtbükü’nde imal edilmiş. Bu tekneyi yıllarca Donlunun Şaban Kaptan kullanmış. Hatta
bir aralar bu tekneyi su geçirgenliği az olduğu için Büyük Menderes’te denize pamuk taşımada bile kullanmışlar. 1960’lı
yılların hemen öncesinde, Çanakkale'den
satın alınıp gelen bir başka tekne; Eceabat
ise, güçlü motoruyla hava atarmış denizlerde. Akın Pilavcı’nın verdiği bilgilere göre; bu tekne şu anda bile hala
Mersin’de gulet olarak faaliyetini
sürdürmekte imiş. Sonuç olarak; Datçalıların hala aklından çıkmayan efsanevi
bir tekneymiş Eceabaat…
Karşıda İstanköy adası...
Eştengil yolunda bir başka tonoz mezar kalıntısı mı?
Donlu’nun Ali Kaptan;
yani Nevrez ve Şaban Kaptanların babası, yıllarca yarımadanın çevresindeki adalara
gelmiş, gitmiş. Bütün adalıları tanırmış Ali
Kaptan. Bu adalarla ticari ilişkiler, Ali
Kaptan’ın 9 metrelik teknesi ile sağlanırmış. Betçe’den genelde büyük ve küçükbaş hayvan ile incir götürülürmüş
adalara. Hatta Ali Kaptan, zaman içinde
büyükbaş hayvanları kendi teknesine yüklemek için gerekli düzeneği bile kurmuş.
Hayvan deniz kenarına getirildikten sonra, bir caraskala bağlı iple sarılıp
bağlanarak tekneye alınırmış. Özellikle On
İki Adalar, 1912’de Trablusgarp
Savaşı sonrasında İtalyanlara bırakılınca, adalarla sürdürülen ticari
ilişkiler daha da iyi hale gelmiş. Ali
Kaptan, başta Simi (Sömbeki) ve Rodos adaları, yarımadanın biraz batısındaki Herkit adası, onun kuzeyine düşen İncirli adası ve Kos (İstanköy) adasına gidip gelirmiş. Herkit Adası insanlarının çok yabani
olduğunu anlatırmış o yıllarda Ali Kaptan.
Knidos'da güneş batarken; açıklarda İncirli Adası...
(Hasan Doğan; Şubat-2020)
Arkamızda Değirmenbükü ve Kapıtaşı...
Eştengil yolunda Knidos ile ilişkilendirilebilecek bu tonoz mezar örneklerinden çok sayıda gördük.
Kapıtaşı zamanlarında; yarım dizel, kafadan kızma motorlar varmış.
Markası Cirot’muş bu motorların. Önce
bir yarım saat kadar pürmüz lambası ile kafa kızdırılırmış. Pürmüz lambasında ise
gazyağı kullanılırmış. Kafa kızınca da, kolu bir sağa, bir sola çevrilirmiş. Bu
hareket birkaç kez yapıldığında, dizel motor çalışmaya başlarmış. 1950’li
yıllardan sonra ise, motorlar şarj ile çalıştırılmaya başlanmış. Bu motorlar Palamutbükü’nden 9 saatte Bodrum'a gidermiş. Kapıtaşı’ndan ise, bu yolculuk 5 saat kadar sürermiş. Hava rüzgârlı
olduğunda; bu yolculuk süresi iki katına çıkarmış. Batma ya da İstanköy’e sürüklenme tehlikesi böyle
havalarda her an mevcutmuş. Donlu Kaptan,
Kos açıklarındaki korkunç anafor
alanı olan “şeytan çukuru”nda yılda
üç dört kez batarmış genellikle.
Bu bölgenin insanı, yarımadada
verdiği yaşam mücadelesinin yanında; yine ekmeğinin peşinde, pamuk tarlalarında
çalışmak üzere yıllarca Söke Ovası’na
taşınmış. Oralarda aylarca süren hayat kavgasını anlatır hala Betçe’deki yaşlılar. Pamuk toplamaya
giden Betçeli işçiler, Nevrez veya Çetin Kaptanlarla önce Büyük Menderes'in ağzına kadar
taşınırlarmış. Çetin Kaptan, orada
hem pamuk taşırmış, hem de insan. Bir gün kaptan, Büyük Menderes köprüsünün altından geçerken, köprünün ayağına
çarpmış ve tekne devrilmiş. Belenköy’den
yeni nişanlanmış bir genç o kazada ölmüş. Ne yazık ki; denizlerdeki bu hayat
mücadelesi böyle acı hikâyelerle de yüklü.
Gövdeleri nasıl da burulmuş. Eştengil yolunda zeytin ağaçları...
Hasan Hoca; Betçe’nin tanınmış simalarından; emekli
öğretmen Beydoğan Özcan ile ilgili şu
anıyı aktarıyor:
“Beydoğan
Özcan Hoca (1944 doğumlu), ilkokulu bitirdiğinde 11 yaşında imiş. Babası
öleli yıllar olmuş. Abisi asker; ne yapsın okumak istiyor. Ne para var, ne ona
sahip çıkacak bir büyüğü… Derken Çetin
Kaptan’ın kulağına gitmiş bu konu. Çetin
Kaptan, çocuğu çağırmış ve demiş ki; seni Bodrum'a götürürüm, para da almam. Ayrıca otel paranı ve yeme
içmeni de karşılarım. Birde kayıt için fotoğraf paranı da veririm. Velhasıl
bütün masraflar Çetin Kaptan’dan.
Yalnız Kaptan’ın Beydoğan Hoca’dan bir ricası varmış. “Oku, öğretmen ol ve bana bir şişe içki al.” Gerçekten öğretmen
olduğunda, kaptanın kendisi yeniden hatırlatmış ona yıllar önce söylediklerini.
O da gitmiş ve çocukluk sözünü yerine getirmiş. İlkokul mezunu bir çocuğun
hayat mücadelesine bakın. O çocuk, önce Milas’ta
bir ortaokula kayıt oluyor. Ancak abisi, aylar sonra askerden dönünce; bu
çocuk, Aydın Ortaklar Öğretmen Okulu’nu
kazanıp oradan öğretmen çıkıyor. Yarımadada hayat böyle imiş yıllar önce; önce
mücadele azmi, sonra da biraz tesadüfler ve sonuçta serpilip gelişen bir hayat…
Şimdilerde biz o yaştaki çocukları ancak tuvalete veya bakkala gönderebiliyoruz
tek başına. Ağzına elmayı soyup veriyoruz. Zaman değişmiş demek ki. Belki de
zamane çocukları böyle…”
Knidos patikaları
Yarımadanın kahrını çeken adamlardan biri; Çetin Kaptan ve "Kavurmacı" lakaplı Balıkçı Dursun (Sadun Boro'yu Knidos'ta denize çıkaran adam); 1950'li yıllar...
(Gülkadın Taş Arşivi)
Yarımadanın kahrını çeken adamlardan biri; Çetin Kaptan ve "Kavurmacı" lakaplı Balıkçı Dursun (Sadun Boro'yu Knidos'ta denize çıkaran adam); 1950'li yıllar...
(Gülkadın Taş Arşivi)
Betçe’de on yıllardır yaşamın içine nüfuz etmiş bu gözü kara kaptanlar, bu coğrafyada şu bilmece ile anılır olmuşlar; hayatın tam göbeğinde; Betçe’de…
“Donlu’nun motoru
Dam başında oturur.”
Bu bilmece bile,
anakaradan kopuk Betçe insanı ile
tekne ilişkisini tanımlaması açısından son derece ilginç olsa gerek. “Donlu”, herkesin bilinçaltında yer
etmiştir Betçe’de. Sevgiliyi getiren
odur. Çocuğunu Bodrum’daki okuldan, gurbetten getiren odur. Yarımadaya
yiyeceği, içeceği getiren odur. Daha neler getirmez ki o… Bilmecenin yanıtı
ise, bacadır baca.
Betçe'nin bacaları
(Hasan Doğan; Şubat-2020)
Bir başkası
(Hasan Doğan; Şubat-2020)
Belenköy'den bir baca...
Sındı Ağaları'nın kulesi; Likya mezarından esinlenilmiş bir baca
O yıllarda yarımadanın
her türlü ihtiyacını sağlayanlar, elbette sadece Betçe’nin bu efsanevi kaptanlarından ibaret değildi. Bir de onlara
taşıdıkları ürünleri sağlayan, yarımadadan toplayıp Kapıtaşı ya da diğer çıkış noktalarına merkeplerin sırtında taşıyan
tacirler de vardı. Bunların en eskilerinden birisi Gülbezer adıyla bilinen kişidir. Bugün Betçe’de; Çeşmeköy’de Çuhadarlar diye bilinen ailenin büyük
dedesi olurmuş Gülbezer. Gülbezer’den sonra, bu işi Asım Çuhadar ve Ali Çuhadar kardeşler sürdürmüşler. Gülbezer, yarımadaya mal ikmali yaptığı yıllarda; bir gün Rodos’a giderken içinde bulunduğu tekne
batar. Teknede başkaları da vardır. Ölenler olur bu kazada. Gülbezer ise, Rodos’a satmak için götürdüğü sumak çuvallarından birine tutunarak
hayatını kurtarır.
Eştengil yolunda, mevsim sonu nadir çiçeklerden biri; "hoşgeldin" çiçeği (ada soğanı); arkada Değirmenbükü...
Hasan Hoca anlatıyor:
“Asım
Çuhadar, Çeşmeköy’de
bir bakkal dükkânı işletmektedir. 1950’li yıllarda yarımada, baklayı birçok
yerden erken çıkarmaktadır. Bunu bilen İzmirliler de turfanda baklaya talepte
bulunmaktadır. Ancak Betçe’den
baklayı kara yoluyla İzmir'e ulaştırmak mümkün değildir; çünkü yol ve vasıta
yoktur gidecek. Betçe, bu sorunu Değirmenbükü’nde; Kapıtaşı’ndan teknelere yüklemek yoluyla çözmüştür. Asım Çuhadar, Betçe’den topladığı baklaları çuvallayıp, onları Değirmenbükü’ne merkep sırtında
taşımakta veya taşıtmakta; orada Donlu’nun
bir başka Datça isimli yaklaşık 12
metrelik teknesine yüklemektedir. O yıllarda henüz çağla, yarımadada daha çok yenidir; hatta bakla çuvallarının yanına
rica minnet bir çuval çağla da ancak alınabilmektedir. Donlu Kaptan yüklediği bu ürünlerle birlikte, Asım Çuhadar’ı da Seferhisar’ın
Sığacık Limanı’na götürmektedir. Sonuçta
çuval çuval baklalar, oradan da kamyonlarla İzmir haline ulaşmaktadır. Asım Çuhadar ise, bakkal dükkânı için
gerekli malzemeyi İzmir'den karşılayıp, yine aynı tekne ile Betçe’ye dönmektedir. Kapıtaşı o yıllarda Betçe için hayati öneme sahip bir noktadır özetle.”
Eştengil'e doğru; arkada bıraktığımız koylar; Barkas ve Değirmenbükü...
Yarımada insanı ile On İki Adalar’ın sakinleri arasında yüzlerce yıllık bir arka planda saklı ilişkileri ve yaşanmışlıkları yansıtan şu hikâyelere ne demeli?
Hasan Hoca anlatıyor:
“Gümrükten emekli Ertan Ağabeyimiz,
Yazıköylüdür. Yıllar önce Donlu ile Bodrum'a giderken “şeytan çukuru”nda alabora olurlar. Dalga tekneyi Kos’a sürükler; yapacak bir şey yoktur.
Yunan Sahil Güvenlik gelir ve bunları adaya çıkarır. Ertan Ağabey, oldukça da
büyüktür bu olay yaşandığında. Adayı gezeceğim diye o kadar sevinir ki. Şu
olaya bakın; adam üzülmesi gerekirken, o düştüğü bu duruma seviniyor. Neyse Sahil
Güvenlik, bunları sorgudan sonra bırakır ve karşıya; memleketlerine gönderir.
Bu kez Ertan Ağabey, çok üzülür bu
duruma. Çünkü merak ettiği Kos
adasını gezememiştir. Orası onun için yabancı bir yer değildir. Belki
akrabaları bile vardır orada. Yine Bük’te
yaşayan Veysel, Milli Eğitim’de
hademe iken, bir gün sandala binip Simi’ye
geçer. Üstünde bir dondan başka bir şey yoktur. Adaya ayak basınca tutuklanır; Ankara
ile yazışmalar derken, Veysel,
gardiyanı ayartıp, orada birlikte kafayı çekerler. Hem de nezarette…
Gümrükçü Ertan Ağabey; Betçe'nin çalışkan insanı...
Gümrükçü Ertan Ağabey’in babasının dayısı çok incir üretirmiş. Yaz sonunda
bir gün; karşıdan teknesiyle gelen Yorgi,
kayığını Knidos’a bağlamış. Doğru Yazıköy’e gelmiş. Hemen üreticiyi
bulmuş. Kim bilir; belki de yıllarca buralara gidip gelen birisi Yorgi… Yazıköy’den incirleri almış, iki köfün dolusu inciri yüklemişler eşeğe. Onlar da yayan; doğru ver
elini Knidos. Bizim Koslu Yorgi, iki de bir elini incire
atarmış. Ye babam ye… Eh o zaman da su ister vücut. Knidos’a kadar Saranda Çeşmesi,
Goca Çeşme; yoldaki karşılarına çıkan
her çeşmede durmuşlar. Koslu; “ye inciri,
iç suyu” dermiş. “Nasıl olsa parasını
peşin ödedim” diye de söylenip dururmuş. Sonunda şakalaşarak Knidos’taki limana ulaşmışlar. Malları
yüklemişler tekneye. Seneye görüşmek üzere vedalaşmışlar birbirleriyle. İşte
böyledir buranın insanı.”
Kapıtaşı’ndan sonra…
Kapıtaşı’nı arkamızda bıraktıktan sonra, sıcak yaz günlerinin
kavurduğu nebattan geride kalan çiçekli bir bitki dikkatimizi çekti. Hasan
Hoca, herhalde yerel ismi olsa gerek; ezentere
dedi adına. Defnegillerdenmiş ezentere.
“Çok güzel kokar; buralarda bundan fırın süpürgesi
yaparlar” diye devam etti sözlerine. Ezentere
çalılarının fırında nasıl kullanıldığını ise şöyle açıkladı Hasan Hoca; “Önce fırın yakılacak, kızınca; yani bunu
ekmek yapanlar bilir, ekmek pişirme kıvamına gelince, ezentere çalıları suyun
içine sokularak fırın süpürülür. Amaçlanan fırının tabanının aşırı
kızgınlığının alınmasıdır.”
Kapıtaşı yakınlarında ezentere çalıları; üzerinde çiçekleriyle...
Fırın süpürgesi yapımında kullanılan ezentereler
Solumuzda kıyıya paralel
olarak uzanan Knidos’a ait olduğunu
düşündüğümüz kalıntılar başladı. Kimi toprak altında; bir kısmı ise toprak
üstünde görülebilecek nitelikte; konturları harçla birleştirilmiş moloz
taşlardan oluşan duvarlarla kaplı çukurlar ya da tonozlu girişlere sahip küçük
mağaralar şeklinde mezar izlenimi veren yapılardı bunlar.
Eştengil yolunda bir lahit mezar; Knidos'un Nekropolü mü?
Sırtlara doğru başka mezar kalıntıları
Az sonra tatlı bir
meyille güneybatı yönünde ilerleyen işaretlenmiş bir patikaya doğru yöneldik.
Bu giderek kıyıdaki plajdan da uzaklaştığımız anlamına gelmekteydi. Çevremizde
makilerin örttüğü Knidos’la
ilişkilendirilebilecek çok sayıda duvar parçası ya da temel izine rastladık yol
boyu. Arazi denize paralel bir şekilde tarımsal amaçlı teraslanmıştı sanki.
Belki şaraplık bağlar vardı bu sırtlarda; kim bilir? Karşımızdaki alçak sırtın
tepesine geldiğimizde, sağımızda inanılmaz güzellikte bir plaj ve onun
kıyısından uzaklara doğru uzanan derin mavilikler karşıladı bizi. Burası
cennetten bir köşe diyebileceğimiz güzelim Barkas
koyu idi.
Barkas plajı; ıssızlığın ortasında...
Yürüdüğümüz Karya yolu; kıyısı tahkim edilmiş.
Eştengil yolunda bir delikanlı; Hasan Hoca
Hemen altımızda plaja
doğru usul usul yaklaşan munis dalgaların sesi, hafif bir rüzgâr ve
çevremizdeki nebatın baş döndürücü kokuları eşliğinde zaman; ele geçiriverdi
bizi. Durduk ve düşündük; bu kıyıdan rahatça görebildiğimiz karşıdaki Kos adasında; suyun öte yakasında
yaşayan insanları… Sınırsız dostluklar kuran, sınırsız gülüp sınırsız ağlayan;
yeri geldiğinde kavga edip barışan bu iki yakanın insanları; koparmak mümkün mü
onları?
Zeytin ağaçları başladı.
Zeytin ağacına duyulan saygının ifadesi
Bilge ağaç; zeytin...
Yolun kıyısındaki
taşlarla tahkim edilmiş kenar çizgisi ilginçti. Oldukça eski zamanlardan beri
bu yolun kullanıldığı aşikârdı. Eştengil
Çiftliği ve Knidos’a kadar yer
yer yoğun makilikler arasından ilerleyerek sürdürdük yürüyüşümüzü. Yükseldikçe
çevremizde anıt zeytin ve keçiboynuzu (harnup) ağaçları belirmeye başladı.
Gövdelerinin defalarca burulmasıyla ortaya çıkan dirençleri ve zamana meydan
okuyan duruşlarıyla saygıyı fazlasıyla hak ediyordu bu bilge ağaçların hepsi.
Ama ne yazık ki bakımlı oldukları pek de söylenemezdi. Bir tanesinin yanına
gittim ve gövdesine sarıldım; ne büyük bir andı ona dokunmak…
Tepeye doğru
yaklaşmıştık. Sırtın arkasında Eştengil
Çiftliği vardı. Sağımızdaki bir vadi ile bizden ayrılan karşıdaki yamaçta
bir düzlemi destekleyen düzgün konturlu ve kesme taştan bir duvar gördük. Bu
düzlemin üzerinde büyük olasılıkla bir başka yapı bulunmaktaydı. Belki vadiyi
ve makilikleri aşarak yanına kadar gidebilsek, bu yapının yıkıntılarını duvarın
dibinde görebilecektik. Ama biz hedefimiz olan Eştengil ya da İskandil’e
doğru yürümeye devam ettik.
Önde teras duvarları; arkada kesme taştan bir Knidos duvarı
Zeytin ağaçlarına doyamadık.
Eştengil yolunda yaşlı bir harnup ağacı
Eştengil; Saklı Bahçe
Tepeye ulaştığımızda
önümüzde sararmış otlarla kaplı geniş bir ova; denize doğru açılan bir boğaz;
solumuzdaki kireç taşı kayalıklarla kaplı bir dağın tepesinde Knidos’un surları, önümüzde alçalan
sırtta 6 adet kemerli girişleriyle dikkat çeken Rumlardan kalma dikdörtgen
planlı bir avlu; hemen ona bitişik durumda bir taştan kulübe; biraz daha
yukarılarda ise Sarı Kamil’in kulesi
vardı.
Eştengil'e giden patika
Arkamızda bıraktığımız Barkas koyu
Eştengil Çiftliği ve arkadaki tepede Knidos'un surları
Eştengil'de Sarı Kamil'in Rumlardan kalma ağılı ve yanındaki kulübe
Sırttaki yapıların hemen
hepsi harap vaziyette idi. Hasan Hoca’nın söylediğine göre; Rumlardan kalmış en
az 200 yıllık bu yapılar, küçükbaş hayvan sürülerini; şimdi ortalıkta izi
kalmamış ama zamanında buralarda yaşayan vahşi hayvanlardan (kurt, sırtlan, ayı
ve hatta Anadolu panteri gibi) korumak için ağıl işlevi görmüştü. Ancak görüldüğü
kadarıyla; yapılarda, dikkat çekecek düzeyde özgün bir mimari çizgi ve estetik
kaygı vardı. Yapıların hepsi yerel taş malzeme kullanılarak yapılmıştı. Avlunun
yanındaki tek katlı evin içinde güney yönündeki ağıla bakan ve ahşap lentosuyla
dikkat çeken bir pencere, batı yönünde bir ocak; ocağın solunda duvara gömülü
bir niş benzeri iki raflı bir dolap, sağında ise şimdilerde taşla örülü durumda
bir küçük pencere bulunmaktaydı. Güneydeki ağıl işlevi gören büyük avludan
bağımsız olarak, doğu yönündeki kapıdan önce bir hole, daha sonra yine bir
kapıdan geçilerek ocağın da bulunduğu esas yaşam mekânı olan odaya
ulaşılıyordu. Her iki bölmenin tavanı ahşap kirişlerle kaplıydı ve tavan bu
ahşap örgünün üstünde yer almaktaydı.
Sarı Kamil'in ağılı
Solumuzdaki tepede Knidos'un surları
Tepelerde Knidos'un burçları, sıra sıra; Eştengil'den bakınca...
(Hasan Doğan; Şubat 2020)
Zamanında ağıl olarak kullanılan avlunun içi
Sarı Kamil'in ağılına batıdan bakış
Hasan Hoca; buralarda
arazileri bulunan ve yörede Sarı Kamil
olarak da bilinen Kamil Erdinç Dursun’dan edindiği bilgilere göre; Eştengil ya da namı diğer; İskandil’de ekilebilir alanların 130
dönüm civarında olduğunu belirtiyor. 20.yy.ın başında Eştengil Çiftliği, anlaşıldığı kadarıyla tümüyle Çeşmeköy Ağaları’ndan Ömer İhsan Ağa’ya aitmiş. Zamanla bu
varidat; Ağa’nın ölümünden sonra yasal mirasçıları tarafından tüketilip gitmiş.
Ömer İhsan Ağa’nın oğullarından Münir Bey, Eştengil’de 25 dönümlük araziyi Sarı
Kamil’in ailesine (Kalafatlar)
neredeyse zorla satmış. Arazinin geri kalan bölümü ise, yine Ömer İhsan Ağa’nın oğulları tarafından Yazıköy’den Gurdinler’e, Guguşlar’a
ve Zadeler’e satılmış. Yazıköy’deki çoğu aile, adalardan göçüp
gelmişler bu topraklara. Sarı Kamil’in
ailesi de köken olarak İstanköylü
imişler. Yıllar önce oradan göçüp Betçe’ye
yerleşmişler. Dedelerinin anlatımına göre; İstanköy’de
iken, Sarı Kamil’in ailesi karpuz
yetiştirirmiş. İstanköy’de
yetiştirdikleri karpuzlar o kadar büyükmüş ki; bir kişinin onları yerden tek
başına kaldırması mümkün olmazmış. Yarımadaya göçtükten sonra Sarı Kamil’in ailesi, uzun yıllar Eştengil’de tütün yetiştirmiş. Ayrıca
küçükbaş hayvancılıkla da uğraşmışlar. Zamanında 450 civarında keçileri varmış Kalafatlar’ın. Onun anlatımına göre; Eştengil, o yıllarda her türlü tarımsal
ürünün yetiştirilmesine uygun, son derece verimli bir arazi imiş.
Eştengil'de bir anıt harnup ağacı
Sarı Kamil'in ağılı; batıdan...
Ağılın yanındaki kulübenin içi
Evin doğu yönündeki girişi
Knidos yönündeki güney penceresi
Sarı Kamil’in yıkıntılarını arkamızda bırakarak ovanın
ortasındaki kuyuyu ve sarnıcı görmek için yanlarına doğru yürüdük. Kuyuda ve
sarnıçta hala su vardı. Her ikisi de oldukça eskiydi. Kuyunun üzeri; içine
hayvan düşmesin diye çalı çırpı ile kapatılmıştı. Kıyısında taştan oyulmuş;
belki de Knidos zamanlarından kalma iki
yalak vardı. Sarnıcın içine ise, sekiz-on basamaklı bir merdiven ile
iniliyordu. Son derece iyi durumdaydı sarnıç ve içi su doluydu.
Ovadaki sarnıç
Sarnıcın batı yönünden girişi
Sarnıcın içine inen merdivenler
Eştengil Çiftliği'nin ortasında bir su kuyusu
Eştengil'in denize açıldığı yer; Damlaca koyu
(Hasan Doğan; Şubat 2020)
Hasan Hoca, Knidos ile ilişkili olarak Eştengil (İskandil) hakkında şu bilgileri aktarıyor:
“Binlerce yıl önce Knidos antik kentinin adeta bir arka bahçesi işlevini görmüş olan
bu düzlük, deniz ulaşımı açısından Damlaca
adlı küçük limanı ile denize açılmakta, bu yüzden burada üretilen ürünlerin
pazara taşınmasında bir problem olmamaktadır. Gerçi Knidos uygarlığında kaç kişinin yaşadığı konusunda elimizde
sağlıklı bir veri olmasa da, bu uygarlığın oluşmasında bu arka bahçenin rolü
önemli olsa gerek. Burası, üretimde kullanılacak suyun varlığı açısından
oldukça zengin. Şu anda bile aktif haldeki kuyuları ve sarnıçlarıyla bu yer,
her dönemde tarım için gerekli suyun temininde önemli bir rol üstlenmiş. Antik
dönemlerde; en güney doğuda Palamutbükü
ve Bağlaryüzü, bunlara ilaveten
kuzeydeki Eştengil ya da “Saklı Bahçe”nin varlığı, herhalde bu
uygarlığın burada daha da serpilip gelişmesine yol açmış olmalıdır. Peki; sonra
ne oldu? Gerek Roma ve Bizans Dönemi’nde ve gerekse Osmanlı Dönemi’nde bu
bahçeleri, çoğunlukla bölgedeki Rum ahali ekip biçmiş. Zira bu bölgenin
adalarına baktığınızda; nüfusa göre en verimli arazilerin bu yarımadada olduğu
görülür. Bunu da yakın zamanlara kadar bu adalarla alışveriş yapan tüccarların
adalara neler götürdüklerine bakarak anlayabiliriz. Özellikle yarımadanın
inciri, küçükbaş hayvanı ve tarım ürünleri gidenler arasındadır. Adalardan
gelen ise, en başta rakı olmak üzere; ispirto, gaz yağı, kibrit gibi
ürünlerdir. Yakın geçmişte bir Ali Kaptan
gerçeği, bize bir şeyleri açık bir şekilde anlatıyor. Ali Kaptan yani Donlunun Ali’nin,
o küçücük teknesine bir koca danayı sahilden alıp, kolayca yerleştirebilecek
bir sistem oluşturması, o yıllarda buradan adalara neler ihraç edildiğini
gösteriyor. Bu yarımadada yaşayan Rum nüfusun üretici rolü ile yıllarca adalara
nice ürünün sevkiyatı gerçekleştirilmiş. O yıllarda buralarda özellikle bağ,
bahçe ve zanaatkârlık işleri, Rumlar tarafından yapılmaktaymış. Burada olmayan
ürünler ise belli. Anakaradaki asla ulaşılamayan her türlü malzemenin adalardan
temini gayet normal bir ikmal yöntemi olmalıdır.”
Gezginler, ellerinde ada çayı torbaları; Eştengil'den dönüş yolunda...
Teras duvarları
Bir bilge zeytin ağacının gövdesinin içindeki boşluğa açılan bir sürü delik; ne anlatır bize?
Eştengil’den öğle üzeri ayrıldık. Palamutbükü’nde bizi bekleyen bir düğün yemeği vardı. Gitmesek olmazdı elbette. Yine geldiğimiz yolu takip ederek, Barkas’a doğru ilk sırtı aştık ve Eştengil’i ardımızda bıraktık. Aklımızda Ege’nin mavi derinliklerinde; şeytan çukurunda yaşanan türlü maceralar, Knidos’un arka dünyasında dolaşmalarımız; dolana dolana bir hal olmuş asırlık zeytin ağaçları; Kapıtaşı’nda yeşerip yarımadadaki hayatı besleyen umut; yürüdük Knidos patikalarından Kapıtaşı’na ve Değirmenbükü’ne doğru…
Dönüş yolunda; patikanın güzelliği
Değirmenbükü'ne doğru...
Sanki bir örümcek gibi; kurumuş bir ağaç kökünden kalanlar
Yeniden Kapıtaşı'nda; başladığımız yerdeyiz.
Yaşayan bilgelere saygı; Yakaköylü Ali Fidan ve Goca Memet Emmi; Knidos'da...
(Hasan Doğan; Ocak-2020)
Son söz olarak Hasan
Hoca dedi ki;
Kayınpederim her zaman söyler; “biz para görmedik yıllarca. Burada para
öğretmenlerde vardı” der. Her şeyini ürettiği ürün ile değiştirmesini
öğrenmiş Datçalı. Nitekim adalarla ticaret yapan bu kaptanlar da, buralardan
adalara; oralarda olmayan ürünleri götürmüşler ve oradan da; buralarda olmayan
ürünleri getirmişler. En başka Tekel ürünleri ve petrol ürünleri; bunun gibi
yiyecek dışı pek çok ürün. Bazen ben de şöyle derim kendi kendime; Datçalıların
eline tutuştur parayı, o anda nereye gittiği belli olmaz. Hani büyük kentlerin
girdabında boğulmamak için mücadele veren insanın parayı tutuşu ile Datçalının
tutuşu farklı olacaktır sonuçta. Bizim insanımız, parayı elinin kiri gibi
birden atıveriyor elinden herhalde.”
(DEVAM EDECEK)
Dipnotlar:
(1) Rodos’un St. Jean Şövalyeleri’nin eline geçiş süreci ile ilgili bilgiler için bkz. İslam Ansiklopedisi, Rodos maddesi;
bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/rodos
(2) Fotoğraflar, belirtilenler
dışında yürüyüş sırasında İ. Fidanoğlu
tarafından çekilmiştir.
Yazan: Hasan Doğan-İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Mucize gibi
YanıtlaSilAynen dediğiniz gibi... Betçe'de yaşamak... Geri bildiriminiz için teşekkürler...İF
Silkişilere iyi ozgu hayat hikayesi olunca bir başka guzellik katıyor. Konuyu betimleme gayet yerinde seçilmiş örneklerle güçlendirilmiş beğendim.
Silİlginize ve geri bildiriminize teşekkürler...İF
Sil