25 Kasım 2017 Cumartesi

BİRGİ-NOHUTALAN YÜRÜYÜŞÜ



17 Kasım 2017
İbrahim Fidanoğlu

Bugün İzmir’in en batıdaki kıyı kasabalarından Urla ve Çeşme arasında bir yerde bulunan Birgi ve Nohutalan köyleri civarında; zeytinler ve kızılçamlarla kaplı bir topografyada yürüdük. Yazın bitişi ile birlikte el ayak çekilmişti buralardan… Nohutalan düzlüğündeki kavun hasadı bitmiş; her iki köy de sonbaharın dinginliğinde; sonsuz bir sessizliğe gömülmüştü sanki. Sağdan soldan gelen zeytin silkme seslerinden gayri ovada ve dağda pek çıt çıkmaz haldeydi. Sabahın erken saatlerinde İzmir-Çeşme otoyolunu kullanarak, Zeytinler üzerinden; bu ruh hali içindeki topraklara usulca yanaştık.

 
Birgi'de bir sonbahar sabahında...

 
Birgi köyünün camisi

Birgi’de sabah

Köyün kuzey çıkışında yer alan bir tepenin üstündeki yıkık yel değirmeni kulelerinden mi ismini aldı bilinmez, ama Birgi; Yunancada kule ya da kale anlamına gelen prygos sözcüğünden bozunarak dilimize girmiş olmalı. Birgi’de de Değirmen Dağı adı verilen kuzeydeki alçak bir tepenin üzerinde bu yel değirmenlerinden üç tanesinin yıkıntıları yer alıyor. Köye sabahın erken saatlerinde Birgi Camisi yönünden girişimiz sırasında da arka planda ilk fark edilen yapılardan birisi bu yel değirmenlerinden en iyi durumda olanı idi. Köy derin bir uykudaydı sanki. Issızlığın ortasında; köyün camisinin önündeki alanda yaprakları sararmış bir incirin altına arabamızı bıraktık.

 
Değirmen Dağı'nda yıkık yel değirmenlerinden biri bize göz kırptı önce.

 
Sonra sararmış incir yaprakları...

 
Birgi köy meydanında yer alan ve kemerli taş kapısı ile dikkatimizi çeken yapı

Köyün meydanı diyebileceğimiz ve üç sokağın birleşimiyle hayat bulmuş meydanlıktan yukarı doğru çıkarken, hemen soldaki eski yapının taştan kemerli kapısı ve birinci katının sokağa bakan tek penceresi dikkat çekiciydi. 19.yy.ın Rum nüfusunun izlerini saklar gibi geldi bize. Sokağın yukarılara tırmanan ucundaki restorasyon görmüş taş yapı da özellikli bir başka binaydı. Ama sakinleri yoktu içinde; çünkü yaz bitmiş ve buralar terk edilmişti. Zaten köyün de sakinleri, çoğunlukla dışarıda çalışıp emekli olmuş köyün eski yerlileri, birkaç şehir kaçkını ve yaşlılardı. Ama bir de korunaklı alanların içinde; alımlı yapılarla donatılmış gösterişli çiftlikler vardı köyde. Bunların örneklerine Nohutalan köyüne doğru yürüyüşümüzün başlangıcını oluşturan Çakalyuvası Tepesi’nin güneyinde yer alan Burgaz Deresi boyunca ve Nohutalan’dan dönüş esnasında Altıparmak Tepesi’nin güney eteklerini sınırlayan zeytinlikler arasından yürürken rastladık.

 
Kuytularda arayın bizi diye fısıldar siklamenler...

 
Birgi'den kuzey yönünde çıkarken...

 
Patika kıyısında çiftlikler; arkada Değirmen Dağı ve yel değirmenleri...

Birgi, konum itibariyle İzmir-Çeşme yoluna yakın bir konumda ve batıda Nohutalan, güneyde Uzunkuyu ve Zeytinler köyleri ile kuzeydoğuda Barbaros köyü arasında yer alıyor. Köyü kuzey yönünden sınırlayan Burgaz Deresi ile doğudan sınırlayan Kocadere, Barbaros köyü ile birlikte kullanılan ve yaz sıcaklarında kızılçamlar altında bir konfor alanına dönüşmüş Kocagöl’ün de en önemli beslenme kaynaklarından olsa gerek. Her ne kadar her ikisi de şu anda dirhem su içermese de; bir sel yatağı görünümüyle yağmur sularını göle doğru yönlendirmesi bile bu işlevi yerine getirmeleri açısından önem taşıyor.

 
Kocagöl'de ördekler

 
 Kocagöl kıyısında sonbaharın renkleri; pirenler

Burgaz Deresi yoluyla Nohutalan’a doğru

Burgaz dere yatağından batıya doğru tatlı bir eğimle yükselen tepelere doğru yürüdük. Kızılçamlarla zeytinler birbirinden belli belirsiz çizgilerle ayrılıyordu düzlüklerde. Zeytin silken köylülerin çıkardığı çırpma sesleri, çiftliklerdeki köpeklerin seslerine karıştı. Köpeklerin havlaması kızılçamların arasında kayboldu gitti az sonra. Bu yıl yağışların son derece az olması nedeniyle zeytinler fazla büyümemişti. Kadınlı erkekli köylüler “kara altın”ın peşinde yere dökülen zeytinleri bir bir toplama derdindeydiler.

 
Birgi-Nohutalan yürüyüş rotası; 10 km. (harita için tıklayınız)
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

 
Gezginler, zeytin ağaçları arasında...

 
Zeytinliklerden kızılçamlara geçerken...

 
Birgi yönünden geldiğimiz vadi; hava biraz puslu...

İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin Rotamız Yarımada projesi kapsamında kızılçamların gövdelerine ve yerdeki iri kayaların üstüne konulmuş kırmızı-beyaz çizgili işaretler rotamızı kolaylıkla izlememize yardımcı oldular. Zaman zaman daralan patika, kızılçamların arasından bizi eski bir su deposunun bulunduğu yaklaşık 250 metre rakımlı tepeye ulaştırdı. Batıya doğru biraz daha yürüyünce Nohutalan köyünün konumlandığı tepe görüş alanımız içine girdi.

 
Tepeden Nohutalan yoluna inerken...

Tepenin eteklerinde taş duvarlarla koruma altına alınmış büyük bir zeytin çiftliği, ona kadar ulaşan ve Nohutalan köyünden gelen dar bir asfalt ve ufuk çizgimizde Nohutalan'ın bir tepenin üzerine konumlanmış son evleri vardı. Tepeden aşağıya; bizi Nohutalan köyüne doğru ulaştıracak asfaltın kıyısına kadar indik.

Nohutalan köyü; eski küllenmiş hikâyeler

Nohutalan köyü yaklaşık 200 metre yüksekliğinde bir tepenin çevresine kurulmuş. Köy çoğunlukla Boşnak kökenli vatandaşlarımızın yaşadığı küçük bir yerleşim olarak dikkat çekiyor. Köyde konuştuğumuz köylüler, dedelerinin Balkan Savaşı sırasında bu topraklara geldiklerini, geçim derdi ile gençlerin çoğunun şehre göç ettiğini, emeklilik döneminde ise yine köylerine doğru bir dönüş eğiliminin olduğunu anlattılar. Köyde dolaşırken Birgi’dekine benzer bir sessizlik vardı sokaklarda.

 
Nohutalan köyü

Yazın susuz yetiştirilen meşhur Çeşme kavununun ekildiği düzlüklere bakan bir sekide İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin yaptırttığı bir köy pazarı ve sergi alanı yer alıyor. Öğrendiğimize göre her yıl yaz aylarında yılda bu mekânda kavun festivali düzenleniyormuş. Bu sekinin üstünde yer alan köyün camisi ve tepeye doğru birbirine paralel uzanan birkaç sokağın iki yanına saçılmış köyün evleri Nohutalan’daki bugünkü yaşam mekânlarını oluşturuyor. Köy, ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlıyor. Birgi’de gördüğümüze benzer şekilde köyün çevresindeki arazilere yayılmış iri ölçekli tarımsal çiftlikler de dikkat çekiyor. Köyün en önemli tarımsal ürünleri ise, köye adını veren nohut ve lezzeti tartışılmaz Çeşme kavunu

 
Nohutalan'ın ıssız sokakları

Ama bizim açımızdan köyün esas dikkat çeken bölümü ise, tepenin yukarılarına doğru yüründüğünde fark edilen; 19.yy.dan kalma bir hayalet yerleşimin yıkıntıları… Bugün daha çok köydeki büyük ve küçükbaş hayvancılığa mekân olmuş alanın modern köyle kesişim çizgisinde yer alan ve çatı örtüsü tamamen yok olmuş yıkık dökük bir taş yapı oldukça dikkat çekici. Köylülerin de onayladığı gibi bu ağlayan yapı, köyün Rumlardan kalma kilisesi; Nohutalan Kilisesi

 
Gezginlerin Nohutalan Kilisesi ile ilk karşılaşma anı

Köylülerden öğrendiğimize göre; Rumlar, 1924 yılındaki Nüfus Mübadelesi sonrasında bu topraklardan ayrıldıktan sonra bu yapı; bir süre köyün camisi, daha sonraları köyün ilkokulu olarak hizmet vermiş. Kilise, metruk hale gelmeden önce en son kahvehane olarak kullanılmış. Dirençli yapı, zamanın ve insanın bütün yıpratıcılığına karşın hala yan duvarları ve ön cephesiyle ayakta durmaya çalışıyor besbelli.

 
Nohutalan Kilisesi; doğu ve kuzey cepheleri...

Kilise, kesme ve moloz taş kullanılarak ve bir köy kilisesi özelliğini taşıyacak boyutta tek hollü olarak inşa edilmiş. Ön cephesinde kemerli tek kapısı ve iki penceresi dikkat çekiyor. Pencerelerinde demir parmaklıklar halen mevcut halde… Bu da aslında yapının 70’li yıllara kadar kullanılmış olması nedeniyle korunduğunu ve esas tahribatın; yapının kaderine terk edilmesi sonrasında yakın zamanda yoğunlaştığını gösteriyor.

 
Kilisenin içinin bugünkü hali

Kilisenin doğuya bakan apsisi yok olmuş; doğuya sonradan moloz taşlarla düz bir duvar örülmüş. Oldukça yüksek duvarlarıyla dikkat çeken kilisenin nihayetinde bugünkü hali hiç de iç açıcı değil ve insanı fazlasıyla hüzünlendiriyor. Giriş kapısı önüne konulmuş kocaman bir demir kapı iyi fotoğraf alamamamıza neden olsa da kilisenin kapısının önünü bir miktar kapatmış olmasıyla da belki daha çok zarar görmesini önlüyor.

 
Nohutalan Kilisesi'nin batı ya da ön cephesi

Kilisenin doğuya bakan arka yüzünde yer alan kemerli bölüm orijinal halinde farklı olmalı. Arkada sanki başka bir eklenti varmış gibi duruyor. Ancak apsis alanını da düşündüğümüzde bu bölümün oldukça değiştirilmiş ve daha sonradan da yıkılmış olduğu görülüyor.

 
Nohutalan Kilisesi; doğudan bakış


Yunan yazar Dr. Georigos Nakracas’ın Anadolu ve Rum Göçmenleri Kökeni isimli kitabında Çeşme civarında 19.yy.da yaşayan Rumlarla ilgili şu bilgiler aktarılıyor:

“Ortodoks Hıristiyanlar, Anadolu’ya göç etmezden önce Çeşme (Krini) kazası bölgesinin nüfusu tümüyle Müslümandı. Bunu, 1670’de Çeşme’nin katışıksız bir Türk bölgesi olduğunu yazan Evliya Çelebi’den de öğreniyoruz. Bu demografik gerçek, neredeyse 18.yy.ın başlarına dek değişmedi.

Daha sonraları Çeşme kazasında Ortodoks toplulukların birikimi öylesi bir yoğunluk kazandı ki, Sotiriadis (yazarın demografik verileri sağladığı kaynaklardan birincisi-İF), 1912’de oradaki 59.039 kişilik toplam nüfus içinde Hellen sayısını 50.709 olarak göstermektedir. Bu Hellenler, nüfusun % 86’sını oluşturuyorlardı.

Anagnostopulu (yazarın demografik verileri sağladığı diğer kaynak-İF), yukarıda sözü edilen demografik verileri kabul etmeyerek, o dönemde Çeşme (Krini) kazasında Sotiriadis’in bize bildirdiği sayıdan 8.849 daha az Rum yaşadığını yazmaktadır. Kesin olarak; yazar, Rum sayısını 50.079 yerine 41.860 olarak göstermektedir. Bunlardan 15.000 kişisi 3.000 Türkle birlikte Çeşme (Krini) kentinde yaşıyordu. Rumca konuşan Hıristiyanlar, Ege adalarından gelerek, Çeşme kentine daha eskiden mali göçmen olarak yerleşmişlerdi. Çeşme’ye en yoğun Hellen göçü, 19.yy. başlarından sonra gerçekleşti. Bu göçmenler, çeşitli kent mesleklerinde çalışıyorlardı ve denizciydiler.

Aynı yazara göre; kazanın taşra kesiminde salt Rumca konuşan nüfusu olan şu dört kasaba ve köy vardı: 15.000 Rum sakini olan Alaçatı, 6.000 sakini olan Kato Panaya (Çiftlikköy), 3.000 sakini olan Reisdere ve 1.535 sakini olan Litri (Palies Eritres, Ildırı). Bu Rumlar özellikle adalardan gelmişlerdi. Geriye kalan köylerde az sayıda Rumca konulan Hıristiyanlar vardı; onların nereden geldikleri konusunda bibliyografik bilgiler bulunmamaktadır. Bu köyler şunlardı: Agrelya, Pirgi, Arıca, Çuralanı, Nohutalanı, Uzunkoyun (Uzunkuyu olmalı-İF) ve Kemer Yaylası. Başka kaynaklara göre son beş köyün nüfusu Türktü.”(1)

 
Nohutalan köyüne Rum mahallesinin yıkıntılarından bakış

Kilisenin büyüklüğünden ve yukarıda aktarılanlardan çıkardığımız sonuç; Nohutalan’ın Türk ve Rumlardan oluşmuş karışık bir yerleşim olduğu, tepedeki şimdi yıkık durumdaki mahallede Rumların oturduğu, Balkan Savaşı sonrasındaki göçlerle demografinin Boşnak kökenlilerle daha da zenginleştiği; ama Küçük Asya Felaketi ile sonlanan Batı Anadolu’daki Yunan işgalinin ise bu nüfus hareketlerine acılı bir son hazırladığı yönünde…

 
Nohutalan düzlüklerinde deliceden aşılanmış bir zeytinlik

Köydeki sessizlik, kilisenin yıkıntıları arasında dolaşan hüzne karıştı. Birkaç köpek havlaması; uzaklardan seslenen bir annenin haykırışı ve daha söylenmeyenler… Köyden ayrılma zamanıydı; beynimizde mırıldanan üstü küllenmiş; eski bir Rebet; sokak arasında rastladığımız birkaç köylüyle vedalaşarak Nohutalan’dan ayrıldık.

 Yunan "diva"larından biri Eleni Vitali'nin yorumuyla
ΤΟ ΔΙΧΤΥ ya da To Dihti
(Youtube'dan alınmıştır.)

1983 yılı tarihli Costas Ferris’in başyapıtı Rembetiko filminde yer alan bu şarkının söz ve müzikleri Stavros Xarchakos’a ait…

“Düşersen tuzağa kendin bulacaksın başının çaresini”

Küçük Asya Felaketi’nin bir muhasebesini yapar gibi sanki…

anlamına gelen şarkının sözlerinin Türkçe’deki karşılığı ise şöyle:

“Hayatta yeni bir kapı açtığın zaman
Gece yarısının gelmesini bekleme
Bütün gün gözlerini açık tut
Her zaman senden önce bir tuzak olmuştur
Eğer tuzağa düşersen
Seni kimsenin kurtarmayacağından emin ol
Çıkışı kendi başına bul
Ve şansın varsa
Yeni bir başlangıç yaparsın
Bu tuzak büyük önemi olan isimler barındırıyor

Yazılmış ve binlerce kilitle mühürlenmiş
Bazıları buna "cehennemin aldatmacası" der
Bazılarıysa sadece "ilkbaharda aşk"
Eğer tuzağa düşersen
Seni kimsenin kurtarmayacağından emin ol
Çıkışı kendi başına bul
Ve şansın varsa
Yeni bir başlangıç yaparsın”
(Çeviri için kaynak: ekşi sözlük)

 
Kavaklar arasından Birgi'ye bakış

 
Birgi kuyuları bizi bekler.

Birgi’ye dönüş

Kısa sürede ulaştığımız İzmir-Çeşme asfaltına çıkmadan Altıparmak Tepesi’nin etekleri boyunca kızılçamların içinden yürüyerek ve 1960’lı yılların başında Uzunkuyu’dan geçen eski Çeşme yolunun da izini sürerek Birgi’nin güneyindeki zeytinliklere dek ulaştık. Bağlar ve zeytinlikler arasından ilerleyen konforlu bir şose yol, bizi yüzyıllardır Birgi köy asfaltının başında bekleşen su kuyularına taşıdı. Kızarmış melengeç meyveleri hiç bu kadar lezzetli gelmemişti; oldukça da iriydiler. Ya o sonbaharın renkleri; sarı sarı incir ve dut yaprakları, kırmızıya dönmüş asmalar, rüzgârla birlikte salınarak usul usul toprağa düştüler. Sesler azalırken renklerin cümbüşü hızla çoğalır sonbahar boyunca. Sanki doğa; sonbaharda bütün sesleri yutan koca bir kara delik gibidir. Ama renkler, öyle midir ya? Her rengin her tonundan binlerce seçeneği cömertçe sunar doğa; görmek isteyenlere.

 
Gezginler, Uzunkuyu'dan geçen eski Çeşme yolunun kopan parçaları üzerinde...

 
Birgi'ye doğru konforlu şose

 
Sonbaharın sarı-kırmızı renkleri arasında Birgi'nin "asma bahçeleri"

 
Kıpkırmızı melengeçler

 
Birgi'de Sonbahar... 

Öğleyi biraz geçkindi zaman. Yaklaşık 10 km kadar yürümüş ve başladığımız noktaya; Birgi köy meydanına ulşamıştık. Şimdi yemek zamanıydı. Hedefimiz; Kocagöl’de suyun kıyısındaki kayalıkların üzerinde yemeğimizi yemekti. Şimdilerde kıyısında bir kır lokantasının da bulunduğu Kocagöl’de su seviyesi yağışların azlığı nedeniyle oldukça düşüktü. Bunun en güzel kanıtı ise, göl kıyısındaki hayıtların üzerindeki suyun terk ettiği iziydi. Sudaki ördeklerle yediklerimizi paylaşarak, güneşe karşı yemek molamızı tamamladık.

 
Kocagöl kıyısında öğle misafirleri
 
 
Kocagöl kıyısında; yemeğimizi ördeklerle paylaştığımızın resmidir.

Barbaros Ovası’na gelip de kavun almadan olmazdı. Her ne kadar kavun hasadı çoktan bittiyse de yol üstündeki satıcılarda hala Çeşme kavunu vardı. Bu yılın son kavunlarını “heybemize” doldurarak Uzunkuyu’da ulu çınarın altındaki yol üstü kahvehanesine uğradık. Tanıdık kahveci ile eski Çeşme sohbeti eşliğinde içtiğimiz yorgunluk kahvelerinin lezzeti bir başkaydı doğrusu.

 
Uzunkuyu Çınaraltı Kahvehanesi'ndeyiz.

 
Akşama doğru Urla İskelesi

 
Urla İskelesi; deniz kıyısında bir an...

 
Urla İskelesi; akşama yağmur alametleri...

Artık gitme zamanıydı. Gün boyu Barbaros Ovası’nda; Birgi ve Nohutalan köyleri arasında dolaşmış; bu topraklarda bir zamanlar yaşanmış hatıralara bir göz atmış, Uzunkuyu’da ve en son Urla İskelesi’nde küçük avareliklerle şımartmıştık kendimizi. Biraz eskiye dair hüzün, ama doğada geçirilmiş bir günün hoş kazanımlarıyla yüklenmiş olarak; hafta sonuna bağlanan zorlu bir akşam trafiğinde şehrin kalbine doğru yola çıktık.

Dipnotlar:
(1)     Dr. Georgios Nakracas, Anadolu ve Rum Göçmenleri Kökeni, 1922 Emperyalist Yunan Politikası ve Anadolu Felaketi, Yunancadan Çeviren: İbram Onsunoğlu; Belge Yayınları, Şubat-2003; sayfa: 96-97
(2)    Yazıda belirtilenler dışındaki fotoğraflar, gezi sırasında M. Yavuzcezzar tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

18 Kasım 2017 Cumartesi

BOZÜYÜK-PINARBAŞI

MARSYAS'IN PINARLARI
19 Ekim 2017
İbrahim Fidanoğlu

Marsyas’ın kavalını üflediği mekânların yakınındayız bugün. Göğe doğru uzanan kavakların yeşilden sarıya doğru döndüğü zamanlardayız. Yatağan yönünden termik santrale kömür taşıyan konveyör hattına paralel ilerleyen daracık asfalt yol, zaman zaman tatlı kıvrımlarla bizi Çine Çayı’nın kaynaklarından birisi olan Pınarbaşı mesire alanına taşıyor önce. Bozüyük ise, biraz daha ilerde… 800 yaşında bir bilge çınarın geçen zamana karşı vakur bir duruşuyla başlıyor her şey. İçi neredeyse bir ufak kulübeye eşdeğer büyük bir oylumla boşalmış; yüzlerce yılın üzerinde bıraktığı izlerle şekilden şekle girmiş kocaman bir gövdenin üzerinde yükselen bu saygı duyulası ağacın çok derinlerdeki köklerini besliyor Marsyas’ın (Çine Çayı) az ilerdeki kaynakları… Sanki öyküler iç içe geçmiş; yeryüzünün ve tarihin derinlikleri birbirine karışmış, bir çınar ağacının gövdesinin dibinde bunları söyletmiş bize zaman…

 
Pınarbaşı mesire alanı

 
Pınarbaşı-800 yaşındaki koca çınar
(Ekim-2008)

Pınarbaşı, buralara her uğrayışımızda gördüğümüz manzara; bize Cumhuriyet’in ilk yıllarını hatırlatır. Zaman yavaş ilerler orada; hatta belki de durmuştur, kim bilir? Suyun yaklaşık 87 metre derinlerden kaynadığı yer; kanallarla ovaya doğru süzülen pırıl pırıl suyun üstünden aşan daracık köprüler; hafiften silmelerle yükseltilmiş beyaz badanalı betondan platformların arasından suya doğru sarkan salkım söğütler, o yıllara ait sararmış o eski fotoğraflarda gördüğümüz kır lokantalarını hatırlatan bir atmosfer; dekorda basitlik; alabildiğine doğanın sesi; suda ördekler ve alabalıkların resmi geçidi; her zaman aynı berraklıkta ve gerçektir.

  
Pınarbaşı ördekleri salına salına...
(Ekim-2008) 

 
Pınarbaşı; burada aheste akar Marsyas'ın suları...

 
Pınarbaşı; bilge çınarın önünde...
(Fotoğraf: N. Fidanoğlu)

Çine Çayı’na doğru usul usul akan suyun şırıltısında saklıdır Marsyas… Şöyle üfler kavalını ziyaretçisinin kulaklarına:

Marsyas efsanesi Anadolu’ya özgüdür ve asıl anlamı ancak içinde oluştuğu dekor göz önünde tutulursa anlaşılabilir. Aydın’dan Muğla’ya gidildiğinde Çine ile Yatağan arasında Gökbel denilen bir yer vardır, manzarası akıllara durgunluk veren bir yer: Yol orada 30 kilometrelik bir arayı 380 viraj yaparak alır, gökten düşmüş meteor taşlarına benzer kapkara, korkunç biçimlerle üst üste yığılı kayalar arasında yılan gibi sürüne sürüne, bin bir dönemeç yapa yapa ilerler. Kendinizi bu dünyada değil, göklerin sarsıntısıyla yeryüzüne düşmüş bir gezegende sanırsınız. Göz alabildiğine ne bir ağaç, ne bir ot, ardı ardına dağlar, kayalar, taş yığınları, öyle baş döndürücü, tüyler ürpertici bir çevre ki; her dönemeçte bir cin, bir şeytan, tarih öncesi çağlardan kalma bir sürüngenle karşılaşacağınıza inanırsınız ve korkudan soluğunuz kesilir. Bu doğa dışı karaltı içinde uzaktan bir şırıltı duyar gibi olursunuz, yaklaşır, bakarsınız ki bir yarın dibinde bir yeşillik kümesi, püfür püfür esen kavaklar, yer yer pembe zakkumlar ve yemyeşil bir su. Ne o? Bir ırmak, Çine Çayı; İlkçağ’ın Marsyas’ı kavalını öttürüyor tatlı tatlı, acı acı; çünkü bu kavalcınınki kadar korkunç bir alın yazısı olmamış başka hiçbir kavalcının. Dinleyelim Marsyas’ın serüvenini:


Pınarbaşı;kaynaklardan biri

Pınarbaşı, Marsyas'a can veren kaynak

Tanrı Pan’ın yapıp kullandığı syrinks denilen yedi borulu kavala karşın, Marsyas iki borulu kavalın bulucusu sayılır. Bu yüzden de kimi kaynaklarda Marsyas’ın Kybele’nin alayından olduğu söylenir, çünkü Ana tanrıça kültünde tefle birlikte bu kaval kullanılırdı.

Bu kavalı bulan tanrıça Athena imiş. (rivayet odur ki, Büyük Menderes’in Dinar yakınlarındaki kaynağında bulunan sazlara delik açarak ilk kavalı yapmıştır Tanrıça Athena) Günün birinde kaval çalarken bir derenin suyundan yüzüne bakacak olmuş, kavalın yüzünü nasıl buruşturup çirkinleştirdiğini görmüş ve kavalı öfkeyle atıp dere kenarından uzaklaşmış. Bir başka anlatıma göre (Tanrıçalar) Hera ile Afrodite, Athena’nın kaval çaldığını görerek onunla alay etmişler, tanrıça da Phrygia’ya giderek duru bir suda yüzünün gerçekten çirkin olduğunu görmüş de kavalı atarken, onu yerden toplayacak olanı en büyük cezalara çarpacağına ant içmiş. 

Pınarbaşı tesisleri

Marsyas, bunu nerden bilsin, yerde bulduğu kavalı almış ve çalmaya koyulmuş. Marsyas bayılmış sesine, o kadar sevmiş ki dünyada bundan güzel ses veren saz olmadığını ileri sürmüş ve Apollon tanrının lyra’sıyla yarışmayı bile göze almış. Tanrı bu yarışma için bir şart koşmuş: Kim yenerse yenilene istediğini yapacak. Yargıç olarak Tmolos (Bozdağ) tanrısını almışlar. Birinci yarışma sonuç vermemiş, ikincisinde Apollon, Marsyas’a meydan okuyarak kavalını tersine tutup çalmasını buyurmuş; kendisi lyra’yı ters tutunca aynı sesleri çıkardığı halde; Marsyas, kavalını öttürememiş, bu yüzden de yenik düşmüş. Yarışmayı gözleyen Phrygia Kralı Midas, gene de kavalın lyra’dan üstün olduğunu söyleyince, tanrı onun kulaklarını eşek kulakları haline getirmiş. Ama bununla kalmamış, Marsyas’ı tutmuş bir (zeytin) ağacına bağlamış ve derisini yüzmüş. Marsyas, bu korkunç işkence içinde can vermiş. Apollon, sonradan yaptığına pişman olmuş derler, lyra’sını yere atarak kırmış, Marsyas’ı da bir ırmak haline getirmiş. Gökbel’den akan Çine Çayı, işte bu ırmakmış.”(1)

 
Gökbel ve Çine Barajı
(Kasım-2011)

 
Gökbel'in gnays kayaları
(Kasım-2011)

Çine Çayı, Yatağan’ın Bozüyük köyü yakınlarındaki Pınarbaşı Mevkii’nde bulunan kaynaklarından doğar. Bu çaya güzergâhı boyunca; doğudan ve batıdan (Kargı Deresi, Mesevle Çayı gibi) gelerek karışan başka dereler de güç katar. Gösterişli yeryüzü topografyası ile dikkat çeken Gökbel Vadisi’nin derinliklerinden akarak Çine Ovası’nda dinlenir. İlkçağ’da Yunan Mitolojisi’nde yer alan bir satir; Marsyas’ın adıyla anılan Çine Çayı; artık Gökbel Vadisi’nde binlerce yıldır sürdürdüğü bu köpüre köpüre akışını, bugünlerde Eski Çine önlerinde kesilen bir bendin arkasındaki baraj gölünde sonlandırır. Bekler, bekler; bazen ovaya doğru akışına izin verir ilahlar; bazen de kavrulan Çine Ovası’na doğru bir nefes vererek ulaşır düzlüklere… Ama eninde sonunda vardığı yer, Büyük Menderes’in bereketli yatağıdır. Ona kavuşur ve onunla birlikte batıya; Ege’ye doğru nihai yolculuğunu sürdürür.

 
Bozüyük köy meydanı-2017

 
Bozüyük meydan kahvehanesi-2008
 (Ekim-2008)

Bizim yolculuğumuz ise, biraz ilerde Bozüyük köyünün meydanında soluklanacaktır. Bozüyük köyü mü, yoksa mahallesi mi desek; köy irisi bu belde, eskiden belediyelikti. 19.yy.da yörenin önemli bir hayvan pazarı olarak öne çıkan yerleşim, son yıllarda televizyon dizilerinde ve bazı sinema filmlerinde doğal film platosu haline gelmiş durumda… Bölgenin medyada görünürlüğünün artması ise, yöre halkının az da olsa iç turizmden sebeplenmesi gibi bir sonuç da doğurmuş. Köyün meydanındaki kahvehaneler bile bu dizilerin isimleriyle anılır olmuş.

 
Bozüyük'te meydana inen yollardan birinde...
 (Ekim-2008)

 
Koca kapı, döşeme taş ve ardında koca bir dünya hayat...
(Ekim-2008)

Pınarbaşı’ndan Bozüyük’e yönelen ve bazen karşılıklı iki arabanın bile zorlukla geçebileceği ölçüde daralan yolun iki yanında; taşın ve ahşabın kardeşliğinde yükselen tipik Bozüyük evlerinin arasından geçerek eski belediye binasının da bulunduğu köy meydanına ulaşır yolcu. Köyün en canlı mekânı bu meydandır. Meydandan köyün yukarılarına doğru kıvrılarak kaybolan birkaç sokak, güzelim eski köy evleri ve taş döşeme zeminleri ile kendine çeker ziyaretçisini. Bu güzelim evlerden biri de 2007 yılında Muğla Valiliği tarafından restore edilen ve kültür evi olarak ziyarete açılan Hacı Şükrü Evi… Meydana bakan bir turistik kafeteryanın arkasında yer alan yapıya ismini veren Hacı Şükrü Bey, Kurtuluş Savaşı sırasında köyde ilkokul öğretmenliği yapmış. Köydeki yaşamı boyunca bu evde yaşayan Hacı Şükrü Bey, savaş sırasında gençleri Kuvayı Milliye’ye katılmaya teşvik eden, ayrıca bölgede görevi sırasında sıtma ve salgın hastalıklarla mücadelede; tarımsal tekniklerin uygulanmasında köylüye önderlik etmiş bir kişi olarak tanınıyor.

 
Hacı Şükrü Evi
(Ekim-2008)

 
Hacı Şükrü Evi'nin avlusundan...
(Ekim-2008)

Hacı Şükrü Evi’nin tanıtım levhasında Hacı Şükrü Bey ile ilgili olarak şu bilgiler veriliyor:

“Bozüyüklü Hacı Şükrü Bilginsoy, 1914 yılında Bozüyük’e ilk öğretmen olarak atanır. İki yıl sonra evlenir ve 1917 yılında evini yapmaya başlar. İstiklal Savaşı yıllarında öğretmen olduğu için askere alınmaz ve köyde baş gösteren kolera-sıtma hastalığı sonucu ölen insanların defin işlemlerini köyün kadınlarıyla yapar. Sterilizasyona son derece dikkat ederek mezarları kireç tozu ile kapatır ve kısa sürede salgını önler. Bilginsoy, köyde ilk dezenfekte uygulamasını başlatarak çevreye örnek olmuştur. Hacı Şükrü Efendi, 1931 yılında emekli olur ve 1934 yılında çıkartılan Soyadı Kanunu sırasında Muğla’ya çağrılır. İl Encümeni kararı ile kendisine Bilginsoy soyadı verilir. Çünkü Hacı Şükrü Efendi, Muğla yöresinde Kuran-ı Kerim’i ezbere bilen üç kişiden biri olup yorumlayan en iyi kişidir. Derin matematik bilgisi ve her konudaki kültürüyle bu soyadını hak etmiştir. 28 yıl eski dilde, 3 yıl da yeni dilde öğretmenlik yapmıştır. Hacı Şükrü Evi, İl Özel İdaresi MELSA Muğla El Sanatları Limited Şirketi’nce restore edilerek 6 Haziran 2007 tarihinde hizmete açılmıştır.”(2)

 
Bozüyük; meydan
(Ekim-2008)

Sivil mimarinin tipik bir örneğini teşkil eden Hacı Şükrü Evi’nin iyi niyetli bir çabayla ayağa kaldırılmış olması, elbette Hacı Şükrü Bey’in hatırasını da yaşatacak güzel bir girişim olarak takdiri hak ediyor. Evin son halini soracak olursanız, Valilik tarafından restore ettirilen Hacı Şükrü Evi, açılan bir ihale sonrasında şimdilerde bir butik otel olarak işlev görüyor.

 
Bozüyük, meydan

 
Bozüyük, eski belediye binası
(Ekim-2008)

Meydana alçak bir seki üstünden bakan bir kafeteryada bir süre soluklandık. Yorgunluk kahvelerimize; kafeteryanın sahipleri emekli öğretmen Cihangir Bey ve Sacide Hanım ile yaptığımız tatlı sohbet eşlik etti. Bozüyük ve eski günlere dair sürüp giden sohbetle zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile.

 
Bozüyük, Cihangir Bey ve Sacide Hanım'ın meydana bakan kahvehanesi

 
Bir Bozüyük evi
(Ekim-2008)

İlkçağ’da Bozüyük yakınlarında Karia’nın iki önemli yerleşimi vardı. Mimari kalıntıları ve yaşanmışlıklarıyla bugüne gelebilen bu yerleşimler, bugünkü Eskihisar’da yer alan “aşkın ve hüznün kentiStratonikeia ile Yatağan’a bağlı Turgut köyü yakınlarındaki Tanrıça Hekate’ye adanmış Lagina Kutsal Alanı… 2014 yılında Stratonikeia’ya yaptığımız bir gezi sonrasında yazdığımız yazının başlarında kentle ilgili şunları aktarmışız:

 
Eskihisar'da zaman
(Nisan-2014)

 
Stratonikeia-sütunlu cadde
(Nisan-2014)

Stratonikeia, Büyük İskender’in ardıllarından Selevkoslar’ın egemenliğinde bir büyük aşk öyküsü ile öne çıkan; bugün artık o dönemden kalma ismi ile anılan ve ağırlıklı olarak neredeyse tamamı mermerden yapılmış çok önemli bir Karia yerleşimi. Hekate ve Zeus’a adanmış iki büyük kutsal alanın bulunduğu kentin en önemli yapılarından olan dev Gymnasion’un ise dünyada bir başka eşi benzeri olmasa gerek. Kenti özel kılan nedenlerden birisi de; Karialıların zamanında bir hac mekânı olan Tanrı Zeus’a adanmış Zeus Khrysaoreus Tapınağı’nın burada yer alması. Kentin bir başka güzelliği ise, 1952 yılında yörede yaşanan deprem ve yakınlarında yer alan Yatağan Termik Santralını besleyen linyit kömürünün çıkarılması uğruna yeri değiştirilen Eskihisar Köyü’nün ruhunun, hala taş döşeli ıssız sokaklarında dolaşıyor olması.”(3)

 
Stratonikeia-tiyatro
(Nisan-2014)

 
Lagina-Hekate Kutsal Alanı; propylon
(Mayıs-2010)

Diğer yerleşim Lagina ise, Turgut Reis’in ismine atfen Turgut olarak adlandırılmış; yerli halkın binlerce yıl önceki Lagina isminden kaynaklı Leyne olarak andığı ve aslında Tanrıça Hekate’ye adanmış bir kutsal alan. Hekate; mitolojide bir yandan ay ve gece ile; diğer yandan ölüler, yer altı ve büyücülükle ilişkilendirilmiş Anadolulu bir tanrıça olarak biliniyor. Türk Arkeolojisi’nin öncü isimlerinden Osman Hamdi Bey tarafından Anadolu’da gerçekleştirilen ilk izinli kazı olması dolayısıyla da Lagina’nın ayrı bir önemi var.

 
Lagina'da bahar
(Mayıs-2010)

 
Lagina-Hekate Kutsal Alanı
(Mayıs-2010)

Bozüyük, bir yandan altın kılıçlı anlamında Karialı Zeus Khrysaoreus, diğer yandan Tanrıça Hekate’nin kült merkezleri yakınında; ama bir yandan da Marsyas’ın kavalına eşlik eden Çine Çayı’nın kaynaklarının bulunduğu Pınarbaşı’nın hemen yakınlarında; böylesine tarihi derinliği olan özel bir yer. Bozüyük, Milas’tan ve Gökbel Vadisi yönünden gelen yolların kesişme noktasında olmasından dolayı özellikle Menteşe Beyliği zamanında bölgede tutunan Türkmenlerin, önceleri yaylak ve kışlak geçişlerinde yer alan; ama sonraları da bölgede yerleşik hayata ilk geçtikleri önemli noktalardan biri olmuş. Rodos Seferi sırasında Kavaklıdere yönünden Muğla’ya doğru ilerleyen ordusu ile birlikte Kanuni Sultan Süleyman, Bozüyük civarında Değirmenbaşı (Han Yanı) diye adlandırılan mevkide konaklamış ve otağını buraya kurdurmuş.

 
Bozüyük
(Ekim-2008)

Evliya Çelebi; yine Seyahatname’sinde bölgeden şu şekilde söz ediyor:

“Menteşe toprağında Paşa Hassı Voyvodalıktır. 150 akçe gelirli kazadır. Kasaba merkezi, Bozüyük Dağı dibinde; 150 toprak örtülü evdir. Bir cami var. Bağ ve bahçesi çoktur. Bu kasabanın kuzeyinde bir ok atımı yerde Süleyman Han’ın otağ yeri vardır. Süleyman Han, Rodos fethine geçerken burada kalmıştır. Süleyman Han ‘Bu otağımın bulunduğu yerde hafta pazarı olmak için dükkânlar yapılsın’ diye buyurmuştur.”(Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden)

 
Bozüyük; Siyami Bey Camisi ve meydan düzenlemesi
(Ekim-2008)

Köyün içinde; köyün kuruluş yıllarına dayandığı düşünülen, ama 19. yy.da yeniden yapıldığı tamir kitabesinden anlaşılan bir de cami var. Caminin, köyün ilk kurulduğu Değirmenbaşı mevkiinden sineklerden kaynaklanan bir salgın hastalık nedeniyle bugünkü yerine taşınmasına öncülük eden Siyami ve Benli Beylerle ilişkisi olsa gerek. Çünkü caminin ismi Siyami Bey Camisi olarak geçiyor. Bahçede Siyami ve Benli Beyler için yapılmış bir de türbe var. Yapıların her ikisi de restorasyon görmüş durumdalar.

 
Siyami ve Benli Bey Türbesi
(Ekim-2008)

Caminin tamir kitabesinde şunlar yazıyor:

“Hayır sahibine Allah makbul bir iş ilham edince, kalbini tamamen temiz işlerle süsler.

Bu cami temelinden tamamen yok olmuş gibi iken, bu günkü güzel iman dosta düşmana bellidir.

Allah bu cami yapanın emeğini şükrana layık eylesin; çünkü bu camii yapmakla o, Müslümanların kalplerini sevinçlere boğdu.

Zekai, delinmemiş inci gibi bir tarih söyler: Doğrusu şu ki; Veliyüddin bu hayratını ne güzel yaptı.

Bu Siyami Bey Camii’ni tamir edip ihya eden Hacı Veliyüddin Efendi’dir.
Temmuz 1892”

  
Bir Bozüyük sokağı daha...
(Ekim-2008)

Yine caminin önünde yer alan minare kitabesinde yer alan ifadelerden de minarenin yine aynı zamanda yörenin zenginlerinden olduğunu düşündüğümüz Hacı Veliyüddin Efendi’nin eşi Hafize Hanım tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor.

“Veliyüddin’in eşi Hafize Hanım’ın bu hayratına canım feda olsun.

Ezan sesini her tarafa ulaştırmak için bir minare yaptırdı.

Allah’ın adını anmayı burada yücelttiği için iki âlemde onun şanı yüce olsun.”

 
Bozüyük-meydana bakış...

 
Cami yakınlarında bakımlı bir Bozüyük evi
(Ekim-2008)

1.Dünya Savaşı sonrasında İtalyan işgal bölgesi içinde kalan Bozüyük’te işgal günlerinde Bozüyüklü Hacı Süleyman Efendi’nin öncülüğünde Kuvayı Milliye direnişinin örgütlenmesi çalışmaları yürütülmüş. Cumhuriyet Dönemi’nde ise, yakınlardaki Ahiköy’ün (bugünkü Yatağan) ilçe merkezi haline gelişi ile yerleşim, giderek idari anlamda önemini yitirmiş; idari yapılanma içinde bir süreliğine belediyelik olarak işlev gören Bozüyük, bugün son düzenlemelerle Yatağan’ın bir mahallesi konumuna indirgenmiş durumdadır.

  
Bozüyük köy meydanından aşağı doğru bakış
(Ekim-2008)

 
Bozüyük; eski bir ev
(Ekim-2008)

Son söz olarak ne demeli; Bozüyük bize göre geçmişinde saklı Karia ve Türkmen kültürünü bir potada eriterek; belki de dışarıdan hemen bakıldığında kolay anlaşılamayacak bir soyluluğu hücrelerine nakş etmiştir diye düşünüyoruz. Bozüyük’te dolaşırken; taş ve ahşabın kardeşliğinde hayat bulan evlerinde, taş döşeli daracık sokaklarında, köşe başlarında 19.yy.dan el uzatmış gibi duran ahşap doğramalı dükkânlarında ve meydana bakan kahvehanelerinde bu iklimi hissediyorsunuz. Her şeyin kısa sürede tüketilip yok edildiği günümüzde; tüketim toplumu mertebesine çıkarılmış ülkemizde, Bozüyük mücevher değerindeki benzersiz kasabalardan biri olarak ayrı bir yere konmayı çoktan hak ediyor.

Dipnotlar:
(1)     Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi; 11.Basım-Kasım 2002; sayfa: 200, Marsyas maddesi
(2)    2008 yılında Hacı Şükrü Evi tanıtım levhasından alınmıştır.
(3)    Stratonikeia ile ilgili olarak bkz. http://dagakactim.blogspot.com/2014/09/stratonikeia-yada-eskihisar.html
(4)    Yazıda belirtilenler dışındaki fotoğraflar, Bozüyük ziyareti sırasında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.


Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC