28 Mart 2014 Cuma

ÖZBEKİSTAN NOTLARI-4


“ÇÖLÜN ÇİÇEĞİ”

KUTSAL ŞEHİR BUHARA



(BÖLÜM-2)



29 Ağustos-7 Eylül 2013

İbrahim Fidanoğlu
Şehrin Kalbi: Lyabi yada Leb-i Havuz

Buhara’nın bugün bir sosyal çekim merkezi olan Leb-i Havuz Kompleksi, tarihi bir su kaynağı kıyısında yer alan üç medrese ve onun arka planındaki Sarraflar Çarşısı, yüzlerce yıllık eski Yahudi Mahallesi, Karahanlılar’dan kalma Orta Asya’nın en eski camisi Magoki-Attori (Çukur Aktar) Camisi, halıcılar ve diğer alışveriş mekânlarıyla şehrin kalbi gibidir.

 Leb-i Havuz ve arkada Kükeldaş Medresesi

Leb-i Havuz ve kıyıdaki fıskiyelerden yayılan suyun arkasında kurumuş bir dut gövdesi

Havuz, çevresinde yer alan kafeterya ve lokantalar, gerek turistlerin ve gerekse Buharalıların özellikle kavurucu çöl sıcaklarıyla meşhur yazın en önemli sığınma noktasını oluşturur. Buhara’nın kadim su kuyularından biri olarak bugüne ulaşabilmiş az sayıdaki havuzdan biri olan Leb-i Havuz’un çevresinde yer alan asırlık dut ağaçları da bu bölgenin geçmişi hakkında ziyaretçilerine bir fikir vermektedir. 16.yy.da Hanın Veziri Nadir Bey tarafından yaptırılan havuz, o dönemde Buhara’nın en büyük su kaynağı imiş.

 Divan Beyi Nadir Bey Medresesi'ni ön cephesi

Leb-i Havuz kıyısında çöl tarihinde önemi büyük deve kervanlarından temsili bir örnek 

Havuzun çevresinde, kuzeyde 16.yy.dan kalma ve Buhara’nın en büyük medresesi Kukeldaş Medresesi, batıda Nadir Bey zamanından kalma; sufiler için düzenlenmiş Hanaka Medresesi ve doğuda ise Divan Beyi Nadir Bey tarafından 17.yy.da kervansaray niyetiyle yapılıp hanın isteği doğrultusunda bir medreseye dönüştürülen Divan Beyi Medresesi yer almaktadır.

Havuz kıyısındaki Hanaka (Tekke) Medresesi

Leb-i Havuz kıyısında deve kervanı; kuru dut gövdesi ve arkada Hanaka Medresesi


Sütkardeşi anlamına gelen Kukeldaş Medresesi, 16.yy.da Abdullah Han tarafından yaptırılmış, ortasındaki büyük avluyu çepeçevre saran dikdörtgen planlı, 160 hücresi bulunan, iki katlı ve eyvanlı bir ana binadan oluşan 60*80 metre boyutlarında; Buhara’nın en büyük medresesidir. Dev taç kapısının yer aldığı ön cephesi Leb-i Havuz’a bakar. Tüm ön cephe mavi mozaiklerle kaplıdır.

Divan Beyi Nadir Bey Medresesi

Divan Beyi Nadir Bey Medresesi iç avlusunda akşam düzenlenen Özbek Gecesi'nde Özbek Folkloru'ndan esintiler

Şimdi turistik amaçlı kullanılan Divan Beyi Nadir Bey Medresesi'nin iç avlusu

Havuzun batısında yer alan Hanaka Medresesi, Vezir Nadir Bey zamanından; 16.yy.dan kalma sufi dervişler için yaptırılmış bir tür tekke yapısıdır. Yapının ortasında yer alan tek kubbeli büyük salonun köşelerinde inziva hücreleri bulunmaktadır. Medrese, 2013 yazının son günlerinde bir restorasyon sürecindedir. 

 Leb-i Havuz yakınlarında Sarrafon Kapalı Çarşısı'nın girişi

Kompleksin havuza bakan üçüncü yapısı başlangıçta kervansaray olarak planlanmış, ancak yapının; zamanın Buhara Hanı İmamkuli Han tarafından açılışı sırasında sarf ettiği “Allah’ın nuru için” sözleri nedeniyle medreseye dönüştürülmüş bir yapıdır. Kervansaraylarda olduğu gibi taç kapının doğrudan avluya açıldığı bir giriş planına sahip olması da yapının başlangıçtaki planına ait düşünceyi ele vermektedir. Bugün avluya bakan hücrelerinde; hediyelik eşya satan mağazaların ve ortasında geleneksel Özbek halk dansları ve defilelerinin düzenlendiği bir restoran ve kafeteryanın bulunduğu medresenin girişindeki taç kapısında ise, alışılmışın dışında iki adet tavus kuşu deseni bulunmaktadır. 

 Divan Beyi Nadir Bey Medresesi'nin tavus kuşlarıyla süslü taç kapısı

Leb-i Havuz Kompleksi içindeki parkta yer alan Nasreddin Hoca Heykeli önündeyiz; arkamızda Divan Beyi Medresesi

21 Mart 2014 Cuma

ÖZBEKİSTAN NOTLARI-3


“ÇÖLÜN ÇİÇEĞİ”
SESSİZ, SICAK VE MUHTEŞEM
KUTSAL ŞEHİR BUHARA

(BÖLÜM-1)

29 Ağustos-7 Eylül 2013
İbrahim Fidanoğlu

Buhara’yı Anlamak

Bir kent düşünün; çölün tam ortasında, yüzlerce yıl su ihtiyacını karşılamak için kumların altındaki damarlara vurulmuş; ancak şimdi çoğu battal, yüzü aşkın dev kuyusu; kentin kadim tarihinin kimi tanıkları, yüzlerce yıllık eşsiz mimari yapıları ve sıcağı kadar eski o mütedeyyin atmosferiyle Buhara... Orta Asya’nın kalbinde ve tarihi İpek Yolu üzerinde, ticaret erbabı Yahudilerin tanıklığında; can çekişse de az sayıdaki üyesiyle küçücük cemaati ve hala ibadete açık olmakla birlikte zamana zorlukla direnen sinagoguyla Yahudi Mahallesi ve eskilerde kalmış kozmopolit ve egzotik bir yaşamın şifrelerini taşıyan kent; Buhara... Faal birkaç eski kuyudan biri ve kentin en prestijli mekânlarından olan Leb-i Havuz’un çevresinden başlayarak her yana saçılmış Orta Asya’nın kutsalı dut ağaçları ve İslam’ın; isimleri birer hale ile çevrili erenleri ve sufi önderleriyle adeta sımsıkı korunan bir tılsımlı şehir; çölün ortasında toprak rengi binaları ve kadim merkezi Registan Meydanı’yla bir şehirden fazlası; orası Buhara işte.

 Buhara'nın dini merkezi Poyi Kalon Meydanı'nda yer alan Cuma Mescidi'nin mihrabı önünden Miri Arab Medresesi'nin kubbelerine bakış

Buhara, eski zamanlarda ateşe tapan Zerdüştlerin kurban törenlerini düzenledikleri kutsal bir tepenin çevresinde gelişen bir çıkış noktasına sahip. Kimi kaynaklara göre ismi Sanskritçe’de Budist Manastırı anlamına gelen “vihara”dan, kimi kaynaklara göre de Farsça’da bilginin kaynağı anlamına gelen ve Zerdüşt günlere dayalı bir isim “bukhar”dan geliyormuş. Ben de diyorum ki; yazları 50 dereceyi aşkın kavurucu çöl sıcağıyla sakın kentin ismi “buhar”dan gelmesin. Yani rivayetler muhtelif olsa da; yüzyıllarca Batıyla Doğu arasındaki akıp giden ticaret kervanlarının seyir güzergâhı üzerinde bulunan Buhara, bu özelliği ile giderek zenginleşen, onlarca hanedana başkentlik yaparak bu özelliğiyle de her zaman tarihte bölgenin önemli bir ekonomik, siyasal ve kültürel merkezi rolünü üstlenmiş. 20.yy.da Kızılordu tarafından Buhara’nın ele geçirilmesiyle, Seyyitler soyuna Arap hanedanları üzerinden bağlanarak hanlık değil, Buhara Emirliği diye anılan Buhara’nın son egemenlerinin saltanatı da bu şekilde sona ermiş. Son Buhara Emiri Muhammed Âlim Han’ın; gösterişli giysiler içinde ve vücut ölçülerinin izin verdiği ölçüde sığabildiği tahtı üstündeki fotoğrafları, bugün ve her zaman Buhara’nın kalbi Registan Meydanı’ndaki Kışlık Saray’da yer alan müzede sergileniyor.

Registan Meydanı ve Buhara Emirliği'nin Kışlık Sarayı

Şehrin simgesi dev minaresi Poyi Kalon’u, ihtişamlı turkuaz ve lacivert rengi taç kapıların ardındaki yüzlerce yıllık medreseleri, meslek gruplarına göre organize olmuş bir mimari içinde gelişen esnaf ve zanaatkâr çarşıları, Zerdüşt dönemi mimarisinin etkisi altında İslam’ın yorumlandığı geçiş dönemi cami ve türbeleri, yeşille mavinin buluştuğu çölde vaha misali havuzları ve yoksul ama can dostu konuksever insanlarıyla Buhara’yı dolaşma zamanıdır şimdi.

 Buhara'nın en prestijli alanı; Lyabi (yada Leb-i) Havuz Kompleksi; arkada Divan Beyi Nadir Bey Medresesi; Hoca Nasreddin'in heykeli önündeyiz.

Buhara’nın Surları ve Kuyuları

Buhara’nın çevresini saran surların Şeybaniler zamanında 11 kapısı varmış; ama Buharalılar, soranlara; surların 12 kapısı var derlermiş. Gerçek 11 kapıya zihinlerde eklenen 12. kapı ise, Buharalıların gönül kapısı imiş. 11 Kapı varken, bu on ikinci gönül kapısı hep açık olurmuş Buhara’ya gelenlere. İşte böyle konuksever bir kentin kapılarının birinden giriyoruz içeri.

Buhara Şehir Surları önündeki havuzlardan biri

Anlatılanlara göre; Buhara’nın çevresindeki surların toprağı Semerkant’tan getirilmiş. Burçlara çamuru tutan ahşaptan hatıllar atılarak surlar güçlendirilmiş. Nineler, torunlarının isiliğini gidermek için höllük olarak surların bünyesine katılmış bu topraktan yararlanırlarmış. Bugün, bu sur parçalarından bir kısmını büyük ölçüde harap olmasına rağmen, kentin bazı yerlerinde halen görebilmek mümkün… Biz de bunlardan bir kısmını, zamanında kentin su ihtiyacını karşılamak amacıyla açılmış olan büyük kuyuların mirası sayılabilecek iki büyük havuzun neredeyse ortasında yer alan Orta Asya İslam’ının ilk türbesi İsmail Samani Türbesi’nin civarında gördük.

 İsmail Samani Türbesi önündeki havuz

Leb-i Havuz; temsili deve kervanı ve lokantalar; arkada Kükeldaş (sütkardeş) Medresesi

Ortaçağ’da kentin su ihtiyacını sağlamak amacıyla bu havuzlardan 100 civarında varmış. Ancak, çoğunun Buhara’da yaşayanlar için birer salgın hastalık kaynağı haline gelmesiyle kuyulardan çoğu zaman içinde boşaltılarak devre dışı bırakılmış. Şimdi Buhara’da o günlerden günümüze ulaşabilen 10 civarı kuyu yada havuz kalmış. Biz; bunlardan ikisi Bolo (Bala; Özbekçede a seslisi o olarak yazılıyor; a diye telaffuz ediliyor) Havuz (Çocuk Havuzu) ile Lebi Havuz (Havuz kıyısında anlamında) diye bilinen ikisini ve çevresindeki mimari yapıları ziyaret etme fırsatını yakaladık.

 Bolo Havuz ve camisi 

İsmail Samani Türbesi

Samaniler, Ortaçağda İslam öncesi İran ve Maveraünnehir coğrafyasında muktedir olmuş Farsi hanedanlardan biri aslında. Bugün Tacikler, kendi kökenlerini bu hanedana bağlıyorlar. Özbekistan’ın her yanında yeni ulusun yeni kahramanlarını yaratmak adına Timurlenk ve Timur İmparatorluğu nasıl yüceltiyorsa, Tacikistan’ın başkenti Duşanbe ve diğer şehirlerinde Samani hanedanının önderlerinin heykellerinden geçilmiyor. Bu da bugün için 1989 sonrasında eski Sovyet Cumhuriyetlerinde öne çıkan bir eğilimi temsil ediyor.

 İsmail Samani Türbesi ve eskiden (20.yy.a kadar) mezarlık olan şimdiki park alanı

İsmail Samani Türbesi; yakın plan

Sasaniler’in Arap akınları sonrasında yıkılması, Abbasilere verdikleri destek sayesinde öne çıkan Samaniler’in İran, Horasan ve Maveraünnehir coğrafyasında bir güç olarak ortaya çıkması, Farsi kültürün Orta Asya’da yayılmasında büyük rol oynadı. Bu dönem, bu coğrafyanın Zerdüşlükten İslamlığa evrildiği bir zaman dilimidir aslında. İsmail Samani de başkent Buhara’yla simgeleşen egemenliğini, kültür ve sanatta Fars etkisini bölgede pekiştirerek sürdürür. Sanatta Fars izlerinin etkisi, bugün Buhara Surları’nın kıyısındaki İsmail Samani Türbesi’nde kendini hissettirmektedir.

 Orta Asya'daki pişmiş tuğladan yapılmış ilk mimari yapı; İsmail Samani Türbesi

 İsmail Samani Türbesi'nin ön cephesinden ayrıntı; desenler sadece pişmiş tuğla kullanılarak yapılmış.

Başlangıçta Hz. Muhammed’in “en iyi mezar kaybolan mezardır” anlamındaki sözü gereği İslam’da türbe geleneğinin olmamasına rağmen, iktidarın nimetleriyle donanan yönetici sınıflar, özellikle Abbasiler döneminde ilk türbeleri yapmaya başlarlar. İslam dünyasında ilk türbe kabul edilen Kubbetüs Süleybiye’yi, Hz. Muhammed’den 200 yıl sonra; 850 yıllarında Abbasi halifesi El Memun, Hıristiyan annesi için bugünkü Irak’da Samarra şehrinde yaptırır. İsmail Samani Türbesi de bundan yaklaşık 100 yıl sonra 950 yıllarında, Orta Asya’daki İslam’ın ikinci türbesi olarak Buhara’da yaptırılır. İslam tarihindeki üçüncü türbe ise İran’daki Gurgan şehrindeki Büyük Selçuklu yapısı olan Gumbeti Kâbus’tur. (1006 yılları). Bundan sonra İslam Dünyası’nda türbe yapmak, İslam’ın ruhuna rağmen parası olan; önce hükümdarlar ve daha sonra da giderek yaygınlaşarak zengin kesimde bir moda haline gelir ve bu durum o kadar abartılı bir hale dönüşür ki; mezarlıklar neredeyse bir türbe mezarlıkları haline dönüşür.

İsmail Samani Türbesi'nin içi; kubbeden kare plana geçişler; tromp'lar

İsmail Samani Türbesi, pişirilmiş tuğla kullanılarak yapılan ilk bina olarak biliniyor. 19.yy.a kadar etrafı da mezarlarla kaplı bu alanın belki de ilk mezarı olan türbe, kare planlı ve kubbenin yükünün duvarlar tarafından taşındığı bir yapı. Bu nedenle duvarlar oldukça kalın; yaklaşık 2 metre kalınlığında. Zeminde su çok olduğundan, binanın sağa sola çökmemesi için kubbenin dört yanına da ağırlık kuleleri yerleştirilmiş ve bina yukardan aşağıya doğru genişleyerek iniyor. Bütün bunlar yapının çökmemesi için, çağın yaklaşımlarına göre alınmış önlemler olarak dikkat çekiyor. 

İsmail Samani Türbesi; pencere ayrıntısı

Binanın dört girişi var; bunun da Zerdüştlük inancından kalma 4 temel unsur; su, hava, ateş ve topraktan kaynaklandığı söyleniyor. Yapı eski bir Zerdüşt tapınağını andırıyor. 9-10.yy.lar; bu topraklarda Zerdüştlükten İslam’a geçişin temsil edildiği bir uyanış sürecini tarif ediyor. Sırlı tuğla, o zamanlar daha yapılarda kullanılmaya başlanmamış durumda. Bu nedenle türbe, tuğlalar kullanılarak yapılmış 18 farklı desenle süslenmiş. Kubbeden kare tabanlı yapıya geçişler Sasaniler’den beri bilinen tromp adı verilen ve karenin dört köşesinde yer alan iç bükey kavisler şeklindeki tuğlayla örülmüş tonozlarla sağlanmış. Mezar; türbenin içindeki zeminden yaklaşık 2 metre derinde; kripta adı verilen hücrede yer alıyor. Bu mimari gelenek, Orta Asya’dan Anadolu’ya Selçuklular aracılığıyla taşınmış. Osmanlı türbelerinde ise gömüt; yüzeyin hemen altında yer almasıyla bu geleneksel davranıştan ayrılık gösteriyor.

 İsmail Samani'nin kabri; kripta yaklaşık zeminden 2 metre derinde...

Kripta’nın içinde yer alan cenaze, eski ölü gömme geleneklerine uygun olarak mumyalanmış. Türklerde mumyalama geleneği, İslam’a kadar devam eder. İslam inanışında insanın canını Allah verir ve Allah alır. İnsanı yaşatmak dolayısıyla insanın işi değildir. Cenazelerin mumyalanması, bu anlamda İslamiyet’te günahtır. Bu yaklaşıma uygun olarak; türbelerde gömülü cenazelerin mumyalanması geleneği, Anadolu’da yaklaşık 14.yy.a kadar süren bir geçiş süreci boyunca varlığını devam ettirir. Ancak; Osmanlı Devleti’nde bu tarihten sonra İslam’ın genel yaklaşımları doğrultusunda mumyalanma geleneği ortadan kalkar. 

İsmail Samani Türbesi'nin içinde pişmiş tuğlalarla yapılmış desenlerin görünüşü

Selçuklu Türbesi’nde mumyanın çürüyüp bozulmaması için bırakılmış “kripta”ya inen havalandırma kanalları vardır. Bu anlamda Selçuklu türbeleri, dış görünüş açısından da Osmanlı türbelerinden farklılık gösterir. Yer altında ise, kriptanın küçük bir giriş kapısı bulunur.

 İsmail Samani Türbesi ve önündeki havuz-kuyu

Orta Asya’da İslam Dünyası’nın ikinci türbesi olan İsmail Samani Türbesi, Hem süsleme hem de mimari açısından Orta Asya Türk Mimarisi’ne örneklik eden ilk türbedir. Bumdan sonrasındaki tarihi süreçte bütün türbeler, hep bu şekilde; tek kubbeli ve kare planlı olarak yapılmıştır. Bu geleneği başlatan türbe, Buhara’daki işte bu İsmail Samani Türbesi’dir.

(Gezi esnasında Sanat Tarihi Prof. Bekir Deniz Hoca’nın anlatımlarından yararlanılarak aktarılmıştır.)

Buhara'nın bakır tabakları

8 Mart 2014 Cumartesi

PİR VELİ BEŞE İÇİN; PEŞREFLİ'DEN KARAKAYA'YA



PEŞREFLİ-KİMİL BELİ-KARAKAYA YÜRÜYÜŞÜ


21 Şubat 2014
İbrahim Fidanoğlu

Peşrefli’nin Atası Pir Veli Beşe ve diğerleri için

Geçen yılki doğa yürüyüşlerimizde Hasan Hoca’nın da katkısıyla Tire ve çevresi sıkça uğradığımız bir coğrafya olmuştu. Bu yıl oralara pek de uzanma fırsatı bulamamıştık. Bu hafta Hasan Hoca’nın köyü Peşrefli’den Aydın Dağları’nın Küçük Menderes Ovası’na doğru bakan; heybetli ve ismi gibi kapkara Karakaya Tepesi’ne doğru yürüdük. Bu yürüyüşü ise; belki de Peşrefli Köyü’nün kurucu atalarından biri olan ve bugün köyün Tokat ismiyle bilinen mevkisinde, yaklaşık 600 yıllık bir kara servinin dibinde yatmakta olan Pir Veli Beşe’nin kadim hatırası adına; onun ismiyle anmaya karar verdik.

 Peşrefli Köyü (Mayıs 2011)

Tokat Mevkii'nden Peşrefli Camisi ve köyün evlerine doğru bir bakış (Mayıs 2011)

Bugünkü yürüyüşümüz geçmişin derinliklerinden gelen isimsiz kahramanların yüzeye vurduğu epik bir yürüyüştü biraz da; Peşrefli’deki Ata mezarında yatan Pir Veli Beşe’ler, Kimil Beli’nden yukarıda Karakaya altında yatan göçebe Türkmenlerin önderi İsimsiz Dede, bu topografyada 19.yy.ın sonlarından 1960’lara kadar basmadık yer bırakmayan Dibekçiler Yörüklerinden Koca Peçen’ler, Kimil’e doğru çıkarken yıldırımlarla budanan yaşlı servinin hemen altında yatan ve hayatını bu dağlarda geçiren Faden Nine ve diğerleri… İşte bu yazının konusu biraz da onlardır ve bu dağların zirvelerinde bu insanların kendi hayat pratikleriyle geçmişten bugüne taşıdıkları ve bizi biz yapan o saklı “bilgi”dir.

Pir Veli Beşe Kimdi?

Orta Asya’dan Batı Anadolu’ya dek uzanan ve yüzlerce yıllık bir zaman dilimini kapsayan Türklerin büyük göçünün Ege kıyılarında son bulduğu noktalardan birisi de Tire’dir. Geçmişten günümüze tabakalaşmış uygarlık katmanlarıyla özel bir mekân olarak dikkat çeken Tire, sakladığı gizlerle bu büyük göçün kara kutusu gibidir. İşte bu gizlerden birisi de yaklaşık 600 yaşında zamana meydan okuyan bir kara servinin tanıklığında burada yatan Pir Veli’dir.

 Pir Veli Beşe'nin mezarı başından Peşrefli'ye bakış

Pir Veli, 1530 yılı Tapu Defterlerinden 988 numaralı yazım kaydına göre “Pir Veli veledi İsmail bin İsrail mülkü” olarak verilen ifadeden anlaşılacağı üzere akıncı Türk beylerinden İsrail Bey’in oğlu olan İsmail’in oğlu şeklinde belirtilmektedir.(1)

 Pir Veli Beşe'nin başındaki anıt kara servi

İsrail Bey ise Anadolu Selçuklu Devleti’nin son yıllarında saltanat sürmüş II. İzzettin Keykavus’un oğlu Feramürz’un oğlu Abdülaziz’in oğludur. Abdülaziz, aynı zamanda Anadolu’nun ağır bir Moğol baskısı altında yine II.İzzeddin Keykavus’dan sonra saltanatın üç ortağından biri olan III.Alaaadin Keykubat’ın da kardeşi ve veziridir. (2)

Pir Veli Beşe'nin mezarı

Anadolu’da Türk devlet geleneğinin öncüsü Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol akınlarıyla zayıflaması süreci, 1243’de Kösedağ Savaşı’nda Selçuklu güçlerinin yenilgisi ile son bulur. Anadolu’da bundan sonra yaşananlar, bir kargaşa ve çözülme sürecinin karakteristiklerini taşır. Bu kargaşa ortamından çıkış uğrunda; Selçuklu’nun uç beyleri konumundaki Türk akıncıları, Ege kıyılarında son bulacak Batı’ya yönelik göçü ve Anadolu’da tutunma mücadelesini sürdürürler.

 Bir Peşrefli evi

Bu akıncı beylerinden birisi olan Abdülaziz Bey’in oğlu İsrail Bey ve çevresindekiler, 13.yy. sonlarına doğru Aydın Dağları eteklerinde; Eğridere ve Peşrefli vadilerinde yeni Türk-İslam yerleşimleri ve zaviyeler kurarlar.

 Peşrefli sırtları

İsrail Bey’in torunu Pir Veli de, İsrail Bey ve oğullarının buraya tohumlarını saçtıkları bir yüce geleneğin; bu topraklarda kök salıp hayat bulması ve buradan Rumeli’ye kadar uzanacak bir coğrafyada; bu paradigmanın yaygınlaştırılmasında önemli bir rol oynayan saygıdeğer öncülerden birisi olarak anılmalıdır.

Koca Peçen Çeşmesi

Adil oğlu Oruç’un yazdığı Tevârih'i Al'i Osmana göre ise; Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi, Sultan III. Alâeddin Keykubat’tan yeğeni Aktimur aracılığıyla silah yardımı alarak Karahisar’ı ele geçirir. Bunun üzerine, III.Alaaddin Keykubat, kardeşi ve veziri Abdülaziz eliyle bağımsızlık buyrultusu ve daha önceden Mısır hükümdarı tarafından sarayına emanet edilen Hz. Peygamber’in ak sancağı ile tuğ ve âlemi gönderir. Bu hareket, bir anlamda 600 yıllık bir cihan imparatorluğuna dönüşecek Osmanlı Beyliği’nin önünün açılmasıdır.

 Koca Peçen'in Evi

Bir başlangıç olarak Osmanlı Beyliği’nin bir devlete dönüşmesi sürecinde; Balkanlar’daki Türk akıncıları arasında İsrail Bey’in ve yakınlarının da katkıları önemlidir. Samavuna (Simavna) Kadısı İsrail Bey ve sonraki takipçileri, Rumeli’de yeni devletin gücünün ve adaletinin uygulayıcısı olarak öne çıkarlar. Ne yazık ki, Osmanlı Devleti’ni Rumeli coğrafyası üzerinden bir imparatorluğa dönüştürme çabaları, 1402’de Timur-Yıldırım Beyazıt arasındaki Ankara Savaşı’yla kesikliğe uğrar. 

 İzmir Papatyaları

Bu süreçte İsrail Bey’in oğlu; zamanının en büyük fıkıh ve tasavvuf bilginlerinden olan Mahmut Fakih bin İsrail yada daha yaygın olarak bilinen adıyla Şeyh Bedrettin’in; fikirleri ve etkilediği kitlenin eylemliliği açısından etkisi benzersiz ve evrenseldir. Üstüne ciltler dolusu kitaplar ve tezler yazılan; tarihimizin bu müstesna şahsiyeti ile Pir Veli isminin ne oranda kesiştiği ve bu etki çemberinin neresinde yer aldıkları da ayrıca ciddi bir araştırma konusu olmalıdır.

 Peşrefli'de doğa uyanıyor.

Pir Veli, yüzyıllardır Peşrefli’nin dini ve sosyal hayatı içinde insanları etkilemiş, bu yanıyla da köydeki hayatla birlikte bugüne dek manevi varlığını koruyabilmiş önemli bir kişiliktir. Köyde “Tokat” olarak anılan ve toplanma yeri anlamına gelen bu mevkide, yüzyıllardır yağmur duaları ve şükür yemekleri düzenlenmektedir. Ayrıca ölü doğmuş yada doğumdan kısa süre sonra ölmüş bebeklerin Pir Veli’nin kabri çevresine gömüldüğü de bir gerçektir. Pir Veli ismi; köydeki ataların anlatımlarına sinecek kadar kabul görmüş bir temizlik simgesi olarak bilinir. Köyün belki de kurucu atası olan Pir Veli’nin bir kardeşinin de Ödemiş-Birgi’de yattığı, Peşrefli’de anonim bilgi olarak anlatılır. 

 Pir Veli Beşe'nin mezarı başında yapılan şükür yemeklerinden birinde kazanlar kaynıyor. (Mayıs 2011)

Ayrıca Tire Şeriye Sicilleri’ne göre, Peşrefli Köyü’nde Pir Veli adına bir de mescit olduğu belirtilmektedir.

Nezareti evkafı humayuna mülhak evkaftan Aydın Vilayeti celilesi dâhilinde kâin Tire kazasına tabi Peşrefli karyesinde vaki Pir Veli Camii şerifi…(3)

Mescit daha sonraları temelden yıkılarak yeniden yapılmıştır.

 Şükür duaları için Peşrefli sırtlarındaki ikinci bir dedenin mezarı başında toplaşılmış. (Mayıs 2011)

1 Mart 2014 Cumartesi

GÖRECE KALE YÜRÜYÜŞÜ



“ARABANIN DİNGİLİNİN KIRILDIĞI YER”(1)
GÖRECE KALE YADA TEMNOS

6 Şubat 2014
İbrahim Fidanoğlu

Yağmurlu ama ılık bir sabah vakti, Karşıyaka üzerinden Menemen yönüne hareket ettik. Bugünkü yürüyüş rotamız, ne zamandır gitmeyi düşünüp bir türlü fırsat bulamadığımız Menemen yakınlarındaki Görece Kale yada İlkçağ’daki bilinen ismiyle Aiol kenti Temnos idi. Saat 10 civarı yolda yağmur başladı ve zaman zaman kesilse de neredeyse gün boyunca devam etti. Menemen’den sonra Yanıkköy-Haykıran-Belen-Hasanlar Köyleri’ni dolaşan köy yolunu takip ederek, 1970’lerin ikinci yarısında ovaya inmiş olan Görece Köyü’ne ulaştık. Görece’ye gelmek için bir başka rota da şu şekilde; Emirâlem’den Gediz üzerindeki regülâtörü takip ederek önce Dumanlı Dağ yönündeki Süleymanlı Köyü’ne ve daha sonra da ovadaki kanalı takip ederek Görece Köyü’ne ulaşmak mümkün.

 Temnos Akropolü'nden Eski Görece Köyü ve arka planda Spil eteğindeki Manisa'ya doğru bakış

Görece Köyü, Eski Görece Köyü ve Görece Kale'nin konumları 
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Eski Görece Köyü

Görece Kale, konum olarak Menemen Ovası’nı ve Manisa’ya geçişi sağlayan Emirâlem Boğazı’nı denetleyen; yaklaşık 530 metre yüksekliğinde, oldukça sarp, batı ve güney yönünden yaklaşılması neredeyse imkânsız, doğal bir kale görünümündeki bir tepede ve onun çevresinde kurulmuş bir İlkçağ yerleşimidir. Tabelası, bekçisi ve hiçbir koruyucusu bulunmayan ve bugüne kadar gördüğümüz antik yerleşimler içinde en savunmasız ve en çok tahrip edilen kent olarak dikkat çeken ören yörene ulaşmak için Görece Köyü’nün ilk kurulduğu yer olan dağdaki Eski Görece Köyü’ne ulaşmak gerekiyor. Görece’den Süleymanlı Köyü’ne biraz ilerleyince gölet sapağına gelmeden ilk sapaktan dağa doğru kıvrılan şose, yolcuyu Eski Görece Köyü’ne kadar ulaştırır. Ancak; yolun kalitesi iyi durumda olmadığından, yerden yüksek ve hatta arazi tipi araçlarla seyredilmesi tavsiye edilir.

 Eski Görece Köyü'nün girişi

Gezginler, Eski Görece Köyü'nün yıkıntıları arasında

Eski Görece Köyü'ndeki evlerin duvarlarında yer alan  Temnos'un kesme taşlarından  örnekler

Temnos’un Kısa Tarihçesi(2)

Temnos, İ.Ö. 11.yy.dan itibaren Orta Yunanistan’dan Trakya yoluyla Anadolu’ya yönelen Aiol göçünün İ.Ö. 8.yy.a kadar uzanan bir tarihsel derinlikte; Dumanlı Dağ’ın eteklerinde uzanan Akropol Tepe ve Çamçerkez Tepe civarında kurulmuş bir Aiol kenti. Son derece engebeli bir topografyada kurulmuş olan kentin kuruluş efsanesi, yazımızın başlığına yansımış mitolojik ifadede dile geliyor.

 Temnos yolunda erken bahara merhaba...

Amasyalı Strabon, diğer Aiol kentleriyle birlikte Temnos’u şöyle anmaktadır:

Şimdiki Aiolis kentlerine Aigai’i ve keza, “Retorik Sanatı”nı(3) yazmış olan Temnos’u katmalıyız. Bu kentler; Kyme, Phokaia ve Smyrna topraklarının üst kısmında bulunan dağlık arazide yer alırlar. Hermos (Gediz) Nehri, bu topraklar boyunca akar. Romalılar tarafından bağımsız bir kent olarak ilan edilen ve Spylos (Spil) Dağı’nın aşağısında bulunan Magnesia da bu kentlerden uzakta değildir.(4)

 Gezginler Temnos yolunda...

Kentin surları İ.Ö. 7.yy.a tarihleniyor. İ.Ö. 546’da Lidya’nın Persler tarafından ele geçirilmesi ile birlikte, kentte İran etkisinin egemenliği kaçınılmazdır. Anadolu’daki Pers egemenliğinin sona erdiği İ.Ö. 333-334 sonrasında Büyük İskender ile başlayan Makedon nüfuzu, İskender’in komutanı Lysimakhos’un ve daha sonraki dönemlerde İ.Ö. 3.yy. civarında Suriye Krallığı’nın (Selevkoslar) etkisinin devam ettiği bir sürece evrilir. İ.Ö. 218‘de Bergama Kralı I.Attalos, Suriye Kralı III. Antiokhos’un komutanı Akhaios’un bölgedeki egemenliğine son verir. 

 Akropol'ün doğuya bakan eteklerinde oval bir mimari parça


İ.Ö. 188 yılı Bergama-Roma ittifak güçlerinin Magnesia (bugünkü Manisa) önlerindeki büyük savaşta Suriye Krallığı’nın güçlerini yenilgiye uğrattığı ve Toroslar’ın ardına çekilmelerine yol açacak süreci tetikleyen zaferi kazandıkları dönüm noktasıdır. Bundan sonra Anadolu kapıları, Roma İmparatorluğu’nun güçlerine ardına kadar açılmıştır. 




Akropol eteklerinde bir duvar izi

İ.Ö. 159 yıllarında ise kent hala Bergama Krallığı’nın yönetimindeyken; bir ara Bitinya Kralı II.Prusias’ın saldırısına uğrar. Kent ve şimdi yeri bilinmeyen Apollon Kynneios Tapınağı yağmalanır. İ.Ö. 133 yılında bütün Anadolu’nun Roma’nın eline geçmesi sonrasında; Roma döneminde oluşturulan Asya Eyaleti’nin bir parçası haline gelen Temnos, İ.S. 17 yılındaki büyük İzmir Depremi’nde yıkılır ve İmparator Tiberius’un katkılarıyla kent yeniden kurulur.

 Akropolün doğu yamacında dikkate değer bir mimari parça daha

Temnos, Bizans döneminde bir piskoposluk merkezi haline gelir. (İ.S. 5.yy.) Tarihi kayıtlara göre; İ.S. 8.yy.da II. İznik Konsülü’ne katılanlar arasında Temnos Piskoposu Theophilos’un adı geçmektedir. Bu evreden sonra kent Arap ve takiben Türkmen akınlarıyla giderek zayıflar ve tarihteki önemini yitirerek kaybolup gider. Türklerin bölgeye geldikleri sırada; (12-13.yy.lar) ören yerinde bulunan sırlı seramiklerden küçük bir Bizans köyünün bulunduğu anlaşılmaktadır.

 Bir sütun kaidesinin altından kalan bir parça

Akropolün eteklerinde bir alınlık parçası


Ören Yeri Hakkında