20 Şubat 2019 Çarşamba

TİRE’NİN ÇEPERLERİNDE…


5 Şubat 2019
İbrahim Fidanoğlu
Giriş

Bu yıl İzmir’e Cumhuriyet tarihi istatistiklerini alt üst edecek denli çok yağmur yağıyor. Ocak ayında şimdiye kadar metre kareye 400 kg.dan fazla yağış düştü. Bu miktar, Cumhuriyet döneminde düzenli yağış istatistikleri tutulmaya başlanalıdan beri en yüksek değermiş. Torbalı’da, Gediz Ovası’nda, Söke Ovası’nda bütün tarımsal alanlar, sular altında… Cumaovası düzlüklerinde obruklar oluştu. Bütün bu yaşadıklarımız, olağanüstü bir iklimsel dönemden geçtiğimizi gösteriyor.



Belevi Gölü; hiç bu halde görmemiştik.

 
Sabah vakti; doğu ışığının altında Belevi Gölü

Belevi Gölü; öyle büyümüştü ki...

Torbalı-Selçuk-Tire üçgeninde birçok göl yeniden canlandı. Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında bir kampanya şeklinde sürdürülen sıtmayla savaş kapsamında kurutulan göllerin çoğu geri dönüyor gibi. Torbalı Ovası’ndaki Cellât Gölü, Karagöl, Sağlık ve Belevi gölleri bunların arasında yer alıyor. Sabahın erken saatlerinde üzerinden yükselen sis tabakasının büyüsü altındaki Cellât ve Belevi göllerinin yanından geçerken bu duruma tanıklık ettik.

  
Torbalı yolunda Cellat Gölü; akşam dönerken...

 Cellat Gölü

Kararsız hava koşulları nedeniyle bu aralar dağlarda uzun yürüyüşler yapamıyoruz. Bu nedenle Tire’ye yönelik farklı bir projenin hazırlıkları kapsamında şehrin çeperlerinde dolaştık. Salı Pazarı’nın yoğunluğu içinde dost ziyaretleri ve belli noktalara kısa uğramalar şeklinde geçen bir günün sonunda bir yazı için yeterli mesele birikmişti elimizde. Biz de onları yazdık.

 
Tire Arastası'nda...

Tire’de Sabah

Bugün Salı Pazarı var Tire’de… Bir kasabadan daha fazlası diyebileceğimiz bir hareketlilik, canlı bir sosyal ortam; yüzyıllardır devam ede gelen bir gelenek her Salı yeniden sahne alıyor Güme Dağı’nın eteklerinden ovaya doğru inen sokaklarda… Urgan Pazarı, İncir Pazarı, Portakal Pazarı, Tavuk Pazarı, Bedesten, Tahtakale gibi kesişme noktalarında, Güme Dağı’nın bereketini ovaya taşıyan köylüleri arıyor gözlerimiz. Belki baharın gelişiyle hareketlenecek ortalık; yeniden akacak sokaklara Aydın Dağları’nın Yörükleri… Her ne kadar ovada ve dağlarda Yörüklerin durumu pek de iyi görünmese de bugünlerde; yine bir şekilde silkinirler ve yavaş yavaş doğrularak çöktükleri yerlerden; yeniden başlarlar “uzun” yürüyüşlerine, dağlarda ve ovalarda…

  
Tire Çöplüce Hanı; şimdi çay bahçesi...

 
Çöplüce (Çöplen) Hanı'ndan bir köşe

 
Çöplüce Hanı tanıtım levhası

Sabahın erken saatlerinde Salı Pazarı’nın ele geçirdiği sokaklardan geçerek Alay Parkı’na doğru yürüdük. Güneş yükseldikçe sabah ayazının beli kırıldı. Yahudilerin Tire’ye bıraktığı kültürel mirasın unsurlarından birisi olan geleneksel Karambol oyununu oynayan ihtiyarlardan kimsecikler yoktu ortalıkta. Tire Müzesi’nin karşısındaki 19.yy.da Aydın Dağları’nın iki yüzünde merkezi yönetimin temsilcisi konumundaki Kırım kökenli Hacı Ali Paşa’nın Yanık Konak’ının yanından geçerek mazbut ve mütevazı yaşamların hikâyeleriyle yüklü Tire’nin sırtlarına doğru yürüdük.

 
Karambol oyunu tanıtım levhası

 
Altı Birlik Steli; Tire Müzesi avlusundan...

 
Bir mezar steli; Tire Müzesi; Roma Dönemi

 
Tire Müzesi; bir başka mezar steli; Roma Dönemi; İ.S. 3-4.yy.


Tire Müzesi; bir başka mezar steli; bir elinde başak bir elinde zeytin dalından zafer tacı ve kanatlanmış giderken...

Sırtlara doğru…

Tire Belediyesi’nin girişimleriyle yakın zamanlarda restorasyonu tamamlanan Yalınayak Hamamı ve Yalınayak Camii’ni geçip yukarılara; Yavan Çeşme’ye doğru ilerledikçe zamanın eski ve yorgun evleri dikilir karşınıza bir bir. Tasanın ve kıvancın birlikte paylaşıldığı; yokluk zamanlarının insanlarının bir birine yaslanarak ayakta durdukları; gerçek hoşgörünün sokaklarda kol gezdiği bir zamandır yaşanan.

 
Yavan Çeşme'ye doğru

 
Aynı sokağın biraz yukarılarında...

 
Yavan Çeşme Sokağı; arkada Güdük Minare

Bugün Harlak’ta, Hacı Kalfa’da ve Güme Dağı’nın eteklerinde başlayıp biten zeytinliklerin sınırını belirlediği Tire’nin çeperlerinde hangi kapıyı çalsanız, yorgun ihtiyarlar açar kapıyı sizlere. Bir ömrü Tire ovasındaki kendirin, tütünün peşinde eritip bitirmiş, türlü hastalıkların tükettikleri bu yorgun vücutlar, şimdi hayatın son demlerinde bir sefalet ikliminin pençesinde; rüzgâra kapılmış birer kuru yaprak misali yaşamın kıyıcığında oradan oraya savrulup durmaktadır.

  
Yavan Çeşme; bir unutulmaz mekan...

 
Çivit mavisi dış cephe badanası ile dikkat çeken bir ev 

 
 Sokağın dibinde bir yatır; arkada ovadaki Tire...

Zamanında taşı sıksa suyunu çıkaracak denli genç ve güçlü bu insanların şikayet ettiği duyulmamıştır. Kanaatkârdırlar; çocukları geçim derdinin peşinde; büyük şehre göçmüş, oralarda yaşama tutunma mücadelesinde kaybolup gitmişlerdir çoğu. Geride kalanlar ise; Tire’nin sırtlarında boşalan zamana yenik ve boş evler, onların eski sahipleri; hayatta kalan son ihtiyarlar ve gençlik günlerinde; her sabah Tire’nin sırtlarından ovaya doğru akarak Kesikbaş’ın kahvehanelerinde tütüne ve kendire amele arayan bir dayıbaşının kamyonuna doluştukları zamanlar; boğaz tokluğuna çalışıp asla doğru dürüst bir varidat elde edemeden türlü hastalıklarla boğuşma anları; bir film şeridi gibi akıp geçiyor kadınlı erkekli ihtiyarların gözlerinin önünden.

  
Harlak meydanı; ıpıssız...

 
Adı üstünde...

Bu boş küflü duvarlar; nemin çürüttüğü hayatlar terk ettikçe bu evleri; dağlılar gelip yerleşirler eski sahiplerinin mekânlarına. Güme’nin yükseklerindeki köylerden, çok uzaklardaki başka hikâyelerin içinden fırlayarak belki yeni bir umudu besleme sevdasıyla Tire’nin çeperlerine son katırlar, merkepler ve at arabalarıyla gelip birer birer mevzilenirler. Bu on yıllarca devam ede gelen bir sürecin sonunda; taşradaki bir kasabanın sırtlarındaki sosyal değişimin hikâyesidir aslında.

  
Harlak'ta ulu bir servinin dibinde yatar kurucu ata...

 
"Harlak" Dede

Denir ki; Tire, Güme’nin eteklerinde yedi ayrı tepenin üstüne kurulmuştur. İşte Harlak da, Tire’ye hâkim tepelerden belki de en güzellerinden birisidir. Adı üzerinde; harıl harıl akan su anlamına gelmektedir. Bu su, Bedri Bey Deresi yoluyla düze iner. Bir zamanlar Harlak meydanında çok büyük bir çınarın olduğunu yörenin sakinleri anlatıyor. Hatta çınarın beli o kadar büyümüş ki; bir vakit yolu kaplamış, o yoldan yüklü develer geçemez olmuş. Zamanla da çınarı kesmişler. Şu anda meydanda zamanın tanığı yaşlı kara servi ve altında ismini kimsenin bilmediği bir Horasan ereni yatmaktadır ve belki de mahallenin kurucu atasıdır o; kim bilir?

 
Servinin yaşı 700 yıldan az değil...
 
Sarıca Yusuf'da eski Tire evleri
(Ocak-2004)

Bugün aynı meydanda bir ıssızlık hâkim… Harlak’ın adını aldığı o gür su nerede şimdi? Bu meydanı şenlendiren o eski kalabalıklardan eser yok ortalıklarda. Dağın eteklerinde; aşağıdan yukarı doğru yükseldikçe manzara benzer bir tonda sürer gider. Daracık Arnavut kaldırımlarının üstü çoğu yerde asfaltla örtülmüş olsa da, halkın hafızasında saklıdır o sokaklar. Yağmuru bir sel gibi Güme’den aşağıya taşıyan dereler artık asfaltın altındaki dehlizlere çekilmiştir. Kıvrım kıvrım daracık sokaklarda; yüksek kapıların ardında yok olan yaşamların izinden giderken, tütün ve kendir hikâyeleri canlanır hatıralarda; dayıbaşının kamyonlara doldurduğu genç emekçiler, bir sel gibi Tire Ovası’ndaki tarlalara akarlar.

 
Dağ ile şehrin birleştiği çizgideyiz. En arkada karlı Bozdağ zirveleri...

 
Yukarıda zeytin sekileri...

Bu sırtlarda; Harlak’ta, Hacı Kalfa’nın altlarında yaşayan insanların 60-70 belki de 100 yıl önce bütün hayatlarıydı tütün ve kendir. Bir yanı geçim derdi; bir yanı tarlalarda tüketilen hayatın ve gençliğin ta kendisi…

Tütünün hikâyesi

Hasan Hoca çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki tütünün tohumdan balyaya girişine dek geçirdiği serüvenini şöyle anlatıyor:

“Tütün, Ocak ayında başlayan bir hikâyenin öznesidir aslında. Bu zahmetli ve yorucu sürecin en başında, önce yetiştirilecek fideleri örtmek için kullanılacak kepenkler hazırlanır evlerin bahçelerinde. 4 tane bilek kalınlığında ve yaklaşık 3 metre boyunda yabani kestaneden direk kesilir. Bu direkler birbirine çakılarak bir kare oluşturulur. Bunların çaprazına iki direk daha çekilir. Direklerin arasına gelecek şekilde çavdar sapları ve Küçük Menderes’in kıyısındaki sazlıklardan toplanmış kargı kuruları sıralanır. Tütün fidelerini Ocak ayazında soğuğa karşı korumak için örtü amacıyla yapılan kepenk kullanıma hazır hale gelmiştir artık.

Tütün fideleri için ızgaranın hazırlanması
(Kaynak:http://metingulesci.blogcu.com/tutun-fidelikleri-hazirlaniyor/11996769)

Sıra fidelerin yetiştirileceği ızgaradadır şimdi. Bu amaçla defalarca elekten geçirilmiş pişmiş hayvan gübresi ve kum karışımı, toprak yardımıyla 50-60 santim yerden yükseltilen ızgaranın üstüne serilir. Ardından tütün tohumları ızgaranın üstüne serpilir. Izgara güneş alacak şekilde konumlandırılmıştır. Yaklaşık 20 litrelik süzgülü bir teneke ile su havuzundan su alınıp, belli aralıklarla ızgara düzenli bir şekilde sulanır. Geceleri tütün fidelerini soğuğa ve dona karşı korumak amacıyla kepenkle ızgaranın üstü muntazam bir şekilde örtülür. Kepengin iç yüzeyine düzgün bir şekilde yerleştirilmiş çavdar ve kargı kuruları, hava yalıtımı sayesinde fideleri soğuğa karşı korur.

 
Ovada tütün kırma zamanları...
(Hasan Doğan Arşivi)

Mart ayının sonuna doğru olgunlaşan fidelerin ızgaradan seçilerek toplanması ve demet yapılması için ızgaraya basmamak ve fideleri ezmemek için onun üstüne bir anlamda köprü görevi görecek tahtadan sıralar hazırlanır. Bunların üzerinde dolaşarak olgunlaşan fideler seçilir, demet yapılır ve kelterlere dizilir.

Bu arada tütünün dikileceği tarlalar sürülmüş ve ekime hazır hale getirilmiştir. Tarlada çapayla yaklaşık 5 metre uzunluğunda arıklar açılır. Arıkların toplamına tütüncü dilinde salma denir. Tütün kazığı ile fide birlikte toprağa saplanarak tütün fidelerinin tarlaya dikim ve aktarım işleri tamamlanır.

Nisan ayı çapa zamanıdır. Çapa, çapa, çapa… Bitmek bilmeyen çapalama işlemleri Nisan-Mayıs aylarında devam eder. Mayıs sonu, Haziran başı gibi ovadaki tarlalara tütün kırmak amacıyla göçler başlar. Tarlalarda çardaklar kurulur. Olgunlaşan tütün yaprakları 4 kez kırılır. Dip kırması, ana kırma, uç altı kırması ve uç kırma…

 
Tütün kıran eller
(Hasan Doğan Arşivi) 

Tütün kırması, insanın birçok şeyden feragat ettiği zamanlara denk düşer. Tütün kırmak için gece 1’de, 2’de kalkılır. Bir demir çubuğun ucuna asılan lüks lambasının ışığında başlayarak, sabah 10’a kadar tütün yaprakları kırılır. Kırma işleminin başlaması için yaprakların hafifçe sararması gerekir. 

 
Tütün kırmada ana kırma aşaması
(Hasan Doğan Arşivi) 

Kırılan tütün yaprakları, dizi dizi kelterlere sıralanır. Dolan kelterler tarlanın kıyısındaki çardaklara taşınır. Çardakta tütün yaprakları iğnelere dizilir. Çardakta bir sağıcı vardır; 3-4 metre uzunluğunda bir kargının kalın tarafına kınnapın ucu sabitlenir. İğnenin bir ucunda kınnapın gireceği kadar bir delik vardır. Kınnap, dizilen tütün yapraklarının ağırlığı nedeniyle sarkma yapmaması için, birkaç yerden kargıya sabitlenir.

 
 Kırılan tütün yaprakları kelterlere yerleştiriliyor.
(Hasan Doğan Arşivi)

Bir eğik düzlem oluşturacak şekilde yere çakılan farklı boydaki kazıklar yardımıyla oluşturulan kırmandala; dizi dizi tütün kargıları, kuruması için asılır. Tütün askıları, yaklaşık olarak 5-10 gün güneşte kurumaya bırakılır. Eylül sonu gibi çardaktan güneşte kurutulmuş tütün kargılarıyla birlikte evlere dönülür. Tohuma dönmüş düzgün fidanlardan tohum keseleri kesilerek bir sonraki döneme hazırlık yapılır.

 
 Kırmandala atılmış tütün askıları
(Kaynak:https://mapio.net/pic/p-24829244/) 

Eylül-Ekim aylarında; kargılardan boşaltılan tütünün kalıp makinaları aracılığıyla kalıplara yerleştirilip sıkıştırılması işlemleri yapılır. Tütün yaprakları kalıba yerleştirilirken bozuk ya da hastalıklı yaprakların ayrılması işlemleri de gerçekleştirilir. Kalıbın altına serilen bir çuval bezinin üstüne yerleştirilen tütün yaprakları bir pres yardımıyla sıkıştırılır. Kalıba yerleştirilen yaprakların üstü çuval bezinin kalan kısmı ile kapatılarak ağzı dikilir. Artık; tütün, balya haline gelmiştir.

 
Tütün yapraklarını kalıplamak için kullanılan kalıp kutusu
(Hasan Doğan Arşivi)

 
Tütün balyaları
(Hasan Doğan Arşivi) 

Bundan sonra sırada tütün eksperinin yolunun gözlenmesi vardır. Kasım-Aralık ayları tütün eksperinin ve tüccarların bekleyişi ile geçer. Eksper, tütünün kalitesini belirler. Şubat ayında tütün piyasası açılır; baş fiyat belirlenir. Sonra her şey yeniden başlar. Yeni dönem için tütün fideleri tavalara ekilmiştir bile… Ama tütüncünün hayatı, durmak bilmez bir mücadeleyle sürüp gider.

Bu öyle yoğun bir koşturmacaydı ki; rahmetli babam Bekir Doğan, tütün peşinde koşturduğu yıllarda; Şubat ayında ayakkabısını, çorabını fırlatıp atardı ayağından. Genç kızların, erkeklerin, anaların ve babaların uykusuz geçen gecelerinin adı idi tütün. Gençlerin hülyalarını süslerdi tütün. Nişan mı, sünnet mi, düğün mü yapacaksın; hepsi tütün parasına…

Eskiden kredi mi vardı? Tütün parasına borç alırdın. Senet mi vardı eskiden? Tütün parasına çeyiz alırdın. Eskiden konfeksiyon yoktu. Tütün parasına diktirirdin çocuğuna pantolon, kendine takım elbise…

Düğün diyor karşı taraf; ev diyor, beş tane beşi bir yerde diyor. Sıkma canını hanım; tütün parasına hallederiz.

İşte o günlerde kıt kanaat geçinilen, umutla yüklü, ama yine de daha mutlu bir yaşam vardı. Daha “tüfek” icat olmamış ve mertlik bozulmamıştı.”

Gelelim kendirin hikâyesine;

Kendirin hikâyesi

Rutubetli toprağı seven kendir, Tire’de Mart aylarında ekilmekteydi. Sulandığı takdirde kısa zamanda uzamakta ve bir dekar yerden ortalama 40-50 çeyrek kendir elde edilmekteydi. Yapım aşamasında ise 50 kg.lık kuru kendir, lifin kolaylıkla çıkarılması amacıyla suda bekletilirdi. Suya girince 100 kg su ve 30 kg kum aldığı için bir çeyrek kendir 180 kilogramı bulurdu. Sulanmasıyla birlikte ağırlığı artan kendiri sudan çıkarıp kaldırmak zorlaştığı için buna bir çözüm aranmış ve Tire’nin eski kendircilerinden Kahveci İsmail ile Cevizli Ali Usta, bu bağları yarı yarıya bölmeye karar vermişlerdi. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nda kendircilerin askere gitmesi nedeniyle kendir işlerini yürütmek zorunda kalan kadın ve çocuklar, ağırlığı nedeniyle yarım bağı kaldıramamışlar ve ikiye bölme yoluna gitmişlerdi. Büyük bağın dörtte birine çeyrek denilmiş ve bir çeyrek kendir bağından 3-4 kg kendir lifi, bir dekar yerden ise ortalama 150 kg kendir tohumu elde edilmişti.

 
Tire sırtlarından ovaya bakış

Emirgan sokağından Tire'nin görünümü

 
Kendirlerin Küçük Menderes'ten Tire'ye develerle taşınışı; bir Seha Gidel tablosu
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)

Üretiminin ardından, Küçük Menderes ırmağında dinlendirilen kendirler, sonrasında da develerle kente taşınmakta ve liflerin ayrılması için bırakılmaktaydı. İşte bu işlerin hepsi Yavan Çeşme’nin yukarılarına doğru tırmanan daracık sokaklarda ve Tire’nin sırtlarındaki yukarı mahallelerde gerçekleştirilirdi. Kendir liflerinin ayrılması işlemi, dokuma tezgâhlarının gerekliliğini ortaya çıkarmıştı. Bu sayede, kendir üretimine bağlı olarak çeşitli iş kolları ortaya çıkmış ve Tire halkına yeni iş olanakları sağlanmıştı. Tire halkının önemli bir bölümü; uzun yıllar boyunca ekim, dinlendirme, kendir soyumu ve işleme gibi çeşitli uğraşlarla geçimini temin etmişti. Nitekim Urgancılar Çarşısı’nın ortaya çıkışı da bu gelişmelerin bir sonucuydu.(1)

Tire Kent Müzesi'nde bir urgan atölyesi canlandırması
(Hasan Doğan Arşivi)

 
Farklı kalınlıklarda urganlar; Tire Kent Müzesi
(Hasan Doğan Arşivi)

Tire’de urgancılık tarihten günümüze dek önemli bir uğraş alanı idi. Sağlamlığı ve beyazlığıyla Anadolu’da ün kazanan Tire urganı, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethederken Tireli ustaların ördüğü urganlarla gemilerini Haliç’e çektirdiği tarihi kaynaklarda belirtilmektedir. Ustabaşılarının hileli urgan yapanları cezalandırdıkları, hatta meslekten men ettikleri de bilinmektedir. Tire’deki Gucur Camii Temettuat Defterleri’nde caminin imamı olan Çırçıroğlu Hafız İbrahim bin İbrahim’in imamlık görevinin yanında urgancılık yaptığı yer almaktadır. Son yıllarda modern teknolojiler kullanılarak urganların makinalarda üretilmeye başlanması, elbette her yerde olduğu gibi Tire’de de geleneksel yöntemlerle urgancılığın ve bu işi yapan eski ustaların giderek ortalıktan kaybolmasına neden olmaktadır.(2)

 
Kendir liflerinden "ile"ye; urgan çarklarında...
(Hasan Doğan Arşivi) 

Hasan Hoca anlatıyor:

“Kendirin serüveni aslında tarlada biçilmesiyle başlar. Biçilen kendirler, Menderes’te ilimana yatırılır. İliman dedikleri, Küçük Menderes ırmağının hemen kıyısında; suyun önünün toprakla kesilerek oluşturulan küçük havuzcuklardır. Kendirler, Küçük Menderes’in suyunun içinde iyice “pişer”. Kendirin kabuğu diyebileceğimiz mahlaç, bu şekilde kendini bırakır ve kolayca kendirin özünden sıyrılarak ayrılır.

 
Bir Seha Gidel tablosu daha; kendir liflerinin çarklarda döndürülerek sicime dönüştürülmesi
(Fotoğraf: Ahmet Tamer)

Tire sırtlarındaki avlulu evlerin bahçelerinde soyulan mahlaçlar, önce ıskatta bütün tozun pisin ayrışacağı bir şekilde uzun süre sopa ile dövülür. Iskat, mahlaçların dövme işleminin gerçekleştirilmesi için duvara asıldığı bir tür düzenektir. Ama bu dövme işlemi mahlaçları döven kişi için bayağı çileli bir uğraştır; mahlaçların üzerine sinmiş bütün toz ve döküntü insanın üzerine sıvışır. Bu işin sonu, Eski Yeni Hamamı’nda biter.

 
Mahlaçların tarandığı taraklar; Tire Kent Müzesi
(Hasan Doğan Arşivi)

Bundan sonra mahlaçların taraklarda taranması işlemine sıra gelir. Tarama işlemi, ana tahtaya sabitlenmiş sivri demir uçlu demir taraklarla gerçekleştirilir. Mahlaç lifleri, taraktan geçirilerek özü ve tarantısı birbirinden ayrılır. Daha sonra liflere gıvram verilir; yani sabun kullanılarak lifler parlatılır. Özden dımışkı ve kınnap elde edilir. Bunun için kendir lifleri, çarklarda döndürülerek sicime dönüştürülür. Tarantıdan ise ile edilir. 12 ileden bir urgan yapılır.

 
Urgan çarkı; Tire Kent Müzesi
(Hasan Doğan Arşivi)

 
 Urgan yapımında kullanılan düzenekler; Tire Kent Müzesi
(Hasan Doğan Arşivi)

İmalatı tamamlanan urganların bundan sonra gideceği yer, Salı günleri kurulan Tire Pazarı’ndaki Urgan Pazarı olurdu. Kasapların Urgan Pazarı’na sabah erkenden uğramaları pazarın nasıl geçeceği yönünde bir işaret olarak kabul edilirdi.”

Harlak'ın yukarılarından Tire'ye panoromik bir bakış

 
Dağla Tire'nin buluştuğu patikalar

Harlak’ın daracık Arnavut kaldırımlarından süzülerek ovaya doğru inmek, insanı yüzlerce yıl gerilere götürür. Aşağıya doğru daracık koridorlardan ilerlediğinizde Tire’nin eski Belediye Binası, Askerlik Şubesi, Güdük Minaresi, eski hayatlı evleri ve renk cümbüşü ile karşılaşırsınız. Güdük Minare; diğer adıyla Kara Hayrettin Camii ve dibindeki tarihi çeşmesi, sanki yıllara meydan okurcasına durmaktadır. Caminin çapraz karşısında Giritli Ahmet Evi, mimari özellikleri ile hemen dikkati çeker. Bir vakitler Güme Dağı’nın suları evden eve künk kanallarla taşınırmış. Her evin bahçesinde kayrak taşlar, kenarlarda da rengârenk sümbüller, laleler, kara Fatmalar, ıldır şahiler, özellikle de şimşir ağaçları yer alırmış. Şimşir; geç büyümesi, daima yeşil kalması ve sert odunu ile tanınan ve yemek kültürü malzemesi olarak (tahta kaşık yapımında) kullanılan önemli bir ağaçtır.

 
Eski Askerlik Şubesi
(Kasım-2006)

 
Karahasan Camisi karşısındaki Adalı Halil Evi
(Kasım-2006)

 
Eski Yeni Hamam'dan Kaziroğlu Camisi'ne doğru..
(Kasım-2006)

 
Zeybek Hoca Evi
(Kasım-2006)

 
Zeybek Hoca Evi'nin köşe detayı
(Kasım-2006)

Tireli, çiçeği ve ağacı çok sever. Evin bahçeleri bahar aylarında oturulan, dinlenilen mekânlardır. Asma, erik, yenidünya evlerde mutlaka yetiştirilen meyvelerdir. Evlerin dış duvarlarının renkleri genelde sarı, altta kırmızı kuşak, iç duvarlarda ise çivit mavi olarak izlenmektedir. Bu renkler ise; gökyüzü, güneş ve ateşi anımsatır. Bir anlamda; Orta Asya’dan taşınan Türklerin kadim inançları, evlerin boyasına kadar yansımıştır.

 
Hacı Kalfa'ya uzanan  Emirgan Sokağı

 
Bizi Tire'nin sınırlarına taşır bu dar geçitler...

Güme’ye doğru en yukarılarda zeytinlikler başlar. Daracık geçitlerden ulaşılan Hacı Kalfa düzlemi, Tire’ye hâkim bir mevkidir. 13.yy.da Batı Anadolu’ya yönelen Türkmenlerin büyük göçü sırasında bu topraklara erişen kurucu atalar, bu sırtları kendilerine yurt edinirken arkalarında sonsuz bir hatıra bıraktılar. Bugün Tire’nin sırtlarını bir yay gibi çeviren bir dizi ata mezarı, bugün bu topraklarda yaşayan torunlara köklerini hatırlatan birer delil gibidirler.

 
Hacı Kalfa yolunda bir başka isimsiz ata mezarı

 
Mezarın  çevresindeki İlkçağ'dan kalma sütun parçaları

 
Hacı Kalfa düzlemi

Tire’nin sırtlarındaki bu sembol ata mezarlarından biri de Hacı Kalfa’dır. Bugün ulu bir servinin dibinde yatmakta olan Hacı Kalfa’nın bulunduğu sekinin dağa bakan yüzünde oldukça geniş bir hafriyatın izleri; bu düzlemin hemen altından başlayarak, neredeyse Güdük Minare’nin kotlarına ulaşan boyutta geniş bir alana yayılmış ve yarım kalmış beton teraslar; Hacı Kalfa’nın Tire halkının hafızasına kazınmış hatırası ile pek de bağdaşmamaktadır.

 
Tire'ye yükseklerden bakan Hacı Kalfa'nın bir ulu servi dibindeki mezarı

 
Hacı Kalfa; çınarlar ve Tire'ye bakış 

Hacı Kalfa ile ilgili olarak Tire’de anlatılan söylence ise şu şekildedir:

“Hacı Kalfa, Tire’de eski zamanlarda ustasıyla birlikte ayakkabı tamirciliği yapmaktadır. Günlerden bir gün ustaya rüyasında, aksakallı bir dede hacca gitmesini salık verir. Usta, bu rüya üzerine de hac hazırlıklarına başlar ve karısına “kalfamızı aç ve açıkta bırakma”, kalfaya da “yengeni annen gibi bil ve onu koru, sana emanet ediyorum” der ve altı ay sürecek hac yolculuğuna çıkar. Evin kadını, her gün kalfasına en güzel yemekleri hazırlar. Bunlardan birisi de yaprak sarmasıdır. Yemeği yiyen kalfa, dükkânına giderken yengesine aynı yemekten bir sahan da yanına koymasını ister. Yenge soramaz, ama şöyle düşünür: “kalfa ya doymadan kalktı veya gece acıkıyor.” Gel zaman git zaman; bu olay, altı ay boyunca devam eder. Ustamız, hac vazifesinden döner. Hep beraber deveden yüklerini indirirken, onlarca sahan yere düşmesin mi? O zaman evin hanımı konuyu anlar ve hiç sesini çıkarmaz. Bizim kalfamız da o anda hacı olur.”

 
Nereye çıkar bu merdivenler?

 
İşte bu dar geçide...

Bugün Tire’nin çeperlerinde dolaşırken bir gözlemimiz de şu; son yıllarda emekli olup yeniden Tire’ye dönen bu toprağın çocukları, sırtlarda ovaya nazır eski evleri alıp restore ederek bu sırtlara yeni bir nefes vermeye başlamışlar. Bunu iyi niyetli bir girişim olarak değerlendirmek mümkün. Giderek ovayı ele geçiren kötü örnekleri düşünün; buraların da betona ve yüksek binalara boğulduğunu. İyi ki öyle değil; iyi ki hala kasabanın sırtlarında Güme Dağı ile kurulan organik bir ilişki mevcut Tire’de…

Tire'nin çeperlerinde...

En çok hoşumuza giden ise; sırttaki zeytinliklerin hemen dibinden Hacı Kalfa’ya doğru uzanan ve kısmen Arnavut kaldırımları ile kaplı sevimli bir patikadan (Emirgan sokağı) yürümek, bazen bulunduğumuz düzlemden aşağılara doğru başımıza uzatarak; Tire’nin batıdan doğuya doğru uzanan geleneksel mimarisine göz atmak ve bir öğle vakti, ansızın pek az yerde tanıklık edebileceğimiz; onlarca camiden yükselen ilahi bir ezgi gibi öğle ezanını dinlemek…

 
Güme eteklerinde yorgun damlar...

Zaman her şeyi öğütür; bugün Tire’nin çeperlerinde dolaşırken tanıklık edip hatırladığımız gibi. Bu taşra kasabasında modernleşme rüzgârlarıyla tüm ülkede olduğu gibi çok şey değişti artık. Ama iyi, ama kötü; şu bir gerçek ki; akıllarda kalan eski hatıralar, tüm çekilen çilelere, olanaksızlıklara rağmen yine de güzeldi. Hatırlandığı zaman bir buruk tat bırakıp kaybolup gidercesine… Bütün yaşananların ardında bıraktığı tortu ise, Tire’nin sırtlarında dolaşan bir sefalet iklimidir.

Dipnotlar:
(1)     Zeynep Türkyılmaz; Cumhuriyet Döneminde Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Yönleriyle Tire (1923-1938); Tire Belediyesi Kültür Yayınları-No:23; Basım Tarihi: Aralık-2018; 3.Bölüm; Tire’nin İktisadi Yapısı; sayfa: 54
(2)    Antik Dönemde Urgancılık ve Tire; Doç Dr. Aynur Civelek; Adnan Menderes Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, AYDIN; Uluslar arası Küçük Menderes Araştırmaları ve Tire Tarihi Sempozyumu Bildirileri; Cilt-1; 2018; sayfa: 171-173
(3)    Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC