25 Kasım 2018 Pazar

TİRE BAŞKÖY VADİSİ’NDE DOLAŞIRKEN...

Eskiden insanoğlu bu dünyada
Dertlerden, kaygılardan uzak yaşardı,
Bilmezdi ölüm getiren hastalıkları.
Pandora açınca kutunun kapağını,
Dağıttı insanlara acıları dertleri.
Bir tek umut kaldı dışarı çıkmadık
Kapağı açılan dert kutusundan.(1)

 15 Kasım 2018
İbrahim Fidanoğlu

Giriş

Yaşadığımız topraklarda 2500 yıl önce hayat süren filozof ruhlu bir ozan vardı: Kyme’li Hesiodosİşler ve Günler isimli manzum eserinde çağına göre iyi bir çiftçi ve iyi bir insan olabilmek için verdiği öğütlerin bir yerinde şöyle sesleniyordu insanoğluna:

“İnsanlar kötülüğe yığınla akın eder; ona kolayca ulaşırlar, yolu düzdür, yeri yakındır; ama iyiliğin önüne tanrılar alın terini koymuşlardır, ona varan yol uzun ve diktir.”

 
Tire-Başköy Vadisi

Bu söz 2500 yıl önce söylenmiş olsa da bugün de geçerliliğini koruyan evrensel bir düsturdur bize göre. Yaşam kalitesini artırmak gibi sözleri çok duymuşuzdur günümüzde. Bir yığın teori, bir yığın söz ve standart davranışı öne çıkaran bir dizi yaklaşım… Bütün bunların ötesinde her şeyden önemlisi, yine bize göre, belli bir doğru ahlak perspektifinde; iyiye, daha iyiye ulaşması ve Mevlana’ya atfedilen bir sözde olduğu gibi Tanrı’nın tamamlanmamış bir projesi olarak formüle edilmiş insanın; iyi ve kötü yönlerinden hangisini besleyip büyüteceğine karar vermesinin gerektiğidir. Elbette bunun için tüm toplumların belli bir altyapıya ihtiyacı vardır; ama bundan daha fazlası için insanın kendisinin de ortaya koyacağı bir çaba söz konusu olmalıdır.

  
Tire Başköylü kabak kemane ustası İrfan Alkur; bir "iyilik" ustası

Bu iyilik üretme sürecine bir insan nasıl ve neden girer? Esas soru budur. Dinler ve toplumlar tarihinde bunun yığınlarca örneği; iyinin kötüyle ise sonsuz savaşımı var. Sadece ekonomik ve teknolojik alt yapının iyileştirilmesi, insanlığa asla ebedi huzur ve mutluluğu getirmeyecektir. Temel dönüşüm, bu maddi dünyadaki bütün iyileştirmelere paralel olarak eşlik edecek bilinçlerdeki “iyi”ye doğru dönüşümlerdir. 21.yy.daki insanın ihtiyacı olan sınırlarüstü bir yeni “hümanizma” tanımına ihtiyaç var belki de. Elbette ekonomik ve teknolojik gelişme düzeyine denk düşen ve özellikle de ondan güç alan bir bilinç dönüşümünden söz ediyoruz. Hem ona uygun, hem de insanın doğasına uygun bir yeni ahlak anlayışının tesisine yönelik bir bilinç dönüşümü…

 
Dağa Kaçtım gezginleri, kabak kemane ustası İrfan Alkur'un mekanında; günün iyilik tarafında...

Bugün Aydın Dağları’nın sonbaharın renklerine boyanmış vadilerinden birinde; Başköy civarında dolaşırken yaşadığımız tesadüfler, bize bunları düşündürttü biraz da. Bir iyi, bir de kötü tesadüf… İşte bir günün hikâyesi…

 
Tire'de sabahın erken vakti; Gençler Kahvehanesi'nde Atatürk köşesi; bir Anadolu kasabasındaki halkın kendiliğinden kurtarıcısına duyduğu sevginin ifadesi...

 
Vakit sabah; Tire İstasyonu...

Sabah erkenden yine koyulduk yollara. Bugün hedefimizde Tireli dostlarla birlikte daha önceki yıllarda dağın kuzey yamaçlarından ulaştığımız Pers Satrapı Gamersos’un bir gözetleme kalesinin(2) bulunduğu Fesattepe’ye bu kez güney yamaçlarında yer alan Yemişler köyünden ulaşmaktı. Tire’de bir sabahçı kahvehanesindeki mükellef kahvaltıdan sonra, Kral Yolu’nu takiben Başköy Vadisi’ne yöneldik.


Başköy köy düğünü
(Nisan 2007)


Başköy meydanında köy düğünü; meydan dumandan görünmüyor, 8 zurna 3 davul köyü inletiyor.
 (Nisan 2007)

Yıllar önce Hasan Hocalarla birlikte katıldığımız bir köy düğününden hatırladığımız Başköy, aslında Tire’nin merkeze en uzak köylerinden biri ve bizim bundan sonra Başköy Vadisi olarak anacağımız; bugünlerde sonbaharın bütün renkleriyle boyanmış bu güzelim vadinin derinliklerinde yer alıyor. Bir dönem Türkmenlerin Batı Anadolu’da sonlanan büyük göçünün hatırasını anan eski bir Türk boyunun ismi Uzgur ile anılan köyün adı, daha sonraki yıllarda yörede görev yapan bir kaymakam tarafından vadideki önemine ve büyüklüğüne atfen Başköy olarak değiştirilmiş. Başköy’den sonra, vadide Tire yönünde ilerlerken; Ortaköy ve Yemişler köyü üzerinden Aydın Dağları’nın kuzey yüzüne doğru Çukurköy ve Kaplan’a ulaşmak mümkün... Uzun ve virajlı dağ yollarından ilerleyerek bu pastoral vadinin güzelliklerini doya doya seyretmek, ayrı bir keyif doğrusu.

 
Yemişler köyü; meydanda Dağa Kaçtım gezginleri, köylüyle konuşuyor.

Köye girerken, ceviz ve incir tarımının öne çıktığı Başköy’ün girişinde asılı “Jeotermal’e Hayır” pankartı dikkatimizi çekiyor. Aydın civarında son yıllarda yoğun bir şekilde devreye alınan jeotermal enerji santrallerinin bölgedeki en önemli tarımsal ürünlerden olan incir üretimini olumsuz olarak etkilediğine dair basında son yıllarda yaygın haberler yayımlanıyor. Büyük Menderes Grabeni’nin sıcak su çıkışına izin veren fay kırıklarının bulunduğu bölgelerde; Mursallı civarından başlayıp Denizli’nin Sarayköy ilçesine dek uzanan geniş bir alanda bu jeotermal enerji santrallerine rastlamak mümkün. Biz son tüketiciler olarak; bu santrallerin olumsuz etkisini, ovadaki incir rekoltesinin özellikle son yıllarda eskiye göre düşük bir düzeyde seyretmesi ve bu durumun incir fiyatlarına yansımasıyla hissediyoruz. Özetle; kaliteli incir bulmak, yıldan yıla giderek zorlaşıyor. Bu yıl iyi kalite inciri, pazarda 40 liradan aşağı bulmak pek mümkün değil.

 
Köyün meydanında yer alan ve bir vadiye doğru bakan konumdaki Atatürk büstü

Ovadaki düşen incir rekoltesi, bu anlamda dağ köylerindeki incir tarımını öne çıkarıyor. Ama bugün anladık ki, jeotermalciler boş durmuyor; ovada yaptıklarını, dağlarda deniyorlar. Bir yandan şuursuzca kurulan rüzgâr elektrik santralleri, diğer yanda ise yer altındaki enerjiye sahip olma derdindeki jeotermal santraller; özetle söylemek gerekirse, ne yazık ki Aydın Dağları da ülkenin diğer bölgelerinde olduğu gibi temiz enerji maskesi altında iki ateş arasında kalmış durumda ve bundan en çok muzdarip olacak olanlar da yine bu toprağın, bu dağ köylerinin insanları…

 
Gezginler, tamamlayamadıkları Fesattepe yürüyüşünün başında; en arkada Fesattepe...

Kötünün hikâyesi

Sabah 10.30 gibi Başköy üzerinden dağa doğru tırmanan bir asfalt yoldan önce Ortaköy’e, daha sonra da Yemişler köyüne ulaştık. Köy sessiz ve sakindi. Köyün meydanı diyebileceğimiz ve Atatürk büstünün de bulunduğu alanda birkaç köylü vardı. Bir tanesi ile selamlaşıp konuştuk. Fesattepe’ye çıkış için kolay bir patika sorduk; yürüyüş için köye geldiğimizi söyledik. Adam, sorgulayan bakışlarla ve biraz da gönülsüzce sorularımıza cevap verdi. Vedalaşıp ayrıldık ve köylünün gösterdiği patikayı takip ederek, incir bahçeleri içinden yürümeye başladık.

 
Fesattepe'ye doğru...

 
İncirlerin ardında Yemişler köyü

Tam karşımızda kireç taşından dev bir başlığı andıran kayalıkla taçlandırılmış Fesattepe, bütün görkemiyle durmaktaydı. Aydın Dağları’nın iki yakasındaki Büyük Menderes ve Küçük Menderes ovalarına hâkim bir noktada yer alan bu tepenin; vakti zamanında (İ.Ö. 5. yüzyılda) neden Pers Satrapı Gamersos tarafından bir gözetleme kalesi için mekân seçildiği, bulunduğumuz noktadan dağa doğru bakıldığında bizim için daha anlaşılırdı. Yaklaşık yarım saat kadar yürüdük. Yürüdükçe incir ağaçlarının arkasında kalan aşağılardaki Yemişler köyü ve sol yanımızdaki dere yatağı bizden uzaklaştı. Doğu yönünde ise; köyün üstünden dolanarak dağ geçidine doğru ilerleyen ve Tire’ye giden karayolunu seçebiliyorduk.

 
Fesattepe yolunda incir bahçeleri

 
Bir eski bağ evinden kalan...

 
Fesattepe, bize bir incir ağacının ardından göz kırpıyor.

Bu sırada arkamızdan yetişen bir motosikletli köylü, köy muhtarının bizim yürüyüş yapmamızı istemediğini ve dağdan inmemiz gerektiğini söyledi. Doğrusu ilk anda anlam veremedik. Yaklaşık 10 yıldır İzmir ve çevresindeki dağlarda doğa yürüyüşleri yapan bizler için bu davranış anlaşılır gibi değildi. Köylüye doğa dostu kişiler olduğumuzu, dağ yürüyüşü yaptığımızı ve yürüdüğümüz patikayı takip ederek karşımızda duran Fesattepe’ye çıkmayı amaçladığımızı söyledik ve bunları muhtara iletmesini istedik. Motosikletli delikanlı yanımızdan ayrıldı ve yeniden köye döndü. Bizim ise canımız fena halde sıkılmıştı; özellikle de Tire’de bizi konuk eden Hasan Hoca’nın. Umursamayarak, yeniden yürümeye devam ettik.

 
Ardımızda bıraktığımız Yemişler köyü ve Çukurköy üzerinden Tire'ye giden karayolu

Bir süre sonra karşıdan; dağdaki bahçesinden traktörüyle birlikte gelmekte olan bir başka köylü göründü. Bizim yanımıza gelince traktörünü durdurdu. Selamlaştık; hatırını sorduk. Bir süre ayaküstü kendisi ile sohbet ettik. Traktörlü köylüye de Fesattepe’ye doğru yürümekte olduğumuzu anlattık. Tam o sırada köylünün telefonu çaldı. Köylünün konuşmasından anladık ki; konu bizdik. Muhtar, bağırış çığırış içinde; bizim aşağıya, köye inmemizi istiyordu; hatta emrediyordu. Bizi Tire’ye davet eden dostumuz Hasan Hoca, bu duruma alabildiğine içerledi ve köylüden telefonu kendisine vermesini istedi. Telefonu alır almaz daha kendisini tanıtmaya fırsat kalmadan, köyün muhtarı Hasan Hoca’ya, ağzına ne gelirse saydırmaya başladı. Türk konukseverliğinden nasibini almamış bu adam, bize aşağıya inmemizi emrediyor ve aksi takdirde kolluk kuvvetlerini üzerimize göndereceğini söyleyerek biz; doğa dostu yürüyüşçüleri bir anlamda tehdit ediyordu. Konuşmadan anlaşıldığı kadarıyla kendisi köyde değildi ve bir yakınının cenazesi için Kireli köyüne gitmişti. Bizim dağa doğru yürüdüğümüzü gören işgüzar köylülerden birinin, ona; cansiperane görev bilinci(!) içinde haber uçurması sonucunda, ne yazık ki; oradan bize telefonla erişerek tadımızı kaçırmayı becermişti. Telefonda nasıl konuşulacağını dahi bilmeyecek denli kaba ve usul adap bilmeyen bu kişi, sonuç olarak; güzelim incir diyarında bir çuval inciri berbat etmişti maalesef.

 
Sıram sıra; sıra dağlar, oy güzelim dağlar...

Canımız sıkıldı; yürüyelim dedik, biraz ilerledik; ama bizden ayrılan köylü de huzursuzlandı. Anladığımız kadarıyla aşağıda da muhtar ile irtibat halinde başkaları vardı. Günün bütünüyle berbat olmaması adına, köye geri dönmeye kara verdik. Köy meydanındaki gençlerle konuşmamız sonucunda anladık ki, köylüler bizi Başköy civarında enerji santralleri için keşif yapan jeotermalcilere benzetmişlerdi. Gösterdikleri anlam veremediğimiz tepkinin nedeni buydu. Ovada incir ağaçlarının uğradığı yıkıma benzer bir sonucun, kendi başlarına da gelmesini istemiyorlardı. Aslında yaptıkları, bir şekilde kendi hayatlarını savunmak ve ona yönelik potansiyel tehditlere karşı çıkmaktı. Ancak ne yazık ki, uyguladıkları yöntemlerle, nereye saldıracaklarını bilemeyen kızgın boğalar gibiydiler. Bu gidişle en büyük zarara uğrayacak olanlar, yine kendileri olacaktı. Hele hele kendilerini göstere göstere köye gelen, amaçlarını medeni bir şekilde meydanda gördükleri köylüye izah eden bu doğasever insanlara karşı takındıkları tutum, hiç de dostça ve Türk konukseverliğine yakışır nitelikte değildi. Ama ulus olarak; haslet diye öğündüğümüz neyimiz kalmıştı ki bugün? Erozyona uğramış topraklar gibi, bütün iyi özelliklerimizi de alıp sürüklemişti ahir zaman. Haklıyken haksız çıkma uğruna takındığımız yanlış tutumlar, tanımadan bilmeden köye gelen konuklara düşmanca davranışlar affedilir şeyler değildi. Hele o muhtar!

 
Yemişler sırtlarından Yemişler köyü ve Başköy Vadisi'ne bakış

Elbette keyfimiz kaçmıştı. Yemişler köyünden; düşünceli, biraz kızgın ama hüzünle ayrıldık; insanımızın düştüğü çaresiz duruma acıyarak… Günün kalan kısmında Başköy’ün girişindeki bir başka hikâyenin içine girmek üzereydik sanki. Yaptıkları ve yapacaklarıyla kendi çapında iyi insan olmanın mücadelesini veren Başköylü kabak kemane ustası ve sanatçısı İrfan Alkur’un dünyasına…

 
Başköy Vadisi

İyinin hikâyesi

Başköy’e 2,5 km uzaklıkta; çınar, ceviz ve incir ağaçlarıyla kaplı vadinin bir yakasında kurulu İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi, Uzgur isminde saklı kadim bir geçmişin günümüzde vücut bulmuş kutlu bir mirası gibiydi. Öğleye doğru kahverengiden sarıya, farklı tonlarda sonbaharın renkleriyle kaplı, güzelim vadideki mekâna ulaştığımızda; İrfan Alkur, bize ileriki saatlerde gözleri parlayarak anlatacağı en güzel eseri; kültür ve sanat evini genişletme çalışmaları için, ustalarla birlikte Başköy asfaltının üstündeki yamaçta çalışmaktaydı. El emeği, göz nuru bir güzel eser, adı gibi irfan dolu bir insanın çabalarıyla ayağa kaldırılmış; karşımızda durmaktaydı. Biraz sonra keyifle onun bütün hücrelerine nüfuz ettik.

 
Başköy yakınlarında İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi

 
Gezginlerin İrfan Alkur'un evinde ağırlanışı; Yemişler köyüne ve köylülerine ithaf olunur.
 
Başköy Vadisi

Ama İrfan Alkur, ilk önce Yemişler köyünde görmediğimiz bir şekilde; geleneksel Türk konukseverliğine uygun olarak önce bizi karşıladı ve yolun vadi tarafında yaşam mekânı olarak kullandığı evinin avlusuna dostça davet etti. Avlunun giriş kapısının tam karşısında yer alan ve vadiye doğru uzanan balkon seki, üstümüzdeki kızarmış yapraklarıyla çardağı saran sarmaşıklar, her yana asılı; kabak kemanenin en önemli hammaddesi su kabakları; etrafımızdaki kasımpatlarıyla kaplı çiçek tarhları, masada kendi ürünleri olan ve evin hanımı tarafından kırılıp hazırlanmış ceviz ve incir tabakları; bulunduğumuz mekânla anlamdaşlığı ifade eden bir bütünsellik içinde kavradı bizi.

 
İrfan Alkur, en güzel eseriyle; Başköy Vadisi'ne karşı...

İrfan Alkur, bu toprağın insanı… Şimdilerde 62 yaşında. Başköy’de doğmuş ve bu dağlarda ve vadilerde koyunlarının peşinde koşturarak büyümüş. Köyün geleneğinde müziğin hep önemli bir yeri olmuş. Bu geleneğin köklerinin Orta Asya’dan buralara getirilen kabak kemane sazında olduğu gibi çok derinlerde olduğu anlaşılıyor. Köy o kadar eski bir yerleşim ki; konuşmamız sırasında İrfan Alkur, vadinin karşı yakasına düşen bir yönde; yörede Kureyş Mezarlığı adıyla anılan eski bir mezarlıktan söz ediyor. Ne yazık ki; zaman içinde bölgede yürütülen hafriyat çalışmaları sırasında, mezarlık harap olmuş ve İrfan Bey’in aktardığına göre de; günümüzde mezarlığa dair toprak üstünde bir şey görmek mümkün değil artık.

 
İrfan Alkur'un yaşam mekanından vadinin güzelliği

İrfan Alkur daha çocukken, sesinin güzelliği hemen fark edilmiş. 70li-80li yıllara dek Başköy’deki köy kahvehanelerinde geceleri insanlar, şarkılar türküler söyleyip eğlenirlermiş. O yıllar, henüz tüketim toplumu haline gelmediğimiz yıllardır. Başköy’de bu kahvehane eğlencelerinde çalgı olarak özellikle kabak kemane kullanılırmış. İrfan Bey de çocuk yaşında sesinin de güzelliği sayesinde, babasının yanında bu eğlencelere katılır ve yörenin türkülerinden söylermiş. Kabak kemane de ilgisini çekmiş o yıllarda. Demiş ki kendi kendisine; ben bu çalgıyı yaparım ve de çalarım.

 
İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi; dershane duvarındaki İrfan Usta'nın eseri kabak kemaneler


İrfan Usta çalıp söylüyor; Halil'in türküsü

İrfan Alkur, 13 yaşlarındayken, dağda koyunlarının peşinde; elinde bir çakı, bir zakkum ağacının (Aydın Dağları’nın iki yakasında bu ağaca ayıngeç adını veriyorlar) gövdesinden bir parçayı yontarak önce sapını yapmış. Sıra gövdesine gelmiş kabak kemanenin. Bir su kabağından yaptığı gövdesini sapıyla birleştirip bir atın kuyruğundan kestiği kıllarından ise kemanenin yayını üretmiş. Eski bir telefon kablosunun içinden sıyırdığı üç adet tel, kabak kemanenin tellerini oluşturmuş. Kabak kemane yapımı ile ilgili hiçbir eğitim almamasına rağmen, tamamen köydeki büyüklerinin elinde gördüğü kabak kemanelerle ilgili gözlemleri üzerinden oluşturduğu çalgının akordu ise, tamamen rastlantısal bir deneyimdir.

 
İrfan Alkur, Dağa Kaçtım gezginleri ile...

Bir gün İzmir Radyosu sanatçılarından rahmetli Durmuş Yazıcıoğlu, köyde öğretmenlik yapan bir öğretmen aracılığıyla namını duyduğu İrfan Alkur’u dinlemeye Başköy’e gelir. İrfan Bey’in, eşliğinde çalıp söylediği kabak kemanesini aynı zamanda ürettiğini de öğrenince, daha fazla ilgilenir onunla. İzmir’e davet eder. Eğer bu çalgıyı üretebilirse, ona satabileceği kişilerle bağlantı kurması konusunda yardım edebileceğini söyler. Durmuş Yazıcıoğlu’nun cesaretlendirmesi, bir anlamda İrfan Alkur’un önünü açar. Tire’de ürettiği kabak kemaneleri önce İzmir’e, daha sonra da Türkiye’nin muhtelif noktalarına gönderir. Hayatını bu çalgıyı üretip satarak kazanır. Ama köyünü ve doğduğu toprakları asla unutmaz. Bütün bu hayat mücadelesi içinde; hep aklının bir köşesinde, bir gün o topraklara dönüp, bütün hayat deneyimini doğduğu topraklardaki o güzel insanlara nasıl aktarabileceği sorusu vardır. Bir gün aklının kurcalayan o soru, yanıt bulur ve o hayal, Başköy vadisinin bir yakasında gerçeğe dönüşür. Bizim de bugün tanıklık ettiğimiz; Başköy’e 2,5 km kadar uzaklıktaki İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi, işte bu hayalin ete kemiğe büründüğü bir gerçektir şimdi.

 
İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi; kabak kemane yapım atölyesi

 
Su kabağından kabak kemane gövdeleri

 
Kabak kemane atölyesinden bir başka görünüm

 
Beyaz tahtada kabak kemane dersleri... 

İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi, Başköy Vadisi’nin bir yamacında; kilit taşlarla kaplı eğimli yolla ulaşılan, yörenin kayrak taşlarıyla kaplanmış, tek katlı bir yapıdan oluşuyor. Bugünlerde binanın kuzey yönünde bir genişletme amaçlı bir inşaat faaliyeti sürdürülüyor. Bahçesi, son derece bakımlı ve çiçeklerle kaplı her yanı… Binanın bir bölümünde kabak kemane yapımının öğrencilere aktarıldığı atölye bulunuyor. Ona bitişik konumdaki büyük salonda ise, Başköy’deki kültürel mirası sürdürmeye aday köylü çocuklarına, kabak kemane ve bağlama dersleri veriliyor. Bir beyaz tahtanın üzerinde bir kabak kemanenin bileşenlerinin belirtildiği bir çizim yer alıyor. Dershanenin duvarlarında ise, İrfan Alkur ve öğrencilerinin yaptığı kabak kemaneler asılı.

 
İrfan Usta, Dağa Kaçtım gezginlerine kabak kemane hakkında bilgi veriyor.

 
Bir irfan yuvasında Başköy hatırası 

Hiç kimseden bir şey beklemeksizin, sadece kendi olanaklarıyla oluşturulmuş bir girişimden söz ediyoruz. Tamamen gönüllülük temelinde ve doğduğu topraklara duyduğu minnet ve sevginin bir ifadesi olarak; o topraklardaki kültür geleneği yok olmasın ve kendisinden sonraki kuşaklara aktarılabilsin diye girişilmiş iyi niyetli bir çaba… Köydeki çocukların ailelerinin tek tek dolaşılarak ikna edilmesi, ilk başta okulla yapılan işbirlikleri, kendi imkânlarıyla oluşturulan bir “irfan” yuvası ve daha neler… Ailelerin oluruyla bu eğitim sürecine katılan öğrenciler, haftada üç gün İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi’nde eğitim alıyorlar. Kış sezonunda Tire’de yaşayan İrfan Bey, kendi arabasıyla yaklaşık 25 km yol yapıp kültür evine geliyor. Kabak kemane eğitimi alan çocuklar gelmeden dershanenin sobasını yakıyor. Ders için gerekli tüm ön hazırlıkları yapıyor ve çocukları bekliyor. Ders sonrası, tekrar 25 km yolu kat edip Tire’ye dönüyor. Bütün bunların hepsi, İrfan Alkur’un özverisini ve bu işe adanmışlığının hangi düzeyde olduğunu gösteriyor.

 
Kültür nasıl korunur; işte böyle: yetiştirdiği öğrencilerden bir grup ile birlikte; dersane duvarındaki fotoğraftan...

Dershanede geçirdiğimiz zaman diliminde İrfan Alkur, bize insanın derinliklerine seslenen sazıyla, sözüyle bu dağların tınısından ip uçları da veriyor. Kabak kemanesi ile seslendirdiği Çanakkale Ağıtı ise, günün en değerli armağanı gibi… Kabak kemanenin gövdesini oluşturan su kabağının üstüne gerdikleri zar, ona buğulu ve derinden bir ses özelliği kazandıran dana yüreğinin zarından yapılıyormuş. İlk yaptığı kabak kemanelerde ise, İrfan Bey; tavşan derisi kullanmış. Adnan Menderes Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nden bir öğretim üyesinin ziyareti sırasında, temininde çektiği sıkıntılarından söz etmesi üzerine; kendisine bu konuda nasıl yardımcı olduğundan söz ediyor sohbetimizde. Böyle bir irfan yuvasına elbette ilgi duyan herkesin yapabileceği bir katkı mutlaka olmalı diye düşünüyoruz.


Çanakkale Ağıtı

 
İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi'nin girişinde yer alan plaket

İrfan Alkur; TRT Haber'de...
(Youtube'dan alınmıştır.)

TRT belgesellerine konu olan, yakınlarda da yine TRT Belgesel kanalı için yeni bir belgeseli çekilen İrfan Alkur’un kabak kemane atölyesinin girişinde İzmir Büyük Şehir Belediyesi tarafından şahsına verilmiş bir plaket yer alıyor. Plakette aynen şu ifadeler bulunmakta:

“Tarihe Saygı; Yerel Koruma Ödülleri; 2016
Kabak kemane ustası İrfan ALKUR, İzmir Büyük Şehir Belediyesi tarafından ‘Geleneksel Zanaatların Yaşatılması’ kategorisinde Jüri Özel Ödülü’ne değer bulunmuştur. İzmir Büyükşehir Belediyesi

Onun bütün hülyası; mekânını, sınırlar ötesine ulaştıracak boyutta bir çekim merkezi haline getirmek ve bu sayede doğup büyüdüğü Başköy’e bir şekilde borcunu ödemek… Tabii ki işin merkezinde yeni İrfan Alkur’lar yetiştirmek var; ama daha ötesi de var. Aslında anlattıklarından bu yolda da epey bir mesafe kat ettiğini de söylemeliyiz. Öyle ki; son yıllarda Amerika’dan bile onu ve mekânını merak eden insanlar ziyaretine geliyorlar; sazını ve sesini bu mekânda dinliyorlar. Her şeyin aşındığı günümüzde kendi öz kültürümüze bu denli sahip çıkan ve onu yedi kat yabancı insanlara dahi tanıtmaya çalışarak, bir nevi kültür elçisi rolü de üstlenen bu güzel insana gıpta etmemek mümkün değil… Ne mutlu ona; bu değerli ve aydınlık yolculuğunda…

 
İrfan Alkur'un evinden Başköy Vadisi'ne bakış; avluda yediğimiz cevizle incirin kaynağı...

İrfan Bey’in bugün kültür ve sanat evindeki inşaat faaliyetleri nedeniyle başı oldukça sıkışık… Biz de onu daha fazla meşgul etmemek adına dostça vedalaşarak ayrılıyoruz yanından; ama yetiştirdiği öğrencilerinin bir mezuniyet konserinde bulunma sözünü kendisinden alarak…

Habibler düzleminden Aydın Dağları'nın görünüşü

 
Kızılçamlar, incir bahçeleri ve zeytinlikler; Aydın Dağları'nda dolaşırken...

Aydın Dağları’nı aşan geçitlerden birini takip ederek ulaştığımız Germencik köyüne bağlı Habibler köyünün yol üstünde yer alan kahvehanesi bugünkü son durağımız. Daha önceki geçişlerimizde(3) de uğradığımız bu yol üstü kahvehanesinde; yeni demlenmiş bir çaydanlık çayın eşliğinde oldukça gecikmiş bir öğle yemeğiyle son buluyor günümüz. Şimdi artık günün muhasebesini yapmak zamanı; İzmir’e dönüş yolunda… İyi ile kötünün muhasebesini; ne kaldı bize, ne kaldı bugünden yarına diye…

Dipnotlar:
(1)   Hesiodos, Theogonia – İşler ve Günler; Çeviren: Azra Erhat-Sabahattin Eyüpoğlu; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları; 1. Basım, Mayıs 2016-İstanbul; sayfa: 52
(2)  Fesattepe’de Pers Satrapı Gamersos’un kalesi ile ilgili olarak bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2012/02/pers-satrabi-gamersosun-tire.html
(3)  Aydın Dağları’nın Habibler geçişi hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2013/05/aydin-daglarindan-besparmaklarin.html
(4)    Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

12 Kasım 2018 Pazartesi

MERSİNET İSKELESİ ve MİLETOS MERMER OCAKLARI’NIN İZİNDE-2


26 Ekim 2018
İbrahim Fidanoğlu

Ekim ayının ilk haftasında sezonun ilk etkinliği olarak Bafa Gölü’nün güney kıyısında yer alan Pınarcık Yaylası’nda; İlkçağ’ın ve Ortaçağ’ın yöredeki hikâyelerinin peşinde dolaşmış, Mersinet Manastırı ve Miletos kentine ait mermer ocaklarının bir yatağına ulaşarak günü tamamlamıştık. O yürüyüş gününde; gün, Miletos mermer ocaklarının esas kaynağı olan Büyükasar Tepesi’ne gitmemize yetmemişti. Bu nedenle Miletos mermer ocakları ile ilgili programı eksik bırakmamak amacıyla bugünkü yürüyüş rotamızı yine Bafa’ya çevirdik.

 
Bafa Gölü kıyısında sazlar ve Beşparmaklar
(Fotoğraf: MYC)

 
Dağa Kaçtım gezginleri; Büyükasar Tepe'de...
(Fotoğraf: MYC)

Sabah 7.30 civarı İzmir’den ayrıldık. Foça ekibi, bize yine Pınarcık köyünde kahvaltı sırasında yetişti. Yol üstü kahvehanelerinden birinde yaptığımız kahvaltı sonrasında; saat 10 gibi köy mezarlığının yanından göle doğru inerek, bu kez daha güneydeki bahçeler arasındaki bir bozuk asfalt yola saptık ve asfaltın tükendiği noktada arabayı park ederek, İoniapolis’den günümüze ulaşabilmiş bir sütun kaidesinden bozma kuyu bileziğiyle dikkat çeken eski bir su kuyusundan göle doğru yürüdük.

 
İoniapolis'den kalan bir sütün kaidesinin kuyu bileziği olarak kullanıldığı su kuyusu

 
Göl kıyısına doğru inerken...

 
Göl kıyısındaki tarlalar; arkada Beşparmaklar...

 
Hayıtın güzelliği

Sarı-kızıl yapraklarıyla hüznün manzaraları, Bafa Gölü’nün kıyısındaki bozulmuş sonbahar bahçelerine damgasını vurmuştu. Birkaç bağ evi, hala el ayak çekilmemiş hissini veren bahçelerden gelen insan sesleri, göle yaklaştıkça rüzgâra boyun eğmiş sazların iki yana doğru savruluşları, ilk gözümüze çarpanlardı. Göl kıyısında sazlıklar iyice yoğunlaştı; tarlaların son bulduğu hat boyunca kuzey batıdan güney doğuya doğru ilerleyen bir traktör yolunun hemen kenarında bir kanal bulunmaktaydı. İki hafta önce Mersinet Manastırı’ndan İoniapolis’e doğru sazlıkların içinden yürürken, aynı derenin daha kuzeydeki bölümüyle karşılaşmıştık. Bu bölgede de kanalın iki yakasına geçişi sağlayan birkaç yorgun kayık vardı. Traktör yolundan yürürken sağımızda; güney batı yönünde Büyükasar Tepe olarak düşündüğümüz yükseltiyi gördük. Miletos kentinin mermer ocakları, bu tepenin üzerinde olmalıydı. Yolumuzu tepenin bulunduğu yöne doğru ilerleyen bir dere yatağına çevirdik. Yürüdüğümüz tarlalarda; hasat sonrası toprağın içinde bırakılmış mısır sapları vardı. Toprağın yer yer ıslaklığına bakılırsa, bir gün önceki yağmur buralara da yağmış olmalıydı.

 
Bafa Gölü kıyısında; sazlıklar arasında...

 
Tarlaların sınırında yer alan kanal ve tekne; arkada sazlıklar ve Beşparmaklar...

 
Gölyaka köyü yönünde Herakleia mermer ocaklarının bulunduğu tepe

 
Gezginler, sazlıkların sınırında yer alan kanalın kıyısındaki bir söğüt ağacının altındalar.

Miletos mermer ocaklarının önemli bir kısmının bulunduğu Büyükasar Tepe, Mylasa-Herakleia geçişinde Bafa Gölü’nün güney kıyısında bir Bizans Dönemi savunma gözetleme kalesi konumundaki; yol üstünden de görülebilen Kadı Kalesi’nin hemen batısında yer alıyor. İlkçağ’da Didyma Tapınağı’nın inşaatına mermer yapı taşı sağlamak amacıyla kullanılmış bu ocaklar, Alman arkeolog Anneliese Peschlow-Bindokat’ın verdiği bilgilere göre en doğuda Büyükasar Tepe’den batıya doğru Mersinet Manastırı’nın arka yüzündeki Tahtacı Tepe’ye ve en arkada gölün güney kıyısındaki Kahveasar Adası’nın batısındaki yükseltilere dek uzanan 5-6 km.lik bir alana yayılmış durumda… 

 
Yörede koyunların yapraklarını bayılarak yedikleri karaağaç ya da "karıngeç"... 

Bir tarlanın kıyısında gördüğümüz ezme teknesi

Yol arkadaşlarımızdan; iki merkep, bir sıpa...

 
Büyükasar Tepe'ye tırmanırken...

 
 Büyükasar Tepe sırtları

 
İki hafta önce dolaştığımız Tahtacı Tepe 


Yürüyüş rotası; 4 km. (harita için tıklayınız)
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

İ.Ö. 5.yy.ın başlarında Persler tarafından tahrip edilen İlkçağ’ın bilicilik merkezi Didyma Tapınağı, Büyük İskender’in; Persleri Anadolu’dan çıkarmasından sonra uzun bir süre kendine gelemez. Yaklaşık 150 yıl kadar sonra bu bölgeyi kontrol eden Büyük İskender’in ardıllarından Seleukoslar zamanında tapınağın inşasına yeniden başlanır. Yeni tapınak eskisinin benzeri olmakla birlikte çok daha görkemli bir ölçekte planlanmıştır. Miletos kentinin imkânlarını aşan bu tasarımın gerçekleştirilmesi için; I.Seleukos’un, eşi Apameia ve oğlu I.Antiokhos’un inşa sürecinde büyük katkıları olur. Bu amaçla I. Seleukos nakdi yardımda bulunurken, oğlu Antiokhos; inşaatın finansmanını sağlamak amacıyla Miletos kentinde bir stoa yaptırtır. Roma Döneminde devam eden bağışlara rağmen tapınağın inşa süreci, İ.S. 3.yy.daki Got istilaları nedeniyle yarım kalır. Bugün de mevcut tapınağı çeviren yüksek duvarın, Got istilalarından korunmak için o günlerde yapıldığı söylenilmektedir. İşte o günlerde tapınağın tamamlanması amacıyla Bafa’nın güney kıyısında uzanan alandan durmaksızın mermer çıkarılmakta, bunlar kızaklar yardımıyla dağdan indirilmekte; daha sonra öküzlere koşularak Mersinet İskelesi’ne (Ioniapolis liman kasabası) bir şekilde taşınmakta, gemilere yüklenen yarı mamul mermer tamburlar ve kesme taşlar, Didyma yakınlarındaki Panormos Limanı’na (bugünkü Mavişehir) taşınmaktadır. Dev kütlelerin buradan Didim Tapınağı’na taşınması ise ayrı bir meseledir.

 
Mermer ocaklarında ana kayadan mermer parçanın koparılışı
(kaynak: Anneliese Peschlow-Bindokat; Herakleia; Martin çizimi) 

 
Mermer kütlenin üzerindeki murç izleri; Büyükasar Tepe'den...

 
 Mermer yarı mamul yapı malzemesinin ocaktan limana taşınışının temsili resmi
(kaynak: Anneliese Peschlow-Bindokat; Herakleia; Martin çizimi)

 
Büyükasar Tepe'de bir mermer damarı; karşı duvarda nişi andıran oyuk ilginç...

 
Büyükasar Tepe'ye tırmanırken ilk rastladığımız mermer bloklardan...

 
Aynı damarın bir başka açıdan görünümü

Anneliese Peschlow-Bindokat’ın Miletos kentine ait mermer taş ocakları ile ilgili gözlemleri şu şekilde ifade edilmektedir:

Miletos taş ocaklarında olduğu yerde bırakılmış durumdaki sütun kasnakları arasından bazılarında sütun hatlarının kaya yüzeyine çizildiği, diğerlerinde ise sütun kasnağı çevresinde daire biçimli bir çukurun oyularak sütun kasnağının şekillendirilmesine başlandığı, yine başkalarında bu işlemin bitirilmiş olduğu ve sütun kasnağının yerli (ana) kayaya birleşik olduğu yerden koparılması aşamasına getirildiği gözlenmektedir; böylece ilk işlem aşaması olan taş kırma işlemi bitmiş ve bunu kabaca kırılmış olan taşın yontularak mimari öğenin kaba hatlarıyla biçimlendirildiği ikinci işlem safhası izlenmiştir.”(1)

 
Büyükasar Tepe'den Pınarcık köyüne doğru bakış

 
Dağa Kaçtım gezginleri, 2200 yıllık bir sütun tamburunun üzerinde; Büyükasar Tepe'de...

 
Mermerin dili

 
Safran çiçekleri

Pınarcık köyünün doğusunda yer alan Büyükasar Tepe’ye doğru ana yoldan ayrıldıktan sonra; hafif eğimli bir sırttan tırmanarak zeytinlerle kaplı, nispeten büyük bir çukuru andıran bir havzaya ulaştık. Üç yanı küçük tepelerle kaplı bu bölgede; mermer ocaklarının bulunduğunu düşündüğümüz tepeye bizi götürecek ve bir traktörün rahatlıkla geçebileceği genişlikte bir patikada bir süre yürüdük. Solumuzdaki zeytinliğin derinliklerinden bize doğru yönelmiş bir bağırtı koptu bir anda. Önceden anlam veremedik; kimseye bir zararımız olmamıştı. Kulak kesildik ve bağırtıyı çözmeye çalıştık. İçimizden bir iki kişi sese doğru yöneldi. Onlar da zeytin ağaçlarının arasında kayboldular ve bu kez onlar aynı şiddette yardım istemeye başladılar. İyice meraklanmıştık doğrusu. Koşturarak sesin geldiği yere doğru ulaştığımızda, belki de bu dağ başında hayatımızın en ilginç anlarından birini yaşamakta olduğumuzu anladık.

Doğum sonrası inek ve yavrusu bir arada...

 
Annenin yavrusuna ilk dokunuşu

Bizi çağıran, Pınarcık köyünden Alâaddin isminde bir çiftçiydi. Otlamaya çıkardığı ineklerinden biri doğurmaya başlamıştı. Kendince urganlarla oluşturduğu bir düzenekle hayvancağıza yardım etmeye çalışıyor, ama başı; anasının rahim ağzında sıkışmış olan zavallı yavru, bir türlü dışarı çıkamıyordu. İnek yerde bağırarak acıdan kıvranıyor; bizden önce oraya ulaşmış iki arkadaşımız, Alâaddin ile birlikte ayaklarından ve başından tutarak ineğe yardım etmeye çalışıyorlardı. Manzara bir yandan çok dramatik, diğer yandan da dehşet vericiydi. Hayatımızda hiç yaşamadığımız bir ana tanıklık ediyorduk. Hepimiz ineğin bir tarafından tutarak, bir anlamda buzağının dünyaya gelişinde ebeliğini üstlenmiş olduk. Yaklaşık 10 dakikalık bir uğraş sonunda inek yavrusunu dışarı attı. O an müthişti. Hayvancağız hemen yere devrildi. İlk önce ayağa kalkmaya yeltendi; ama ayakta duramadı, devrildi. Annesi doğum sonrasında bitkin düşmüş vaziyette bir süre dinlendi; daha sonra birden ayağa kalkarak yavrusunu diliyle temizlemeye başladı. Hayat başlamıştı; anne içgüdüsel olarak sırayla yapması gerekenleri yapmaya koyulmuştu bile. Alâaddin, minnet duyguları içinde; doğum esnasındaki yardımlarımız için bize teşekkür etti. Biz ise, hala şaşkınlığımızı üzerimizden atamamıştık. Ama daha fazla oyalanamazdık; Büyükasar Tepe bizi beklerdi. Vedalaşıp ayrıldık.

 
Büyükasar Tepe'ye tırmanırken gördüğümüz mermer kütlelerden biri 

 
Mermer ocaklarından bir diğeri; bir sütun tamburunun ana kayadan ayrılışı


Ana kayada oluşturulan bir yarık

 
 Yerde ana kayaya bağlı durumdaki çalışılmış mermer düzlemler

Tepeye erişmek amacıyla, yeniden traktör yoluna döndük. Topografyanın en çukur bölgesine ulaştığımızda, yarım kalmış mermer blokları ve kazılarak oyulmuş bir mermer ocağından kalan manzara ile karşılaştık. Ama esas görülmesi gerekenler daha yukarıdaydı. Tırmandıkça tamamlanmamış tambur parçaları karşımıza çıkmaya başladı. Tamburların kimi ana kayadan koparılmış, kimi konturları işaretlenerek ana kaya üzerinde yarıkları oluşturulmuş, kimisi de koparılamaya ramak kalmış durumdaydı.

 
Mermer ocağının ortasında ham haldeki bir sütun başlığı

  
Aynı mimari parçanın daha yakından görünüşü

Gezginler, tepedeki mermer ocağında...

Tepeye doğru tırmanan patika; bizi, üzerinde epey çalışılmış bir damara ulaştırdı. Tam ortasında yer alan mermerden dev tambur, Didyma Tapınağı’nın sütunları için hazırlanmış olmalıydı. Onlarca tonluk bu kadar büyük kütlelerin, buradan Mersinet İskelesi’ne taşınması o zamanın teknolojik olanakları düşünüldüğünde inanılmaz bir işti. Bu alanda biraz oturduk ve mermer çıkaran ustaların halini düşündük; ocaklardan mermerin nasıl çıkarıldığını, nasıl kabaca işlendiğini, aşağıdaki düzlüğe 120 metrelik tepeden nasıl indirildiğini ve oradan Mersinet İskelesi’ne nasıl taşındığını hayal etmeye çalıştık. Zordu; pek zordu her şey…

 
Yerde ham halde bir sütun tamburu

  
Dörtgen formda kesilmeye başlanmış bir başka mimari parça; belki bir kaide...

 
Tepedeki mermer ocağının genel görünümü

“Tapınak (Didyma Tapınağı kast ediliyor-İF) yapı belgelerinde belirtildiği üzere, taş ocakları Miletos’un mülkiyeti altındaydı. Bu bilgiden, yapı malzemesine para harcanmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Apollon Tapınağı’nda yapıyla ilgili tüm işleri bir mimar yönetiyordu; yapı kontrolünü ise bir komiser üstlenmişti. İş gücünü, kendilerine ücret verilmeyen, ancak yemek ve barınma olanağı sağlanan tapınak köleleri oluşturuyordu. Bunlara ek olarak işçi kiralanması durumunda ise-ki ara sıra bu da yapılmıştır- durum değişiyordu. Fakat kiralık işçilere ödenen ücret çalıştıkları süreye göre değil, yapımını tamamladıkları parça sayısına göreydi.

 
Didyma Apollon Tapınağı
(Fotoğraf: İF; Ekim-2005)

 
Tapınaktaki bir sütun kaidesinin üzerindeki süslemeler; mermere verilen can...
(Fotoğraf: İF; Ekim-2005)


Bu da bir diğeri
(Fotoğraf: İF; Ekim-2005)


Depremler sonucunda yıkılmış sütun tamburları; ilk hallerini Büyükasar Tepe'de gördük. 
(Fotoğraf: İF; Ekim-2005)

İşçiler ocaklardaki taş kırıcıları (latomoi) ve tapınakta çalışan taş ustaları (leukourgoi) olarak iki gruba ayrılmışlardı. Didyma Tapınağı’nın yapımı gibi öylesine büyük bir yapı girişiminde, hemen akla sayısız işçi ve zanaatkâr çalıştıran bir yapı işletmesi ve bunların taş ocaklarında barınacağı sabit yerlerin olması gerektiği gelirse de, bu varsayım en azından Hellenistik Dönem için gerçekle bağdaşmaz.
….
Yapı belgelerinden edindiğimiz bilgilere göre İ.Ö. 3. ve 2. yy.larda, -ki bu yüzyıllar Didyma’daki tapınakta çalışmaların en hummalı biçimde yürütüldüğü dönemdir- mermer ocaklarında ve tapınakta çalışanların sayısı yılda 30-40 kişiyi aşmıyordu. Bu kadar az işçinin çalışması nedeniyle mermer ocaklarında çalışanlar için sabit bir yerleşmenin varlığı pek olası görünmemektedir. Ahşap kulübeler, barınmak için kafi gelmiş olabilir.”(2)

 
Mermer ocağının duvarlarından bir görünüm

Büyükasar Tepe'den göle ve Beşparmaklar'a bakış

Kabaca şekil verilmiş bir sütun 

Tepenin zirvesine yakın bir noktada en büyük ocağa ulaştık. Burada bütün mimari malzemelerin ham haline dair iyi örnekler bulunmaktaydı; sütun, kasnak, başlık, kaide v.b. gibi… Bizi tatmin eden bir noktaya ulaşmıştık. Bulunduğumuz yükseltide; bütün göl manzarası ve Beşparmakların etkileyici görüntüsüne hâkim bir yerdeydik. Mermer kayaların üstüne oturup bu etkileyici manzarayı bir süre seyrettik. Hemen altımızdaki mermer bloğun üstündeki yarıklar, yapı taşlarının birer birer ana kayadan nasıl koparıldığına dair ip uçlarını ziyaretçisine sunmaktaydı. Arkamızdaki mermer yatağının bulunduğu çukur alan ise tamamlanmamış mermer yapı elemanlarının örnekleri ile kaplıydı. Yol boyunca ve ocaklarda rastladığımız; tamamlanmamış mermer yapı elemanları tapınak inşaatının sürdürülemez hale geldiği Roma Döneminde Got saldırılarının yoğunlaştığı İS. 3.yy.a ait olmalıdır. Bazılarının üzerindeki mermer yapı elemanının kaba konturlarını belirleyen çizgilerin varlığı ise oldukça dikkat çekicidir.

 
Ana kayadan koparılmış mermer kütleleri

 
Bir başka mermer mimari parça; ham halde... 

 
Zeytinlikler arasında başka mermer parçalar

 
Dağa Kaçtım gezginleri; Büyükasar Tepe'de Miletos mermer ocakları keşfinde... 
(Fotoğraf: Coşkun Dilme)

“Tapınak inşaatı sırasında yapılan tüm harcamalar,(3) mermer ocaklarındaki çalışmalara, nakliyata ve tapınakta yürütülen yapı çalışmalarına eşit biçimde paylaştırılmıştır. Mermer ocaklarındaki çalışma olarak burada yapılan çeşitli harcamalar adlandırılmaktadır: Taş kırma, ilk yontma, çalışma artığı taşların tasfiyesi, nakil yolunun yapım ve onarımı. Taşıma masraflarının her safhası ayrı ayrı hesaplanmıştır: Taş ocaklarından limana nakil, limanda mimari parçaların gemiye yükleme işlemi ve gemiyle Panormos’a taşıma, burada yükün indirilmesi ve Didyma’ya taşıma.

 
Apollon Tapınağı; merdivenler ve sütunlar
(Fotoğraf: İF; Ekim-2005)

  
Bir başka açıdan...
(Fotoğraf: İF; Ekim-2005)

 
Duvarlardan detay
(Fotoğraf: İF; Ekim-2005)

  
Medusa kabartması; Apollon Tapınağı
(Fotoğraf: İF; Ekim-2005)

Yapı yerinde yapılan çalışmalar da şu şekildedir: Parçaların tapınaktaki yerlerine konması, mimari parçaların yatak kısımlarının yapımı, palangaların harekete geçirilmesi, sütun kasnaklarının yerlerine konması, sütun oluklarının işaretle belirlenmesi, sütun oluklarının yapımı ve mimari parçalarda son tıraşlamanın yapılması. Harcamaların dağılımında ilginç olan, nakil işleminin taş ocaklarında yürütülen işler kadar ya da tapınaktaki çalışmalar kadar pahalıya mal olduğu gerçeğidir. Oldukça sorunlu ve bundan dolayı pahalı olan nakil işlemi, deniz yoluyla yapılan değil, kara yoluyla yapılandır. Bu, zamanın teknik olanakları göz önüne alındığında, şaşılacak bir şey değildir, çünkü sonuçta 70 tona varan ağırlıktaki yapı öğelerinin nakli söz konusuydu.”(4)

 
Ada soğanları

 
Soğanlı sarı çiçekleri ile; güz çiğdemi

Kuytuların siklamenleri

Soğanları ortada; ada soğanları

Siklamenler

Büyükasar Tepe’deki gözlemlerimizi tamamlamıştık. Bundan sonra yapılacak olan geldiğimiz yoldan karayoluna ulaşmaktı. Bafa havzasının her zaman bahara çalan ılıman havası, sonbahar çiçeklerini coşturmuştu. Kuytularda siklamenler, zeytin ağaçlarının diplerinde yer yer; soğanlı bir bitki olan ve kayısı çiçeklerini andıran sarı renkli çiçekler, topraktan fışkırırcasına çıkmış bir sürü ada soğanı hemen gözümüze çarpanlardı. Dönüş yolunda doğumuna tanıklık ettiğimiz buzağı ile annesi kendine gelmişti. İkisi de ayaktaydı. Alaaddin’e bir kez daha veda ederek yanından ayrıldık ve zeytinlikler arasından geçerek Milas karayoluna ulaştık. Sabah kahvaltımızı yaptığımız Pınarcık köyündeki kahvehanede bu kez gecikmiş öğle yemeğimizi yedik. Çok fazla yürümüş olmasak da yine de bu mola hepimize iyi gelmişti. Arka arkaya gelen çaylar, azığımıza eşlik etti.

 
Yeni doğanlar

  
Annesi yavrusunun peşinde...

Yavrusu da annesinin...

 
Doğanın mucizeleri; aynı kökten çıkmışlar gibi...

 
İzmir papatyalarından yeni sezona erken merhaba...

Günün kapanışını Kapıkırı köyünün Bafa Gölü kıyısına yakın bir konumdaki adadaki manastır kalıntılarının tam karşısındaki kumsalda yaptık. Antik Herakleia kentinin üzerine kurulmuş olan Kapıkırı’nda Athena Tapınağı ve agorasının bulunduğu alanda dolandık bir süre. Anıt zeytin ağacı ve çitlembiğin yanına uğradık; dokunduk sevgiyle onlara. Gölün rüzgârla hafif dalgalanan yüzeyi, neredeyse Ilbır Dağı’nın üstünden öteye doğru devrilmeye niyetlenen güneşin hafiften kızıla çalan halleri, karşıda gölün içinde usulca ağlarını suya bırakan balıkçı tekneleri ve karşımızda geçmiş zamanın ruhunu yansıtan manastır kalıntısı karşımızdaki resmi tamamlamıştı. Masadaki sohbet, bir zamanlar Athena Tapınağı’nın kıyıcığındaki yıkık dökük bir masanın başında tanıdığımız ören yeri bekçisi Mehmet Gümüştekin’e kadar uzandı. En perişan halinde bile kendisini çoban Endymion’un yerine koyarak Ay Tanrıçası Selene’nin Bafa Gölü’nün sularına yansıyan hayalini nasıl gördüğünü büyük bir coşkuyla anlatan bu adamın kendi de artık bir hayaldi şimdi. Alkolün esir aldığı bir yaşamın son demlerinde Athena Tapınağı’nı ve ören yerinin diğer unsurlarını, Kapıkırı köylüsüne karşı cansiperane koruduğuna inanan bu şövalye ruhlu adamı; yine aynı köylüler, öldüğünde Bafa Gölü’nün kıyısındaki ovada yer alan köyün mezarlığına gömdüler. Şimdi O; gölün dalgalarının rüzgârla ivmelenen sesleri ve Selene’nin hayalinin eşliğinde, Bafa Gölü’nün kıyısında sonsuzluk uykusunda yatıyor.(5)

 
Kapıkırı kıyısında kayıklar...

 
Alman arkeologların yaşını 2500 yıl olarak saptadıkları; Kapıkırı köyünden sahile inen yoldaki anıt zeytin ağacı

 
Kapıkırı kıyısındaki Ada Manastırı

 
Kapıkırı'nda Bafa Gölü kıyısında huzur...

 
Kapıkırı köyü

 
Gezginler, Athena Tapınağı'nın önünde; Mehmet Gümüştekin'in ruhuna selam olsun. Bir zamanlar o hep buradaydı.

 
Athena Tapınağı; Kapıkırı

 
Athena Tapınağı; yan duvarlarından biri; Mehmet Gümüştekin'in kırık dökük masası tam buradaydı.

 
Herakleia kentinin agorası

 
Herakleia'da; o muhteşem melengeçin altında güne ve Bafa'ya veda anı...

Bir günü Bafa Gölü’nün güney ve kuzey sahillerinde kaygısızca dolaşarak geçirmiş, olağanüstü bir doğuma tanıklık etmiş, görkemli Didyma’daki Apollon Tapınağı’na yapı taşı sağlayan İlkçağ’ın mermer ocaklarını keşfetmiş ve akşamın eşiğinde Bafa Gölü kıyısında Herakleia’nın gönüllü ören yeri bekçisi rahmetli Mehmet Gümüştekin’in ruhuna bir selam göndermiştik. Gün Bafa’yı terk ederken, artık bizim için İzmir’e doğru yollara koyulma vaktiydi şimdi.

Dipnotlar:
(1)   Anneliese Peschlow-Bindokat, Latmos’da bir Karia Kenti, Herakleia; Şehir ve Çevresi, Homer Kitabevi, 1.Basım-2005; sayfa: 155
(2)  Anneliese Peschlow-Bindokat, a.g.e.; sayfa: 157-158
(3)  Bu bilgiler, 1979 yılında ortaya çıkarılan; Didyma Apollon Tapınağı’nın inşaat komisyonunun yıllık hesaplarını içeren ve taşa işlenmiş bir şekilde tapınakta sergilenen taş levhaların çözümlenmesinden elde edilmiştir.
(4)  Anneliese Peschlow-Bindokat, a.g.e.; sayfa: 158-159
(5)  Mehmet Gümüştekin hakkında daha fazla bilgi için bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2012/04/bafa-golunun-arka-dunyas-coban-endymion.html
(6)    Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC