30 Nisan 2013 Salı

PİTANE’den ÇANDARLI’YA…(*)


İbrahim Fidanoğlu

Çandarlı; adıyla anılan körfezin kıyısında, Ankara – İzmir fay hattının Ege Denizi’ne girdiği noktada, güneye doğru dil şeklinde uzanan bir yarımadanın üzerinde yer almaktadır. Modern Çandarlı, antik Pitane kentinin tam üzerinde konumlanmıştır. Bakırçay (Kaikos) ırmağı, Bergama ile Çandarlı arasında doğal bir sınır oluşturmaktadır. Çandarlı’yı anakaraya bağlayan kıstağın eski dönemlerde zaman zaman su altında kalması nedeniyle burası adaya dönüşürmüş. Yerleşimin bu kısmı halk arasında herhalde bu nedenle olsa gerek; hala ada ismiyle anılmaktadır. Bakırçay, yüzyıllar boyu taşıdığı alüvyonlarla Çandarlı Körfezi'ni doldurmaya devam etmektedir. Irmağın deltası, bir yandan Kazıkbağları diye anılan ve Bergama Antik Kenti’nin limanı olarak işlev gören Elaia, bir yandan da Pitane arasında Ege Denizi’nin içine doğru ilerleyerek tarihi misyonunu halen sürdürmektedir.

 Çandarlı Yarımadası'nın Kuzey yüzü

Elaia; Bergama’nın limanı konumunda eski bir Aiol yerleşimidir. Kelime olarak zeytinlik anlamına gelmektedir. Limanın mendireği dışında, yer üstünde görünür bir kalıntı bulunmamaktadır. Bergama yolu üstünde yer alan Sındırgılılar Petrol istasyonunun karşısındaki toprak köy yolundan denize doğru ilerlendiğinde bu mendirek kalıntısına ulaşmak mümkündür. Roma döneminde bu limana yanaşan mermer taşıyan gemilerin indirdiği mermerlerin Bergama’ya kervanlarla götürülüp bu mermerlerden Trajan Tapınağı’nın yaptırıldığı bilinmektedir. Antikçağda, Bergama Akropolisi’ne dikilen 12 metre yüksekliğindeki Zeus Sunağı ile Trajan Tapınağı Çandarlı'dan görülebilirmiş. Özellikle mehtaplı gecelerde beyaz mermerlerden yansıyan ayın ışığı, Çandarlı'ya yaklaşan gemilerin yönlerini bulmasına yardım edermiş.

 Pergamon'un limanı Elaia yada bugünkü ismiyle Kazıkbağları'nda denize uzanan mendirek

Geçmişte Çandarlı'nın ne denizi ne de ırmağı tekin bulunurmuş aslında. Gemiciler Pitane açıklarından geçmeye çekinirlermiş. Rüzgârlara açık bu suların heybetli dalgaları, eskinin ahşap gemilerinin kaptanlarına korku salarmış. Irmağın şiddeti ise efsanelere konu olmuş.

Söylenceye göre; denizler ve okyanuslar tanrısı Poseidon, oğlu Astros'a tanrılık alanı olarak Bakırçay'ı vermiş. Ama Astros, çayı yöre halkına eziyet etmek için kullanmış. Selin getirdiği felaketlerin yanında her yıl bir kişi Astros'un çayında boğulmuş. Bunun üzerine bir daha kimse yanına yaklaşmamış, ismini anmamış bu suyun. Böylece rahatlamışlar bir süre. Ama yazgı ağlarını örmüş sinsice. Zamanında, Çandarlı'da Kaikos adında soylu ve yiğit bir delikanlı yaşamış. Bu yiğit, arkadaşı Pindasos ile geyik avına çıkmış günün birinde. Ormanda iz sürmüş ve bir geyiğin peşine düşmüşler. Yayını geren Kaikos okunu geyiğe atmış ki hayvan sıçrayıvermiş. Ok da hayvanın arkasındaki arkadaşını bulmuş. Kaikos saçını çözmüş ve acı acı ağlamış. Irmağın kenarına çıkıp kendini Bakırçay'a atmış. Çılgın suların sürüklediği ceset sonunda bir ağacın köklerine takılmış. Günler sonra cesedi bulan Pitaneliler lanet etmişler bu deli çaya. Anısı yaşasın diye de Kaikos'un adını çaya vermişler.

 Bakırçay'ın (Kaikos) deltasında kaybolmuş antik Elaia Limanı

Prof. Dr. Bilge Umar; bazı ansiklopedik kaynakların; Çandarlı isminin Çandarlı Halil Paşa’dan geldiğini belirtseler de, Fatih dönemi tarihi kaynaklarında Çandarlı Halil Paşa ile bu yörenin ilgisine rastlayamadığını; büyük ihtimalle bu ismin kentin eskiden gelen ikinci bir adının yahut lakabının Türk ağzına uydurularak Çandarlı şekline büründürülmüş olmasından kaynaklanabileceğini söylemektedir. (1)



Çandarlı Yarımadası'nın Güney sahili

Çandarlı yarımadasında zamanın tahribatına direnen birkaç ev ve kule dışında eskiden günümüze kalan tek yapı Çandarlı Kalesi’dir. Zamanın güçlü elleri sadece kaleyi yerinden oynatamamış durumdadır. Kale; yakın geçmişte, bazı eski Türk filmlerine doğal plato görevi de görmüş bulunmaktadır. Cenevizlilerin yaptığı kale, beş burcuyla yarımadanın ortasında sapasağlam göğe uzanmaktadır. Kalenin kapısında II. Mahmut’un tuğrası yer almakta ve kalenin son aldığı biçiminin tanıklığını yapmaktadır. Kargaşalardan ve eşkıya saldırılarından yorulmuş bu topraklara huzur ve düzen getirmeyi amaçlayan Padişah II. Mahmut, hapishane olarak kullanma düşüncesiyle kalenin yeniden onarımını yaptırmıştır. 

 Çandarlı Kalesi

Çandarlı kalesinin kapısı orijinaldir. Demir kapı tüm ağırlığıyla Belediye’den alınan anahtarla açtırılabilmektedir. Kapının arkasındaki küçük avlunun duvarlarında yer alan alttan üç dört sıra düzgün yontulmuş taşlar, burada bir ilk çağ yapısının olduğuna işaret etmektedir. Bu yapının bir ilk çağ kalesi ya da agora duvarı olabileceğine dair yaklaşımlar bulunmaktadır. Kale, bu ilk çağ duvarlarının üstüne, Yeni Foça’yı kuran ve buradaki şap madenlerini işleten Andreola Domenico Cattaneo adlı Cenevizli bir reisin adamları tarafından körfezin güvenliği için 13. yy.da inşa ettirilmiştir. O dönemde Yeni Foça’da Kozbeyli’nin arkasındaki Şap Dağı’ndan şap elde ediliyordu. Şap, o zamanlar dokumacılıkta boya sabitleyici olarak kullanılan stratejik bir madendi. Bu yatakları kontrol edenlerin sahip olduğu güç emsalsizdi. Ancak; zamanla gelişen kimya teknolojisi sayesinde, şapın günümüzde artık herhangi bir ekonomik değeri kalmamış durumdadır. 

 Çandarlı Kalesi'nin kapısı

Çandarlı’nın tarihindeki önemli olaylardan biri de 1822 yılında adalardan gelen Rum çeteleri tarafından gerçekleştirilen Çandarlı Baskını’dır. Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle Alman kökenli Kral Otto yeni kurulan Yunan Krallığı’nın tahtına geçer. Bu sıralar, Yunanistan Yönetimi dışında kalan ve Rum ahalinin yaşadığı Mora, Girit ve diğer Ege adalarında Osmanlı Yönetimi’ne karşı huzursuzluklar ve ayaklanmalar giderek artmaktadır. Bu bölgelerde yaşayan ve Yunanca konuşan Ortodoks nüfus, Kıta Yunanistan’ı gibi Osmanlı’dan bağımsızlık arayışına girmiş durumdadırlar.

 Çandarlı Kalesi

“Mora isyanı sırasında Ada Rumlarının baskınlarından biri de Çandarlı’ya yapılmıştır. 1822 (Hicri 1239) yılında, Sakız, Sisam ve Psara (İpsala) adalarından kalkan korsan gemileri, gece yarısı Çandarlı’yı basarlar. Gece yarısı gerçekleşen bu baskın sırasında haydutlar, çoluk çocuk ayırımı yapmaksızın evlere saldırıp her şeyi talan ederler. Sadece Çandarlı Kalesi, zamanın Çandarlı Voyvodası Kırantaoğlu Mehmet Ağa’nın Kulesi (şimdiki çarşıdaki caminin arka yönünde yer alıyordu) ve Ziynet Hoca Kulesi (yok olmuş) gibi savunmaya elverişli yerlerden piştovlarla karşı konulur. Rum haydutlar, kaledeki şiddetli direnişi kırmak için kalenin dibindeki Taşlı Cami’yi ateşe verirler. Daha sonra ele geçirdikleri esirleri gemilere sürüklerler, direnenleri ise öldürürler. Çatışma sonrası şafak sökerken 90 civarı tekneyle denize açılan haydutlar arkalarında büyük bir vahşetin iniltisini ve 100’den fazla masum insanın ölüsünü bırakmışlardır. Rum çetecilerin arkalarında bıraktıkları kıyım öylesine büyüktür ki; Bergama’ya ancak sabah vakti haber ulaştırılabilir. Ağalardan ve eşraftan 20–30 kişi atlarına atlayarak Çandarlı’ya geldiklerinde karşılaştıkları tablo dehşet vericidir. Ölülerin sayılmasının ardından 130 kadar çocuk ve kadının kaçırıldığı anlaşılır. Ölüler, Çandarlı’nın o zamanki şehitliğine gömülür. Bugün Çandarlı Büyük Mezarlığı’nda bulunan Halimağa oğlu şühedadan Molla Mehmed’in 1239 Hicri tarihli mezar taşı bu olayın tek şahidi olarak durmaktadır. (Şehitlik 1930 yılında kaldırılmış bulunmaktadır.)

 Çandarlı Baskını'ndan sonra yapılmış olan (1859) ve baskının halk üzerinde yarattığı korkunun izlerini taşıyan Koçanlı Köşkü'nün bugünkü hali

Baskının ardından konu İstanbul’a; Saraya bildirilir. Serdar Ömer Paşa ve Konya Ereğlisi derebeyi Davaslıoğlu Hasan Bey adalardan intikam almakla görevlendirilir. Ayvalık ve Sakız adasına yapılan baskınlarla intikam alınır. Oradan getirilen kız ve erkek çocukları zengin ailelerine evlatlık verilir. Bunların tümü Müslüman olurlar. Midilli adasının ayanı olan Kulaksızoğlu, adalara kaçırılan Türk çocuklarından 30 kadarının, 32’şer altından diyetini ödeyerek Çandarlı’ya geri dönmelerini sağlar.”(2)

 Korkunun izleri; Koçanlı Köşkü'nün yan sokağa bakan demir parmaklıklı ve kapıya geleni kontrol etmek için düşünülmüş çıkmalı pencereleri

“Fakat bütün bunların hiçbiri Çandarlıların yaralarına deva olmamış; bu baskın için yazılan ağıtı okuyarak yıllarca ağlamışlardır.

Yunan’ın gemisi geldi dayandı,
Kara taşlar alkanlara boyandı,
Tüfenk seslerine dünya uyandı,
Vurun arkadaşlar kalmasın gavur!

Çandarlı şehri bizim ilimiz,
Ördek uçtu, viran oldu yurdumuz,
Sokaklarda kaldı bir çok ölümüz,
Vurun yiğitlerim kalmasın gavur!

Arpadere’de savaşa başladık,
Çakmaklı tüfekleri ataşladık,
Gavurlar kaçtılar, biz de taşladık,
Vurun yavrularım kalmasın gavur!

Şimşir pala ile başlar biçerim,
Bana Davaslıoğlu derler, alkan içerim”(3)

 Çandarlı sahilindeki 19.yy.dan kalma eski zeytinyağı fabrikası; restorasyon öncesi hali

Bu baskın sonrası Çandarlı içine kapanmış ve silik bir sahil kasabası haline dönüşmüştür. Bugün yarımadada burun ucuna doğru sahilde ilerlerken dış cephesi bordo – kahverengi andezit taşlarla örülmüş; giriş kapısının üstünde 1859 tarihini taşıyan kule tipi eski bir ev, bu baskın sonrası korku ve dehşetin izlerini taşıyan bir mimari anlayışı sergilemektedir. Bir kule ev görünümünde olan yapının iç içe kemerlerle güçlendirilmiş kapısı, demir malzeme ile yangın gibi dış tehlikelere karşı zamanında sağlamlaştırılmıştır. Alt katta sadece birer pencere bulunmaktadır. Genelde kule evlerin alt katlarının savunma amacıyla sahip olduğu sağır görünüm bu evde de mevcuttur. Bütün pencerelerdeki güçlü demir parmaklıklar eve bir hapishane görünümünü vermektedir. Üst katta, yan sokağa paralel duvarda yer alan en arkadaki pencerenin demir parmaklığı, eve önden yaklaşanı arkadan tehlikesizce görebilmek amacıyla diğerlerinden farklı olarak sokağa doğru sanki bir cumba gibi çıkma yapmıştır. Bu da, dışarıdan beklenen saldırı korkusunun evin tasarımında ne kadar etkili olduğunun göstergesidir. 

 Koçanlı Köşkü'nün kemerli giriş kapısının bugünkü hali

Bu acıklı öykünün bir de öteki yüzü bulunmaktadır. Çandarlı Baskını’nın intikamını almak amacıyla Serdar Ömer Paşa ve Konya Ereğlisi derebeyi Davaslıoğlu Hasan Bey tarafından düzenlenen Sakız Baskını, sırasında yine kan dökülmüştür. Bu baskın, bugün dahi Batı ve Yunanistan tarafından Türklere karşı propaganda malzemesi olarak kullanılmakta olup, bunun en son örneği olarak; yakın zamanda Sakız Adası‘nda, Nea Moni Manastırı’nda sergilenen kurukafalarla ile ilgili yerel medyaya da yansıyan haberler gösterilebilir. (4)

 Sakız Adası'ndaki Nea Moni Manastırı'nda Sakız Baskını'ndan kaldığı iddia edilen kafatasları

Aynı olay, Yunan Milliyetçisi İzmir doğumlu Adamantios Korais’in Sakız Adası’nda yaptırdığı kütüphanede bulunan ve ressam Eugène Delacroix’ya ait olduğu belirtilen bir reprodüksiyon tabloda canlandırılmaktadır. Tablonun orijinali Paris’te Louvre Müzesi’nde bulunmaktadır. 

 Eugène Delacroix'nın Sakız Katliamı tablosunun Sakız'daki replikası

Modern Çandarlı; bugün demografik açıdan; Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki çalkantılı zamanların izi olarak Girit’ten ve Rumeli’den göçenlerle, göçerlikten yerleşik hayata zorlanarak iskân edilen Türkmenler’in torunlarının bir kompozisyonundan oluşmaktadır. Acılı göç hikâyeleri ve İmparatorluğun çöküş sürecinin taşraya yansıyan etkileri ile Çandarlı bugüne ulaşabilmiştir. Bugün, artık sakin bir sahil kasabası olmasının ötesinde Çandarlı’nın antik dönemlere uzanan geçmiş birikimleri, Dikili’ye doğru uzanan kıyılarda süregelen yazlıkçı sitelerinin istilası ile giderek artan bir tehdit altında bulunmaktadır.

 Çandarlı'nın göçmen evleri

Dipnotlar:
(1)   Aiolis; Prof. Dr. Bilge UMAR; İnkilap Yayınları,2002 Baskısı; sayfa 123
(2)  Bergama’da Yakın Tarih Olayları – XVIII. – XIX. Yüzyıl Olayları, Osman BAYATLI; 1957 Baskısı; Sahife:45–46’dan yararlanılmıştır.
(3)  Derleyen: Osman BAYATLI; a.g.e; sahife:47
(4)  Konuyla ilgili Bkz. http://dagakactim.blogspot.com/2012/04/paskalya-kutlamalarinda-sakizdaydik.html adresinde yer alan “Paskalya Kutlamalarında Sakızdaydık” yazısı
(*) Bu yazı; İbrahim Fidanoğlu’nun İzmir Tarih ve Toplum Dergisi’nin Aralık 2008 sayısında yayınlanan yazısından alınmıştır.

Yazan ve Fotoğraflayan: İbrahim FİDANOĞLU








23 Nisan 2013 Salı

YAĞMURLU KARABURUN



3 Nisan 2013
İbrahim Fidanoğlu

Doğa yürüyüşü niyetiyle çıktığımız Karaburun seferi, iki gündür beklenen yağmurun aniden sağanaklar halinde bastırması ile Rüzgârlı Mimas’ın çevresinde yaptığımız bir yarımada gezintisine dönüştü. Nergis ve sümbül diyarı Karaburun Yarımadası’nda Akdağ’ın (antik dünyanın Mimas’ı) eteklerine serpilmiş saklı köylerine girdik çıktık, Bazen lodosla kabaran denizin kıyıcığında; küçük molalarla renklendirdik günümüzü. Bazen de denize tepeden bakan köy kahvehanelerinde soluklandık; yağmurun hafiflemesini bekledik; köylülerle lafladık. Velhasıl bugünün özeti; Karaburun kıyılarında tatlı ve ıslak bir tembellik oldu çoğunlukla.

 Balıklıova'da sabah yağmuru

Sabah erken saatlerde Urla – Gülbahçe yoluyla ulaştığımız Balıklıova’da yağmur altında kahvaltımızı yaptık. Deniz suyu, lodosun etkisiyle epey kabarmıştı. Balıklıova’daki kahvehanenin önünde; denize uzanan derme çatma iskele, tamamen sular altında kalmıştı.

Kahvaltı sonrası kıyıyı takip ederek Kuzeye doğru yola çıktık. Yağmur sürekli yağıyordu. Yapılacak tek şey; Akdağ eteklerine serpilmiş köylere birer birer girip çıkmak, bu saklı dünyadaki yaşamı yağmurlu bir günde gözlemekti.

 Kösedere Köyü Camisi'nin 2008 yılındaki eski hali

Mordoğan sapağına yaklaşırken solumuzda Çatalkaya ve sapağı geçtikten yaklaşık 1 km. kadar sonra da süslemeleri ile meşhur Ayşe Kadın Camisi’nin de bulunduğu Eski Mordoğan Köyü’nü ardımızda bıraktık. Eğlenhoca (bu kadar güzel köy ismi olur mu?) Köyü levhasından yukarı döndük. Köyün merkezindeki camide iskeleler kuruluydu. Belli ki bir restorasyon faaliyeti sürmekteydi. Köyde durmadık; zaten yağmurdan dolayı da ortalarda kimsecikler yoktu. Kösedere’ye doğru devam ettik. Baharın bütün güzelliği, yağmurla yıkanmışlık içinde göz alıcı manzaralar sunuyordu. Erguvanlar, doğayı kendi adlarıyla anılan renklere boyamışlardı. Kösedere Köyü’nün girişindeki mezarlığı geçerek köy meydanına ulaştık.

 Kösedere Köyü Camisi'nin girişteki kitabesi

Dikkatimizi çeken konu camiyle ilgiliydi. 18.yy.dan kalma caminin daha sonraki yüzyıllarda hemen yanına yapılmış bina yıkılmıştı. Üzerinde güvercin yuvasını andıran bir rölyefle dikkat çeken caminin kemerli kapısı açıktı; içeri girdik. Caminin 19.yy.da adalı Rum ustalar tarafından yapılması kuvvetle muhtemel mihrabındaki barok alçı süslemeleri ve duvarlarda yer alan deniz ve doğayı konu alan duvar resimleri oldukça etkileyiciydi. Mihrabın solunda 19.yy.dan kalma İzmirli Rum saat ustalarının el ürünü bir ahşap gövdeli saat durmaktaydı. Camideyken bizi merak edip içeri gelen köy ihtiyar heyetinden bir köylüyle köyün kahvehanesinde sohbet ettik. Caminin yanındaki eklenti binanın kendileri tarafından yıkıldığını, Anıtlar Kurulu’ndan ilgililerin cami ile ilgili incelemelerde bulunduğunu, proje çalışmalarının yürütüldüğünü, yakın zamanda bir restorasyon planlandığını anlattı. Caminin orijinal halinde camiye bitişik halde bulunan Abdülhamit dönemi minaresinin 1940’lı yıllarda yaşanan deprem sırasında tamamen yıkıldığını, minarenin daha sonra bugün yıkılmış olan eklenti binanın ötesine ve camiden ayrık konumda yeniden yapıldığını köy azasından öğrendik. Caminin etrafında çevreden çıkarılmış olan çok sayıda mezar taşı ve antik malzeme bulunuyordu. Bunların koruma altına alınması gerektiği konusundaki temennilerimizi azaya bir kez daha söyledik ve yola devam ettik. Yağmur kısa bir süre ara vermişti. Bunu fırsat bilerek belki yürüyebiliriz umuduyla; Meli’ye doğru yarımadanın arka yüzüne, yönümüzü çevirdik.

 Caminin kemerli giriş kapısının üstündeki rölyef

Karaburun’u geçtikten sonra Tepeboz altındaki Yeni Liman’a yaklaşırken berbat bir yağmur yeniden başladı. Lodos ve Batıyla birlikte çılgın bir şekilde yağan yağmur nedeniyle köyün limana yakın kahvehanesine sığındık. Balıkçı tekneleri sıra sıra limana dizilmişti. Bugün hayat, Karaburun Yarımadası’nda sanki durmuş gibiydi; yada yağmurun etkisiyle bize öyle göründü. Çayların eşliğinde denize küçük şapkalar şeklinde düşen yağmuru uzun süre keyifle seyrettik. Biraz hafifleyince Hasseki’ye doğru yola çıktık.

 Yeni Liman'da yağmuru seyreden gezgin

Vadiye inen sis içinden ilerlerken, bayıra doğru terk edilmişlik içinde yalnızlığına sarılmış, kente akın akın göçen gençlerin ardında kalan birkaç yaşlı nüfusu ve bazı şehir kaçkınları ile yüzyılların yorgunluğunu taşıyan silüetini gösterdi bize Hasseki.

 Yağmurda Yeni Liman

Akdağ’ın Ege Denizi’ne doğru uzanan derin vadilerinde 19.yy.da sürdürülen yoğun bağcılıktan eser yok artık buralarda. Sökülen bağların sekileri zaman zaman seçilmiyor değil aslında. Ancak, son yıllarda bu derin vadilerin yamaçlarında merkezi hükümetin teşvikiyle makilik alanların sökülerek zeytin dikilmesi operasyonu yürütülüyor. Bu amansızca ve hunharca sürdürülen doğa katliamı sonunda, iktidara yakınlığın avantajlarından da yararlanılarak devlet bankalarından elde edilen teşviklerle bu güzelim yamaçlar, tamamen o doğal örtüsünden arındırılmış ve kel bir başa döndürülmüş durumda. Ancak, doğa her zamanki gibi uyarılarını ve derslerini vermekte. Yağan şiddetli yağmurlar sonrasında bu doğa tahribatının ceremesini ve sonuçlarını Badembükü, Hamzabükü gibi cennet köşesi koylara doğru akan dereciklerin taşıdığı zemin toprağının, denizi boyadığı kahverengi sularda aramak gerek. Ne diyelim sözün bittiği noktadayız artık.


Hasseki; 2008 yılında...

Karaburun Yarımadası’nın Batıya bakan yüzünde; kendini bu vadilerin korsan akınlarına kapamış saklı koyaklarında gizlemiş bir dizi köy yer alıyor. Hepsi de; II. Abdülhamit dönemi tek tip minareleri ile dikkat çeken 19.yy. camileri ve yerel malzeme kayrak taşlardan yapılmış sivil mimari örneği güzelim evleri ile ortak bir ayar tutturmuşlar sanki. Hasseki, Sarpıncık, Parlak, Salman ve Küçükbahçe bunlardan bazıları… Bazıları da var ki; Rumların Türklerle birlikte yaşamının sonlandığı 1922 sonrasındaki Mübadele’den sonra kaderleri hepten değişmiş ve doğanın ve insanın tahribatı ile günümüze kadar devam eden bir yok oluş sürecine sürüklenmişler.

 Salman Köyü Camisi; 2008 yazı

Parlak’ı geçince, yalısı olan Badembükü’ne doğru inen bayır aşağı yoldan çok rahatlıkla seçilebilen ve bize her geçişimizde Fethiye’deki Kayaköy’ü hatırlatan Sazak Köyü bunlardan en dikkate değer olanı diyebilirim. Bir de bugün yazlık sitelerin istilasına uğramış haldeki Kara Reis Çifliği’nin üstünde; terk edilmiş eski Rum Köyü Meli var. Aslında Hasseki, Parlak ve hatta Küçükbahçe’nin kendisi de; iki halkın bu ortak yaşamına yüzlerce yıl tanıklık etmiş köylerdir. Ancak, 1922’de yaşanan o büyük travma, Ege’nin her iki yakasında da bugüne dek uzanan onulmaz yaralar açmış ve zihinlerde hiç silinmeyecek izler bırakmıştır.

6 Nisan 2013 Cumartesi

KARYA PRENSESİ ADA’NIN KENTİ ALİNDA’DAN KARPUZLU’YA; ZAMANDA YOLCULUK

19 Mart 2013
İbrahim Fidanoğlu

13.yy.dan itibaren Aydın Dağları’nı aşan Türkmen kafilelerinin ağır ağır nüfuz ettiği Anadolu’nun en batıdaki topraklarında; kadim Karya uygarlığının sessiz kentlerinden Alinda’nın bugüne uzanan mirası üzerinde dolaştık bugün. Türkmenlerin bu topraklara ulaşmasından itibaren yakın zamana kadar Demirci Deresi diye anılan bu merkez, günümüzde Karpuzlu ismiyle biliniyor. Yakın dönemin hükümetlerine medyatik ve popüler bakanlar da kazandırmış olan; Aydın’ın gölgede kalmış 2000 nüfuslu bu küçücük kasabası, şimdilerde Alinda kenti ile paylaştığı ortak kaderinden kaynaklanan tarihle modern çağın birlikteliğini çözümleyememiş olmanın ağırlığını yaşıyor.

 Alinda'ya kuşbakışı (Google Earth'den alınmıştır.)


Aydın – Çine yol ayrımından sonra Karpuzlu’ya 27 km. lik bir asfaltla bağlanan bu yol üzerinde, Çine Organize Sanayi Bölgesi’nin tanımlı alanlarından başlayarak seramik ve inşaat sektörüne girdi sağlayan Türkiye’nin tanınmış şirketlerine ait maden işleme fabrikaları yer alıyor. Göz alabildiğine uzanan ovada bu yıl yoğun şekilde yağan yağmurlarla beslenen tabiat, bizim Beşparmaklar’ın hemen arkasında; Karpuzlu yönüne doğru sürdürdüğümüz yolculuğumuzda eşsiz bir peyzaj sunuyor. Yol çatısından 27 km içerdeki Karpuzlu’ya varışımızı bu güzellikler eşliğinde anlamıyoruz bile.



Alinda'dan Karpuzlu'ya bakış

Karpuzlu, küçücük bir Ege kasabası… Kasabanın girişindeki meydanın ortasında yörenin önemli ürünü olan karpuz heykelleri ile karşılaşıyoruz. Buraların mutlaka bir de karpuz festivali vardır diye düşünüyoruz. Beşparmaklar’ın arka yüzünde yer alan kasabanın hemen yanındaki tepede ise antik Alinda yerleşimi bulunuyor. Kentin özelliği belki de Anadolu’nun zamanımıza en iyi şekilde ulaşabilmiş agorasını barındırıyor olması… Hekatemnos’un kızı Karya Prensesi Ada ile ismi birlikte anılan kent, tarihte en öne çıkan zamanlarını Prenses Ada yönetiminde yaşamış. Kenti 1950’li yıllarda ziyaret eden İngiliz arkeologu George Bean, kentle ilgili izlenimlerini “Eskiçağ’da Menderes’in Ötesi” isimli kitabında aktarıyor. George Bean’in kentle ilgili genel yaklaşımı şöyle:

 Demirci Deresi ve Alinda; içiçe sanki...

Alinda, komşusu Alabanda ile karşılaştırıldığında tarihi açıdan bir hayli karanlıktır; fakat eskiden Demirci Deresi olarak bilinen Karpuzlu’daki şehrin kalıntıları olağanüstü güzelliktedir. İşin tuhaf yanı ise, hiç kazılmamış olmasıdır. Yerleşim, 1765 yılında Chandler tarafından ziyaret edilmiştir; fakat verdiği kısa ve isteksiz bilgiler, yapıların nasıl bu kadar mükemmel korunduğu hakkında hiçbir fikir vermez. Chandler, buranın Alabanda olduğunu zannetmiştir; şehrin gerçek kimliği ise daha sonra Sir Charles Fellows ve diğerleri tarafından orada ele geçen paralar sayesinde teşhis edilmiştir. Ancak, Karpuzlu’daki bu yerleşimde, buranın Alinda olduğu teyit edecek herhangi bir yazıt ele geçmemiştir; fakat yinede bu teşhisin doğruluğu kesindir.”(1)

Alinda ören yerinin girişinde zeytin sıkmak için kullanılan eski bir taş değirmen

Yine aynı kitapta; Prenses Ada ile kentin ilişkisi ve daha sonra; Büyük İskender’in Karya’ya ulaştığında Prenses Ada ile karşılaşmaları şu şekilde anlatılıyor:

“Tamamen bir Karia yerleşimi olduğu kaydedilen Alinda’nın kökeni hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Şehrin tarihte ilk ve hemen hemen tek görünüşü Mousolos’un kardeşi Kraliçe Ada ile ilişkilidir. İ.Ö. yaklaşık 340 yılında, kardeşi Piksodaros tarafından tahttan indirilen ve Alinda’ya sürülen Ada, burada saltanatının kısmen de olsa sürdürmeye devam etmiştir. Bu arada da tahtını tekrar ele geçirme fırsatını yakalamayı bekleyen kraliçenin bu bekleyişi, çok uzun sürmemiştir. İ.Ö. 334 yılında Büyük İskender Karia’ya geldiğinde, Ada onu görmeye giderek Alinda’yı teslim etmeyi ve erkek kardeşine karşı da yardımda bulunmayı teklif etmiştir. Ayrıca kraliçelere yakışan bir özgüvenle onu evlat gibi benimsemeyi de önermiştir. Buna karşılık olarak da kaybettiği tahtını geri istemiştir. İskender’in cevabı, yumuşak karakteri yüzünden çok nazik olmuştur; ondan Alinda’yı almayı reddetmiş ve oğlu olarak kabul edilme fikrini memnuniyetle kabul etmiştir; daha sonra iki burun haricinde Halikarnossos ele geçirildiğinde, bunların işgal edilme görevini Ada’ya havale etmiş ve bu işi tamamladığında da, onu tüm Karia’nın kraliçesi olarak ilan etmiştir.

 Alinda'nın kedisi ve turunçları

Ada’nın İskender’le olan ilişkisi, Alinda için ayrı bir önem taşır. Byzantion’lu gramerci Stephanus, Ethnica adlı yapıtında İskenderiye adındaki on sekiz şehirden “Latmos yakınındaki İskenderiye” olarak adlandırılan bir tanesinin Karia’da olduğunu söyler; ayrıca bu şehrin, Praksiteles’in yaptığı bir Aphrodite heykeli barındıran Adonis Kutsal Alanı’na sahip olduğundan da söz eder. Bu İskenderiye şehrinden, başka yerde bahsedilmemiştir ve isminin, Yunan kökenli olmayan şehirlerin Hellenistik dönemde geçici olarak aldıkları, hükümdarlara ait birçok isimden biri olduğu açıktır (Alabanda’da olduğu gibi). Bir kısım araştırmacı, söz konusu olan şehrin, Latmos’un aşağısındaki Herakleia olduğunu düşünürken, diğerleri daha büyük olasılıklarla bu şehrin Alinda olduğunu kabul ederler. Şehrin adının, kraliçeyle bu kadar yakın ilişkiler içinde olan bir fatihin ardından değişmiş olması çok doğaldır. Ayrıca Alinda, Latmos yakınında olarak adlandırılabilecek şehirlerin kesinlikle en uygunudur.”(2)