25 Şubat 2020 Salı

DATÇA’DAN BETÇE’YE-4


YARIMADANIN KUZEYİNDE; DEĞİRMENBÜKÜ’NDEN EŞTENGİL(İSKANDİL)’E

3-5 Ekim 2019
İbrahim Fidanoğlu-Hasan Doğan

Değirmenbükü’nün öbür yüzü; isimsiz bir Bizans manastırından izler

Sabah erkenden döküldük yollara yine. Bir gün önce Yazıköy’den Ali Somer’in Knidia Çiftliği’ne ulaştığımız yola alternatif kabul edilebilecek; daha batıdaki bir toprak yoldan kuzeye doğru ilerledik bu kez. Akşamki yağmurdan sonra havadaki sıkıntıdan eser kalmamıştı sabahleyin. Yazıköy çıkışında suyu akmayan Kuyulubağ Çeşmesi’nin yanından geçtik. Arabayla yaklaşık yarım saatlik bir seyir sonrasında; Karıncalı Tepesi, Yayla Tepe ve üzerinde Manal Pınarı’nın bulunduğu Manal Tepesi’ni sağımızda bırakarak, Değirmenbükü’ne doğru bakan alçak bir sekiye ulaşmıştık. Sekinin hemen kıyısından başlayarak denize doğru uzanan alçak bir tepe üstünde; yazın ardından sararmış bitki örtüsünün yegâne yeşilleri olan makiliklerin arasında, geniş bir alana yayılmış harabelerle karşılaştık. Bunlar Bizans Dönemi’ne ait bir manastır kompleksinden günümüze kalan yapı izleriydi. Değirmenbükü ve doğal bir iskele görünümündeki Kapıtaşı, uzun yıllar yarımadadaki hayatı besleyen çok önemli bir lojistik merkez gibi işlev gördü. Sözünü ettiğimiz manastır kompleksi içinde yer alan tonozlu yapılar ise, anlatılanlara göre; yarımadadan gönderilen veya gelen emtianın geçici olarak depolandığı ambarlar olarak kullanılmıştı. Yerli halkın bu yapılara verdiği isim ise sadece “mağara” idi.

 
Değirmenbükü; Erken Dönem Bizans manastır yapıları

 
Manastır; iki katlı tonozlu yapılar

Hıristiyanlığın ilk gelişim yıllarında, Roma’nın zulmünden kaçarak çöle sığınan ve inançlarını buralarda yaşatmaya ve yaymaya çalışan keşişler, Arapların istilacı akınları ile Sina Yarımadası’ndan kuzeye, Anadolu’ya doğru harekete geçerler. Devletin resmi dini olarak Hıristiyanlığı benimseyen Bizans İmparatorluğu da 7.yy. civarında Arap istilalarından kaçan bu keşişlere bazı bölgelerde yerleşim hakkı tanır. Batı Anadolu’da Bafa Gölü’nün arka dünyasında; Beşparmaklar coğrafyası bu manastırlara kucak açmış önemli bir havza olarak dikkat çeker. Gallesionlu Lazarus, Latmoslu Paulos bu manastırlar dünyasının Bizans döneminde öne çıkmış ve daha sonraları aziz mertebesine yükseltilmiş önemli keşişlerindendir.

 
Manastır'dan Değirmenbükü ve ötesine bakış

  
Kale burcunu andıran dikdörtgen kesitli bir kule yapı kalıntısı; arkada "mağara" adı verilen tonozlu yapılar

Anadolu coğrafyasında manastırların yaygın olduğu bir diğer coğrafya da Kapadokya bölgesidir. Tüf ağırlıklı toprağın altında oluşturulan yerleşimler, gerek Roma’da Hıristiyanlığın ağır baskılar altında kaldığı dönemlerde ve gerekse Sasani ve Arap akınlarından kaçan keşişlerin ve en son olarak da ikona kırıcılardan kaçanların sığındığı birer yaşam mekânı olmuşlar.

 
Manastır kompleksinde yer alan kule yapısına diğer yönden bakış

10.yy. – 13.yy. arasında; Batı Anadolu’daki manastırların oluşum sürecinde hastaların tedavisi, manastırların topluma önemli bir katkısı olarak öne çıkar. Manastırlar, keşişlerin bir tür nefis terbiyesi yoluyla dünya nimetlerinden el etek çektikleri ve vakitlerini ibadetle geçirdikleri inziva hücrelerini de içerir. 10.yy. inziva hücrelerinden manastırlara geçiş eşiğidir. a) Kendini tanı düsturu, b) Tefekkürün temeli olan sessizlik, manastırda hayatın önemli bir bölümünü kapsar. (Monastizm

 
Manastır; güneybatı yönünden bakış

 
Yediler Manastırı; Bafa Bölgesi, Beşparmaklar
(Ocak 2013)

Bafa Bölgesi’ndeki manastırlar, bir dönem gelir; o kadar çoğalır ki, burası Bizans Çağı’nda Hıristiyanlar için neredeyse bir hac merkezine dönüşür. Dönemin önemli keşişlerinden Aziz Paulos, bu hac yoğunluğundan bir an gelir, çok sıkılır ve günün birinde ortadan kaybolarak Samos (Sisam) adasına gider. 

 
Bafa'da Yediler Manastırı civarındaki gnays kayalar içine oyulan inziva hücrelerinin duvarlarında yer alan İncil'den sahneler
(Ocak 2013)

 
Değirmenbükü Manastırı; tonozlu yapılar

11.yy.dan itibaren Batı Anadolu’ya yönelen Türk akınları yöreyi de etkiler. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos devrinde bölge, yeniden bir durulma evresine yönelse de, 14.yy.dan başlayarak manastırlar yok olma sürecine girer ve 17.yy.da keşişler, bu toprakları tamamen terk ederler. Bu anlamda; bölgedeki manastırların varlığı, 17.yy.a kadar tam 7 yüzyıl kadar sürer.

  
Değirmenbükü'ndeki manastır kompleksinde yer alan iki katlı tonozlu yapıların dışardan ve güney yönünden görünümü 

Dilek Yarımadası; Samson Dağı'nda Kurşuniyotis (Kurşunlu) Manastırı; bir mağarayı andıran mezarlık şapeli; yana açılan kollarda keşişlerin mezarları mevcuttu.
(Ocak 2013)

 
Değirmenbükü Manastırı; tonozlu yapının altında yer alan mağara benzeri tonozlu hücreler

 
Değirmenbükü; aynı yapıdan başka bir görünüm

Manastırlar, genel olarak kale formatında inşa edilmiş; dış ve iç avlu, ortada yer alan ana kilise (Katholikon), bir Ortodoks geleneği olan ölülerin kemiklerinin toplandığı kemik deposu ispitalya (Anadolu’daki en iyi örnekleri: Güllübahçe’de Kelebeç köyü, Fethiye’de Kayaköy), rahiplerin birlikte yemek yedikleri trapeza adı verilen büyük bir mermer ya da taş masanın bulunduğu bir yemek salonu, rahiplerin inzivaya çekildikleri inziva hücrelerden oluşmakta idi. Hemen hepsinde Bafa Gölü’nün suyunun acı olması nedeniyle, içme suyu sarnıçlardan sağlanıyordu. Manastırlar vergiden muaftı. Gelir kaynakları; balık, hayvancılık, kereste ve zeytindi.

  
Dilek Yarımadası; Kurşuniyotis Manastırı; Katholikon ya da ana kilise
(Ocak 2013)

 
Değirmenbükü Manastırı; katholikon ya da ana kilise; doğu yönündeki apsisi hala ayakta...

Anadolu’daki Erken Bizans Dönemi’nde yukarıda sayılan nedenlerle tesis edilen bu inziva mekânlarının hemen hemen hepsi dağların yükseklerinde ya da vadilerin saklı köşelerinde inşa edilmişler. Doğası gereği hem korunma refleksi ile hem de tefekkür için gereken sessizliği temin etmek açısından manastırlar bu ıssız ve saklı coğrafyaları kendilerine mekân olarak seçmişler. Ama Betçe’nin kuzeyinde; Değirmenbükü’ndeki Bizans manastırı bu açıdan diğer örneklerinden farklılaşıyor. Ana karadan uzakta; ama tamamen denizden gelebilecek saldırılara; özellikle de Ortaçağ’da pek yaygın olan korsan akınlarına karşı savunmasız durumdaki Değirmenbükü’nde bir plajın yakınlarında konumlanmış görünüyor. Bu durumu on iki adaların en büyüğü olan Rodos’ta yüzyıllarca hüküm süren St. Jean Şövalyelerinin egemenlik zamanları açısından da değerlendirmekte yarar var.

Değirmenbükü sahili

  
Değirmenbükü; manastırın yıkıntıları içinde bir duvar detayı
 
Değirmenbükü Manastırı; kule yapısı

“Rodos Adası, 1309’da Saint Jean şövalyelerinin (Hospitalier/İsbitariyye) eline geçişine kadar; Bizanslılar, Cenevizliler ve Venedikliler arasında çekişmelere sahne oldu. Şövalyeler dönemi, adanın yeniden inşa, yayılma, siyasal ve kültürel anlamda gelişme dönemini teşkil etti. Saint Jean şövalyeleri, yıkılan Rodos şehrini tekrar inşa ederek burada 81 hektar alanı kaplayan surlarıyla birlikte Ortaçağ Avrupası’nın en sağlam kalesini yaptılar. Bu sadece antik şehir yüzeyinin dörtte biri olup Antik dönemden itibaren vuku bulan muazzam değişikliği canlı biçimde gösterir. Hıristiyan Avrupa’nın en zengin ve asil ailelerine mensup Saint Jean şövalyeleri, Rodos’u üs yaparak Hıristiyanlık adına Doğu Akdeniz’de Müslüman devletlere karşı korsan olarak savaştılar; Aydın ve Menteşe’deki Türk beylikleriyle geçici antlaşmalar gerçekleştirdiler. Şövalyeler, Rodos’tan başka on bir adayı daha kontrollerine alıp güçlü kalelerle sağlamlaştırdılar. Mısır ve Suriye Memlukları’nın 1440-1444 yılları arasında Rodos’u ele geçirme teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı. Bu tarihten sonra şövalyeler, Türk gemilerine ve kıyılarına korsan saldırılarına hız verdiler.”(1)

 
Bafa; Pınarcık köyü; Mersinet Manastırı kulesi; Türk akınlarına karşı manastır yapılarının kaleleştiği döneme dair kanıtlar...
(Ekim 2018) 

Yukarıda anlatılan yakın coğrafyadaki tarihsel süreç ve Rodos şövalyelerinin Ege Denizi’nin güneyinde sürdürdükleri askeri faaliyetler ışığında, manastırın kuzey denizine tamamen açık pozisyonunun özellikle Datça yarımadasının Rodos şövalyelerinin nüfuz ve koruma alanında kalıyor olmasından kaynaklanabileceğini gösteriyor.

 
Değirmenbükü Manastırı; kalıntıların genel görünümü

Değirmenbükü’ndeki manastır kompleksinin yukarıda anlatılanlar çerçevesinde, Erken Bizans Dönemi’ne ait olduğu söylenebilir. Aynı dönemde yarımadanın İlkçağ’dan kalan mirası Knidos ise, bir piskoposluk merkezine dönüşmüştür. Türk akınlarının Menteşe Beyleri eliyle bölgeye ulaştığı 13.14. yy.a dek bu dini kompleksin varlığını sürdürmüş olabileceği olasılık dâhilindedir. Ama kesin olan bir şey varsa; ilk girişimleri 15.yy.da Fatih Sultan Mehmet ile başlayıp, daha sonra 16 yy.da Kanuni Sultan Süleyman zamanında nihayete eren Rodos’un fethi (20 Aralık 1522) sürecinde, bu manastır yapılarının tamamen işlevini yitirdiği öne sürülebilir.

 Değirmenbükü Manastırı'nın genel görünümü; güneybatıdan...

 
Manastır tepesinden Değirmenbükü'ne açılan vadinin ağzına doğru bakış; bu vadinin içinde Knidia Çiftliği var.

Bugün Değirmenbükü plajının hemen kıyısında küçük bir tepe üstünde konumlanmış manastır kompleksi, neredeyse bir yıkıntılar yığını şeklinde günümüze ulaşabilmiş durumda. Yukarıda da sözü edildiği gibi manastır yapıları; belki yüzlerce yıl, Datça yarımadasının deniz yoluyla temin edilen ihtiyaçlarının ikmalinde bir lojistik depolama alanı olarak kullanılmış olabilir. Daha sonraki zamanlarda kaderine terk edilen kompleks, zamanın ve doğanın tahribatı ile bugünkü haline gelmiş olmalı.

 
Değirmenbükü Manastırı; Katholikon'a yukarıdan bakış

 
Kilise tarafından batı yönündeki tonozlu yapıların görünümü

Manastır kompleksinde en dikkat çekici yapı kalıntısı, yıkıntıların hemen hemen ortasında yer alan ve manastırın ana kilisesi konumundaki katholikhon… Doğuya yönelmiş apsisi hala ayakta olan tek nefli ve haç planlı kilisenin kubbesi çökmüş durumda. Batı yönündeki kemerli narteks, ortasında küçük bir nişi barındıran bir duvarla sonlanıyor. Kiliseye giriş holü, bir labirenti andıran bir başka kemerli geçiş ile daha batıdaki oldukça geniş bir alana sahip ve görünüşte iki katlı olduğu düşünülen tonozlu yapıların hemen sınırındaki bir kapıya bağlanıyor.

  
Değirmenbükü Manastırı'nın ana kilisesi; apsis

 
Kilisenin batı duvarı ve girişe doğru açılan hol

 
Ana kilisenin batı duvarında yer alan niş

Ana kilisenin yanında başka küçük şapeller ya da bir mezarlık şapeli de var mıydı? Bunu yapı kompleksinin birbirinin üstüne yıkılmış bugünkü halinden anlamak gerçekten zor. Ama bize göre mutlaka vardı. Çünkü manastır yapıları, Değirmenbükü’ndeki Knidia Çiftliği ile Kapıtaşı’na doğru ulaşan yolların arasında kalan alanın neredeyse yarısını kaplamakta.

 
Değirmenbükü Manastırı; ana kilisenin batı yönünde; ama güneye açılan girişi

 
Tonozlu yapının üst katı; duvardaki sıvaların varlığı dikkat çekici...

Ortaçağ’dan kalma böylesine muazzam bir yapı kompleksinin gözden uzakta bir coğrafyada bu hale gelmesi ise, insana dokunuyor açıkçası. Çevreden edindiğimiz bilgilere göre, burada şimdiye kadar herhangi bir yüzey araştırması dahi yapılmamış durumda. Yapı ile ilgili hiç bir bilgiye ulaşabilmiş de değiliz ayrıca. Manastırın ismi bile ortalarda yok. Kısacası kaybedilmiş büyük bir miras yatıyor Değirmenbükü’nde şimdi. Bizden önce bu topraklarda yaşayan uygarlıkların bize miras bıraktığı bu değerli kültür varlıklarına sahip çıkamamış olmak gerçekten acı verici. Hele bunun Datça yarımadası gibi anakaradan ayrık ve tarihsel arka planında tamamen buna koşut olarak şekillenmiş bambaşka bir kültürden beslenen bu “ada” insanlarının yurdunda olması, daha da manidar bize göre. Ama manzara bu; yapacak bir şey de yok ne yazık ki…

 
Kilisenin güney yönündeki girişi; duvardaki sıvalar dikkat çekici...

Kilisenin kuzey yönünden görünümü

Manastır kompleksinin en batısında yer alan iki katlı tonozlu yapıların zamanında ambar olarak kullanılmış olması ihtimal dâhilinde. Her ne kadar kilisenin çevresinde; daha üst düzlemde yer alan başka tonozlu yapıların varlığını kabul etsek dahi, bu büyüklükte başka bir geniş yapıya ayakta rastlayamıyoruz. Bir de şu düşünce geliyor aklımıza; genellikle manastırlarda keşişlerin birlikte yemek yedikleri, mermerden ya da taştan yapılmış; trapeza adı verilen büyük bir masanın yerleştirildiği salonlar mevcuttu. Bu manastırın da bu tür bir mekâna sahip olduğu düşünülmelidir. 

 
Değirmenbükü Manastırı'nda yer alan yapı kalıntılarından bir diğeri; yaşam mekanları belki keşişlerin yatakhaneleri...

  
Tonoz kemerli bir yapı kalıntısı

Manastırda taşradaki çoğu Bizans yapılarında olduğu gibi yapı malzemesi olarak moloz taş ve horasan harcı kullanılmış. Bazı tonozlarda ise yer yer tuğla malzemenin de kullanıldığını görebiliyoruz. Yıkıntıların üstünde yoğun bir toprak ve makilik örtüsü de var. Bu da yapıların niteliğini anlamak açısından büyük sıkıntı yaratıyor. Uzun yıllar bölgede hayvan otlatan çobanlar bu tonozlu yapıları ağıl gibi kullanmışlar. Ateşler yakılmış içinde. En batıda; belki de yüzlerce yıl depo işlevi görmüş iki katlı yapının üst katındaki tonoz tavan, tam ortasından neredeyse çökmek üzere. Belki bir daha geldiğimizde onu bu halde bile bulamayacağız. 

  
Tonozlu yapıların altındaki kemerli hücreler

 
Bir diğeri; zamanında çobanlar tarafından ağıl olarak kullanılmış.

  
Değirmenbükü Manastırı; tepedeki tonozlu yıkıntılar...

Kapıtaşı; Ada hikâyeleri; cesur kaptanlar ve Betçe’de denizden beslenmek

Manastırdan Kapıtaşı’na ulaşmak için, bir süre kıyı çizgisini takip ederek yürüdük. Yoldan plaja doğru indiğimizde deniz kıyısında batıyı işaret eden bir Karya Yolu levhası çıktı karşımıza. Üzerinde “Knidos-5 km” yazmaktaydı. Hemen denizin kıyısından başlayan tortul kayaklıklarla kaplı yürüyüş patikası, bir süre sonra doğal bir iskeleyi andıran Kapıtaşı’na ulaştırdı bizi. O efsanevi iskele; “ada” insanlarının yaşam umudu; hayatı denizden besleyen birkaç lojistik noktadan birisi olan Kapıtaşı, bildiğimiz iskelelere hiç benzemiyordu. Ama demek ki zamanında yarımadanın sakinleri açısından bu bile bulunmaz nimetti.

 
Dağa Kaçtım gezginleri, "Knidos-5 km" levhasının yanında; yani Karya yolundayız.

  
Değirmenbükü Manastırı; son kez...

Hasan Hoca; Değirmenbükü’ndeki halk arasında “mağaralar” diye adlandırılan manastır kalıntıları ve Kapıtaşı’nın yarımada insanı için önemini şu şekilde ifade ediyor:

“Kapıtaşı ve mağaralar, Betçe’nin Bodrum'a açılan yüzüydü. Son yıllara kadar Betçeliler, bütün ekonomik ilişkilerini ve sağlık problemlerinin çözümünü buradan hareket eden meşhur Çetin Kaptan, Nevres Kaptan ve Donlu’nun sahip oldukları küçük teknelerle sağlamış. Ancak hastalığına çare arayan Betçeli, önce yük hayvanları yardımı ile Kapıtaşı’na ulaşmak zorundaydı. Tabii ki bu kaptanların kalkış saatlerini de bilmek gerekiyordu. Bu kaptanlar, Bodrum yolculuğunda özellikle Kış Adası civarında büyük dalgalarla boğuşmak zorundaydılar. O yıllarda bu tür teknelerin senede birkaç kez battığı söylenir. Böyle bir maceraya katlanmak zorundasındır; çünkü yarımadada hastalığına derman olacak başka yer yoktur. Ölmeden ulaşırsanız bakılırsınız. Kaldı ki o yıllarda gittiğiniz yerde de uzman doktor bulmanız mümkün değildir. Benim duyduğum pek çok dramatik hikâye vardır bu konuda. Bodrum dönüşü bu kaptanların, fırtınaya yakalandığında; sığındıkları bir koyda yolcuları karaya çıkardıkları çok olağan bir olaydır. Herhangi bir koya bırakılan bu insanlar, yaya olarak köylerine dönmek zorundadırlar. Her şeye rağmen o yıllarda Kapıtaşı adı verilen bu bölge, Bodrum’a doğru bir çıkış noktası görevini görmüştür. Kaptanlar, yeri ve zamanı geldiğinde; bu tekneleri soğan, bakla, çağla gibi ürünlerle tıka basa doldurup Betçelinin ekmek kapısı olan Bodrum'a ulaştırmışlardır.”

 
Mavilikler boyunca; Kapıtaşı'na doğru...

  
Betçe'nin dinmeyen efsanesi; Kapıtaşı...

Kapıtaşı’nda kayıkların yanaştığı derme çatma kayalıkların hemen arkasında; küçük mağaraları barındıran aynı türden başka kayalıklar da vardı. Doğal olarak oluştuğunu düşündüğümüz birkaç mağaranın hemen ilerisinde ise, Arap Kuyusu diye adlandırılan hemen denizin kıyısındaki su kaynağı oldukça dikkat çekiciydi. Son yıllarda Palamutbükü’nde Aylin Ahşap Evler’in sahibi; turizm işletmecisi Ozan kardeşimiz, keçilerini sulamak için bu kuyuyu elden geçirip bir tulumba koymuş üstüne; imar etmiş kısacası.

 
Kapıtaşı yakınlarında Arap Kuyusu; şimdi tulumbalı...

 
Kapıtaşı İskelesi

  
Kapıtaşı'nın hemen arkasında yer alan küçük mağaralar

Hasan Hoca’nın anlatımına göre;

“1949 yılında Betçe’de bir ölet yaşanmış. Bu olayın üzerine yarımadaya devlet at sırtında bir tek sağlık memurunu gönderir. Memur, Yakaköy’de ailelere aspirin verir, kupa çeker. Bu bilgileri anlatan kayınpederim Ali Fidan’dır. Sağlık memuru, durumun kötülüğünü görünce bölgeden derhal kaçar. Bir daha bu bölgeye de kimse uğramaz. Güçsüz olanlar ve çocuklar büyük oranda telef olur. Hatta yaşlılar bu olayı şöyle anlatırlar; “Birini gömdük, döndük; tekrar biri daha ölmüş.” Günde on civarında ölüm olduğu anlar olmuş. Betçe’de yüzün üzerinde ölüm vakasından bahsediliyor. Emekli veteriner hekim Mehmet Bilgili ağabeyimin, “evinde aspirini olan kendini kurtardı” şeklindeki ifadesini ben şöyle algıladım; çaresizlik, imkânsızlık; ne derseniz deyin. Yoksulluk, terk edilmişlik; elbette ki bu insanlar, anakara aidiyetini hiçbir zaman hissedememişler. Sahipsizliğin ne demek olduğunu, ben burada öğreniyorum.”


Değirmenbükü'ne doğru bakış
  
Betçe'nin Sinyor Kaptan'ı; İbrahim Günay Demir
(Kaynak: Hasan Doğan Arşivi)

“Ada”lının ruh halini yansıtan başka bir hikâye ile devam ediyor Hasan Hoca. Betçe’de Sinyör Kaptan olarak tanınan Yazıköylü İbrahim Günay Demir’in hikâyesini anlatıyor.

Sinyor Kaptan, Yazıköy’ün en renkli simalarından birisidir. Hayatını ilk önce süngercilik, daha sonraları da tekne kaptanlığı yaparak kazanmış. Anlatıldığına göre; Sinyor Kaptan, süngercilik yaptığı yıllarda bir Yunan armatörün teknesinde çalışırmış. Süngerler kalitesine göre çeşit çeşit olurmuş denizde. Duyduğuma göre en kaliteli süngeri denizin dibinden bulup çıkaran kişi oymuş. Sinyor Kaptan, daha sonraki yıllarda Yazıköy’e muhtar bile olmuş. Şu anda kendisi Datça yarımadasında sürekli olarak bembeyaz kaptan kıyafetleri ile dolaşır. Şapkası bile, kaptan şapkasıdır. Sinyor, bir gün Knidos’a teknesiyle gelen bir İtalyan ailesi ile sohbeti koyulaştırır. Samimiyet o kadar ilerler ki; Sinyor, üzerinde bir mayo ve ayağında terlikler ile tekneye atlar, oradan ver elini İtalya. İtalya’ya varınca, İtalyan aile nasıl yolunu bulduysa, kaptanı Almanya'daki arkadaşlarının yanına postalar. Sinyor’u bu halde gören Almanya’daki dostları, derhal onu bir mağazaya götürüp giydirirler. Oradan nasıl hallettilerse hallederler ve onu bir şekilde Türkiye’ye gönderirler. Bir mayoyla Türkiye'yi terk eden Sinyor Kaptan, takım elbise ve kravatla Yazıköy’e dönünce, tabii ki herkes hayretler içinde kalır. O günden sonra bizim Günay Demir, bu kıyafetten dolayı Sinyor lakabını alır. O gün bu gündür bu maceraperest ruhlu Günay Demir adı artık Betçe’de söylenmez olur. Sinyor aşağı, Sinyor yukarı; lakap diye takılan sıfat, kaptanın adına dönüşür. Betçe’de herkes o günden beri kaptanı Sinyor olarak bilir, tanır. Anakara ile hiçbir bağlantısı olmayan bura insanının bu davranışı, her halde o anda kendisine gayet normal görünmektedir.

 
 Betçe'nin simge isimlerinden; Sinyor Kaptan
(Hasan Doğan Arşivi)

Bu hikâyelerde bence anakaradan kopukluğun izleri besbelli… Adam üstünde bir şortla İtalya'ya gidebiliyorsa, bunun nedeni o kişiyle ilgili değil; Betçe insanının sadece yıllarca bölgedeki güç sahibi Ağa’yı, hükümet olarak görmesinden kaynaklanıyor. O düzen de yıkılınca, karşısında ne devlet, ne hükümet, ne de kolluk kuvvetleri diye bir şey kalmıyor. Kayınpederimin, hala “tarla benim, yer benim; devlete ne, evimi de yaparım, damımı da” demesi ve direnmesi bu açıdan ilginç geliyor bana. Daha buna benzer bir sürü hikâye var buralarda.”

 
Kapıtaşı'na batı yönünden bakış ; arkada Değirmenbükü...
 
Kapıtaşı'ndan sonra yol boyunca rastladığımız temel izleri

Knidos'la ilişkili tonoz mezarlar mı?

Şimdi gelelim Kapıtaşı zamanlarının; kelle koltukta, bu ayarsız denizlerine doğru açılan o efsanevi kaptanlarına ve onların hikâyelerine…

Betçe’nin yetiştirdiği önemli entelektüellerden birisi olan Akın Pilavcı’nın ifadesine göre; Betçe’den Bodrum’a sefer yapan ilk tekneler, 9 metre civarında imiş. Bunlardan Datça isimli tekne, Mesudiye’de; Hayıtbükü’nde imal edilmiş. Bu tekneyi yıllarca Donlunun Şaban Kaptan kullanmış. Hatta bir aralar bu tekneyi su geçirgenliği az olduğu için Büyük Menderes’te denize pamuk taşımada bile kullanmışlar. 1960’lı yılların hemen öncesinde, Çanakkale'den satın alınıp gelen bir başka tekne; Eceabat ise, güçlü motoruyla hava atarmış denizlerde. Akın Pilavcı’nın verdiği bilgilere göre; bu tekne şu anda bile hala Mersin’de gulet olarak faaliyetini sürdürmekte imiş. Sonuç olarak; Datçalıların hala aklından çıkmayan efsanevi bir tekneymiş Eceabaat… 

 
Karşıda İstanköy adası... 

 
Eştengil yolunda bir başka tonoz mezar kalıntısı mı?

Donlu’nun Ali Kaptan; yani Nevrez ve Şaban Kaptanların babası, yıllarca yarımadanın çevresindeki adalara gelmiş, gitmiş. Bütün adalıları tanırmış Ali Kaptan. Bu adalarla ticari ilişkiler, Ali Kaptan’ın 9 metrelik teknesi ile sağlanırmış. Betçe’den genelde büyük ve küçükbaş hayvan ile incir götürülürmüş adalara. Hatta Ali Kaptan, zaman içinde büyükbaş hayvanları kendi teknesine yüklemek için gerekli düzeneği bile kurmuş. Hayvan deniz kenarına getirildikten sonra, bir caraskala bağlı iple sarılıp bağlanarak tekneye alınırmış. Özellikle On İki Adalar, 1912’de Trablusgarp Savaşı sonrasında İtalyanlara bırakılınca, adalarla sürdürülen ticari ilişkiler daha da iyi hale gelmiş. Ali Kaptan, başta Simi (Sömbeki) ve Rodos adaları, yarımadanın biraz batısındaki Herkit adası, onun kuzeyine düşen İncirli adası ve Kos (İstanköy) adasına gidip gelirmiş. Herkit Adası insanlarının çok yabani olduğunu anlatırmış o yıllarda Ali Kaptan.

 
Knidos'da güneş batarken; açıklarda İncirli Adası...
(Hasan Doğan; Şubat-2020)

 
Arkamızda Değirmenbükü ve Kapıtaşı...

  
Eştengil yolunda Knidos ile ilişkilendirilebilecek bu tonoz mezar örneklerinden çok sayıda gördük.

Kapıtaşı zamanlarında; yarım dizel, kafadan kızma motorlar varmış. Markası Cirot’muş bu motorların. Önce bir yarım saat kadar pürmüz lambası ile kafa kızdırılırmış. Pürmüz lambasında ise gazyağı kullanılırmış. Kafa kızınca da, kolu bir sağa, bir sola çevrilirmiş. Bu hareket birkaç kez yapıldığında, dizel motor çalışmaya başlarmış. 1950’li yıllardan sonra ise, motorlar şarj ile çalıştırılmaya başlanmış. Bu motorlar Palamutbükü’nden 9 saatte Bodrum'a gidermiş. Kapıtaşı’ndan ise, bu yolculuk 5 saat kadar sürermiş. Hava rüzgârlı olduğunda; bu yolculuk süresi iki katına çıkarmış. Batma ya da İstanköy’e sürüklenme tehlikesi böyle havalarda her an mevcutmuş. Donlu Kaptan, Kos açıklarındaki korkunç anafor alanı olan “şeytan çukuru”nda yılda üç dört kez batarmış genellikle. 


Zeytinler arasında...

Bu bölgenin insanı, yarımadada verdiği yaşam mücadelesinin yanında; yine ekmeğinin peşinde, pamuk tarlalarında çalışmak üzere yıllarca Söke Ovası’na taşınmış. Oralarda aylarca süren hayat kavgasını anlatır hala Betçe’deki yaşlılar. Pamuk toplamaya giden Betçeli işçiler, Nevrez veya Çetin Kaptanlarla önce Büyük Menderes'in ağzına kadar taşınırlarmış. Çetin Kaptan, orada hem pamuk taşırmış, hem de insan. Bir gün kaptan, Büyük Menderes köprüsünün altından geçerken, köprünün ayağına çarpmış ve tekne devrilmiş. Belenköy’den yeni nişanlanmış bir genç o kazada ölmüş. Ne yazık ki; denizlerdeki bu hayat mücadelesi böyle acı hikâyelerle de yüklü.

 
Gövdeleri nasıl da burulmuş. Eştengil yolunda zeytin ağaçları...

Hasan Hoca; Betçe’nin tanınmış simalarından; emekli öğretmen Beydoğan Özcan ile ilgili şu anıyı aktarıyor:

Beydoğan Özcan Hoca (1944 doğumlu), ilkokulu bitirdiğinde 11 yaşında imiş. Babası öleli yıllar olmuş. Abisi asker; ne yapsın okumak istiyor. Ne para var, ne ona sahip çıkacak bir büyüğü… Derken Çetin Kaptan’ın kulağına gitmiş bu konu. Çetin Kaptan, çocuğu çağırmış ve demiş ki; seni Bodrum'a götürürüm, para da almam. Ayrıca otel paranı ve yeme içmeni de karşılarım. Birde kayıt için fotoğraf paranı da veririm. Velhasıl bütün masraflar Çetin Kaptan’dan. Yalnız Kaptan’ın Beydoğan Hoca’dan bir ricası varmış. “Oku, öğretmen ol ve bana bir şişe içki al.” Gerçekten öğretmen olduğunda, kaptanın kendisi yeniden hatırlatmış ona yıllar önce söylediklerini. O da gitmiş ve çocukluk sözünü yerine getirmiş. İlkokul mezunu bir çocuğun hayat mücadelesine bakın. O çocuk, önce Milas’ta bir ortaokula kayıt oluyor. Ancak abisi, aylar sonra askerden dönünce; bu çocuk, Aydın Ortaklar Öğretmen Okulu’nu kazanıp oradan öğretmen çıkıyor. Yarımadada hayat böyle imiş yıllar önce; önce mücadele azmi, sonra da biraz tesadüfler ve sonuçta serpilip gelişen bir hayat… Şimdilerde biz o yaştaki çocukları ancak tuvalete veya bakkala gönderebiliyoruz tek başına. Ağzına elmayı soyup veriyoruz. Zaman değişmiş demek ki. Belki de zamane çocukları böyle…”

 
Knidos patikaları

 
 Yarımadanın kahrını çeken adamlardan biri; Çetin Kaptan ve "Kavurmacı" lakaplı Balıkçı Dursun (Sadun Boro'yu Knidos'ta denize çıkaran adam); 1950'li yıllar...
(Gülkadın Taş Arşivi)

Betçe’de on yıllardır yaşamın içine nüfuz etmiş bu gözü kara kaptanlar, bu coğrafyada şu bilmece ile anılır olmuşlar; hayatın tam göbeğinde; Betçe’de…

“Donlu’nun motoru
Dam başında oturur.”

Bu bilmece bile, anakaradan kopuk Betçe insanı ile tekne ilişkisini tanımlaması açısından son derece ilginç olsa gerek. “Donlu”, herkesin bilinçaltında yer etmiştir Betçe’de. Sevgiliyi getiren odur. Çocuğunu Bodrum’daki okuldan, gurbetten getiren odur. Yarımadaya yiyeceği, içeceği getiren odur. Daha neler getirmez ki o… Bilmecenin yanıtı ise, bacadır baca.

 
Betçe'nin bacaları
(Hasan Doğan; Şubat-2020)

 
Bir başkası
(Hasan Doğan; Şubat-2020)

Belenköy'den bir baca...

Sındı Ağaları'nın kulesi; Likya mezarından esinlenilmiş bir baca

O yıllarda yarımadanın her türlü ihtiyacını sağlayanlar, elbette sadece Betçe’nin bu efsanevi kaptanlarından ibaret değildi. Bir de onlara taşıdıkları ürünleri sağlayan, yarımadadan toplayıp Kapıtaşı ya da diğer çıkış noktalarına merkeplerin sırtında taşıyan tacirler de vardı. Bunların en eskilerinden birisi Gülbezer adıyla bilinen kişidir. Bugün Betçe’de; Çeşmeköy’de Çuhadarlar diye bilinen ailenin büyük dedesi olurmuş Gülbezer. Gülbezer’den sonra, bu işi Asım Çuhadar ve Ali Çuhadar kardeşler sürdürmüşler. Gülbezer, yarımadaya mal ikmali yaptığı yıllarda; bir gün Rodos’a giderken içinde bulunduğu tekne batar. Teknede başkaları da vardır. Ölenler olur bu kazada. Gülbezer ise, Rodos’a satmak için götürdüğü sumak çuvallarından birine tutunarak hayatını kurtarır.

 
Eştengil yolunda, mevsim sonu nadir çiçeklerden biri; "hoşgeldin" çiçeği (ada soğanı); arkada Değirmenbükü...

Hasan Hoca anlatıyor:

Asım Çuhadar, Çeşmeköy’de bir bakkal dükkânı işletmektedir. 1950’li yıllarda yarımada, baklayı birçok yerden erken çıkarmaktadır. Bunu bilen İzmirliler de turfanda baklaya talepte bulunmaktadır. Ancak Betçe’den baklayı kara yoluyla İzmir'e ulaştırmak mümkün değildir; çünkü yol ve vasıta yoktur gidecek. Betçe, bu sorunu Değirmenbükü’nde; Kapıtaşı’ndan teknelere yüklemek yoluyla çözmüştür. Asım Çuhadar, Betçe’den topladığı baklaları çuvallayıp, onları Değirmenbükü’ne merkep sırtında taşımakta veya taşıtmakta; orada Donlu’nun bir başka Datça isimli yaklaşık 12 metrelik teknesine yüklemektedir. O yıllarda henüz çağla, yarımadada daha çok yenidir; hatta bakla çuvallarının yanına rica minnet bir çuval çağla da ancak alınabilmektedir. Donlu Kaptan yüklediği bu ürünlerle birlikte, Asım Çuhadar’ı da Seferhisar’ın Sığacık Limanı’na götürmektedir. Sonuçta çuval çuval baklalar, oradan da kamyonlarla İzmir haline ulaşmaktadır. Asım Çuhadar ise, bakkal dükkânı için gerekli malzemeyi İzmir'den karşılayıp, yine aynı tekne ile Betçe’ye dönmektedir. Kapıtaşı o yıllarda Betçe için hayati öneme sahip bir noktadır özetle.”

  
Eştengil'e doğru; arkada bıraktığımız koylar; Barkas ve Değirmenbükü...

Yarımada insanı ile On İki Adalar’ın sakinleri arasında yüzlerce yıllık bir arka planda saklı ilişkileri ve yaşanmışlıkları yansıtan şu hikâyelere ne demeli?

Hasan Hoca anlatıyor:

“Gümrükten emekli Ertan Ağabeyimiz, Yazıköylüdür. Yıllar önce Donlu ile Bodrum'a giderken “şeytan çukuru”nda alabora olurlar. Dalga tekneyi Kos’a sürükler; yapacak bir şey yoktur. Yunan Sahil Güvenlik gelir ve bunları adaya çıkarır. Ertan Ağabey, oldukça da büyüktür bu olay yaşandığında. Adayı gezeceğim diye o kadar sevinir ki. Şu olaya bakın; adam üzülmesi gerekirken, o düştüğü bu duruma seviniyor. Neyse Sahil Güvenlik, bunları sorgudan sonra bırakır ve karşıya; memleketlerine gönderir. Bu kez Ertan Ağabey, çok üzülür bu duruma. Çünkü merak ettiği Kos adasını gezememiştir. Orası onun için yabancı bir yer değildir. Belki akrabaları bile vardır orada. Yine Bük’te yaşayan Veysel, Milli Eğitim’de hademe iken, bir gün sandala binip Simi’ye geçer. Üstünde bir dondan başka bir şey yoktur. Adaya ayak basınca tutuklanır; Ankara ile yazışmalar derken, Veysel, gardiyanı ayartıp, orada birlikte kafayı çekerler. Hem de nezarette…

 
Gümrükçü Ertan Ağabey; Betçe'nin çalışkan insanı...

Gümrükçü Ertan Ağabey’in babasının dayısı çok incir üretirmiş. Yaz sonunda bir gün; karşıdan teknesiyle gelen Yorgi, kayığını Knidos’a bağlamış. Doğru Yazıköy’e gelmiş. Hemen üreticiyi bulmuş. Kim bilir; belki de yıllarca buralara gidip gelen birisi YorgiYazıköy’den incirleri almış, iki köfün dolusu inciri yüklemişler eşeğe. Onlar da yayan; doğru ver elini Knidos. Bizim Koslu Yorgi, iki de bir elini incire atarmış. Ye babam ye… Eh o zaman da su ister vücut. Knidos’a kadar Saranda Çeşmesi, Goca Çeşme; yoldaki karşılarına çıkan her çeşmede durmuşlar. Koslu; “ye inciri, iç suyu” dermiş. “Nasıl olsa parasını peşin ödedim” diye de söylenip dururmuş. Sonunda şakalaşarak Knidos’taki limana ulaşmışlar. Malları yüklemişler tekneye. Seneye görüşmek üzere vedalaşmışlar birbirleriyle. İşte böyledir buranın insanı.”

Eştengil yolunda rastladık.

Kapıtaşı’ndan sonra…

Kapıtaşı’nı arkamızda bıraktıktan sonra, sıcak yaz günlerinin kavurduğu nebattan geride kalan çiçekli bir bitki dikkatimizi çekti. Hasan Hoca, herhalde yerel ismi olsa gerek; ezentere dedi adına. Defnegillerdenmiş ezentere. “Çok güzel kokar; buralarda bundan fırın süpürgesi yaparlar” diye devam etti sözlerine. Ezentere çalılarının fırında nasıl kullanıldığını ise şöyle açıkladı Hasan Hoca; “Önce fırın yakılacak, kızınca; yani bunu ekmek yapanlar bilir, ekmek pişirme kıvamına gelince, ezentere çalıları suyun içine sokularak fırın süpürülür. Amaçlanan fırının tabanının aşırı kızgınlığının alınmasıdır.” 

 
Kapıtaşı yakınlarında ezentere çalıları; üzerinde çiçekleriyle...

 
Fırın süpürgesi yapımında kullanılan ezentereler

Solumuzda kıyıya paralel olarak uzanan Knidos’a ait olduğunu düşündüğümüz kalıntılar başladı. Kimi toprak altında; bir kısmı ise toprak üstünde görülebilecek nitelikte; konturları harçla birleştirilmiş moloz taşlardan oluşan duvarlarla kaplı çukurlar ya da tonozlu girişlere sahip küçük mağaralar şeklinde mezar izlenimi veren yapılardı bunlar.

 
Eştengil yolunda bir lahit mezar; Knidos'un Nekropolü mü?

 
Sırtlara doğru başka mezar kalıntıları

Az sonra tatlı bir meyille güneybatı yönünde ilerleyen işaretlenmiş bir patikaya doğru yöneldik. Bu giderek kıyıdaki plajdan da uzaklaştığımız anlamına gelmekteydi. Çevremizde makilerin örttüğü Knidos’la ilişkilendirilebilecek çok sayıda duvar parçası ya da temel izine rastladık yol boyu. Arazi denize paralel bir şekilde tarımsal amaçlı teraslanmıştı sanki. Belki şaraplık bağlar vardı bu sırtlarda; kim bilir? Karşımızdaki alçak sırtın tepesine geldiğimizde, sağımızda inanılmaz güzellikte bir plaj ve onun kıyısından uzaklara doğru uzanan derin mavilikler karşıladı bizi. Burası cennetten bir köşe diyebileceğimiz güzelim Barkas koyu idi.

 
Barkas plajı; ıssızlığın ortasında... 

 
Yürüdüğümüz Karya yolu; kıyısı tahkim edilmiş.
 
 
Eştengil yolunda bir delikanlı; Hasan Hoca

Hemen altımızda plaja doğru usul usul yaklaşan munis dalgaların sesi, hafif bir rüzgâr ve çevremizdeki nebatın baş döndürücü kokuları eşliğinde zaman; ele geçiriverdi bizi. Durduk ve düşündük; bu kıyıdan rahatça görebildiğimiz karşıdaki Kos adasında; suyun öte yakasında yaşayan insanları… Sınırsız dostluklar kuran, sınırsız gülüp sınırsız ağlayan; yeri geldiğinde kavga edip barışan bu iki yakanın insanları; koparmak mümkün mü onları?

 
Zeytin ağaçları başladı.

 
Zeytin ağacına duyulan saygının ifadesi

 
Bilge ağaç; zeytin...

Yolun kıyısındaki taşlarla tahkim edilmiş kenar çizgisi ilginçti. Oldukça eski zamanlardan beri bu yolun kullanıldığı aşikârdı. Eştengil Çiftliği ve Knidos’a kadar yer yer yoğun makilikler arasından ilerleyerek sürdürdük yürüyüşümüzü. Yükseldikçe çevremizde anıt zeytin ve keçiboynuzu (harnup) ağaçları belirmeye başladı. Gövdelerinin defalarca burulmasıyla ortaya çıkan dirençleri ve zamana meydan okuyan duruşlarıyla saygıyı fazlasıyla hak ediyordu bu bilge ağaçların hepsi. Ama ne yazık ki bakımlı oldukları pek de söylenemezdi. Bir tanesinin yanına gittim ve gövdesine sarıldım; ne büyük bir andı ona dokunmak…

 
Karşı sırtta teras duvarları

 
Asırlık zeytin ağaçları

Tepeye doğru yaklaşmıştık. Sırtın arkasında Eştengil Çiftliği vardı. Sağımızdaki bir vadi ile bizden ayrılan karşıdaki yamaçta bir düzlemi destekleyen düzgün konturlu ve kesme taştan bir duvar gördük. Bu düzlemin üzerinde büyük olasılıkla bir başka yapı bulunmaktaydı. Belki vadiyi ve makilikleri aşarak yanına kadar gidebilsek, bu yapının yıkıntılarını duvarın dibinde görebilecektik. Ama biz hedefimiz olan Eştengil ya da İskandil’e doğru yürümeye devam ettik.

 
Önde teras duvarları; arkada kesme taştan bir Knidos duvarı 

Zeytin ağaçlarına doyamadık. 

Eştengil yolunda yaşlı bir harnup ağacı

Eştengil; Saklı Bahçe

Tepeye ulaştığımızda önümüzde sararmış otlarla kaplı geniş bir ova; denize doğru açılan bir boğaz; solumuzdaki kireç taşı kayalıklarla kaplı bir dağın tepesinde Knidos’un surları, önümüzde alçalan sırtta 6 adet kemerli girişleriyle dikkat çeken Rumlardan kalma dikdörtgen planlı bir avlu; hemen ona bitişik durumda bir taştan kulübe; biraz daha yukarılarda ise Sarı Kamil’in kulesi vardı. 

 
Eştengil'e giden patika

 
Arkamızda bıraktığımız Barkas koyu

 
Eştengil Çiftliği ve arkadaki tepede Knidos'un surları

 
Eştengil'de Sarı Kamil'in Rumlardan kalma ağılı ve yanındaki kulübe

Sırttaki yapıların hemen hepsi harap vaziyette idi. Hasan Hoca’nın söylediğine göre; Rumlardan kalmış en az 200 yıllık bu yapılar, küçükbaş hayvan sürülerini; şimdi ortalıkta izi kalmamış ama zamanında buralarda yaşayan vahşi hayvanlardan (kurt, sırtlan, ayı ve hatta Anadolu panteri gibi) korumak için ağıl işlevi görmüştü. Ancak görüldüğü kadarıyla; yapılarda, dikkat çekecek düzeyde özgün bir mimari çizgi ve estetik kaygı vardı. Yapıların hepsi yerel taş malzeme kullanılarak yapılmıştı. Avlunun yanındaki tek katlı evin içinde güney yönündeki ağıla bakan ve ahşap lentosuyla dikkat çeken bir pencere, batı yönünde bir ocak; ocağın solunda duvara gömülü bir niş benzeri iki raflı bir dolap, sağında ise şimdilerde taşla örülü durumda bir küçük pencere bulunmaktaydı. Güneydeki ağıl işlevi gören büyük avludan bağımsız olarak, doğu yönündeki kapıdan önce bir hole, daha sonra yine bir kapıdan geçilerek ocağın da bulunduğu esas yaşam mekânı olan odaya ulaşılıyordu. Her iki bölmenin tavanı ahşap kirişlerle kaplıydı ve tavan bu ahşap örgünün üstünde yer almaktaydı.

 
Sarı Kamil'in ağılı

 
Solumuzdaki tepede Knidos'un surları

 
Tepelerde Knidos'un burçları, sıra sıra; Eştengil'den bakınca...
(Hasan Doğan; Şubat 2020)

 
Zamanında ağıl olarak kullanılan avlunun içi

Sarı Kamil'in ağılına batıdan bakış 

Hasan Hoca; buralarda arazileri bulunan ve yörede Sarı Kamil olarak da bilinen Kamil Erdinç Dursun’dan edindiği bilgilere göre; Eştengil ya da namı diğer; İskandil’de ekilebilir alanların 130 dönüm civarında olduğunu belirtiyor. 20.yy.ın başında Eştengil Çiftliği, anlaşıldığı kadarıyla tümüyle Çeşmeköy Ağaları’ndan Ömer İhsan Ağa’ya aitmiş. Zamanla bu varidat; Ağa’nın ölümünden sonra yasal mirasçıları tarafından tüketilip gitmiş. Ömer İhsan Ağa’nın oğullarından Münir Bey, Eştengil’de 25 dönümlük araziyi Sarı Kamil’in ailesine (Kalafatlar) neredeyse zorla satmış. Arazinin geri kalan bölümü ise, yine Ömer İhsan Ağa’nın oğulları tarafından Yazıköy’den Gurdinler’e, Guguşlar’a ve Zadeler’e satılmış. Yazıköy’deki çoğu aile, adalardan göçüp gelmişler bu topraklara. Sarı Kamil’in ailesi de köken olarak İstanköylü imişler. Yıllar önce oradan göçüp Betçe’ye yerleşmişler. Dedelerinin anlatımına göre; İstanköy’de iken, Sarı Kamil’in ailesi karpuz yetiştirirmiş. İstanköy’de yetiştirdikleri karpuzlar o kadar büyükmüş ki; bir kişinin onları yerden tek başına kaldırması mümkün olmazmış. Yarımadaya göçtükten sonra Sarı Kamil’in ailesi, uzun yıllar Eştengil’de tütün yetiştirmiş. Ayrıca küçükbaş hayvancılıkla da uğraşmışlar. Zamanında 450 civarında keçileri varmış Kalafatlar’ın. Onun anlatımına göre; Eştengil, o yıllarda her türlü tarımsal ürünün yetiştirilmesine uygun, son derece verimli bir arazi imiş.

 
Eştengil'de bir anıt harnup ağacı

  
Sarı Kamil'in ağılı; batıdan...

 
Ağılın yanındaki kulübenin içi

 
Evin doğu yönündeki girişi

 
Knidos yönündeki güney penceresi

Sarı Kamil’in yıkıntılarını arkamızda bırakarak ovanın ortasındaki kuyuyu ve sarnıcı görmek için yanlarına doğru yürüdük. Kuyuda ve sarnıçta hala su vardı. Her ikisi de oldukça eskiydi. Kuyunun üzeri; içine hayvan düşmesin diye çalı çırpı ile kapatılmıştı. Kıyısında taştan oyulmuş; belki de Knidos zamanlarından kalma iki yalak vardı. Sarnıcın içine ise, sekiz-on basamaklı bir merdiven ile iniliyordu. Son derece iyi durumdaydı sarnıç ve içi su doluydu.

 
Ovadaki sarnıç

  
Sarnıcın batı yönünden girişi

Sarnıcın içine inen merdivenler
  
Eştengil Çiftliği'nin ortasında bir su kuyusu

 
Eştengil'in denize açıldığı yer; Damlaca koyu
(Hasan Doğan; Şubat 2020) 

Hasan Hoca, Knidos ile ilişkili olarak Eştengil (İskandil) hakkında şu bilgileri aktarıyor:

“Binlerce yıl önce Knidos antik kentinin adeta bir arka bahçesi işlevini görmüş olan bu düzlük, deniz ulaşımı açısından Damlaca adlı küçük limanı ile denize açılmakta, bu yüzden burada üretilen ürünlerin pazara taşınmasında bir problem olmamaktadır. Gerçi Knidos uygarlığında kaç kişinin yaşadığı konusunda elimizde sağlıklı bir veri olmasa da, bu uygarlığın oluşmasında bu arka bahçenin rolü önemli olsa gerek. Burası, üretimde kullanılacak suyun varlığı açısından oldukça zengin. Şu anda bile aktif haldeki kuyuları ve sarnıçlarıyla bu yer, her dönemde tarım için gerekli suyun temininde önemli bir rol üstlenmiş. Antik dönemlerde; en güney doğuda Palamutbükü ve Bağlaryüzü, bunlara ilaveten kuzeydeki Eştengil ya da “Saklı Bahçe”nin varlığı, herhalde bu uygarlığın burada daha da serpilip gelişmesine yol açmış olmalıdır. Peki; sonra ne oldu? Gerek Roma ve Bizans Dönemi’nde ve gerekse Osmanlı Dönemi’nde bu bahçeleri, çoğunlukla bölgedeki Rum ahali ekip biçmiş. Zira bu bölgenin adalarına baktığınızda; nüfusa göre en verimli arazilerin bu yarımadada olduğu görülür. Bunu da yakın zamanlara kadar bu adalarla alışveriş yapan tüccarların adalara neler götürdüklerine bakarak anlayabiliriz. Özellikle yarımadanın inciri, küçükbaş hayvanı ve tarım ürünleri gidenler arasındadır. Adalardan gelen ise, en başta rakı olmak üzere; ispirto, gaz yağı, kibrit gibi ürünlerdir. Yakın geçmişte bir Ali Kaptan gerçeği, bize bir şeyleri açık bir şekilde anlatıyor. Ali Kaptan yani Donlunun Ali’nin, o küçücük teknesine bir koca danayı sahilden alıp, kolayca yerleştirebilecek bir sistem oluşturması, o yıllarda buradan adalara neler ihraç edildiğini gösteriyor. Bu yarımadada yaşayan Rum nüfusun üretici rolü ile yıllarca adalara nice ürünün sevkiyatı gerçekleştirilmiş. O yıllarda buralarda özellikle bağ, bahçe ve zanaatkârlık işleri, Rumlar tarafından yapılmaktaymış. Burada olmayan ürünler ise belli. Anakaradaki asla ulaşılamayan her türlü malzemenin adalardan temini gayet normal bir ikmal yöntemi olmalıdır.”

 
Gezginler, ellerinde ada çayı torbaları; Eştengil'den dönüş yolunda...

 
Teras duvarları

Bir bilge zeytin ağacının gövdesinin içindeki boşluğa açılan bir sürü delik; ne anlatır bize?

Eştengil’den öğle üzeri ayrıldık. Palamutbükü’nde bizi bekleyen bir düğün yemeği vardı. Gitmesek olmazdı elbette. Yine geldiğimiz yolu takip ederek, Barkas’a doğru ilk sırtı aştık ve Eştengil’i ardımızda bıraktık. Aklımızda Ege’nin mavi derinliklerinde; şeytan çukurunda yaşanan türlü maceralar, Knidos’un arka dünyasında dolaşmalarımız; dolana dolana bir hal olmuş asırlık zeytin ağaçları; Kapıtaşı’nda yeşerip yarımadadaki hayatı besleyen umut; yürüdük Knidos patikalarından Kapıtaşı’na ve Değirmenbükü’ne doğru…

  
Dönüş yolunda; patikanın güzelliği

  
Değirmenbükü'ne doğru...

Sanki bir örümcek gibi; kurumuş bir ağaç kökünden kalanlar

Yeniden Kapıtaşı'nda; başladığımız yerdeyiz.

Yaşayan bilgelere saygı; Yakaköylü Ali Fidan ve Goca Memet Emmi; Knidos'da...
(Hasan Doğan; Ocak-2020) 
Son söz olarak Hasan Hoca dedi ki;

Kayınpederim her zaman söyler; “biz para görmedik yıllarca. Burada para öğretmenlerde vardı” der. Her şeyini ürettiği ürün ile değiştirmesini öğrenmiş Datçalı. Nitekim adalarla ticaret yapan bu kaptanlar da, buralardan adalara; oralarda olmayan ürünleri götürmüşler ve oradan da; buralarda olmayan ürünleri getirmişler. En başka Tekel ürünleri ve petrol ürünleri; bunun gibi yiyecek dışı pek çok ürün. Bazen ben de şöyle derim kendi kendime; Datçalıların eline tutuştur parayı, o anda nereye gittiği belli olmaz. Hani büyük kentlerin girdabında boğulmamak için mücadele veren insanın parayı tutuşu ile Datçalının tutuşu farklı olacaktır sonuçta. Bizim insanımız, parayı elinin kiri gibi birden atıveriyor elinden herhalde.”

(DEVAM EDECEK)
Dipnotlar:
(1)     Rodos’un St. Jean Şövalyeleri’nin eline geçiş süreci ile ilgili bilgiler için bkz. İslam Ansiklopedisi, Rodos maddesi; bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/rodos
(2)    Fotoğraflar, belirtilenler dışında yürüyüş sırasında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: Hasan Doğan-İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC