4 Mart 2018
İbrahim Fidanoğlu
Giriş
Erken gelen baharın Güme Dağı’nın sırtlarına yansımalarına
tanıklık ettik bugün. Kısa bir an da olsa yeşilin, buram buram ot kokusunun ve
açmakta olan çiçeklerin hayata merhaba deyişine şapka çıkardık yine. Defalarca
yürüdüğümüz Kaplan sırtları ovadan
yukarılara doğru uyanmaya başlamıştı ağır ağır. Tabanda binbir nebat, erkenci
bademler, kısmen erik ağaçları hepsi çiçeğe durmuştu el birlik. Ama cevizler ve
kestaneler her zamanki gibi tetikteydiler yine. Ya dönerse hava; elden
bırakmamak gerek temkini der gibiydiler. Doğanın dili konuşuyordu çevremizde;
ama sessizce… Anlayana şüphesiz…
Kaplan sırtlarında zeytinliklerde budama zamanı
Kaplan’da bir öğleden sonra
Kaplan köyü; Tire’ye ve Yahşibey
Ovası’na Güme Dağı’nın
yamaçlarından bakan, oldukça eski bir Yörük yerleşimi. Eski adı Arpacılar… Aşağılarda anlatacağımız bir
türbenin öyküsü ile ismi daha sonraları Kaplan’a
dönüşmüş. Güme’nin yoğun su
kaynaklarından beslenen köyün benzersiz doğası, baharla birlikte yeniden
yeşeriyor, canlanıyor ve özellikle köyün içinde yer alan iki kır lokantası
nedeniyle İzmir’den kalkıp buralara gelenlere yaşama sevinci aşılıyor. Akdeniz
mutfağının en güzel örnekleriyle bezeli bu kır lokantalarında, ağız tadıyla
yenilen o güzelim yemekler eşliğinde fark edilmeksizin akıp gidiyor zaman.
Kaplan köyünün tipik mimarisi
(Nisan-2016)
Selçuk yönünden Tire'ye girerken Kesikbaş ya da Menteşe Bey'in damadı Sasa Bey'in bir kara servinin dibindeki kabri
(Temmuz-2008)
Güme Dağı’ndan ovaya doğru dere yatakları boyunca süzülen
sular, Yahşibey Ovası’nı yüzyıllardır
besliyor. Kaplan Deresi ve ona
bağlanan diğer küçük derecikler, baharla birlikte bu yamaçların can suyu oluyor
bir anlamda. Bugün de öyleydi her şey. Kesikbaş’ın kabrinden(1) yukarı doğru kıvrılarak Kaplan yoluna saptık. Şehrin kahredici “yalnızlığı”ndan
doğanın barındırdığı benzersiz uyumluluğa doğru tırmanmaya başladık. Yavukluoğlu Külliyesi’ni geçince
rampanın hemen başlangıcında sağda; sürekli akan bir çeşme vardı. Yeri
değişmiş; yenilenmiş ve yine gürül gürül akmaktaydı. Suyu yukarılardan
doldururuz diye devam ettik yolumuza. Biraz sonra başladı virajlar. Epey
tırmandıktan sonra küçük bir patikanın sonunda yürüyerek ulaştık İncecik Köprüsü’ne… Bu kadar zarif, bu
kadar işlevsel bir geçiş yolu, eski zamanların Güme Dağı’nın arka dünyasına geçiş imkânları sunan hoş görünümlü
bir sivil mimari örneği olarak bir nazarlık misali dere yatağının üstünde
durmaktaydı hala.
Kaplan yolunda İncecik Köprüsü
(Haziran-2010)
Kaplan köyü ve ovadaki Tire
(Nisan-2016)
Bizim vaktimiz azdı; anı
yaşamalıydık. Baharın kokusunu duymak, buram buram ot kokusunu ciğerlerimize
doldurmak için buradaydık. Ama önce aç karnımızı doyurmalıydık. Bunun için
Fatih ağabeyin Kaplan köyünün
içindeki Çam Restoran’ına uğramalıydık.
Öyle de yaptık. Fatih Ağabey, her zamanki gibi lokantanın girişindeki
merdivenleri kontrol eden stratejik bir mevkide konumlanmıştı yine. Ayak
seslerimizi duyunca şöyle bir kaldırdı başını ve fark etti bizi. Selamlaştık;
yanına çağırdı. Mutfağa yakın bir konumdaydı bulunduğu yer. Bize özel
toplantılar için tasarlayıp yaptırdığı ahşap kulübeyi gösterdi. Kısa süre
yarenlik ettikten sonra onunla birlikte doğrudan mutfağa daldık. Olmaz böyle
bir şey; tezgâhın üstünde onlarca soğuk; zeytinyağlı tabağı seçilmeyi
bekliyordu. Neler yoktu ki içinde; bakla favası, börülce yağlaması,
kırmızı-yeşil biber közlemesi, kuzu etli arapsaçı (bu sıcaktı ve yeni ateşten
inmişti), kendi yetiştirdiği sebzelerden yapılmış enfes salatalık, koruk ve
biber turşusu, yoğurtlu pancar kavurması, karışık ot kavurması, patlıcan ezme,
yoğurtlu yer elması-semizotu salatası, enginar göbeği, karışık kızartma ve daha
neler…
Fatih Bey'in Çam Restoran'ının teklifsiz misafirleri
(Haziran-2011)
Hepsi ayrı nefasette bu
soğuklar için bile gelinirdi buraya. Ama yukarılarda daha başka güzellikler
bizi bekliyordu. Kaplan’ın sırtlarına
doğru yürüdük. Asalak sarmaşıklarla kaplı türlü ağacın arasından geçerek sırta
yöneldik. Hemen sağ altımızdaki; belki eski bir piknik alanı niteliğindeki
düzlüğü geçtik. Hasan Hoca’nın hedere
helix olarak adlandırdığı bu arsız asalakların kökü olmadığını ve dolandığı
ağacın özsuyunu emmek üzere yapıştığı gövdeye bir nevi kök saldığını ve bu
şekilde asalak hayatını bir başkasının sırtından sürdürdüğünü de yine ondan
dinledik.
Asalak sarmaşıklar; meyveleriyle...
Kavağa (Tire'de servi derler) dolanmış asalak sarmaşıklardan bir sütun...
Bunlar da bir inciri sarmışlar.
Batıya doğru biraz
ilerleyince toprak yolun kıyısında ve ovaya nazır konumda; Osmanlı’dan kalma ve
başlıkları Mevlevi sikkesi şeklinde
iki eski mezar dikkatimizi çekti. Mezarlar, aslında yıkılmış bir türbeden
geriye kalanlardı. Bu iki mezar, Girit Fatihi Kaptanı Derya Kaplan Ahmet Paşa ile Üsküdar Mevlevi
Şeyhi Mahmut Sadık Dede’ye aitti.
Yola yakın konumdaki mezarda Kaplan Ahmet
Paşa yatmaktaydı. Kaplan Ahmet Paşa,
Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın eniştesi
olup, daha sonraları Tire’ye sürgüne
gönderilmiş önemli bir kişilik. Tire’de
yaşadığı müddetçe Güme’den Tire’ye inen su yollarının ve çeşmelerin
imarı ile uğraşmış. Bunun için vakfiyeler oluşturmuş. Yaşamının kalan kısmını Arpacılar köyünde (bugünkü Kaplan) sürdüren Kaplan Ahmet Paşa’nın ölümünden sonra (17.yy.ın ikinci yarısı),
köy; giderek Kaplan adıyla anılmaya
başlanmış. Kaplan Ahmet Paşa da halk
nezdinde olmuş Kaplan Baba… Türbede
yatan diğer kişi ise, Üsküdar
Mevlevihanesi’nin vakfiyelerinden Mahmutlar
Çiftliği’nde bir görev nedeniyle bulunduğu sırada vefat eden Mevlevi Şeyhi Mahmut Sadık Dede olarak biliniyor. O da
ölümü sonrasında Kaplan Baba’nın
kabrinin yanına defnedilmiş olmalı (Ölümü 1793). Çünkü gerek Kaplan Paşa ve gerekse Mahmut Sadık Dede; her iki kişi de mezar
taşlarındaki yazıttan anlaşıldığı kadarıyla Mevlevi
olarak biliniyorlar.(2)
Kaplan'dan batıya doğru yürürken yol kıyısındaki Kaplan Baba Türbesi'nden bugüne kalan iki kabir; öndeki köye bugünkü adını veren Kaplan Ahmet Paşa'nın kabri...
Kaplan sırtlarında erkenci baharın alametleri
Kaplan sırtlarında; dostların yanındayız.
Kaplan'da bir zeytinlik
Bir süre sonra Kaplan Baba Türbesi’ni ardımızda bırakarak, toprak yoldan batıya doğru yürümeye devam ettik. Daha yukarılarda neler vardı neler; dokunulmamışlığın keyfi içinde erkenci baharın coşkusuyla uyanmış meyankökleri, sapsarı çiçekleriyle kızılcıklar, mor-mavi çiçekleriyle bize merhaba diyen kara kafes otları, beyaz çiçekleriyle göz alıcı, ama son derece zehirli yabani kerevizler, dölleme için ileklemeyi bekleyen üzerlerinde meyveleriyle erkek incirler, aşağı doğru; birer oğul şeklinde sallanmış, tüylü görünümleriyle uzaktan farklı hisler uyandıran yabani hanım elleri ya da akasmalar, ovaya göre faz farkıyla çiçeklenmiş Güme’nin beyaz-pembe badem çiçekleri ve önümüzde zeytin sekileri arasında; sarı-yeşil bir halıyı andıran binlerce küçük yonca çiçeği ve bir de insanı çıldırtan o mis gibi ot kokusu…
Kara kafes otları
Kaplan sırtlarında Gelin Kayası'na doğru yürüdüğümüz patika
Bembeyaz çiçekleriyle yabani kerevizler
İleklemeyi bekleyen erken incirler
Yabani hanımelleri ya da akasmalar
Acaba sandal ağacı mı; yoksa dev gibi bir ağaca dönüşmüş sumak mı; kararsız kaldık doğrusu...
Zeytin sekileri arasında sarı-yeşil bir halı ve alabildiğine bir ot kokusu
Bahçe duvarları arasında...
Duvara gömülü; bir gerizi andıran çeşme
Kaplan'dan batıya doğru yürüdük. Lodos şiddetliydi.
Sisli puslu Tire; Kaplan'dan bakış
Önce kayrak taşlarla
yapılmış bahçe duvarları arasından geçtik. Aşağılarda sisli puslu da olsa
Tire’nin ovaya doğru hızla inmekte olan silueti fark ediliyordu. Yolun iki
tarafında bahçelerin sınırlarını belirleyen duvarlardan birinin içinde bir
gerizi andıran çeşme, peyzajı tamamlamıştı. İşte ilk meyan kökleriyle orada
karşılaştık. Gözden uzakta; bir sekide serpilip gelişmişlerdi. Doğrusu Hasan
Hoca şaşırdı; yıllar sonra ilk kez karşılaştığını söyledi. Çiftin çubuğun girmediği
ücra bir yerdeydiler; sürdürebildikleri hayatlarını belki de buna borçluydular.
Kaplan sırtlarında meyan kökleri; baklagiller ailesinden...
Bu da bir diğeri...
Bu daha farklı bir yerdeydi.
“Doğada
kendiliğinden yetişen bir bitki olan meyan, ticari amaçla hafredilmediği (hafretmek,
Osmanlı belgelerinde topraktan sökerek
çıkarmak anlamında kullanılmış-İF) sürece, (Osmanlı’da-İF) öşürden muaf tutulurdu.
Osmanlı coğrafyasında Doğu Akdeniz ve hinterlandında bu bitkiden birçok alanda
ziyadesiyle istifade edilirdi.
Aydın (Bilhassa
Büyük ve Küçük Menderes nehirleri boyunca), Adana, Konya, Halep, Antep, Urfa (Dicle
ve Fırat nehirleri boyunca), Suriye, Beyrut, Cebel ve Bağdat gibi Akdeniz
havzası ve ard vilayetlerinde, aynı zamanda Kafkasya’da yetişen meyan kökü, “sulak ve kumsal arazilerde ve nehir
bataklıkları civarında iki üç metre derinliğe kadar parmak kalınlığında kökler
salarak, arazi boyunca akasya flanderleri şeklinde gelişen ve siyah renkte
tatlı bir özsuyu bulunan bir bitkidir.” Meyanın
olgunlaşabilmesi için en az üç yıla ihtiyaç vardır. İlk yılda kökleri küçük ve
sütlüdür, ikinci yılında sarı renk alır biraz daha kalınlaşır, fakat bu hali
güneşe ve soğuk havaya dirençli değildir, ancak üçüncü yılında tam olarak
olgunlaşır. Bu bitki bilhassa kış mevsiminde köylü ve işsiz kalan rençberler
tarafından rast gelen arazide, meralarda, su bataklıklarında, tarla
hendeklerinde ve nehir kıyılarında derin çukurlar ve hendekler açılarak
çıkarılırdı. Meyan kökleri Ağustos başından Şubat sonuna kadarki süreçte
hafredilirdi. Köylüler genellikle yağmurlu geçen Eylül, Ekim ve Kasım aylarında
toprağın daha da yumuşaması sebebiyle bilhassa bu aylarda meyan kökü
toplamaktaydı.”(3)
Forbes Ailesi'nin Buca'daki köşkü; 19.yy. kartpostalı
(Kaynak:http://www.levantineheritage.com/house4.htm)
İzmir’de 19.yy.ın tanınmış Levanten ailelerinden Forbeslerin o yıllarda ekonomik değeri son derece yüksek olan bu bitkinin köklerinden elde edilen özütü üzerinden elde ettikleri imtiyaz ve zenginliğin büyüklüğü sınırsızdı. Aydın’ın Söke ilçesinde meyan kökü depoları ve fabrikaları bulunan bu ailenin Aydın ve İzmir odaklı geliştirdikleri ticari ağdan beslenen kervanları, özellikle Amerika’ya doğrudan ihraç edilen tonlarca meyan kökünü, Aydın Dağları’nı aşan kervan yolları üzerinden İzmir limanına taşımaktaydılar. O yılların bu stratejik hammaddesi, Amerika’da Cocacola’nın sır gibi saklanan özütü olarak; şekerleme ve içecek yapımında, tıpta ve eczacılıkta, endüstriyel tütün sektöründe etkin olarak kullanılmaktaydı. Yoğunlukla Doğu Akdeniz’de ve Osmanlı hâkimiyetindeki coğrafyada doğal olarak yetişen bu bitkinin kökleri, hoyratça topraklarından sökülerek deniz aşırı metropollere taşındı o yıllarda. Bir anlamda yerelin bu zenginlikleri talan edildi acımasızca.
Forbes Ailesi'nin Söke'deki fabrikasının yöneticileri ve aile üyelerinden bazıları
(Kaynak: İzmir Tarih Facebook)
Menemen'de balyalama öncesi meyan kökü hasadı
(Kaynak:www.levantineheritage.com)
Emperyal dünyanın ülkedeki elleri, Batı Anadolu’da kök salmış meyan kökünün özünü de emip tüketmişlerdi kısacası diğer zenginliklerimiz gibi. 70’li yıllarda çocukluğumdan kalan bir izdir; Aliağa’ya doğru Menemen’den geçerken, tren istasyonu hizasındaki üst geçidin hemen altında bir yerlerde (bugünkü Menemen Endüstri Meslek Lisesi’nin olduğu yerde) meyan kökü işleyen bir fabrika vardı. Belki o yıllarda kapanmıştı bile. Babam önünden geçerken anlatırdı hikâyesini. Menemen civarındaki birçok insana iş imkânı yaratması nedeniyle bugün dahi hatırlanan bu fabrika da Forbeslerin meyan kökü toplama ve balyalama amacıyla Batı Anadolu’da kurdukları Osmanlı döneminden kalma işletmelerinden biriydi. Kayıtlara göre 1960’lı yıllara kadar Cumhuriyet döneminde de çalışan bu tesis, benim çocukluğuma denk düşen 70’li yıllarda ise artık kapanmıştı.
Kaplan'dan aşağılara doğru...
(Nisan-2016)
Zeytin ağacının hayatı saklı bu yumrularda...
Kaplan sırtlarında badem çiçekleri
Sarı çiçekleriyle kızılcıklar
Kayrak taşlarıyla örülen bahçe duvarındaki basamak ayrıntısı
Bu patikadan yürünmez mi?
Meyankökünün tetiklediği; Kaplan sırtlarından Menemen’e doğru uzanan düşünceler, doğanın bize hazırladığı yeni sürprizlerle dağıldı gitti. Hisarlık Deresi’nin aktığı vadiye doğru bakan zeytin ağaçlarıyla kaplı bir yamaçtan patikayı izleyerek, Kaplan’ın yukarılarında yer alan Gelin Kayası’nın altına doğru yürüdük. Vadinin iki yakasında badem ağaçları pembe-beyaz çiçekleriyle bize göz kırpıyordu. Ya kızılcıklar; bademlerle birlikte en erken çiçeklenen, ama yaz sonuna doğru en son meyve veren bu ağaçlar, bu özellikleriyle de dikkat çekiciydiler.
Gelin Kayası
(Nisan-2016)
Cevizlerin sabrı...
Kaplan köyüne dönerken...
Asalak sarmaşıkların egemenliği
Yürürken üzerlerine
bastıkça çevreye yayılan ot kokusu ise, giderek ele geçirdi bizi. Cevizler ve
kestaneler dışında her şey uyanmıştı sanki doğada. Bir zeytin sekisine iliştik
ve Hisarlık sırtlarını, karşıdaki ovayı; sisler içindeki Tire’yi uzun uzun
seyrettik. Bu eşsiz bir andı; Kaplan’da biz o anı yaşamıştık. Bir yanda buram
buram ot kokusu, bir yanda doğanın kucağındaki o güzel yalnızlığımız…
Dipnotlar:
(1) Kesikbaş’ın öyküsü için bkz. http://dagakactim.blogspot.com/2012/06/kesikbas-ya-da-sasa-beyin-hazin-sonu.html
(2) A. Munis Armağan, Devlet Arşivlerinde Tire, Bilkar Bilge Karınca
Matbaacılık, Nisan-2003; sayfa:321-322
(3) Yrd. Doç. Dr. Süleyman Uygun, Ordu Üniversitesi, Fen ve Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Batılıların Gözdesi Meyankökü ve Üzerine
Yaşanan Emperyalist Rekabet, OTAM 37 /Bahar 2015, 337-373; bkz. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1982/20714.pdf
(4) Fotoğraflar, belirtilenler
dışında İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder