6 Aralık 2019 Cuma

BAYINDIR-SARIYURT YAYLASI’NDA…


YAĞMURDAN SONRA; SARIYURT’TA…
15 Kasım 2019
İbrahim Fidanoğlu

Giriş

Kemalpaşa’nın arka dünyası bize her zaman verimli rotalar sunmuştur. Ovacık Yaylası da bunlardan biridir. Bugün de Ovacık Yaylası’nın arkasından Bayındır’a doğru uzanan derin vadilerden birinde yürüdük. Bayındır-Ilıca Vadisi’nin doğu yakasında; yaklaşık 550 metre yüksekliğindeki bir düzlükte yer alan Sarıyurt köyünün çevresinde dolaştık ağırlıkla. Dünden kalan yağmurun izleri, toprakta kendini hissettirse de; ufukların berraklığı, çam ve meşe ormanlarının içinde geçen zaman, tertemiz hava ve bahtiyarlığımız bize yetti de arttı bile. Sarıyurt köyünden başlayan yürüyüşümüz, önce Turgutlu yönüne ve kuzeye doğru ilerledi. Daha sonra yörenin en yüksek tepesi olan Karlık Tepesi yönüne ve doğuya döndük. Dik yangın yollarından indik çıktık; güneye ve batıya doğru kıvrılan rota en sonunda akşamın kıyısında Sarıyurt köyünün merkezinde kahvehanelerin önünde son buldu. Toplamda 16 km.lik yürüyüşümüzü yaklaşık 6 saatlik sürede tamamladık.

 
Sarıyurt köyü; akşam vakti köye dönerken...

 
Sarıyurt Yaylası'nda orman yollarında yürüdük.

Bu yöreye 2014 yılında bir kez daha gelmiş, Ilıca Vadisi’nin batı yakasında yer alan Kızıloba köyünün yakınlarındaki Sarı Kavak Mevkii’ndeki anıt ağaç Aslan Kavağı’nı ziyaret etmiş(1), daha sonra da Sarıyurt’a çıkıp köyü kabaca dolaşmış ve meydandaki kahvehanelerden birinde oturup, köylülerle muhabbet etmiştik. Bu yılın Mayıs ayında da Ovacık Yaylası’ndan Kızıloba’ya dek uzun bir yürüyüş yapmış(2) ve Sarıyurt’a bu kez karşı yakadan ve uzaklardan bakmıştık. Şimdi yeniden Sarıyurt’ta; bir kez daha bu cennet mekândayız.

 
Çeşme başlarında soluklandık.

Sarıyurt hakkında

Sarıyurt geçmişi oldukça eski bir Türkmen köyü aslında. Büyük olasılıkla 11 yy.a dek uzanan köklü bir geçmişi var köyün. Batı Anadolu’ya Bey Dağları üzerinden ilerleyen büyük göçün en batıda sonlandığı noktalardan birisi de Sarıyurt olmalı. Köylülerin anlatımına göre; köyün eski ismi olan Sarı Merye (Meryem) ise, köyün kurucu atası olarak kabul edilen bir kadın çobana ait. Büyük olasılıkla Sarıyurt’u kendilerine mekân bellemiş Türkmenlerin bu kadın önderi, göçerlerin burayı yurt edinmelerini sağlamış. Bir başka anlatıya göre ise, köy, ilk olarak bugün Karlık Tepesi’nin eteklerindeki bir düzlükte, Gağgı adı ile bilinen bir ekolojik çiftliğin bulunduğu yerde kurulmuş. Ama köye musallat olan bir salgın hastalık nedeniyle, Sarıyurt, kadın çoban Sarı Merye’nin önderliğinde bugünkü yerine taşınmış. Kısacası söylemek gerekirse; öyle ya da böyle; Sarı Merye isminin köyün kadim geçmişinde önemli bir yeri var.

  
Gözlü Tepe; yangın kulesi 

 
Sarıyurt Yaylası; çınarlar, kestaneler ve kızılçamlar... 

Köyün meydanından dar geçitlerle ulaşılan sokaklarını dolaşırken, Sarıyurt’un eski zamanlara (büyük olasılıkla Aydınoğulları’nın egemenlik dönemi) dayanan köklü tarihi; yerel malzeme ile yapılmış ve neredeyse yan yana kurulmuş Yörük çadırlarından oluşan bir obanın evrimleşmiş halini temsil eden yorgun evlerinden anlaşılıyor.

  
Sarıyurt-Turgutlu yolu

 
Sarıyurt köy meydanı

 
Kayrak taşlarla inşa edilmiş eski evlerin arasından geçtik.

Köy, yaklaşık 550 metre yüksekte bir yayla üzerinde konumlanmış. Köylülerden öğrendiğimize göre Sarıyurt’un çıkışından kuzeye yönelen asfalt yol, Kayrak köyü üzerinden Turgutlu’ya; Irlamaz Vadisi’ne dek uzanıyor. Daha önceki gelişimizde toprak olan yol, yakınlarda asfaltlanmış. Köyün meydanında yer alan asırlık çınar ağaçları ise, Aslan Kavağı kadar olmasa da, aslında birer tabii anıt görünümündeler. Hele bir tanesi var ki; yaşı 500’ün üzerinde olsa gerek.

 
Hasan Hoca; köye indiğimiz sırtta yer alan evlerin arasında...

 
Köyün 19.yy.dan kalma eski çeşmesi
(Kasım 2014)

 
Çeşmenin kitabesi
(Kasım 2014)

 
Akşam bastı Sarıyurt'u...
(Kasım 2014)

Köyün neredeyse birbirine yaslanmış evlerinin arasında dolaşan daracık sokaklarından geçerek ulaştığımız bir köşe başında, üzerindeki oldukça zor seçilen kitabesinden 19.yy.dan kaldığı anlaşılan eski bir çeşme yer alıyor. Akşamüstü Sarıyurt köy meydanına ulaşmak için tepeden inerken daracık geçitlerde rastladığımız; birçoğu harap vaziyette ve terk edilmiş sivil mimari örneği evlerin hali, yaşanmışlıkları barındırması açısından oldukça hüzünlü bir manzara teşkil ediyor. Zamanında yöresel malzeme olan kayrak taşlarla inşa edilen bu güzelim evlerin zamana ve doğanın tahribatına dayanamayarak bugün yıkılmakta oluşu aslında çok üzücü. Bir göçün ve kadim bir geçmişin delillerini taşıyan bu kıymetli mirasın Birgi’de olduğu gibi, konusunda ihtisas sahibi mahir ellerin dokunuşunu bekledikleri çok açık. Ama gören yok, duyan yok; her yerde hüzün…

 
Sırttan meydana inerken... 

 
Dar geçitler, tarihin içinden...

Tireli yerel tarih araştırmacısı-yazar A. Munis Armağan’ın Bayındır üzerine hazırladığı Tarihin Gizemli Kenti Bayındır isimli çalışmasında ise Sarıyurt köyü ile ilgili şu bilgiler aktarılıyor:

“Kayıtlarda önce Sarı Merye, daha sonra Sarı Mekri olarak yer alan Sarıyurt, kadın emirlerden Sarı Merye tarafından kurulmuştur. Sarı Merye köyü, 16.yy.da 86 hane nüfusu ile büyük köyler grubunda yer almaktadır. Bir Peçenek köyü olan Sarı Merye, daha çok ilk süreç adlar zenginliği ile belirginleşmektedir. Örneğin, Eren Dede, Arap Dede, Kurt Bey, Oyuk Dede adlarını kendinde semtleştiren Sarı Merye, Divan Deresi gibi Güney-Batı Karadeniz çıkışlı topluluklara da ışık tutmaktadır. Köy coğrafyası, Sınırkavak, Çatma Dağı, Kuzluk, Beşpınarlar, Alma Gediği, Karlık, İndere, Kurt Gediği, Tolos, Kaşar ve Semertepe mevkii adlarıyla beslenmiştir. Köyün adı, salnamelerde Sarı Mekri olarak da verilmektedir.”(3)

 
Köyün yaşlılarından Bekir Amca; o anlattı, biz dinledik. Sarıyurt kahvehanelerinden birinde...

  
Sarıyurt'un köy meydanında yer alan tarihi su kuyusu ve tulumbası

Eve dönerken...

Sarıyurt’un kuzey çıkışında Ilıca Vadisi’ne doğru üzerinde bir yangın gözetleme kulesinin de bulunduğu 700 metre yüksekliğindeki Gözlü Tepe’nin eteklerine denk düşen bir konumda ve vadinin dibinde; bir de çinko ve kurşun madeni bulunuyor. 2013 yılından beri işletilen bu madenin, köy muhtarından öğrendiğimize göre; 19.yy.da bir Rum ya da Yahudi tarafından Osmanlı Devleti’nden alınan ruhsatla ilk kez işletime açıldığı biliniyor. Şimdi ise Ilıca Vadisi’nin üzerine; tam da mevcut Sarıyurt asfaltının bir kısmını sular altında bırakacak şekilde sulama amaçlı bir baraj çalışması (Ergenli Barajı) yürütülüyor. İleride vadide su tutulduğu zaman bu durumun kimleri etkileyeceği belirsiz olsa da, Sarıyurt’u Bayındır’a bağlayan karayolunun bundan etkileneceği kesin. Şimdiden yeni yolun yapım çalışmalarının daha güneyde sürdüğüne dair işaretlerini biz de köye arabayla çıkışımız sırasında fark ettik.

 
Sarıyurt'un tarih kokan sokaklarında...

 
Köyün Turgutlu yönündeki tarihi mezarlığı

 
Ilıca Vadisi'nin karşı yakasında Kızıloba...

Yürüyüşün Hikâyesi

Tire’den bize katılan Hasan Hoca ile Bayındır üzerinden ulaştığımız Dereköy Ilıca kahvehanelerinden birinde sabah 9.30 civarında buluştuk. Havuzlu Kahve’de sabah ayazına rağmen kahve keyfimizi yapmazsak olmazdı. Ilıca’da yazdan kalma her şeyin satıldığı birkaç sergi hala varlığını sürdürse de, dükkânların çoğu sabahın bu erken saatlerinde daha açılmamıştı bile. Yazın çevre kasabalardan insanların akınla geldikleri Ilıca’da o telaşlı günlerden eser kalmamış, ortalıktan el ayak çekilmişti artık. Avluda erkenci çınarlar, bir sonbahar sabahında; birer birer yapraklarıyla vedalaşmaktaydı. Kahvelerin eşliğinde harita üzerinden yapılan incelemeden sonra, Sarıyurt Yaylası’nda yapacağımız bugünkü yürüyüşün rotası hakkında hepimiz aşağı yukarı bilgilenmiştik. Kahvelerin bitimini takiben, Dereköy Ilıcaları’ndan ayrılarak Sarıyurt’a doğru yola çıktık.

 
Bir Kasım sabahında; Bayındır Dereköy Ilıcaları'nda; günün başlangıcı...

 
Sarıyurt Yaylası'nda ağaç kütükleri arasında...

Dereköy’den yaklaşık 12 km kadar uzaktaki Sarıyurt köyüne; Ilıca Vadisi’nin doğu yamacını yılan gibi bir yolu tırmanarak ulaştık. Yukarıda da sözünü ettiğimiz Ergenli Sulama Barajı’nın yapım çalışmaları vadide sürmekteydi. Bu nedenle takip ettiğimiz Sarıyurt yolu, vadi tabanında bir süre servis amaçlı bir toprak yola dönüşerek devam etti.

 
Köyün girişi ; Sarıyurt'a merhaba...

 
Sarıyurt, köy meydanı; yaprakların arasından göz kırpan güneş içimizi ısıttı.

 
Meydana bakan Sarıyurt köy ilkokulu

Sarıyurt’un merkezindeki çınarlarla kaplı köy meydanına bağlanan köyün girişindeki yol, önce meydana doğru daraldı, daha sonra birden genişleyerek köyün kahvehanelerinin ve asırlık çınar ağaçlarının (Ödemiş, Bayındır ve Tire civarında çınara kavak derler) bulunduğu alana ulaştırdı bizleri. Çınarlı meydanın kuzeyindeki sırtta, köyün ilkokulu ve onun üstünde bir üzüm salkımını andırır şekilde köyün eski evleri dizilmişti birbirinin üstünde.

 
Meydandaki ilk merhaba; Fehmi Amca'ya...

 
Köy meydanında; çınarlar altında yürüyüş rotasının mütaalası yapılıyor.

Köyün bakımlı ve eğitime açık haldeki ilkokulu, birçok köyde karşılaştığımız metruk ve hüzünlü manzaranın tersine, sokağa taşıp meydana ulaşan çocuk sesleriyle coşkulu bir hayatın habercisi gibiydi. Köylülerle selamlaşarak meydandaki yeşil boyalı kahvehanelerden birinin önündeki sandalyelere oturduk. Masada köyün yaşlılarından Fehmi Amca vardı. İlk bilgileri ondan aldık. Sarıyurt kahvehanesinde içilen sabah çayları sırasında rotamız köylüler tarafından doğrulanmış, emekli bir ormancıdan rota hakkında bilgiler alınmıştı. Artık yürüme zamanıydı.

 
Meydanın köşesindeki koca kapılı, fırınlı ev

 
Kızarmış yapraklarıyla vedalaşmaya hazırlanan kiraz ağaçları ve arkada Kızıloba...

Bahçeler arasında bir kuru irim

Arabayı köy meydanına; tarihi tulumbalı su kuyusunun yakınlarına bırakarak köyün kuzeyindeki çıkışına doğru yürümeye başladık. Meydanın çıkışındaki köşede dışında bir fırın, muhtemelen avlusuna açılan köhne bir koca kapı ve çatısında otantik bacasıyla dikkat çeken eski bir ev vardı. Dışarıdan bakıldığında pek de anlaşılmayan evdeki hayatı ele veren tek şey, sanki kapının önündeki plastikten üç tekerlekli bir çocuk bisikletiydi. Turgutlu’ya doğru ilerleyen üstü mıcır kaplı yola ulaştığımızda kuzeye doğru döndük. Solumuzda vadiye doğru alçalan kızarmış yapraklarıyla kiraz bahçeleri, bahçeler arasındaki pastoral patikalar ve harç kullanmaksızın kayrak taşlarla örülmüş muntazam bahçe duvarları son derece dikkat çekiciydi.

 
Köyün yüzlerce yıllık mezarlığı

 
Mezarlığın girişindeki döşeme yol

 
Osmanlı dönemine ait sarıklı mezar taşları

Biraz daha ilerleyince hafif bir rampanın kıyısında yükselen sekide; vadiye doğru bakan çok yaşlı bir servi ağacı ve yanında bir musalla taşının bulunduğu; çevresi duvarla çevrili bir alana geldik. Bu alan, kuzeye doğru; yolun doğu kenarı boyunca uzanan köyün mezarlığının sanki bir girizgâhı gibiydi. Çünkü balbal taşlarını andıran başlarındaki düz kayrak taşlarla işaretlenmiş çok eski mezarlar; 19 yy.a ait sarıklı ya da fesli mezar taşları ve daha yakın zamana ait mermerden örnekleri o kadar geniş bir alana yayılmıştı ki; bu durum aslında köyün kadim geçmişine de ışık tutmaktaydı. Köyün mezarlığının girişindeki iri taşlardan oluşan geniş döşeme yol ise farklı bir hikâyeyi anlatır gibiydi. Fotoğraflayıp yola devam ettik.

 
Dağların arkasındaki dağ; Ovacık Yaylası'ndaki Dededağ...

 
Bahçeler arasındaki pastoral patika ve kayrak taşlarla örülü bahçe duvarları

 
Armut ağaçları

 
Armutların güzelliği

Bir süre Ilıca Vadisi’nin öteki yakasındaki Kızıloba köyünün şirin görüntüsü bize eşlik etti. Karşı sırtların ardında; kuzey batı yönünde Ovacık Yaylası’nın üstündeki Dededağ’ın silueti de görüş alanımızdaydı artık. Yaklaşık 2 km kadar sonra Turgutlu yolundan ayrılarak kuzey doğu yönündeki bir orman yoluna doğru saptık. Her ne kadar dün akşam bir yağmurun izlerini barındırsa da toprak, yürümeye engel değildi.

 
Kızlar elması ya da üvez

 
Turgutlu yolundan ayrılıp orman yoluna saptığımız yerdeyiz.

 
Böğürtlenler

Batıdan doğuya doğru bir yay çizerek ilerlediğimiz rotada etrafımız, kızılçamların, kestanelerin ve meşe ağaçlarının öne çıktığı ormanlık alanlarla kaplıydı. Bunun dışında üvez ya da kızlar elması, melengeçler, ahlat armutları, ağaç çilekleri, daha yükseklerde üzerinde sarı meyveleriyle alıçlar ve böğürtlen çalıları bitki örtüsünün karşılaştığımız diğer önemli unsurlarıydı. Yol boyunca yer yer kesim nedeniyle kıyıya düzgün bir şekilde istiflenmiş halde ağaç kütükleri vardı. Zaman zaman yola inen sel yataklarının yakınından geçtik. Bu alanlar ise, çınarlarla kaplıydı. Yürüyüşümüz sırasında; bazen ağaç kütüklerinden burnumuza çarpan reçine kokusu, bazen de sonbaharın tüm renklerinin bir karışımını sunan bitki örtüsünün göz alıcı güzelliği mest etti hepimizi. Ne güzel bir andı; doğanın kucağında yürürken…

 
Dağa Kaçtım gezginleri, Sarıyurt Yaylası'nda ormanın derinliklerine doğru yürürken... 

 
Dağ çilekleri

 
Gezgin, çınarlar altında... 

 
Üç  yol ağzındayız. Karar zamanı...

Vadinin ucunda; 700 metre yüksekliğindeki Gözlü Tepe’nin görüş açımızda olduğu bir noktada bir üç yol ağzına geldik. Tam bu noktada ağaç gövdesinden yapılmış bir su yalağı dikkat çekiciydi. Bir hortumla kaynağından buraya kadar taşınan su, ahşaptan bu teknenin içine dökülüyor olmalıydı. Ama şimdi akmıyordu. Biz en kuzeyde ve solda kalan koldan yola devam ettik. Bir süre sonra üzerinde bir dede mezarının da bulunduğu; yörenin en yüksek tepesi olan Karlık ve onun eteklerine doğru uzanan vadinin kuzey yamaçlarındaki görece düzlük alanda kurulu Gağgı ekolojik çiftliği göründü.

 
Şirin mi şirin bir ağaç gövdesinden oyulmuş su teknesi; üç yol ağzına yakın bir yerde rastladık ona.

 
Çamların binbir türü...

 
Yaşlı bir kestane ağacının altındaki o çeşme; suyundan doya doya içtik.

Yol boyunca biraz ilerleyince sararmış ve onunla vedalaşmakta olan yapraklarıyla yolcusuna benzersiz bir manzara sunan asırlık bir kestane ağacının dibinde usul usul akmakta olan bir çeşmenin başına geldik. Her şey o kadar mükemmeldi ki; bir süre terk edemedik başını. Çeşmeden akan buz gibi sudan kana kana içtik. Soluklandık bir süre çeşme başında. Hasan Hoca konuştu; biz dinledik o anda; biyoloji dersinde dağ başında ameli eğitim alır gibiydik sanki…

 
Yaprakların vedası; sonbaharda kestaneler zamanı...

“Kestaneler yükseği sever; o yüzden doğanın mevsim dönüşümlerine karşı aldanmayan ağaçlardır. Baharın sonlarına doğru uyanırlar; yani güneşin dikleşen ışınları ve rüzgârlar, ağacın gövdesinin iç kısmındaki kılcal borularda su sütunları oluşturur. Bu kılcal boruların bir ucu ağacın kökü ise, diğeri ucu da yapraklarıdır. Bu su sütunlarının bahar, yaz ve sonbaharın sonlarına kadar dolu olması gerekir. Zira ağaç, ışık enerjisini kullanarak iki inorganik maddeden organik madde yapacaktır. Güneş sonbaharın sonuna doğru başını eğince, artık yaprakları ile vedalaşacaktır. Terleme ve organik madde yapımı biteceğinden, su sütunları da boşalacaktır. Zira artık büyük bir tehlike ağacı beklemektedir. Su doğada donunca hacmi büyür. O zaman su bu kılcal borularda bulunursa, döndüğünde bu borular patlar. Donma işi insan için de aynıdır. Donmuş insan dendiğinde de aynı açıklama geçerlidir. Şimdi kışın ağaç bir şekilde zamansız olarak uyarıldığında (örneğin rüzgâr gülleri tarafından); ani bir don olayı sırasında gerçekleşecek olan durum budur. Rüzgâr türbinlerinin buradaki rolü ise, ağacın özsuyunun yapraklara doğru yükselmesini sağlayan bir basınç farklılığını yaratmasıdır. Bu basınç farklılığı nedeniyle yapraklara doğru yürüyen özsu, aniden soğuyan bir kış havasında ortaya çıkan don olayı sırasında yukarıda ifade edilen kılcal boruların içinde donar ve ağacın ölümüne neden olur.”

 
Kızılçamlar

 
Gezginlerin keyfi; Hasan Hoca hücrenin yapısını, ATP'leri ve yanmayı anlatıyor. Hepimiz cayır cayır yanmaktayız o an...

 
Kestirme diye girdiğimiz yol; önceden her şey güzeldi.

 
Atlar çıktı; yolumuz üstü...

Kestirmedir diye güney batıya doğru saptığımız yol, başlangıcındaki mükemmelliğini bir süre sonra kaybetti ve son derece dik bir eğimle doğudaki bir tepeye doğru tırmanan bir yangın yoluna dönüştü. Yolları sayemde karıştırmıştık; çünkü tercih benimdi, elimizdeki haritadan sapmıştık. Bu hata, ileride önümüze çıkan başka tepelerdeki yangın yollarından da inmek ve çıkmak zorunda bıraktı bizleri.

 
Arkamızda Gözlü Tepe; tırmanmaktayız acımasız bir yangın yolundan...

 
Eren Tepe'nin zirvesindeyiz. 970 metre...

Yaklaşık 970 metre yüksekliğindeki Eren Tepe’ye vardığımızda iflahımız kesilmişti. Ama tırmanırken arkamızda bıraktığımız manzara enfesti ve bu belki de rotadan sapmanın tesellisi olmuştu. Eren Tepe’de her ne kadar bir eren mezarına rastlamasak da, zirvesinde oldukça geniş bir düzlüğün bulunduğun tepede alıç ve ahlat ağaçları vardı. Ahlat armutları tam olgunlaşmamış olsa da, alıçlar bir o kadar ermişlerdi. Hepsinden tattık yeterince.

 
Eren Tepe'den Soğucak Tepe'ye; 970 metreden 1000 metreye... 

Karşımızda Keltepe ve Bozdağ zirvelerinin hayali...

Eren Tepe’den doğuya doğru bakıldığında kuzeydoğu yönünde 1150 metre yüksekliğinde Karlık, karşımızda 1000 metre yüksekliğinde Soğucak Tepe ve onun arka dünyasında; Bozdağlar silsilesinin bölgedeki en yüksek tepeleri olan Keltepe ve Bozdağ zirveleri görüş alanımız içindeydi. Yangın yolunu takip ederek, önce bir miktar indik, daha sonra Soğucak Tepe’ye tırmandık.

 
"Meşeler gövermiş; varsın göversin"
(Fotoğraf: Hasan Doğan)

 Soğucak Tepe'den iniş anında...

 
Ormanın taa kucağındayız. Başımızın üstünde dönüp duran bulutlar...

Soğucak Tepe’den güney yönünde sert bir meyille alçalan bir başka yangın yolu vardı. Ya bu yolu takiben güneye doğru inecek ya da Soğucak Tepe’nin arkasına sarkarak Karlık ile Soğucak Tepe’nin arasındaki vadiden geçtiğini tahmin ettiğimiz bir başka geçişe ulaşacaktık. Biz birinciyi tercih ederek sık kızılçamlar, yer yer ağaç çilekleri ve melengeçlerle kaplı bir güzergâhtan yaklaşık olarak 600 metrelere kadar indik. Yarı yolda verdiğimiz bir helva-ekmek molası, yangın yollarından inip çıkmaktan harap ve bitap düşmüş ekibi kendine getirmeye yetti. 

 
Yürüyoruz; durmadan yürüyoruz.

  
Dört yol ağzında, çeşme başı molası yine.

 
Bir yalnız karadut ve dibindeki çeşme...

Bundan sonra Doğu yönünde ve solumuzda kalan bir vadinin kıyısından yürüyerek, yazları bir konfor alanı olarak işlev gördüğünü düşündüğümüz 560 metre rakımda inşa edilmiş bir kır çeşmesine ulaştık. Çeşmenin başında bir karadut ağacı vardı. Bulunduğumuz mevkii, aslında bir dört yol ağzıydı. Doğudan, güneyden, kuzey doğudan ve kuzeyden gelen dört toprak yol, bu noktada kesişmekteydi. Köy, tahminimizce; bulunduğumuz noktaya göre, kuzey batı yönündeki çınarlar ve kavak ağaçlarıyla kaplı, oldukça zengin bir bitki örtüsüne sahip vadinin çevresini dolaşan ve kuzey batıya yönelen bir toprak yolu takiben ulaşılabilecek bir rota üzerindeydi. Yürüyüşümüze bu yolu takip ederek devam ettik.

 
Arkamızda bıraktığımız çeşmedir şimdi. 

 
Vadim o kadar yeşildi ki; önümüzde dağ çilekleri...

 
Vadinin kıyısı boyunca yürüyoruz. Yol konforlu...

Renkten renge bürünmüş pastoral bir vadinin kuzey yakasını dolaşa dolaşa ilerledik. Karşıdaki tepelerden inen bir minibüs neden sonra bize doğru yaklaştı. El ettik, durdu. İçindeki köylülere Sarıyurt yolunda olup olmadığımızı sorduk. Onlar doğru yolda olduğumuzu söyleyince biraz rahatladık doğrusu. Çünkü yürüdükçe uzaklaşıyordu sanki menzil. Bir süre sonra, bir tepenin yamacında kurulu Sarıyurt köyü göründü. Ama hala köyden çok uzaktaydık. Saat neredeyse 5’e yaklaşmıştı. Bu sırada bir geriz ve çınarlarla kaplı bahçelerin kıyısından geçtik. Her yer o kadar göz alıcıydı ki… 

 
Vadiden bir başka görünüm

 
Yol boyunca bahçe duvarları

 
Geriz ve çınarlar

Önde Sarıyurt, arkada Kızıloba...

Önümüzdeki tepeyi aşınca, karşımızda Sarıyurt ve onun arkasında Kızıloba köyleri arka arkaya konumlanmış bir halde karşımıza çıkıverdi. Bu aralar vadi tabanına doğru inen bir dizi patikanın yanından geçtik. Bunlardan birine dalmak, akşama bu kadar yaklaştığımız bir anda macera aramak olabilirdi. Köyün bahçelere ulaşan bu ana yolunu takip etmek en akıllıcasıydı. Zaten bir süre sonra köyün ilk evleri ve kilit taşıyla döşenmiş köyün girişindeki yolu gözüktü. Köye gelmiştik.

  
Köye girerken; yol kilit taşına döndü.

 
Akmayan bir eski çeşme; yol kıyısında...

 
Sırttan Sarıyurt'un görünümü 

 
Sırta yaslanmış Sarıyurt evlerinden biri 

 
Zamanın ve insansızlığın tahribatı; yok oluş süreci

Köy meydanının kuzeyindeki sırtlara yaslanmış; çoğu terk edilmiş eski evlerin arasındaki daracık geçitlerden indik aşağılara. Bir yığın yaşanmışlığın yıkık duvarlarına sinmiş bu evler, neden bu denli sahipsizdiler? Ata yadigârı bu güzelim sivil mimari örneği taş evlerin birçoğu doğaya, zamana ve insansızlığa yenilmişlerdi sanki. Kiminde hala hayat belirtisi vardı, kiminde ise kapılarında koca bir kilit… Ama genel olarak bu sırtta bir hüzün iklimi egemendi bütünüyle. Akşama doğru sırttan inerken bacalardan tüten dumanlar, Yörüklerin Sarıyurt Yaylası’ndaki yalnızlığını fısıldar gibiydi göklere.

 
Köy meydanına inerken bir sekideyiz.

  
Evlerin arasında daracık bir Sarıyurt sokağı

 
Yeşil boyalı ve beyaz badanalı ev; içinde hayat var.

Önünde mavi sepetli bir motosiklet bulunan, çatısı içine göçmüş, eski bir konak eskisi, kayrak taşlarla yapılmış iki katlı bir evin önünden geçtik. Pencereleri kırılmış, doğramaları çürümüş, kepenklerinin kanatları kimi kopmuş, kimi kopmak üzere olan bu eski evin koca kapısı ise ayaktaydı hala ve kapalıydı. Sanki içinde kalmış hatıraları saklamak istercesine sımsıkı kapalıydı koca kapı…

 
Hatıraları saklayan koca kapı; kapıda eski bir sepetli motosiklet...

 
Ekibin mimarı; köy ona çok şey anlatıyor olmalı. 

Bir süre sonra kuzeydeki sırttan inen daracık sokakları takip ederek köyün meydanına ulaştık. Meydandaki kahvehanelerden birinin tahta sandalyelerine iliştiğimizde artık akşam vakti iyiden iyiye yaklaşmıştı. Ama yoldaki kısa helva-ekmek molasından başka bir şey yeme fırsatımız olmamıştı yol boyunca. Kısa sürede kahvehaneden gelen çaylar eşliğinde gecikmiş yemeğimizi masamıza buyur ettiğimiz köylüler ile birlikte paylaştık. Bir süre sonra köyün muhtarı da aramıza katıldı. Kuzeydeki sırttan inerken rastladığımız eski evlerden, onların harap halinden söz ettik. Bir Birgi neden olmasın Sarıyurt dedik; heyecanlandık, durulduk; konuştuk, dertleştik. Bizimkisi bir temenniden öte değildi aslında. Zaten akşam karanlığı da çökmek üzereydi Sarıyurt Yaylası’na… 16 km.lik uzun bir rotayı yaklaşık 6,5 saatlik bir sürede tamamlamış, orman içindeki kimi zorlu, ama tümüyle keyifli iniş çıkışlarla dolu bir yürüyüş gününü daha sonlandırmıştık. Şimdi Tire ve İzmir yolcularının dönüş zamanıydı artık. Alacakaranlıkta Sarıyurt Yaylası’ndan Dereköy Ilıcaları’na doğru iniş sonrasında; Hasan Hoca’yı Tire’ye uğurladık ve biz de bir günü daha dağlarda geçirmenin bahtiyarlığı içinde yönümüzü İzmir’e doğru çevirdik.

Dipnotlar:
(1)   Aslan Kavağı ve Ilıca Vadisi hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2014/11/bayindir-ilica-vadisi.
(3)  A. Munis Armağan, Tarihin Gizemli Kenti Bayındır; Bayındır Belediyesi Kültür Yayınları, 2.Baskı, Şubat-2013, Bayındır; sayfa: 33
(4)    Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

7 yorum:

  1. İlginize teşekkürler...İF

    YanıtlaSil
  2. Gecenlerde Bayındır da soba satan bir esnafla uzun bir sohbet etme şansım oldu. Sarıyurt köyündenmiş. Babaannem kızıloba köyünden gelin gelmiş çıplak köyüne. Kızıoba ile bağımız hala devam ediyor. komşu iki köylü olunca sohbet uzadı. Sarıyurt adının Sarı Meryem den geldiğini O da anlattı. Başka bir ad kaynağının da Altın madeninden geldiğini duymuştum bir yaşlı Kızıloba'lı dan . Eskiden Sarıyurt civarında bir altın çıkarılan bir yer varmış. Altının sarı rengine izaften buraya Sarıyurt denmiş. Doruluğu kesin değil. Teşekkürler sevgili gezgin dostlarım.Coşkun Dilme.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlginize ve geri bildiriminize teşekkürler. İF

      Sil
  3. Merhaba bende gaggi cifliginde yasiyorum, efeler yolu ile ilgili gorusmek tanismak isterim.

    YanıtlaSil
  4. Memnun oluruz. Corona günleri bitince inşallah...İlginizin devamlılığı dileğiyle.IF

    YanıtlaSil
  5. Çok harika bir anlatım. Devamının gelmesini bekliyorum. Sağlık ve afiyette kalın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlginize ve övgülerinize teşekkürler... Yürümek bizin için yaşamın bir parçasıdır. Liginizin devamlılığı dileğiyle...İF

      Sil