20 Ağustos 2012 Pazartesi

BİR BALKAN YOLCULUĞU (BÖLÜM -1a)


MAKEDONYA

1.Kısım
İbrahim Fidanoğlu

1-8 Temmuz 2012
Giriş

Kavurucu sıcakların bir karabasan gibi üstümüze çöktüğü Temmuz ayının ilk haftasında rotamızı Balkanlar’a çevirdik. Kişisel tarihimizin köklerinin de bulunduğu bu topraklar, ne zamandır ilgi alanımız içindeydi. İstanbul’dan havalanan uçağımız yaklaşık 1 saatlik bir yolculuk sonrası, Makedonya’nın başkenti Üsküp’ün Türk firması TAV tarafından yakın zamanda tamamlanan modern görünümü ile dikkat çeken Büyük İskender Havaalanı’na indi. Atmosferik göstergeler, ülkemizden farklı değildi ve bu durum gezi boyunca  bu şekilde devam etti. Her şeye rağmen yeni coğrafyalar görmeye odaklanmış ve bunun heyecanını yaşayan bizler için bu bir engel değildi.

Balık mı, Kurbağa mı? Makedon mu, Bulgar mı? Yoksa Yunan mıydık yahu? – Üsküp Makedonya Caddesi heykellerinden biri için…

Dağlar ve arasında uzanıp giden derin vadilerle kaplı Balkanlar’ın o müthiş coğrafyası, Üsküp’ten başlayarak daha içerilere ve en sonunda Adriyatik kıyılarına kadar devam eden otobüs yolculuklarımız boyunca hepimizi büyüledi. Dağlık topoğrafyası, buna paralel zengin su kaynakları ile beslenen topraklarının üstünde biten ormanlıklar, Balkanlar coğrafyasında ilk gözümüze çarpan tipik unsurlar oldu. Engebeli arazi yapısının toplumsal hayata etkileri olarak değerlendirilebilecek mikro coğrafyalardaki etnik ve kültürel çeşitlilikler, bazen tarih boyunca bu toprakları hiç terk etmeyen insanlık dramlarının, bazen de halkların kültürel zenginliklerinin kaynağı oldu. Bu bir haftalık kısa sayılabilecek Balkan Yolculuğu’nda hep bu dramatik yapıların ve çeşitliliklerin izlerini sürdük.

Vodno Dağı’ndan Üsküp’e bakış

İsmini arayan ülke; Makedonya

Makedonya, aslında Osmanlı’da tek bir isimle anılan ve bugünkü Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan arasında bölüşülmüş coğrafik bir bölgeyi tanımlar. Devlet olarak Makedonya ise, bugün için Dünya kamuoyu nezdinde ismini tescil ettirememiş; tarihsel arka planındaki karmaşık öykülerin etkisi altında; Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Arnavutluk arasında sıkışıp kalmış; bir anlamda Yugoslavya’nın çöküş süreci sonrasında yeniden bir ulus yaratma mücadelesini sürdüren 2 milyon nüfuslu küçücük bir ülke olarak öne çıkmaktadır.

Makedonlar, hemen hemen Bulgarlar ile aynı dili konuşuyorlar. Özellikle 19.yy.da Osmanlı İmparatorluğu’na karşı sürdürülen ulusal ayaklanmalarda öne çıkan birçok komitacı lider, her iki ülkenin kendi tarihlerinde ortak milli kahramanlar olarak tanınıyor. Bu bile, iki ülkenin tarihsel ve kültürel hayatının ne kadar birbirinin içine geçtiğinin basit bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Üsküp Kalesi

Yunanistan’la; Büyük İskender’e dayandırılan tarihsel geçmişleri nedeniyle ülkenin ismi üzerinden sürdürülen büyük bir çekişme var. Şu anda bile ülkenin ismi BM’de ancak “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti’nin Makedonya’sı” olarak kabul görebiliyor. Çünkü Yunanistan, kendi coğrafi sınırları içinde yer alan ve Makedonya ismi ile bilinen bir idari bölgeye sahip olması nedeniyle, böyle bir ülke isminin kendi toprakları üzerinde hak iddiası anlamına geleceğini ileri sürerek bu ismi Makedonya’nın da doğrudan kullanmasına izin vermiyor. Ayrıca; Yunanistan, Büyük İskender’in de bugünkü Makedonya Cumhuriyeti ile bir ilgisinin bulunmadığını ve onun; Yunan ve İlkçağ’da Hellenistik Dönem diye anılan önemli bir periyodun da başlatıcısı olduğunu vurguluyor.



Sırbistan ise 1. Balkan Savaşı sonrasında kısa bir süre kendisine bağlı olarak yaşayan bu bölge üzerinden, sözde özerk cumhuriyetlerden oluşan eski Yugoslavya Cumhuriyeti döneminde dahi gözünü asla ayırmamış. Bölgede Arnavutluk, Kosova, Makedonya ve biraz da Karadağ topraklarında yaşayan kimi Arnavutlar da, büyük Arnavutluk hayali ile 2001 yılında olduğu gibi Makedonya’da yaşayan Arnavutlar üzerinden, Kosova’daki kalkışmayı da fırsat bilerek bu hülyayı canlı tutmaya çalışmışlar. Bütün bu herkesin birbirine karşı eski bir hesabının olması hali, geçmişte olduğu gibi bugün de bölgede rol oynayan tarafların politikalarının realize olması sürecinde, büyük devletlerin bölgeye müdahil olması sonucunu doğurmuş.

Üsküp’ün Türk Çarşısı’nda sıcaktan el ayak çekilmiş

Anlatırken bile giderek karmaşıklaşan bu sosyal ve siyasal tablo içinde Makedonlar ise; son yıllarda sürdürülen Üsküp merkezli bayındırlık hareketleri ile hep bir yerlere benzetilen yorgun kentlerinin çehresini değiştirerek, kendileri açısından “makûs” diye nitelendirilebilecek tarihsel kaderlerini bir daha geri dönmemek üzere Batı’yla birleştirmeye çabalıyorlar. Herkes gibi; Avrupa çanağında “hemhal” olmak; eski kıtanın kaderiyle kendi kaderlerini birleştirmek, neredeyse Balkanlar gibi çalkantılı bölgelerin temel hedefi haline gelmiş denilebilir.


Üsküp Bursa’dır biraz

İlk önce adını Rumeli türkülerinden duyduğumuz, sonraları büyüdükçe dinlediğimiz Balkanlar’a ait aile öykülerimizde yer bulan bir ırmağın adıdır Vardar. Balkanlar’daki Türk tarihi açısından, toplumsal hafızamızın iki önemli kenti olan Üsküp’den Selanik’e doğru akan Vardar ırmağı Üsküp’ü tam ortadan ikiye bölmektedir. Bugün bir kesimiyle hala bir Osmanlı kenti izlenimi veren Eski Üsküp; hemen bu ırmağın kıyısından başlayarak Bursa’da olduğu gibi kendisine yaslanan kente, tepeden bakan Vodno Dağı’nın eteklerine doğru uzanır. Bu öyle bir yanılsamadır ki; Eski Çarşı’yı dolaştıktan sonra Vodno Dağı’nın şehre hakim teraslarından birine çıkarsanız, bir an için Uludağ’dan Bursa’yı seyrediyor hissine kapılabilirsiniz. Metre karesi 1500 Euro’dan satılan lüks konutların yer aldığı bu bölgenin, ne kadar yeşil olduğunu da söylemeye sanırım gerek yoktur. Vodno Dağı’nın tam tepesine dikili Ortodoks Haçı, kentin her yakasından görülebilir. Balkanlar’da birbirine karşı; kendi kültürünü dayatmanın bir aracı olarak kullanılan “tepelere haç dikme” davranışını Mostar gibi başka kentlerde de gördüğümüzü söylemeliyiz. Buradan yola çıkarak Çamlıca tepeleri üstüne sürdürülen güncel tartışmaların da bu anlamda benzer bir kabul ettirme halini temsil ettiğini ve bu coğrafyanın ortak içgüdüsel davranışı olduğunu da eklemeliyiz.

Sv. Spas Kilisesi ve ilginç mimarisi ile Çan Kulesi

Ünlü şairimiz Yahya Kemal Bayatlı doğduğu kent; Osmanlı’nın Üsküp’ü için Kaybolan Şehir isimli şiirinde şöyle seslenir:

“Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır,
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yadigârıdır.
Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz idi o
Üsküp ki Şardağı’nda devamıydı Bursa’nın,
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.”

Ya da Atatürk’ün en yakınındaki isimlerden Üsküplü Hasan Rıza Soyak’a ithafen yazılmış Hasan Rıza’ya Sesleniş şiirinde olduğu gibi; terk edilmiş o toprakların üzerinde yeşeren ve hayat bulan ata kültürünün yine o topraklarda bıraktığı hatırasındaki izleri derin bir hüzünle anımsar:

“Ey Rûmeli’nin Hasan Rızâ’sı
Yâdında mı Üsküb’ün fezâsı?
Yâhut Kalkandelen kazâsı
Vardar ve uzakta karlı dağlar.
Üsküp bir Müslüman şehirdi
Binbir türbesiyle müştehirdi.
Vardar’sa önünde bir nehirdi
Her an tekbirlerle çağlar.”
(Eski Şiirin Rüzgarıyle; Yahya Kemal Bayatlı; 75)


Üsküp’ün Türk Çarşısı’nda yemeniler

Bütün bu dizelere yansıyan bizden bir kentin kalbine işlenmiş olan hatıralardır; hüzündür. Bunu bugün dahi Üsküp’ün Eski Çarşı’sını dolaşırken hissedebilirsiniz. Roma dönemine dek uzanan Üsküp Kalesi’nin üstünde dalgalanan sarı-kırmızı renkte Makedon bayrağının altında yeni bir kimlik arayışında olan bu kentin insanları, biraz daha aşağılarda Vardar’ın kıyılarına kadar uzanan eski çarşının sokaklarında dolaşırken acaba neler hissederler?

Kalenin hemen altında Osmanlı dönemi Hükümet Konağı’nın yanında eski şehrin mekânlarına hâkim bir sekide, Yavuz Sultan Selim’in vezirlerinden Mustafa Paşa’nın yaptırdığı Mustafa Paşa Camisi yer alır. Caminin avlusundaki türbede Paşa’nın kızı gömülüdür. Caminin hemen altında; avlusunda Osmanlı’ya karşı 19.yy.da sürdürülen ayaklanmalarda öne çıkan komita liderlerinden Gotse Delçev’in mezarının da bulunduğu ilginç ahşap çan kulesi ile dikkat çeken Sveti (Saint) Spas Kilisesi bulunur.

Sv. Spas Kilisesi’nin avlusunda bulunan Makedonya'nın ulusal kahramanı Gotse Delçev'in mezarı; arkada Mustafa Paşa Camisi’nin minaresi

Bayırdan aşağıya, çarşının merkezine doğru inilir. Sokaklarda yürürken kulağınıza Türkçe kelimeler çalınır, döner bakarsınız; size doğru, sizden bir yüz gülümsemektedir. Adım başı Rumeli köftecileri, börekçiler, yemeni dükkânları; dükkan önlerinde eğlenip laflayan Arnavut ve Türk esnaf, tarihin derinliklerinde kalmış Osmanlı’nın Üsküp’üne sanki bir mizansen gibi gözümüzün önünde yeniden can verirler. Çarşıdaki Kurşunlu Han, Kapan Hanı, Sulu Han ve Bezistan, Çifte Hamam, Kazancılar Camisi, Köse Kadı Camisi ve minaresinin ilginç mimarisi ile dikkat çeken Arasta Camisi Osmanlı döneminin atmosferini bugüne taşıyan önemli kültürel varlıklardandır. Bezistan ve Kapan Hanı restoran ve kafeteryaların yoğunluk taşıdığı alanlar haline dönüşürken, halen restorasyon çalışmalarının sürdüğü Kurşunlu Han ise arkeolojik eserlerin sergilendiği bir müze olarak işlev görmektedir. Davutpaşa Hamamı ve Çifte Hamam ise günümüzde hamam işlevini çoktan yitirmiş olup daha çok kültürel faaliyetler için kullanılmaktadır. Eski şehrin en önemli camilerinden biri de zamanında Hünkâr Camisi olarak da anılan Sultan Murat Camisi’dir. II. Murat döneminde yapılan cami, zarif minaresi ile uzaklardan dikkat çeker. Yangınları, depremleri ve savaşları aşarak bugüne ulaşabilen bu değerli yapıların, şimdilerde Üsküp merkezli bir Orta Avrupa kenti yaratma hedefi ile hareket eden Makedonyalı yöneticilerin zamanla hedef alanına girebileceği riskini taşıdığını da söylemek yanlış olmaz. Hatta yerel rehberimizin belirttiğine göre; yakın zamanlarda Üsküp’ü dönüştürme projesi kapsamında Türk Çarşısı’nın yıkılması ve burada Vardar’ın öbür yakasında sürdürülmekte olan mimari ve kültürel dönüşüme paralel tarzda bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi çabaları, gelişen baskılar nedeniyle şimdilik askıya alınmış durumdadır. Doğu ile Batı’nın bir sentezi görünümünde olan tarihi Üsküp kenti, bu dönüşüm sürecini nasıl tamamlayacaktır; bu hepimizin merakını çekecek ölçüde ciddi bir sorudur.

Üsküp’ün Çarşısı’ndayız

Türk Çarşısı’nı arkamızda bırakarak Vardar’a doğru yürürken, kentin çehresi giderek bir şantiye görünümüne bürünür. Vardar ırmağının iki kıyısı boyunca yoğunlaşan inşaatlar arasında, Yunanistan ile tartışmalı ortak tarihin simaları Makedon Kralları ve Slav bilincinin tarihte şekillenmesinde öncü rolü oynayan Ortodoks azizlerin dev heykelleri belirir. Sadece bunlar bile; bugünkü Makedonyalılık kimliğinin tarihsel dayanaklarını açıkça ortaya koymaktadır: İlkçağdaki Makedonya Krallığı ve Slav bilinci… Sanki yaratılmakta olan yeni kentte, dev inşaat vinçleri arasında tarih kendine yer açmaya çalışmaktadır.

Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı ve Üsküp kentinin simgesi durumunda olan Taşköprü sizi “Makedon” Üsküp’e taşır. Kentin iki yakasını birbirine bağlayan on iki gözlü bu köprünün ayaklarında yine heykeller yer alır. Kentin ana çekim merkezi Makedonya Meydanı’nın ortasında; at üstündeki Büyük İskender heykelinin kaidesinde İlkçağ Makedonya tarihine ait sahneler bulunur. Heykelin etrafını çepeçevre saran havuzun fıskiyelerinden klasik müzik eşliğinde fışkıran sular, sanki bir su balesinin figürlerini gerçekleştirmektedir. Makedonya Meydanı, gece ve gündüz her an kentin kalbinin attığı yerdir. Kentin önemli etkinlikleri bu alanda gerçekleştirilir. Meydanın çevresinde rengârenk petunyalarla bezenmiş kafeteryalar ve bunların üstünde neo klasik tarzda inşa edilmiş kamu binaları yer alır. Meydanın her tarafına uzak ve yakın tarihin önemli simalarının heykelleri yerleştirilmiştir. Bunlar arasında Bulgar Kralı Çar Samuil, Bizans İmparatoru Justinyanus, 19.yy.ın Makedon-Bulgar komitacılarından Gotse Delçev, Dame Gruev, Selanik limanında Osmanlı’ya karşı terör eylemleri düzenleyen Gemiciler heykelleri bulunmaktadır.

Eski Üsküp’ü yenisine bağlayan Vardar ırmağı üstündeki Taşköprü

Yeri gelmişken Vardar kıyısında durup seyrettiğimiz; birbirleriyle fısıldaşarak gizliden işler çevirdikleri aşikâr Gemiciler Heykeli üstüne Selanik limanındaki manzarayı anlatan Necati Cumalı’nın Viran Dağlar romanından bir alıntı yapalım:

“Selanik akşama hazırlanıyordu. Köpüren bira bardakları gibi dolup taştığı o çılgın akşamlarından yeni birine. Gündüzleri sokakları ne kadar kalabalıklaşırsa kalabalıklaşsın, çoğunlukla konuşmadan, hızlı adımlarla gidip gelenlerle dolan kent, akşam yaklaştıkça, saatten saate artan gürültüsü patırtısıyla uğuldamaya başlardı. Lüks mağazalar, kahveler, birahanelerin, gazinoların sıralandığı Egnatia Caddesi başını döndürdü küçük Zülfikar’ın. Yüksek yapılı atlar koşulu göz alıcı faytonlar, landonlar dolduruyordu caddeyi. Körükleri arkaya yıkıktı çoğunun. Birbirinden güzel kadınlar, iyi giyimli erkekler taşıyorlardı.



19.yy.da Osmanlı'ya karşı yapılan sabotaj eylemleri anısına Vardar kıyısında yapılan Gemiciler Heykeli

Makedonya’nın bir başka adı: “Barut Fıçısı”ydı o dönemde. Bu barut fıçısının bütün fitil uçları Selanik’e gelir, ateşleneceği yere bağlanırdı. Görünüşte bir Osmanlı il merkeziydi Selanik. Valisi, ordu komutanı, mahkemeleri, kısacası Osmanlı devlet kuruluşunun büyük bir sancak merkezinde bulunması gerekli bütün yönetim organları vardı. Gerçekte ise çoktandır gücünü yitirmiş, gölgeleşerek sadece yazışma adresleri olarak kalmıştı bu organlar. Kentteki yabancı konsolosların her biri bağımsız bir vali gibi davranırdı. Devletin gücü, yabancı konsolosluklardan birine sığınan bir katili almaya yetmezdi. Rum, Bulgar komitacıları, mavzer omuzlarında, iki dizi çapraz fişeklikleri, tabancaları, bıçaklarını kuşanmış dolaşırlardı kentin ana caddelerinde. Gün geçmez sabotaj patlamaları duyulur, adam kaçırılır, Osmanlı Devleti’nden yüksek fidyeler istenir, koparılırdı. Demiryollarının, köprülerin, gaz depolarının uçurulması alışılan olaylar olmuştu artık. Koskoca Osmanlı Bankası, otuz metre yakınındaki bir sütçü dükkânından tünel kazılarak altına yerleştirilen dinamit lokumlarıyla havaya uçurulmuş; zarar, borç içindeki Osmanlı Devleti’ne ödettirilmişti. 1903 yılı Nisan’ında limandan kalkan bir Fransız yolcu gemisi, rıhtımdan açılmış, mendireği döneceği sırada, kazan dairesine yerleştirilen bombaların patlamasıyla, rıhtımda uğurladıkları yolcularına henüz el sallayanların gözleri önünde, bacaları, direkleri, kaptan köşkü, salonlarındaki sandalyeler, masalar parça parça havaya uçarak düşüp deniz üstüne dağıldıktan sonra batmıştı. Elinde dinamit lokumları dolu bavuluyla yolcu olarak vapura binen Makedonyalı bir komitacının marifetiydi olay.”
(Viran Dağlar; Makedonya 1900; 2.Kitap; Necati Cumalı; Çağdaş Yayınları)

İşte o gemiciler, bu “Gemiciler”di…


Vardar’a doğru Büyük İskender’in babası Makedonya Kralı II.Philip

Makedonya Meydanı’nı eski Üsküp Tren Garı’na, eski ismi ile Mareşal Tito yeni ismi ile Makedonya Caddesi bağlar. Araç trafiğine kapalı cadde; iki yakasında yer alan kafeteryalar ve heykellerle son derece hareketli bir sosyal etkinlik merkezidir. Cadde üzerinde Arnavut asıllı ve Üsküp doğumlu misyoner Rahibe Teresa’nın anı evi ve hemen arkasında ise Makedonya’da iken yaşadığı ev yer alır. Asıl isminin Gonca Boyacı olduğunu Makedonya Meydanı’nda bulunan bir anı plaketinden öğrendiğimiz Rahibe Teresa’ya, Hindistan’da ve dünyanın birçok ülkesinde yürüttüğü sosyal yardımlaşma faaliyetleri nedeniyle 1979 yılında Nobel Barış Ödülü verilmişti. Makedonlar, kendileri için modern tarihin önemli figürlerinden biri olan Rahibe Teresa’nın Hindistan’da bulunan mezarını doğduğu yere getirebilmek için bugünlerde Hintli yöneticilerle yoğun mesai harcıyorlar. Arnavutlar da, rejim değişikliğinden sonra kendi toplumları için yeni “kahramanlar” yaratmak adına Rahibe Teresa’ya sahiplenerek Tiran’daki uluslar arası havaalanına Rahibe Teresa’nın adını vermişler. Görüldüğü gibi “ulusal kahramanların” paylaşılmazlığı, tarih tünelinde yaşananların ışığında Balkanlar’da bugüne de yansıyor.

Heykeller şehri Makedon Üsküp'e doğru; II.Philip ve Aziz Kiril ile Metodius’un heykelleri karşı karşıya

Üsküp Tren Garı, şu anda işlevini yitirmiş; yani artık tren çalışmıyor. Bina Kent Müzesi olarak işlev görüyor. Ancak bu aralar bu binada da restorasyon çalışmaları yürütülüyor. Binanın Makedonya Caddesi’ne bakan ön cephesindeki duvar saati, Üsküp’de 1963 yılında meydana gelen büyük depremin Üsküp’ü vurduğu saat olan 17.20’de kala kalmış. Üsküp’ün yaşadığı büyük acılardan biri olan 1963 depreminde yaklaşık 2000 kişi ölmüş. Deprem için uluslararası kuruluşlardan gelen yardımlar bizdeki gibi “faili meçhule” gitmemiş; rehberimiz bizi Üsküp sokaklarında dolaştırırken bu yardımlarla yeniden yapılan binaları teker teker gösterdi.

Yaratılmaya çalışılan Avrupai Üsküp’de her sosyalizm sonrası ülkede olduğu gibi tüketim ekonomisinin atar damarları olan büyük alışveriş merkezleri şehrin ana caddelerine yerleşmişti. Bunlardan biri de Koç Holding’in Ram Store mağazaları… Sıcaktan kaçarak biraz serinlemek gayesiyle katlarında dolaşıyoruz; Makedonlar çoluk çocuk bu yalancı cenneti doldurmuşlar; tıpkı bizim ve diğerlerinin dev alışveriş mabetlerinde olduğu gibi. Bu değirmenin suyu nereden gelecek, gelecek mi bir gün kesilecek mi; bunu bilen yok?


Güneş batarken Makedonya Meydanı ve Büyük İskender Heykeli

Yavaş yavaş Üsküp’de akşam oluyor. Güneşin kızıllığı yüzyıllardır Şar Dağları’ndan Selanik’e doğru köpüre köpüre  akan Vardar’ın sularına vuruyor. Bugün Avrupa Futbol Şampiyonası’nın finalinde İspanya ve İtalya maçı var. Makedonya Meydanında Büyük İskender Heykeli’nin karşısındaki yüksek binalardan birinin ön cephesine dev bir ekran kurulmuş. Makedonlar heyecanla İtalya-İspanya final maçını seyrediyorlar. Meydana bakan kafeteryalar, Vardar’ın yeni Üsküp kıyısındaki barlar tıklım tıklım dolu. Üsküp şantiyesi kepenklerini bu gece yine indirmiş; geceye karışan sesler arasında Selanik limanındaki Gemiciler birbirine yaklaşmış; bir fısıldaşma anındalar. Vinçler arasına sıkışmış Üsküp’ü neyin beklediği konusunda derin şüpheleri var. Yüzyıl önce Osmanlı’ya karşı hayatlarını ortaya koyarak geliştirdikleri mücadelenin 20.yy.da evrilerek bugünkü “medeniyet” düzeyine geldiğini acaba hayal edebilirler miydi bu Gemiciler?


Makedonya caddesindeyiz

Dışişleri Bakanlığı’nın heykellerle donatılmış yeni yapılmakta olan binasının köşesine Taşköprü’nün aşağılarında yer alan Vardar’ın üstündeki bir başka köprüden geçerek ulaşıyoruz. Eski bir Türk Konağı’ndan bozma turistik Makedon restoranından, yarısı Türkçe yarısı Makedonca 19.yy.da Osmanlı’ya karşı sürdürülen ayaklanmalar sırasında yaratılmış ezgiler yükseliyor. Kimisi aşkı, kimisi kavgayı, kimisi de Osmanlı paşalarının zulmünü anlatıyor. Örnek mi; işte size 19.yy. Makedon-Bugar ayaklanmasının liderlerinden Gotse Delçev’in anısına yazılmış şarkının sözleri:

Leşok Manastırı

Sardılar sardılar Leşok Manastırı’nı
Sardılar sardılar Arnavut sipahileri
Tuttular, yakaladılar
Leşok baş keşişini
Söyle papaz, baş keşiş, komitalar nerede
Söyle papaz, baş keşiş nerede saklarsın komitaları
A bre paşa kuzum paşa
Ben komitaları bilmem
Türk paşası öfkelendi, ateşe verdi manastırı
Gotse Delçev öfkelendi ateşe verdi camiyi
(Osmanlı Rumelisi’nde Türk Algısı: Slav Halk Şarkılarına ilişkin Bazı Gözlemler; İbrahim Alper Arısoy)

 Sardisale Lesockiot manastir; Naum Petreski'den...
(Youtube'dan alınmıştır.)






Üsküp Tren Garı ve 1963 depreminde duran saat

Bir başkasında ise 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasındaki beklentiler şöyle dile getirilmekte;

Bin dokuz yüz sekizinci yıl

Bin dokuz yüz sekizinci yılda
Geldi hürriyet zamanı.
Rüzgâr eser İstanbul’dan (Selânik’den)
Sultan doğrulur tahtından.
Şükrü Paşa sandalyede oturur
Sandalyede oturur, kahve içer,
kahve içer, başlar konuşmaya:
İşitin Selânikliler,
seçilin meclise
izin verin hürriyete.
İzin verin hürriyete de,
geri dönsün voyvodalar.
(Osmanlı Rumelisi’nde Türk Algısı: Slav Halk Şarkılarına ilişkin Bazı Gözlemler; İbrahim Alper Arısoy)


908 godina
(Youtube'dan alınmıştır.)

Gündüzün kavurucu sıcağı geceye de bulaşmış gibi. Makedon şarkıları eşliğinde eski konağın bahçesinde yediğimiz yemekler bize hiç de yabancı değil. Rumeli köfteleri, annemin çocukluğumuzda tarhana çorbasının yanına; haşlanmış biberlerden yaptığı “acele turşu”lara benzer sarımsaklı, sirkeli ve acı biberden müteşekkil teretorlu biberler, çömlekte kuru fasulyeler, peynir ve börek tabakları, közlenmiş biber ve patlıcan salataları ve tabii ki el açması baklavalar… Yorgun bir günün ardından babamın “memleket havaları” eşliğinde eğlenceli bir akşamın lezzet kaynağı oldular.


Makedonya Caddesi’ndeki heykellerden; bir kızgın boğa

Dönüş yolunda; Vardar ırmağı boyunca yürüyoruz; gecenin karanlığında yalnız ve mağrur Taşköprü’nün sudaki aksi, ışıkların altında bir mücevher gibi parıldıyor. Birazdan Makedonya Meydanı’ndaki kalabalıklar arasından son kez geçip Vardar’ın karşı kıyısında yer alan otelimize gideceğiz. Kimlik bunalımı içindeki koca bir kentin bir yandan tarihi, bir yandan da kendi kendisi ile savaşının nasıl sonuçlanacağı; hassas dengeler üzerine oturtulmuş bir siyasi yapının rehberliğinde hepimizin merak konusu olacak. Bütün dileğimiz kültürlerin ve dinlerin karşı karşıya geldiği bu topraklarda şimdi yaşayanların, bu değerli mirasa her şeye rağmen sahip çıkmaları ve toplumun barındırdığı tüm kültürel unsurları dikkate alarak toplumda gerçek bir sıçramaya yol açacak ilerici bir senteze ulaşmaları. İyi uykular Üsküp sana…

Makedonya Caddesi’nden Büyük İskender’e doğru

Makedonya Meydanı’nda klasik müzik eşliğinde su oyunları


Şar Dağı’ndan Kalkan Kazlar

Hepimizin bildiği o meşhur Rumeli Türküsü şöyle başlar;

“Şar Dağı’ndan kalkan kazlar
Al topuklu beyaz kızlar
Yarimin yüreği sızlar
Eylenemem aldanamam
Ben bu yerlerde duramam

Vardar Ovası Vardar Ovası
Kazanamadı sıla parası”

Müzeyyen Senar'dan Maya dağdan kalkan kazlar
(Youtube'dan alınmıştır.)

Kalkandelen’de kentin ortasından akan Pena ırmağı kıyısındaki Osmanlı Hamamı

Üsküp’ten Kosova sınırına uzanan otoban, bizi Arnavutların yoğun olarak yaşadığı Tetovo’ya (Kalkandelen) ulaştırır. Kalkandelen’e girerken heybetli Şar Dağları karşımızda bir duvar gibi yükselir. İşte o zaman o bildik Rumeli türküsünün sözleri aklımıza düşüverir hemen. Biz onu “Mayadağ’dan kalkan kazlar” olarak biliriz. Ama aslı Şar Dağı’ndan kalkan kazlarmış. Bu da bir türkünün Vardar ovası boyunca Selanik’e doğru o yörede yaşayan halk tarafından nasıl benimsenip kendi topraklarına nasıl mal edildiğinin bir örneği olarak kabul edilmelidir.

Vardar’ı besleyen birçok akarsuyun doğduğu yer olan Şar Dağları, Kosova ile Makedonya arasındaki sınırı belirler. Tepesinde yer alan kayak tesisleri ile aynı zamanda önemli bir kış turizmi merkezidir. Bu merkezlerden en bilineni Şar Dağları’nın karlı tepeleri üstünde yer alan Popova Şapka’dır.

Restorasyonu devam eden Alaca Camisi

Kalkandelen; Arnavut nüfusun oldukça yoğun olduğu bir bölge. Nüfusun yaklaşık % 80’ini Arnavutlar oluşturuyor. Belediye yönetimi de Arnavutların elinde. Kalkandelen’de 2000 civarında Türk yaşıyor; ancak Arnavutların bir kısmının da Türkçe bildiği düşünülürse yaklaşık 10000 kişi kadar Kalkandelenli, Türkçe konuşabiliyor. Bu kentte Arnavutların kurduğu bir üniversite de yer alıyor. 2001 yılında Kosova’daki iç savaşın Makedonya’ya sıçraması nedeniyle özellikle Kalkandelen ve çevresinde silahlı çatışmalar olmuş. Kalkandelen’de bulunan ve dıştan korunaklı bir kaleyi andıran Harabati Tekkesi de Arnavut direnişinin önemli noktalarından biri olarak kullanılmış. Ancak kısa süren çatışmalar sonrası sağlanan uzlaşma sonucunda Makedonya Anayasası’nda etnisite konusunda önemli değişikliklere gidilmiş. Örneğin bir yörede bir etnik azınlığın nüfusu bölge nüfusunun %20’sini buluyorsa, o etnik grup Makedon bayrağının yanında kendi ulusal bayrağını da kullanma hakkına sahip olmuş. Ayrıca kendi dilinde eğitim, basın yayın faaliyeti yürütme v.b. gibi kültürel haklarını kullanabilme noktasına gelebilmiş. Bu anlamda Kalkandelen’de de birçok yerde; üniversitede, Arnavutların yönetimindeki belediyede, Harabati Tekkesi’nin girişinde, kırmızı zemin üstüne siyah çift, başlı kartalla temsil edilen Arnavutluk bayrağını dalgalanırken gördük.


Alaca Camisi giriş kapısı ve üstünde yer alan kitabesi

Kalkandelen’de ilk olarak kalem işi süslemeleri meşhur Alaca Camisi’ni ziyaret ettik. Camiye giderken Kalkandelen’i ikiye bölen Pena ırmağının üstündeki köprüden geçtik. Pena ırmağı, Şar Dağları’nın yükseklerinden doğup Kalkandelen şehrinin içinden akarak ovaya doğru Vardar’a karışıyor. Pena’nın kıyısında Osmanlı’dan kalan güzel bir hamam yapısı bulunmaktaydı. Hamam son yıllarda geçirmiş olduğu bir restorasyon sonrasında kültür merkezi olarak kullanılıyormuş. Irmağın diğer yakasında ise camiye bitişik konumda; oldukça geniş, çınar ve meşe ağaçlarının altında ırmağın kıyısına doğru uzanıp giden yemyeşil bir park yer alıyor.


Alaca Camisi; 1495 yılında kentin ileri gelen ailelerine mensup Mensure ve Hurşide Hanımlar tarafından yaptırılmış. Şimdi onlar, caminin çiçeklerle bezenmiş bahçesinde yer alan bir türbede yatıyorlar. Cami, özellikle içinde ve dış cephelerinde yer alan kalem işi çiçek, tabiat ve Osmanlı kent manzaraları konulu bezemeleriyle meşhur. Caminin içine girdiğinizde tavanda ve duvarlarda yer alan süslemeleri izlerken neredeyse başınız dönüyor.


Camiyi 1495'de ilk yaptıran Hurşide ve Mensure Hanımların türbesi

Daha sonraki dönemlerde yangınla harap olan cami, 1833 yılında Harabati Tekkesi’nde bir lahit mezarda yatan Recep Paşa’nın oğlu Abdurrahman Paşa tarafından kapsamlı bir onarımdan geçirilmiş. Caminin minberi ve mihrabı büyük ihtimalle bu onarım sırasında mermerden yaptırılmış. Son derece estetik görünüme sahip mermerden minberin iki yanında iki pirinç şamdan ve en solunda da sarkaçlı büyük bir ahşap duvar saati yer alıyor. Üst katta kadınlar mahfiline açılan iki şık balkonun cepheleri de aynı kalem işi bezemelerle süslenmiş. Caminin dış mekâna açılan son cemaat yerinde taşıyıcı olarak 6 adet sütun bulunuyor. Pembe ve eflatun renkli ortancalarla bezenmiş bahçeye bakan caminin giriş cephesi de bezemelerden fazlasıyla nasibini almış. Caminin hemen yanında yer alan zarif ve ince minare ise, büyük ihtimalle 19.yy.da gerçekleştirilen restorasyon sırasında yapılmış. Camide 2010 yılında başlatılan restorasyon faaliyetleri ziyaretimiz sırasında sürmekteydi. Caminin arka bahçesinde türbe dışında, kesme taştan yapılmış oldukça gösterişli bir çeşme yer alıyor.. Çeşmenin de daha sonraki dönemlerde yaptırılmış olduğu söylenebilir. Fotoğraf çekmeye doyamadığımız; iç ve dış cephelerindeki kalem işi süslemelerinin çeşitliliği nedeniyle Alaca isminin verildiği bu eşsiz Osmanlı eserinden ayrılarak Harabati Tekkesi’ne doğru yola koyuluyoruz.


Alaca Camisi ve avlusu

Balkanlar’da özellikle Arnavutların yoğun yaşadığı bölgelerde Bektaşilik, genellikle en güçlü inanç sistemi olarak karşımıza çıkıyor. Başlangıçta 13.yy.dan itibaren; Osmanlı’nın henüz daha görünmediği bu coğrafyada ortaya çıkan kolonizatör dervişler; buradaki halkı Osmanlı fütuhatına hazırlayan, onları bir anlamda yeni inançlara karşı yumuşatan, gündüz keşiş, gece derviş kılığında inançlarını sevgi ve hoşgörü temelinde halka benimsetmeye çalışan birer misyoner rolü oynamışlar. Osmanlı Devleti’nin ikinci padişahı Orhan Bey zamanından itibaren Yeniçeri Ocağı’nın ideolojisi haline de gelen Bektaşilik inancı, Hacı Bektaşi Veli’nin ardılları tarafından Balkanlar’daki tekkeler eliyle buralara kök salma olanağı bulmuş. Sarı Saltuk Baba’lar; Kızıl Deli Sultanlar, Otman Babalar ve hatta kendi de bu toprağın çocuğu olan ve 15.yy.da Hacı Bektaş Dergâhı’na bugünkü kimliğini kazandıran Balım Sultanlar, Balkanlar’ın Osmanlı’nın hâkimiyetine geçmesinde önemli roller üstlenmişler. Halkın kısa sürede benimsediği bu isimlere zaman içinde o kadar ciddi boyutta kutsallık atfedilmiş ki; Türklerin bu toprakları terk etmelerinden sonra bile halkın hafızasındaki bu erenlerin izleri, günümüze dek Ortodoks Hristiyanlık gibi başka inanç sistemleri içinde yer bulabilmiş. Bugün Ohri Gölü’nün kıyısında yer alan Ortodoks Hristiyan aziz Sveti (1)Naum’un türbesinin de bulunduğu manastıra her yıl akın akın Hristiyan ve Müslüman hacılar ziyarete geliyorlar. Hristiyanlar, Sv. Naum diye; Bektaşi Müslümanlar ise Sarı Saltuk Baba’nın türbesi niyetiyle aynı kabri ziyaret ediyorlar. Sadece bu gerçek dahi yüzlerce yıllık tarihin girdabında birbirinin içine nüfuz etmiş kültürlerin birlikteliğini ve kardeşliğini öne çıkarmıyor mu?

Alaca Camisi tavanı

Bektaşilerin Balkanlar’da yüzlerce yıl süren bu hakimiyeti, özellikle II. Mahmut döneminde Yeniçeri Ocağı’nın “hal” edilmesi ile darbe yemiş; Bektaşiliğin bir anlamda yasaklı bir tarikat görünümüne bürünmesi ve yeraltına inmesi ile Balkanlar’daki bir çok tekke başka tarikatların ellerine geçmiş. Arnavutluk ve Arnavutluk dışındaki Arnavutların yaşadığı Kosova ve Makedonya gibi bölgelerdeki Bektaşi tekkeleri yasaklı dönemde inançlarını ve kurumlarını korumayı bilmişler ve bölgedeki hâkimiyetlerini sürdürmüşler. Bunu Arnavutların, topoğrafyası gibi inatçı kimliklerine mi bağlamalı, bilemiyoruz ancak; bu durum, bugün dahi söz konusu Arnavut coğrafyasında sürmekte olan bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

İşgal altındaki Harabati Tekkesi’nin girişinde yer alan binalar

Harabati Tekkesi; Kalkandelen’in göbeğinde Şar Dağları’nın hemen eteğinde yer alıyor. Tekke, bugünlerde tuhaf bir durumla karşı karşıya… Kurulduğu 15.yy.dan beri Bektaşiler tarafından yönetilip geliştirilen, bu hâkimiyetin kesin delillerinin şimdi bir sığıntı gibi tekkenin kış evi denilen bölümüne sıkıştırıldığı ve ritüellerinin bu alanda gerçekleştirilmeye çalışıldığı Bektaşi Tekkesi’nin tüm işlevsel alanları, Nakşiler tarafından işgal edilmiş durumdadır. Yüzyıllarca bu tekkeyi abad edip bugünlere taşıyanlara 2002 yılından itibaren reva görülen bu vandal tutum, ne yazık ki içler acısıdır. Bektaşilerin sığındığı tekke alanının en dibindeki bölgede bulunan yaşananların sessiz tanıkları eski dede babaların kabirleri bile sadece tekkenin gerçek sahipleri hakkında bir fikir vermeye yeter. Ancak anlayana…


“Sersem Ali vardı Pir’e dayandı
Çerağımız kırk budaktan uyandı
Mürşit olan her boyaya boyandı
Hünkâr Hacı Bektâş, Pir’im hü deyü”

Sersem Ali Dedebaba, 15.yy.



Harabati Tekkesi’nin şadırvanı

15.yy.da Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından biri olan Server Ali Paşa, katıldığı Bektaşilik tarikatı içinde hizmet etmek amacıyla Balkanlar’da bir tekke kurmak ister. Bu isteğini padişaha iletir ve görevinden ayrılma isteğini dile getirir. Padişah da rivayete göre; şaşkınlık içinde “bundan sonra senin adın Server değil Sersem olsun” der. Bu şekilde tekke 15.yy.da Sersem Ali Paşa tarafından kurulur. Zaman içinde posta oturan diğer dedeler döneminde dergah iyice genişler. Daha sonraki dönemlerde Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba da tekkeyi bir dönem yönetir. Tekke herhalde onun zamanındaki yüksek hizmetlerden dolayı artık onun adıyla anılır olur. Alaca Camisi’nin yaptıran Abdurrahman Paşa’nın babası Recep Paşa döneminde de tekkeye önemli eklentiler yapılır. Geçmişte bir dönem fabrika, bir dönem de restoran ve piknik alanları olarak kullanılan tekke, 1940’lı yıllardan sonra zaman zaman restorasyon geçirir.

Bugün tekke; düzlük bir alanda, kale gibi yüksek taş duvarlarla çevrili geniş avlusunda; muhtelif binalar, ortasında şadırvan, şerbet gibi suyu akan çeşmeler, iki katlı mavi boyalı bir konak ve en ilerde yukarıda sözü edilen Bektaşi Babalarının kabirlerinin de bulunduğu mezarlıktan oluşmaktadır. Mezarlıkta yer alan Bektaşi mezarlarının 12 imamı temsil eden 12 terkli mezar taşları dikkat çekicidir. Bu kabirler arasında tekkeye önemli hizmetlerde bulunan Recep Paşa’nın mermerden bir lahit içinde yer alan mezarı da bulunmaktadır. Ayrıca; bugün için zorunlu olarak; cem yapılan meydan evi şeklinde kullanılmak zorunda kalınmış kış evinin hemen yanında da Harabati Baba’nın Türbesi yer almaktadır.


Harabati Tekkesi

Bizi kapıda karşılayıp kollarını Kırkpınar pehlivanı gibi göğsünde kavuşturan, konuyla ve mekânla hiç de bağdaşmayan acayip bir güneş gözlüğü takmış, bir karış sakalıyla çam yarması Nakşi Arnavut, şadırvanda Sünniliğin erdemlerini anlatırken işgalin bir simgesi gibiydi sanki. Müslümanlığın bütün erdemlerini ayaklar altına alarak, dünyevi bir kendini beğenmişlik içinde, tıpkı bir Cassius Clay’di o. Yüzyıllar öncesinde Balkanlar’da yeni insan ve yeni devlet modelinin yaratılmasında öncü rolü oynamış tüm eren babaların kemikleri sızladı o an. Emperyalizmin yeni büyük oyunu sahneye konulalı bir yirmi yıl kadar olmuştu; şimdilerde Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da masum ve mazlum halklara karşı girişilen büyük ve sinsi tuzağın “acar” neferleriydi tarikatlar ve Radikal İslam… Ne diyelim; uygarlık yolculuğunda menzile erişmek için daha çok gidilecek yol var; o kadar.

Tekkede sürmekte olan haksız işgal nedeniyle kabirlerinde sessiz yatan dedelerin yanından hüzünle ve kızgınlıkla ayrıldık. Müslümanlık adına yapılan bu olmamalıydı. Tekkenin giriş kapısının üstünde Arnavutluk’un çift başlı kartalı usul usul dalgalanıyordu. Artık buralarda durulmazdı; rotamız Gostivar üzerinden Atatürk’ün sevgili kenti Manastır idi. Otobüsümüze bindik ve öğle üstü Manastır’a doğru hareket ettik.


Bektaşi mezarları


Harabati Tekkesi’nin dıştan görünüşü ve girişi

Şar Dağı eteklerinde Harabati Tekkesi



Dipnotlar:
(1)    Ortodoks Hristiyan Slavlar, Aziz anlamında Sveti sözcüğünü kullanıyorlar. Kısaca Sv. İle temsil ediliyor. Saint yada Agios gibi…
(2)    Galicica; yerel rehberin anlatımına göre Makedonca “iki gölü okşayan dağ” anlamına geliyormuş.
(3)    İbrahim Temo’nun İttihad ve Terakki Anıları; ARBA Yayınları; arka kapaktaki tanıtım bilgilerinden yararlanılmıştır.
(4)    Hayri Demirovski’nin fotoğrafı, http://alek-careca.blogspot.com/2009/10/in-memoriam-ajri-hayri-demirovski.html adresinden alınmıştır.
(5)    Resneli Niyazi Bey’in fotoğrafı http://pinterest.com/peramuzesi/from-konstantiniyye-to-istanbul-konstantiniyye-den/ adresinden alınmıştır.
(6)    Yukarıda adresleri verilen iki fotoğraf dışında kalanların tümü İ.Fidanoğlu tarafından 2012 Yazı’nda çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC






1.Kısım sonu

3 yorum:

  1. Değerli yazar,bilgileriniz benim için çok verimli oldu.Benim ailem Balkan harbinde O günkü adı Osmaniye olan Pehçova'dan gelmişler.İzmir yakınlarında tahminim Dikili'ye indirilmişler.Oradan Bergama'ya yerleşmişler.1918 yılın da Manisa'ya taşınmışlar.5/6 yıl Bergamada yaşamışlar.1912-13 yılında buralara yerleşen muhacirler hakkında bilgiye sahip misiniz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Değerli takipçimiz, bloğumuza göstermiş olduğunuz ilginiz nedeniyle öncelikle teşekkür ederiz. Anlaşıldığı kadarıyla atalarınız, Balkan Savaşı sonrasında Bergama'ya yerleştirilmişler. Bergama'da faaliyet gösteren ve Bergama'nın tarihi, kültürü ve sosyal yapısı ile ilgili olarak nitelikli araştırmalar yürüten bir vakıf var. ismi Bergama Kültür ve Sanat Vakfı... Ben size web adresini iletiyorum: http://www.berksav.org. Bu adreste vakfa ulaşmak için gerekli iletişim bilgileri de mevcut. Ayrıca Bergama Belediyesi ile de bu konuda ilişkiye geçebilirsiniz. Sözünü ettiğiniz konu biraz spesifik bilgiyi gerektiriyor. Bilgilerinize sunar, bloğumuza olan ilginizin ve katkılarınızın sürekliliğini dileriz. İF

      Sil