ARNAVUTLUK’U
GEÇERKEN
4 Temmuz 2012
İbrahim Fidanoğlu
Korku
Dağları Bekler
Struga’nın Arnavutluk sınırına
doğru tatlı bir meyille yükselen sırtlarının arkasındaki Kafasan sınır kapısından
Arnavutluk’a geçiş yaptık. Sınırın ötesinde bizi ilk karşılayanlar, iki telli
sazını sınır kapısında Arnavutluk’a giriş yapanlara satmaya çalışan gariban
Arnavut ile “uzaylıların” uçan
daireleri gibi sırtlara saçılmış Enver Hoca döneminden kalma beton koruganlar
oldu. Elbasan’dan Dıraç’a daha sonra Tiran’a ve en sonunda Karadağ sınırındaki
İşkodra’ya yönelen bir rotada süren bir günlük yolculuğumuz boyunca,
Arnavutluk’un bugününe dair bazı gözlemler yapma fırsatımız oldu.
Kafasan sınır kapısının Arnavutluk tarafında yer alan Enver
Hoca’nın beton koruganları
Genel olarak; oradan
oraya bir savrulmuşluk içinde, soğuk savaş döneminin ve reel sosyalizmin;
halkları yorup bitirdiği ve şimdi en sıradan Arnavutluk manzaralarında dahi
yerini bütün “içtenliğiyle” alan, gönderlere çekilmiş Amerikan ve Alman
bayraklarından medet umar hale getirilmiş bir halkın çaresizliğini gördük.
Toplumca giderek mafyalaşan ve bugün Arnavutluk’un Avrupa’ya neredeyse “en
değerli” ihraç ürünü haline gelmiş bu durum, yokuştan frenleri boşalmış bir
otomobil gibi aşağılara doğru sürüklenen bir halkın maddi ve manevi bir
düşüşüydü sanki.
Elbasan yolunda dağlara karşı
Halkın yaşamını; daha
iyiye, daha güzele taşıma iddiası ile iktidara gelip de “dış düşman” öcüsü ile
bütün yüreklere korku aşılayıp, bütün yaptıkları yanlışları bu “dış düşmanlara”
endeksleyerek hatalarını sorgulamayan, onlardan ders çıkarıp; o ilerde
kurulacak güzel dünyaların hayallerini de berbat eden bu çapsız ve at gözlüğü
ile hayata bakan yöneticilerin bir halkı nasıl bir çaresizliğe sürükledikleri
ve kimlerden medet umar hale getirdikleri bugünkü Arnavutluk’un her yanında
rahatlıkla gözlemlenebilir. Biz bu dediğimizi, Makedonya’dan Karadağ’a doğru
Arnavutluk topraklarından geçerken, gün boyunca yapabilme fırsatını yakaladık.
Yazacaklarımız, daha çok bir otobüs yolculuğundaki bu gözlemlerimize dairdir.
Elbasan’a
doğru
Kökenlerini Roma
İmparatorluğu’nun 7 kurucu halkından biri kabul edilen İlliryalılar’a
dayandıran Arnavutlar, Ortaçağ’da Balkanlar’ın güneyine yönelen Slav
akınlarının baskısı altında dar bir alana sıkışmış ve yoğunlukla bugünkü
Arnavutluk topraklarında Balkanlar’ın diğer bölgelerinin tersine homojen bir topluluk
halinde yaşamaya başlamışlardır. Osmanlı’nın Yıldırım Beyazıt ve ardılları ile bu topraklara ilk uzanışı
sırasında, İskender Bey önderliğinde Arnavutların göstermiş olduğu büyük
direncin kırılması sonrasında; uzun yıllar sürecek Osmanlı idaresinde
Müslümanlığın ve özellikle Alevi-Bektaşi inancının bu topraklara kök saldığını
görüyoruz. Özellikle II. Mahmut döneminde; kuruluşundan beri ideolojisi
Bektaşilik olan Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması ile Bektaşiliğin bir
tarikat yapılanması olarak yer altına çekilmesi sonucunda, Balkanlar’da birçok
yerde mevcut Bektaşi tekkesinin, Sünni kökenli başka tarikatların yönetimine geçmesine
yol açmıştır. Ancak bu tarihsel durum, Arnavutluk’ta ve Arnavutların yoğun
olarak yaşadığı Balkanlar’ın diğer köşelerinde birer istisna oluşturur. Çünkü merkezi
hükümetteki Sünni damarın baskısı ile 1826’dan sonra Balkanlar’da görülen bu
genel eğilim, Arnavutların yaşadığı bölgelerde çalışmaz ve Bektaşi tekkeleri
varlığını ve etkinliğini günümüze dek sürdürür.
Shkumbin vadisinden Elbasan’a doğru
Bosna – Hersek’deki Sarı Saltuk Baba’ya dayandırılan Blagay
Tekkesi bunların en tanınmışlarındandır; Bektaşi niteliğini yukarıda
anılan nedenlerden ötürü 19.yy.da kaybeden tekke, bugün ise bir anlamda
“özelleştirilerek” Türkiye’den Nakşi kökenli bir tarikatın uzantılarına 40
yıllığına kiralanmıştır. “Alperenler
Tekkesi” olarak ismi değiştirilen ve yüzlerce yıllık tarihi geçmişi üstüne
adeta simsiyah bir şal örtülen Buna ırmağının kaynağının
kıyısındaki tekkede, bugün Alperen ismi ile sözde sahip çıktıkları;
Balkanlar’da bugün hala Türklüğün ve İslam’ın tutunmasını sağlayan o hakiki
“Alperen”lerden biri olan Sarı Saltuk
Baba’dan ve öğretisinden hiçbir iz bulunmamaktadır.
Arnavutluk’u enine; Tosca ve Gega bölgelerine bölen Shkumbin
ırmağı
Arnavutluk, 28.748 km2’lik
bir yüzölçümüne sahip; Karadağ, Yunanistan, Kosova ve Makedonya’nın
komşuluğunda yaklaşık 3,5 milyon Arnavut’un yaşadığı küçük bir Balkan ülkesi
görünümündedir. Son derece dağlık bir coğrafyaya sahip Arnavutluk, bu hırçın ve
engebeli topoğrafyayı, bir anlamda inatçı toplumsal kimliğinde saklamaktadır.
Doğudan Batıya Adriyatik kıyılarına doğru akan ve Arnavutluk’u Doğu – Batı
ekseninde boydan boya ikiye bölen Shkumbin ırmağının kuzeyinde Arnavutçanın
farklı lehçelerini konuşan Gegalar, güneyinde ise Toscalar
yaşar.
Arnavutluk’un başkenti Tiran’ın merkezinde yer alan Tayvan Parkı
Arnavutlar, kendi
ülkelerine Kartallar Ülkesi anlamında Shqiperia, Arnavutçaya Shqip, kendilerine ise
Shqiptar(İşkiptar) adını veriyorlar. Zaten ulusal kahramanları İskender
Bey’den gelen kırmızı renkli bayraklarının tam ortasında da çift başlı bir
kartal yer alıyor. İşkiptar’ın
sözcük anlamı, Arnavut köylüsü, çiftçisi demek. Ama yıllarca önce Hürriyet
Yayınları’ndan ülkemizde Murat Belge’nin çevirisi ile yayınlanan William
Plomer’in Osmanlı’nın Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın
acımasızlık ve macera dolu hayatını anlattığı “Yanya Sultanı” isimli tarihi romanında 18.yy.da yaşayan İşkiptarlardan
şöyle söz ediliyor:
“İşkiptarlar gerçekten
kaba ve acayiptiler; yarı çoban, yarı cenkçi, dinç insanlardı; yurtlarının
dağlarına bağlıydılar… Çevik, sağlıklı, renkli insanlardı Arnavutlar. Canlı ve
manalı ela gözleri, ince ve kavisli kaşları, kemikli alınları ve çıkık elmacık
kemikleri vardı. Ağızları küçük, boyunları uzun, sırtları dimdik, göğüsleri
geniş ve yüksek, kolları ve bacakları muntazamdı. Onları her gören soylu bir duruşları
olduğunu söylüyordu.
Çok kere alınlarına
doğru eğik, küçük, kırmızı bir takke giyerlerdi. Başlarının ön kısmını tıraş
eder, saçlarını arkada uzun bırakırlardı. Kaba bir kahverengi yünlüden yapılma
kırmızı işlemeli bol bir pelerin omuzlarından dizlerine düşerdi; iki yelek
giyerlerdi; dıştaki, önü açık ve bazen yeşil yada mor kadifeden, içteki ise
dantelli ve işlemeliydi. Kabzaları gümüş işlemeli, bir yada iki tabanca ile bir
kama taşımaya yarayan bir kuşak ince bellerine sarılırdı; gömlekleri ve pantolonları
pamukludandı; uzun kılıçları ustura gibi keskindi; ayaklarına sandal, bazen de
renkli çoraplar giyerler, dizlerine ve ayak bileklerine işlenmiş madenden
yapılmış baldır zırhları takarlardı. Bunların hepsinin üstüne kukuletalı ve
geniş açık yenli, koyun yada keçi postundan yapılma tüylü beyaz bir kaput
geçirirlerdi. Sırtlarına uzun namlulu bir tüfek, boyunlarına da ucuna sahtiyan
muhafazalar içinde gümüş enfiye kutuları yada saat astıkları muskalı gümüş
zincirler takarlardı. Bundan başka, çoğu zaman, kuşaklarına, tabanca ve
kamalarının yanına divitlerini koyar, bununla ayrıca iftihar ederlerdi.
Tabiatıyla mevsime ve
duruma göre değişen bütün bu donanıma rağmen, hayatları boyunca dağlara
tırmanmaya alışık olduklarından, çevik ve tetiktiler… Güç şartlar altında
yaşamaya alışkın olduklarından pek seyrek hastalanırlardı. Evleri ve eşyaları
son derece ilkel, yaşayış tarzları sadeydi. Yiyecekleri basit, daha çok
bitkiseldi; un, mısır yada pirinç, süt, peynir, tereyağ, yumurta ve zeytin,
arada sırada ızgara koyun yada keçi eti. Sığır yada domuz hiç yemezlerdi. Bazen
ağla keklik tutarlar ve bütçeleri izin verirse tavşan avlamak için tazı
beslemekten hoşlanırlardı.
Neşeli ve canlıydılar
ama çabuk kızarlardı; serttiler. Diğer doğululara benzemeyen bir huyları da tok
sözlü olmaları, övgü yada yergilerini hiç saklamamalarıydı.”(1)
1912'de Balkan Savaşı’nda Sırplara tutsak son İşkiptarlar
Belgrad yolunda(2)
İşkiptarlarla ilgili sözü edilen Batılı kaynakta, Lord
Byron’dan esinlenerek betimlenen 18.yy. Arnavut köylüsü ile ilgili anlatılanlar
bu şekilde uzayıp gidiyor. Ancak, yaklaşık bir gün boyunca Arnavutluk
topraklarında yaptığımız yolculuğumuzda; yukarıdaki paragraflarda anlatılmaya
çalışılan İşkiptar profiline ne yazık ki, pek rastlayamadık. Onlar ya
yalçın Arnavutluk dağlarının arasında kalan derin vadilerde yada tarihin
derinliklerine gömülmüş bir ulusun kahramanlık hikayelerinde kalmış olmalıydı.
Belki de ahir zaman işkiptarları, Avrupa’nın en büyük mafya örgütlemelerinden biri
haline gelen Arnavut Mafyası’nın belkemiğini oluşturuyordu. Sokaklarda dolaşan
Arnavutların ise bunlarla pek de ilgisi yoktu artık.
Tiran’da Ulusal Şehitler Bulvarı
Elbasan’a doğru yönelen
yolculuğumuzda; sınırdan sonra uzun süre, Ohri Gölü’nün Güney Batısında yer
alan su kaynaklarından beslenen Shkumbin ırmağının yüksek dağlar
arasında oluşturduğu derin vadiden ayrılmadık. Yol boyunca köylerden
kasabalardan geçerken çok sayıda “Lavazh”
yazılı işyerleri gördük. Bunlar, araba yıkama istasyonları imiş. Arnavutluk’a;
1989’da sosyalizmin çöküşü sonrasında Avrupa’da giderek yaygınlaşan ve etkinlik
kazanan Arnavut Mafyası’nın faaliyetleri kapsamında inanılmaz sayıda Mercedes
marka otomobil getirilmekteymiş. Yolculuğumuz boyunca gördüğümüz Mercedes’leri
düşündüğümüzde bunun Arnavut Mafyası’nın önemli gelir kaynaklarından birisi
olduğu anlaşılıyor. Yoldaki trafik düzeni de ne yazık ki, hiç iyi değildi ve
Arnavut sürücüler, zaman zaman trafik güvenliğini aksatacak tarzda son derece
riskli araç kullanılıyorlardı.
Elbasan’a doğru Shkumbin
ırmağının iki yakasında tarıma elverişli düzlüklerde meyve ağaçlarından söğüt
ve çınarlara ve ekili alanlara doğru uzanan yeşil örtü, dağların sırtlarına
doğru yükseldikçe yerini kızılçamlara bıraktı. Kireç taşı kayalıkların
oluşturduğu süreksizlik bölgeleri dışında vadi boyunca yoğun ağaç örtüsü devam
etti.
Elbasan çıkışında Arnavutluk’un Çin ile yakınlaştığı dönemden
kalma; bir hayalet haline gelmiş demir çelik ve tuğla fabrikalarının enkazları
ile karşılaştık. Metruk haldeki fabrika alanları, çöken bir dönemin pür-i
melali gibiydi. Via Egnatia rotası
üstünde yer alan; antik Skampa kenti
üzerinde kurulu Elbasan, Osmanlı döneminde önce Arnavutluk’un fethi sürecinde
ileri bir karakol; daha sonraları ise bir sancak merkeziydi. Kentin içinde
palmiyelerle süslü geniş bir bulvarın hemen kıyısında Fatih Sultan Mehmet döneminden kalma Elbasan Kalesi’nin kalıntıları yer alıyordu. Trafik ışıklarında
bekleme süresi kadar uzunluktaki gözlem zamanlarımızda görebildiğimizle
yetinerek Elbasan’ın içinden transit geçtik. Hedef başkent Tiran’dı. Dinar
Alpleri üzerinden Tiran’a giden zorlu yolu zaman darlığı nedeniyle tercih
etmedik; Dıraç üstünden Tiran’a yönelen ve bizdeki bölünmüş yolları andıran
otoyolu takip ederek, Arnavutluk’un Adriyatik kıyısındaki Avlonya (Vlore) ile birlikte iki önemli
limanından birisi olan Dıraç yada Durres’e doğru yola
çıktık.
Tiran’ı ikiye bölen Tiran çayı
Via
Egnatia’nın Giriş Kapısı; Draç yada Durres
Dıraç, Arnavutluk’un
Adriyatik kıyısındaki önemli liman kentlerinden biri ve aynı zamanda önemli bir
sayfiye merkezi olarak dikkat çekiyor. Özellikle son yıllarda Kosova’da yaşayan
Arnavutların tatillerini geçirmek için rağbet ettikleri bir turizm merkezi
haline gelmiş. İşkodra’dan Karadağ’a ilerlerken yol boyunca Kosova’dan
tatillerini Adriyatik kıyılarında geçirmek için Dıraç’a doğru seyreden Arnavut
turistlerle dolu çok sayıda eski model otobüslerle karşılaştık.
Tiran’da bir parkta Sami Fraşheri yada Şemsettin Sami
Dıraç, antik dönemde Roma ile
İstanbul’u birbirine bağlayan Via Egnatia rotasının Adriyatik
kıyısındaki kapısı ve başlangıcı işlevini görmüş. Bugünkü ismini Roma döneminde
adlandırıldığı şekliyle Dyrrachium’dan alıyor. Hellenistik dönemde Epidamnos olarak anılan kent,
Korint ve bugünkü Korfu’dan gelen kolonistler tarafından kurulmuş. Venedik
döneminde uzun yıllar İtalyan etkisinin altında kalan kentte o dönemden kalma
bir kule bulunuyor.
Arnavutluk, aslında faşist Mussolini dönemini de sayarsak tarih boyunca İtalyan etkisinin yoğun hissedildiği bir coğrafya olmuş. Hatta İskender Bey’in direnişine karşılık Osmanlı İdaresi’ne geçen bu topraklardan İslam’ın egemenliğini içine sindiremeyen Hristiyan Arnavutlardan binlercesi (İskender Bey’in aile efradı da buna dâhildir) İtalya’ya göç etmişler. Bugün, İtalya’nın Sicilya ve Calabria bölgesinde o günlerden kalma 200.000 kadar Arnavut asıllı İtalyan yaşıyormuş. Adriyatik’in iki kıyısında yer alan bu iki ülkenin birbirinden uzaklığının neredeyse 70 km.ye düştüğü en yakın noktalar, bu anlamda tarihte geçiş için sıkça kullanılmış. Hatırlanacağı üzere en son, 1990’dan sonra, sosyalizmin bu topraklarda çöküşü ile Arnavutluk kıyılarından son derece güvensiz teknelerle İtalya kıyılarına yönelen yoğun mülteci akınlarında, teknelerin alabora olması sonucunda hazin insan hikâyeleri yaşanmıştı.
Tiran’da Enver Hoca’nın Piramidi
Yaklaşık 3000 yıllık bir
geçmişi olan kent, dağlarla kaplı bir topoğrafyanın denize açılan kapısı
konumunda; Adriyatik kıyısında tarih boyunca hep stratejik bir öneme sahip
olmuş. 1912 yılında Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan eden Arnavutluk’un bir
dönem (1920’ye kadar) başkenti olarak da işlev gören kent, bugün de bir liman
ve sayfiye yerleşimi özelliği ile önemini korumayı sürdürüyor.
Arnavutluk’un
Kalbi; Tiran
Dıraç’dan 33 km. içeride
yer alan Tiran’a gitmek üzere Doğu’ya doğru yöneliyoruz. Trafiğin
yoğunlaştığı otobanda yer yer yol inşa faaliyetleri devam ediyor. Yol boyunca
Mercedes arabaların yoğunluğu ve trafik kurallarına pek de kulak asmama hali
sürüyor. Tiran’a doğru alışveriş merkezleri, otomobil galerileri, fabrikalar;
otoyolun iki yanına serpilmiş durumda dikkatimizi çekiyor.
Tiran’da Arnavutluk’un ulusal kahramanı İskender Bey’in
heykeli
Tiran, sosyalist geçmişinden
miras kalan birbirini dik kesen geniş bulvarları, son derece büyük parkları ile
soluk alıp verebilen bir kent izlenimi bırakıyor. Arnavutluk’un Osmanlı’ya
karşı yaklaşık 25 yıl kafa tutup kök söktüren ve Osmanlı’ya değil, sıtmaya
teslim olan ulusal kahramanları İskender Bey’in at üstünde
heykelinin de yer aldığı adıyla anılan meydan, kentin merkezinde yer alıyor. İskender
Bey Meydanı’nda Kalkandelen’deki Alaca Camisi’ne benzer, Osmanlı
döneminden kalma kalem işi süslemeleriyle dikkat çeken Ethem Bey Camisi ve 19.yy.dan
kalma Saat Kulesi bulunuyor. Yapımına 18.yy. sonlarında başlanıp inşa
süreci 28 yıl devam eden ve 1821’de tamamlanan caminin içinde; mihrap da dâhil
olmak üzere her yerde; çiçek, meyve desenleri ve Arnavut Beyleri’nin kasır ve
malikânelerinin resmedildiği kalem işi süslemeler yer alıyor. Benzer
süslemeler, caminin son cemaat yerinde yer alan tavan ve duvarlarda; giriş
kapısının üstünde kitabenin etrafında da bulunuyor. Camiyi yaptıran Ethem Bey
ise bugün caminin bahçesinde bulunan mermer bir mezarda yatıyor. Ayrıca bu
meydanda Tiran’ın sosyalist
döneminden kalma Opera Binası ve Ulusal Tarih Müzesi yer alıyor.
Tiran’da İskender Bey Meydanı’ndaki Ulusal Tarih Müzesi’nin
ön cephesindeki Arnavutluk tarihini temsil eden fresko
Arnavutların ulusal kahramanı
İskender
Bey’in operalara, filmlere ve kitaplara konu olan tutkulu ve macera
dolu yaşamı, Hristiyan Batı ile Müslüman Osmanlı arasında sürekli dalgalanıp
duran, bazen yükselip bazen alçalan bir deniz gibidir. 1443’den itibaren,
sıtmadan öldüğü tarih 1468’e kadar Venedik, Ragusa ve diğer İtalyan
prensliklerinin ve Papalığın desteği ile Osmanlı’ya kafa tutan, ata toprağı Kruje’yi
4 kez kuşatan Fatih’in kuvvetlerine bu kaleyi teslim etmeyen, defalarca
Osmanlı’yı dağlık Arnavutluk coğrafyasında uyguladığı gerilla savaşı taktikleri
ile yenen İskender Bey, yaşadığı çağın en önemli figürlerindendir. Bir
anlamda da; Osmanlı’nın Batı’ya doğru ilerleyişini en az 25 yıl geciktiren
kişidir.
İskender Bey Meydanı’nda yer alan yegâne Osmanlı Dönemi
eserlerinden Ethem Bey Camisi ve Saat Kulesi
İskender Bey Meydanı, Ulusal
Şehitler Bulvarı ile Rahibe Teresa
Meydanı’na bağlanır. Soğuk savaş sonrası Balkan ülkelerinin yeniden inşası
sürecinde; can simidi gibi sarınılan Rahibe
Teresa, bu coğrafyada önemli bir figür haline gelmiş diyebiliriz.
Arnavutluk da; Tiran uluslar arası havaalanına, meydanlara verdiği ismiyle ve
alanlarına diktiği heykelleri ile bu kervana katılmış görünüyor.
Bu bulvar üzerinde, Parlamento Binası, Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları, Enver Hoca’nın
parti kongrelerini düzenlediği Kongre
Sarayı, Enver Hoca zamanında kızı tarafından babası için bir müze olarak
tasarlanan Piramit yapısı, yemek
yediğimiz Tayvan Parkı’nın da yer
aldığı geniş park alanları, Cumhurbaşkanı’nın rezidansı yer almaktadır. Ulusal Şehitler Bulvarı üzerinde bulunan
bir köprünün altından Tiran’ı ortadan ikiye bölen küçük Tiran çayı akar. Bu çayın iki yakasında, ağaçlar altında uzanıp
giden yemyeşil çimenlerle kaplı peyzaj alanları bulunmaktadır. Bu çayı, Rahibe Teresa Meydanı’na doğru biraz
geçince küçük bir park alanı içinde; bir kafeteryanın hemen yanında, bizim için
de yabancı olmayan Arnavut tarihinin önemli simalarından Fraşeri kardeşlerin üç büstü yer alır. Tam öğleüstü; kavurucu sıcak
altında bir grup insanın bu üç büstün çevresinde ellerinde fotoğraf
makineleriyle dönüp durmaları kafeteryada bir şeyler içerek serinlemeye çalışan
Arnavutları fena halde meraklandırmış durumdadır.
Ethem Bey Camisi’nin mihrabı ve minberi
Sami Fraşeri, bizde tanınan ismi ile
Şemsettin
Sami, Osmanlı’nın son döneminde öne çıkan önemli bir kültür
insanımızdır. Arnavut asıllı olmasına karşılık; edebiyat tarihimizde ilk Türkçe
roman kabul edilen Taaşşuk-ı Talat ve
Fitnat'ın (1872), ilk Türkçe ansiklopedi olan Kamus-ül Alam'ın (1889-1898) ve modern anlamdaki ilk geniş kapsamlı
Türkçe sözlük olan Kamus-ı Türkî'nin
(1901) yazarıdır. Ağabeyi Abdül Fraşeri, Arnavutça üzerine ve
Arnavut alfabesinin ilk kez Latin harfleri kullanılarak geliştirilmesi ile
ilgili çalışmalar yürütmüştür. Kardeşi Naim Fraşeri ise, Arnavut milli
şiirinin kurucusu olarak kabul edilir. Şemsettin Sami, aynı zamanda Galatasaray
Spor Kulübü' nün kurucusu Ali Sami Yen'in de babasıdır. 1904 yılında
İstanbul’da hayata veda etmiştir. Şimdi üç kardeş Tiran’da bir parkta buluşmuş,
modern Arnavutluk’un birer milli kahramanı olarak geleni geçeni selamlamaktadırlar.
Ethem Bey Camisi’nin tavan süslemeleri
Parklarda yer yer hala
Enver Hoca’nın Tiran’ı koruyan(!) beton koruganları durmakta… Tek farkla; Enver
Hoca sonrası tüketim ekonomisine eklemlenmiş Arnavutluk’u anlatan üzerlerindeki
rengârenk desen ve yazılarıyla… Biraz ilerde gölgeye sığınmış birkaç kadın
temizlik işçisi azıcık soluklanmaktalar. Sosyalizm sonrası; kontrolünü kaybeden
ve nereye çekilirse oraya sürüklenen zavallı halkın vardığı son nokta, Tiran
meydanlarında ve parklarında dilenmek olmuş. Sağımızda solumuzda bize temas
etmeye çalışarak ve sürekli çevremizde dolaşarak bizi şaşkına çeviren dilenci
baskısından kurtulmak ne mümkün; bize sürekli anlamadığımız bir dilden hitap eden
ve neredeyse bir kapkaççı gibi bizi yakın markaja almaya çalışan bu güruhtan
ancak sesimizi yükseltip sertçe davranarak ve hızla uzaklaşarak kurtulabildik.
Rahibe Teresa Meydanı’na vardığımızda bizi Tiran Üniversitesi’nin; meydanı çepeçevre saran binaları ve köşede Rahibe Teresa’nın heykeli karşıladı. Çok
geniş bir alanda duvarlara yazılı “I Love
Çameria” yazıları dikkat çekiciydi. Çameria yada okunuşu ile Çamerya
sözcüğü, bugün Yanya’yı da kapsayan Yunanistan’ın Epir bölgesini kast
ediyordu. Yunanlar; Arnavutluk’un güneyinde yer alan; Yanya Valisi Tepedelenli
Ali Paşa’nın hırsını ve acımasızlığını aldığı Arnavut annesinin ve Enver
Hoca’nın da memleketi olan meşhur JiroKastro kentini de içine alan ve
40.000 civarı Yunan azınlığın yaşadığı bölgeye Kuzey Epir adını verip; Güney Epir diye bir bölgenin
bulunmadığını iddia ediyorlar. Buna karşılık Arnavutlar ise 10.000 civarı
Ortodoks Arnavut’un yaşadığı ve Güney Epir adını verdikleri bölgenin
dışında kendi toprakları içinde bir Kuzey
Epir’in varlığını asla kabul etmiyorlar. Yani bu sınırdaş iki ülkenin, bizim
Kıbrıs’taki tarafların birbirini tanımama hali gibi tarihten gelen bir
problemleri var. Tarihsel olarak tümüne Epir adının verildiği bu topraklara
Arnavutlar Çameria (Çamerya)
adını veriyorlar.
Tiran Rahibe Teresa Meydanı’ndaki duvar yazıları
Arnavutlar açısından
işin dramatik yönü ise, 2. Dünya Savaşı’nda İtalyan faşistlerinden sonra Alman
Nazi kuvvetlerinin bu bölgeyi yeniden işgali sırasında; 27 Haziran 1944 yılında
Yunan faşist generali Zervas’ın yönetiminde
bu bölgede Arnavut azınlığa karşı uygulanmış olan bir tür soykırım sonucunda
3000 civarı Arnavut asıllı Yunan vatandaşının katledilmiş olmasıdır. Bu silahlı
yıldırma hareketini takiben; özellikle Müslüman Arnavutlar, Güney Epir
bölgesinden Arnavutluk’a göçe zorlanmış; kalan Ortodoks Arnavutlar ise bugüne
dayanan süreçte bir tür asimilasyona tabi tutularak Yunanlaştırılmaya
çalışılmıştır. Sorun, bugün de her iki ülkenin dış politika gündeminde; zaman
zaman ateşi küllense de canlılığını korumaktadır. İşte Rahibe Teresa Meydanı’nı çepeçevre saran duvarlarda rastladığımız “I
Love Çameria” yazılarının altında yatan hikâye esasen budur.
Ethem Bey Camisi’nin giriş kapısı üstündeki kitabesi ve
süslemeler
Birkaç saatlik Tiran
konukluğumuzdan aklımızda, pardon tadı damağımızda kalan bir lezzeti anmadan
olmazdı. Tayvan Parkı’nda yer alan Tayvan Restoran’da yediğimiz öğle yemeğinin
sonunda önümüze gelen geleneksel Arnavut tatlısı Trileçe’nin tadı ve
hafifliği anlatılmazdı. Sütlü kaymaklı; revani şeklinde, üstü karamelize
edilmiş şekerle kaplı, yazın yenebilecek hafiflikte leziz bir tatlıydı. Kısa
süren Tiran gezintimiz, akşama Adriyatik kıyılarında; Karadağ’ın turistik kenti
Budva’da sonlanacak bugünkü
yolculuğumuzun zamanında tamamlanabilmesi için burada bitirilmeliydi. Biz de
öyle yaptık ve Kuzeye İşkodra’ya doğru harekete geçtik.
Tiran’dan
İşkodra’ya
Tiran’dan ulusal
kahraman İskender Bey’in Osmanlı’ya karşı 25 yıl süren direnişinin simgesi
haline gelen Kruje yoluyla Osmanlı’nın 1. Balkan Savaşı sırasında Hasan Rıza Paşa komutasında Sırplara
karşı yürüttüğü dirençli savunmasıyla öne çıkan İşkodra kentine doğru devam ettik. Tiran’dan yaklaşık 20 km.
kuzeyde yer alan Kruje kasabasında
İskender Bey ile ilgili bir müze vardı. Kentin İskender Bey’le özdeşleşen
geçmişi Kruje Dağı yamaçlarında yer Kruje Kalesi’nde vücut buluyordu. II.
Murat ve oğlu Fatih Sultan Mehmet zamanında 4 kez kuşatılıp alınamayan bu kale,
bir anlamda Arnavutluk ulusal bilincinin bir simgesi gibiydi. Bu kasabayı bizim
için ilginç kılan unsurlardan biri de Sarı Saltuk Baba’ya atfedilen bir
Bektaşi tekkesinin ve ona ait olduğuna inanılan bir makam mezarının varlığıydı.
Balkanlar’ı ve Anadolu’yu; ortaya koyduğu lafzı ve yaşam pratiği ile bu denli
etkileyen bu “İnsan-ı kâmil” kişinin anısı önünde bir kez daha saygıyla eğilmek,
hele bugünlerin Türkiye’sinde yaşayan biz biçareler için yapılabilecek tek
uygun hareket idi.
Arnavutların geleneksel tatlısı Trileçe
Kruje’den sonra yine İskender Bey ile anılan başka bir kente; Drim yada Arnavutların verdiği isimle
Kara ve Beyaz Drim’in Kukes
yakınlarında birleşmesiyle oluşmuş Drin ırmağı kıyısındaki Lezhe’ye
geldik. Drin ırmağı, Arnavut Beylerinin Osmanlı’ya karşı İskender
Bey’in önderliğinde oluşturduğu Lezhe Birliği ile özdeşleşen kentin
tam ortasından akıyordu. Irmağın karşı kıyısında, sonradan yapılmış mermer
sütunların arasından seçilebilen St.
Nicholas’a adanmış Lezhe Katedrali’ndeki
bir anıt mezarda; Arnavutluk’un ulusal kahramanı Gjerg Kastrioti Skenderbeu;
Batılıların Skanderbeg’i, bizim bildiğimiz ismiyle İskender Bey yatmaktaydı.
61 yaşında sıtmadan ölen ve Osmanlı’ya teslim olmayan Ortaçağın bu önemli
figürü, hemen eteklerinde uzandığı Venedik döneminden kalma Kale’nin, tarihte
oynadığı rolü bize hatırlatır gibiydi. Çünkü İskender Bey’i belki de bugüne taşıyan en önemli araçlardan biri
de; başta Venedik, Ragusa ve Papalık olmak üzere dış dinamiklerle kurduğu akıl
dolu ilişkiydi. Uzaktan bizim Anıt Kabri andıran bir mozole görünümündeki kilisenin
üstünde yer alan Venedik Kalesi bu ilişkilerin sessiz bir tanığıydı sanki bir
de; Lezhe’nin içinden Adriyatik’e
doğru usul usul akmakta olan Drin
ırmağı…
Lezhe’de Drin ırmağı kıyısında İskender Bey’in anıt mezarı
ve tepedeki Venedik Kalesi
Lezhe’yi ve İskender
Bey’i ardımızda bırakarak Karadağ sınırına yakın, adıyla anılan gölün kıyısında
konumlanmış İşkodra’ya yöneldik.
Artık Arnavutluk topraklarını neredeyse terk etmek üzereydik. Kentin girişinde;
sağdaki Rozafa Tepesi’nin üstünde yer
alan ve 1. Balkan Savaşı’nda İşkodra’yı kuşatan Sırp ve Karadağlı birliklere
karşı Hasan Rıza Paşa’nın komutasında
yürütülen savunması ile nam salan Rozafa
Kalesi’ni ve şehri teğet geçerek Buna ırmağı üzerindeki gemilerin
geçişi sırasında dönerek açılan bir asma köprünün üzerinden karşı kıyıya
ulaştık. Buna kıyısında; geniş nehir yatağı boyunca yemyeşil tarımsal
alanları izleyerek, İşkiptarların yurdu Arnavutluk’un Karadağ’a doğru yol
üstündeki en yakın noktasında yer alan bir Katolik kilisesini ardımızda
bıraktık ve Avrupa’nın en genç devletlerinden Karadağ’a akşama doğru giriş
yaptık.
İşkodra’da
Venediklilerden kalma; Balkan Savaşı’nda Hasan Rıza Paşa’nın Sırp kuşatmasına
karşı savunduğu Rozafa Kalesi
Lezhe’deki Venedik Kalesi
Lezhe’den akar Drin
İşkodra’dan akar Buna; bu Buna başka Buna…
İşkodra’da Buna ırmağı kıyısında
Karadağ sınırında İşkodra bölgesinde son kilise
Dipnotlar:
(1)
Yanya Sultanı; William
Plomer; Çeviren: Murat Belge; Hürriyet Yayınları; Şubat 1972; sayfa: 13-14-15
(2)
1912’de Balkan Savaşı
sırasında tutsak edilen İşkiptarlar fotoğrafı http://shoqatacameria.blogspot.com/2008/11/atinaya-amerya-kskac-bugn-27-haziran.html
adresinden alınmıştır.
(3)
“Balkan Savaşı’nda
Sırplar tarafından tutsak edilen İşkiptarlar” fotoğrafı dışındaki tüm
fotoğraflar, İbrahim Fidanoğlu tarafından 2012 yazında çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC
Güzel fotoğraflar için teşekkürler
YanıtlaSilİlginize biz teşekkür ederiz. İF
SilGüzel fotoğraflar için teşekkür ederiz.
YanıtlaSilİlginize teşekkürler...İF
YanıtlaSil