29 Ağustos 2012 Çarşamba

BİR BALKAN YOLCULUĞU (BÖLÜM – 2)



ARNAVUTLUK’U GEÇERKEN
4 Temmuz 2012

İbrahim Fidanoğlu

Korku Dağları Bekler

Struga’nın Arnavutluk sınırına doğru tatlı bir meyille yükselen sırtlarının arkasındaki Kafasan sınır kapısından Arnavutluk’a geçiş yaptık. Sınırın ötesinde bizi ilk karşılayanlar, iki telli sazını sınır kapısında Arnavutluk’a giriş yapanlara satmaya çalışan gariban Arnavut ile “uzaylıların” uçan daireleri gibi sırtlara saçılmış Enver Hoca döneminden kalma beton koruganlar oldu. Elbasan’dan Dıraç’a daha sonra Tiran’a ve en sonunda Karadağ sınırındaki İşkodra’ya yönelen bir rotada süren bir günlük yolculuğumuz boyunca, Arnavutluk’un bugününe dair bazı gözlemler yapma fırsatımız oldu.

 Kafasan sınır kapısının Arnavutluk tarafında yer alan Enver Hoca’nın beton koruganları

Genel olarak; oradan oraya bir savrulmuşluk içinde, soğuk savaş döneminin ve reel sosyalizmin; halkları yorup bitirdiği ve şimdi en sıradan Arnavutluk manzaralarında dahi yerini bütün “içtenliğiyle” alan, gönderlere çekilmiş Amerikan ve Alman bayraklarından medet umar hale getirilmiş bir halkın çaresizliğini gördük. Toplumca giderek mafyalaşan ve bugün Arnavutluk’un Avrupa’ya neredeyse “en değerli” ihraç ürünü haline gelmiş bu durum, yokuştan frenleri boşalmış bir otomobil gibi aşağılara doğru sürüklenen bir halkın maddi ve manevi bir düşüşüydü sanki.

Elbasan yolunda dağlara karşı

Halkın yaşamını; daha iyiye, daha güzele taşıma iddiası ile iktidara gelip de “dış düşman” öcüsü ile bütün yüreklere korku aşılayıp, bütün yaptıkları yanlışları bu “dış düşmanlara” endeksleyerek hatalarını sorgulamayan, onlardan ders çıkarıp; o ilerde kurulacak güzel dünyaların hayallerini de berbat eden bu çapsız ve at gözlüğü ile hayata bakan yöneticilerin bir halkı nasıl bir çaresizliğe sürükledikleri ve kimlerden medet umar hale getirdikleri bugünkü Arnavutluk’un her yanında rahatlıkla gözlemlenebilir. Biz bu dediğimizi, Makedonya’dan Karadağ’a doğru Arnavutluk topraklarından geçerken, gün boyunca yapabilme fırsatını yakaladık. Yazacaklarımız, daha çok bir otobüs yolculuğundaki bu gözlemlerimize dairdir.


  
Elbasan’a doğru

Kökenlerini Roma İmparatorluğu’nun 7 kurucu halkından biri kabul edilen İlliryalılar’a dayandıran Arnavutlar, Ortaçağ’da Balkanlar’ın güneyine yönelen Slav akınlarının baskısı altında dar bir alana sıkışmış ve yoğunlukla bugünkü Arnavutluk topraklarında Balkanlar’ın diğer bölgelerinin tersine homojen bir topluluk halinde yaşamaya başlamışlardır. Osmanlı’nın Yıldırım Beyazıt ve ardılları ile bu topraklara ilk uzanışı sırasında, İskender Bey önderliğinde Arnavutların göstermiş olduğu büyük direncin kırılması sonrasında; uzun yıllar sürecek Osmanlı idaresinde Müslümanlığın ve özellikle Alevi-Bektaşi inancının bu topraklara kök saldığını görüyoruz. Özellikle II. Mahmut döneminde; kuruluşundan beri ideolojisi Bektaşilik olan Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması ile Bektaşiliğin bir tarikat yapılanması olarak yer altına çekilmesi sonucunda, Balkanlar’da birçok yerde mevcut Bektaşi tekkesinin, Sünni kökenli başka tarikatların yönetimine geçmesine yol açmıştır. Ancak bu tarihsel durum, Arnavutluk’ta ve Arnavutların yoğun olarak yaşadığı Balkanlar’ın diğer köşelerinde birer istisna oluşturur. Çünkü merkezi hükümetteki Sünni damarın baskısı ile 1826’dan sonra Balkanlar’da görülen bu genel eğilim, Arnavutların yaşadığı bölgelerde çalışmaz ve Bektaşi tekkeleri varlığını ve etkinliğini günümüze dek sürdürür.

Shkumbin vadisinden Elbasan’a doğru

Bosna – Hersek’deki Sarı Saltuk Baba’ya dayandırılan Blagay Tekkesi bunların en tanınmışlarındandır; Bektaşi niteliğini yukarıda anılan nedenlerden ötürü 19.yy.da kaybeden tekke, bugün ise bir anlamda “özelleştirilerek” Türkiye’den Nakşi kökenli bir tarikatın uzantılarına 40 yıllığına kiralanmıştır. “Alperenler Tekkesi” olarak ismi değiştirilen ve yüzlerce yıllık tarihi geçmişi üstüne adeta simsiyah bir şal örtülen Buna ırmağının kaynağının kıyısındaki tekkede, bugün Alperen ismi ile sözde sahip çıktıkları; Balkanlar’da bugün hala Türklüğün ve İslam’ın tutunmasını sağlayan o hakiki “Alperen”lerden biri olan Sarı Saltuk Baba’dan ve öğretisinden hiçbir iz bulunmamaktadır.

Arnavutluk’u enine; Tosca ve Gega bölgelerine bölen Shkumbin ırmağı

Arnavutluk, 28.748 km2’lik bir yüzölçümüne sahip; Karadağ, Yunanistan, Kosova ve Makedonya’nın komşuluğunda yaklaşık 3,5 milyon Arnavut’un yaşadığı küçük bir Balkan ülkesi görünümündedir. Son derece dağlık bir coğrafyaya sahip Arnavutluk, bu hırçın ve engebeli topoğrafyayı, bir anlamda inatçı toplumsal kimliğinde saklamaktadır. Doğudan Batıya Adriyatik kıyılarına doğru akan ve Arnavutluk’u Doğu – Batı ekseninde boydan boya ikiye bölen Shkumbin ırmağının kuzeyinde Arnavutçanın farklı lehçelerini konuşan Gegalar, güneyinde ise Toscalar yaşar.

Arnavutluk’un başkenti Tiran’ın merkezinde yer alan Tayvan Parkı

Arnavutlar, kendi ülkelerine Kartallar Ülkesi anlamında Shqiperia, Arnavutçaya Shqip, kendilerine ise Shqiptar(İşkiptar) adını veriyorlar. Zaten ulusal kahramanları İskender Bey’den gelen kırmızı renkli bayraklarının tam ortasında da çift başlı bir kartal yer alıyor. İşkiptar’ın sözcük anlamı, Arnavut köylüsü, çiftçisi demek. Ama yıllarca önce Hürriyet Yayınları’ndan ülkemizde Murat Belge’nin çevirisi ile yayınlanan William Plomer’in Osmanlı’nın Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın acımasızlık ve macera dolu hayatını anlattığı “Yanya Sultanı” isimli tarihi romanında 18.yy.da yaşayan İşkiptarlardan şöyle söz ediliyor:

İşkiptarlar gerçekten kaba ve acayiptiler; yarı çoban, yarı cenkçi, dinç insanlardı; yurtlarının dağlarına bağlıydılar… Çevik, sağlıklı, renkli insanlardı Arnavutlar. Canlı ve manalı ela gözleri, ince ve kavisli kaşları, kemikli alınları ve çıkık elmacık kemikleri vardı. Ağızları küçük, boyunları uzun, sırtları dimdik, göğüsleri geniş ve yüksek, kolları ve bacakları muntazamdı. Onları her gören soylu bir duruşları olduğunu söylüyordu.

Çok kere alınlarına doğru eğik, küçük, kırmızı bir takke giyerlerdi. Başlarının ön kısmını tıraş eder, saçlarını arkada uzun bırakırlardı. Kaba bir kahverengi yünlüden yapılma kırmızı işlemeli bol bir pelerin omuzlarından dizlerine düşerdi; iki yelek giyerlerdi; dıştaki, önü açık ve bazen yeşil yada mor kadifeden, içteki ise dantelli ve işlemeliydi. Kabzaları gümüş işlemeli, bir yada iki tabanca ile bir kama taşımaya yarayan bir kuşak ince bellerine sarılırdı; gömlekleri ve pantolonları pamukludandı; uzun kılıçları ustura gibi keskindi; ayaklarına sandal, bazen de renkli çoraplar giyerler, dizlerine ve ayak bileklerine işlenmiş madenden yapılmış baldır zırhları takarlardı. Bunların hepsinin üstüne kukuletalı ve geniş açık yenli, koyun yada keçi postundan yapılma tüylü beyaz bir kaput geçirirlerdi. Sırtlarına uzun namlulu bir tüfek, boyunlarına da ucuna sahtiyan muhafazalar içinde gümüş enfiye kutuları yada saat astıkları muskalı gümüş zincirler takarlardı. Bundan başka, çoğu zaman, kuşaklarına, tabanca ve kamalarının yanına divitlerini koyar, bununla ayrıca iftihar ederlerdi.

Tabiatıyla mevsime ve duruma göre değişen bütün bu donanıma rağmen, hayatları boyunca dağlara tırmanmaya alışık olduklarından, çevik ve tetiktiler… Güç şartlar altında yaşamaya alışkın olduklarından pek seyrek hastalanırlardı. Evleri ve eşyaları son derece ilkel, yaşayış tarzları sadeydi. Yiyecekleri basit, daha çok bitkiseldi; un, mısır yada pirinç, süt, peynir, tereyağ, yumurta ve zeytin, arada sırada ızgara koyun yada keçi eti. Sığır yada domuz hiç yemezlerdi. Bazen ağla keklik tutarlar ve bütçeleri izin verirse tavşan avlamak için tazı beslemekten hoşlanırlardı.

Neşeli ve canlıydılar ama çabuk kızarlardı; serttiler. Diğer doğululara benzemeyen bir huyları da tok sözlü olmaları, övgü yada yergilerini hiç saklamamalarıydı.”(1)

1912'de Balkan Savaşı’nda Sırplara tutsak son İşkiptarlar Belgrad yolunda(2)

İşkiptarlarla ilgili sözü edilen Batılı kaynakta, Lord Byron’dan esinlenerek betimlenen 18.yy. Arnavut köylüsü ile ilgili anlatılanlar bu şekilde uzayıp gidiyor. Ancak, yaklaşık bir gün boyunca Arnavutluk topraklarında yaptığımız yolculuğumuzda; yukarıdaki paragraflarda anlatılmaya çalışılan İşkiptar profiline ne yazık ki, pek rastlayamadık. Onlar ya yalçın Arnavutluk dağlarının arasında kalan derin vadilerde yada tarihin derinliklerine gömülmüş bir ulusun kahramanlık hikayelerinde kalmış olmalıydı. Belki de ahir zaman işkiptarları, Avrupa’nın en büyük mafya örgütlemelerinden biri haline gelen Arnavut Mafyası’nın belkemiğini oluşturuyordu. Sokaklarda dolaşan Arnavutların ise bunlarla pek de ilgisi yoktu artık.

Tiran’da Ulusal Şehitler Bulvarı

Elbasan’a doğru yönelen yolculuğumuzda; sınırdan sonra uzun süre, Ohri Gölü’nün Güney Batısında yer alan su kaynaklarından beslenen Shkumbin ırmağının yüksek dağlar arasında oluşturduğu derin vadiden ayrılmadık. Yol boyunca köylerden kasabalardan geçerken çok sayıda “Lavazh” yazılı işyerleri gördük. Bunlar, araba yıkama istasyonları imiş. Arnavutluk’a; 1989’da sosyalizmin çöküşü sonrasında Avrupa’da giderek yaygınlaşan ve etkinlik kazanan Arnavut Mafyası’nın faaliyetleri kapsamında inanılmaz sayıda Mercedes marka otomobil getirilmekteymiş. Yolculuğumuz boyunca gördüğümüz Mercedes’leri düşündüğümüzde bunun Arnavut Mafyası’nın önemli gelir kaynaklarından birisi olduğu anlaşılıyor. Yoldaki trafik düzeni de ne yazık ki, hiç iyi değildi ve Arnavut sürücüler, zaman zaman trafik güvenliğini aksatacak tarzda son derece riskli araç kullanılıyorlardı.

Elbasan’a doğru Shkumbin ırmağının iki yakasında tarıma elverişli düzlüklerde meyve ağaçlarından söğüt ve çınarlara ve ekili alanlara doğru uzanan yeşil örtü, dağların sırtlarına doğru yükseldikçe yerini kızılçamlara bıraktı. Kireç taşı kayalıkların oluşturduğu süreksizlik bölgeleri dışında vadi boyunca yoğun ağaç örtüsü devam etti.
Elbasan çıkışında Arnavutluk’un Çin ile yakınlaştığı dönemden kalma; bir hayalet haline gelmiş demir çelik ve tuğla fabrikalarının enkazları ile karşılaştık. Metruk haldeki fabrika alanları, çöken bir dönemin pür-i melali gibiydi. Via Egnatia rotası üstünde yer alan; antik Skampa kenti üzerinde kurulu Elbasan, Osmanlı döneminde önce Arnavutluk’un fethi sürecinde ileri bir karakol; daha sonraları ise bir sancak merkeziydi. Kentin içinde palmiyelerle süslü geniş bir bulvarın hemen kıyısında Fatih Sultan Mehmet döneminden kalma Elbasan Kalesi’nin kalıntıları yer alıyordu. Trafik ışıklarında bekleme süresi kadar uzunluktaki gözlem zamanlarımızda görebildiğimizle yetinerek Elbasan’ın içinden transit geçtik. Hedef başkent Tiran’dı. Dinar Alpleri üzerinden Tiran’a giden zorlu yolu zaman darlığı nedeniyle tercih etmedik; Dıraç üstünden Tiran’a yönelen ve bizdeki bölünmüş yolları andıran otoyolu takip ederek, Arnavutluk’un Adriyatik kıyısındaki Avlonya (Vlore) ile birlikte iki önemli limanından birisi olan Dıraç yada Durres’e doğru yola çıktık.

Tiran’ı ikiye bölen Tiran çayı

Via Egnatia’nın Giriş Kapısı; Draç yada Durres

Dıraç, Arnavutluk’un Adriyatik kıyısındaki önemli liman kentlerinden biri ve aynı zamanda önemli bir sayfiye merkezi olarak dikkat çekiyor. Özellikle son yıllarda Kosova’da yaşayan Arnavutların tatillerini geçirmek için rağbet ettikleri bir turizm merkezi haline gelmiş. İşkodra’dan Karadağ’a ilerlerken yol boyunca Kosova’dan tatillerini Adriyatik kıyılarında geçirmek için Dıraç’a doğru seyreden Arnavut turistlerle dolu çok sayıda eski model otobüslerle karşılaştık.

Tiran’da bir parkta Sami Fraşheri yada Şemsettin Sami

Dıraç, antik dönemde Roma ile İstanbul’u birbirine bağlayan Via Egnatia rotasının Adriyatik kıyısındaki kapısı ve başlangıcı işlevini görmüş. Bugünkü ismini Roma döneminde adlandırıldığı şekliyle Dyrrachium’dan alıyor. Hellenistik dönemde Epidamnos olarak anılan kent, Korint ve bugünkü Korfu’dan gelen kolonistler tarafından kurulmuş. Venedik döneminde uzun yıllar İtalyan etkisinin altında kalan kentte o dönemden kalma bir kule bulunuyor.

Arnavutluk, aslında faşist Mussolini dönemini de sayarsak tarih boyunca İtalyan etkisinin yoğun hissedildiği bir coğrafya olmuş. Hatta İskender Bey’in direnişine karşılık Osmanlı İdaresi’ne geçen bu topraklardan İslam’ın egemenliğini içine sindiremeyen Hristiyan Arnavutlardan binlercesi (İskender Bey’in aile efradı da buna dâhildir) İtalya’ya göç etmişler. Bugün, İtalya’nın Sicilya ve Calabria bölgesinde o günlerden kalma 200.000 kadar Arnavut asıllı İtalyan yaşıyormuş. Adriyatik’in iki kıyısında yer alan bu iki ülkenin birbirinden uzaklığının neredeyse 70 km.ye düştüğü en yakın noktalar, bu anlamda tarihte geçiş için sıkça kullanılmış. Hatırlanacağı üzere en son, 1990’dan sonra, sosyalizmin bu topraklarda çöküşü ile Arnavutluk kıyılarından son derece güvensiz teknelerle İtalya kıyılarına yönelen yoğun mülteci akınlarında, teknelerin alabora olması sonucunda hazin insan hikâyeleri yaşanmıştı.

Tiran’da Enver Hoca’nın Piramidi

Yaklaşık 3000 yıllık bir geçmişi olan kent, dağlarla kaplı bir topoğrafyanın denize açılan kapısı konumunda; Adriyatik kıyısında tarih boyunca hep stratejik bir öneme sahip olmuş. 1912 yılında Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan eden Arnavutluk’un bir dönem (1920’ye kadar) başkenti olarak da işlev gören kent, bugün de bir liman ve sayfiye yerleşimi özelliği ile önemini korumayı sürdürüyor.

Arnavutluk’un Kalbi; Tiran

Dıraç’dan 33 km. içeride yer alan Tiran’a gitmek üzere Doğu’ya doğru yöneliyoruz. Trafiğin yoğunlaştığı otobanda yer yer yol inşa faaliyetleri devam ediyor. Yol boyunca Mercedes arabaların yoğunluğu ve trafik kurallarına pek de kulak asmama hali sürüyor. Tiran’a doğru alışveriş merkezleri, otomobil galerileri, fabrikalar; otoyolun iki yanına serpilmiş durumda dikkatimizi çekiyor.

Tiran’da Arnavutluk’un ulusal kahramanı İskender Bey’in heykeli

Tiran, sosyalist geçmişinden miras kalan birbirini dik kesen geniş bulvarları, son derece büyük parkları ile soluk alıp verebilen bir kent izlenimi bırakıyor. Arnavutluk’un Osmanlı’ya karşı yaklaşık 25 yıl kafa tutup kök söktüren ve Osmanlı’ya değil, sıtmaya teslim olan ulusal kahramanları İskender Bey’in at üstünde heykelinin de yer aldığı adıyla anılan meydan, kentin merkezinde yer alıyor. İskender Bey Meydanı’nda Kalkandelen’deki Alaca Camisi’ne benzer, Osmanlı döneminden kalma kalem işi süslemeleriyle dikkat çeken Ethem Bey Camisi ve 19.yy.dan kalma Saat Kulesi bulunuyor. Yapımına 18.yy. sonlarında başlanıp inşa süreci 28 yıl devam eden ve 1821’de tamamlanan caminin içinde; mihrap da dâhil olmak üzere her yerde; çiçek, meyve desenleri ve Arnavut Beyleri’nin kasır ve malikânelerinin resmedildiği kalem işi süslemeler yer alıyor. Benzer süslemeler, caminin son cemaat yerinde yer alan tavan ve duvarlarda; giriş kapısının üstünde kitabenin etrafında da bulunuyor. Camiyi yaptıran Ethem Bey ise bugün caminin bahçesinde bulunan mermer bir mezarda yatıyor. Ayrıca bu meydanda Tiran’ın sosyalist döneminden kalma Opera Binası ve Ulusal Tarih Müzesi yer alıyor.

Tiran’da İskender Bey Meydanı’ndaki Ulusal Tarih Müzesi’nin ön cephesindeki Arnavutluk tarihini temsil eden fresko

Arnavutların ulusal kahramanı İskender Bey’in operalara, filmlere ve kitaplara konu olan tutkulu ve macera dolu yaşamı, Hristiyan Batı ile Müslüman Osmanlı arasında sürekli dalgalanıp duran, bazen yükselip bazen alçalan bir deniz gibidir. 1443’den itibaren, sıtmadan öldüğü tarih 1468’e kadar Venedik, Ragusa ve diğer İtalyan prensliklerinin ve Papalığın desteği ile Osmanlı’ya kafa tutan, ata toprağı Kruje’yi 4 kez kuşatan Fatih’in kuvvetlerine bu kaleyi teslim etmeyen, defalarca Osmanlı’yı dağlık Arnavutluk coğrafyasında uyguladığı gerilla savaşı taktikleri ile yenen İskender Bey, yaşadığı çağın en önemli figürlerindendir. Bir anlamda da; Osmanlı’nın Batı’ya doğru ilerleyişini en az 25 yıl geciktiren kişidir.

İskender Bey Meydanı’nda yer alan yegâne Osmanlı Dönemi eserlerinden Ethem Bey Camisi ve Saat Kulesi

İskender Bey Meydanı, Ulusal Şehitler Bulvarı ile Rahibe Teresa Meydanı’na bağlanır. Soğuk savaş sonrası Balkan ülkelerinin yeniden inşası sürecinde; can simidi gibi sarınılan Rahibe Teresa, bu coğrafyada önemli bir figür haline gelmiş diyebiliriz. Arnavutluk da; Tiran uluslar arası havaalanına, meydanlara verdiği ismiyle ve alanlarına diktiği heykelleri ile bu kervana katılmış görünüyor.

Bu bulvar üzerinde, Parlamento Binası, Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları, Enver Hoca’nın parti kongrelerini düzenlediği Kongre Sarayı, Enver Hoca zamanında kızı tarafından babası için bir müze olarak tasarlanan Piramit yapısı, yemek yediğimiz Tayvan Parkı’nın da yer aldığı geniş park alanları, Cumhurbaşkanı’nın rezidansı yer almaktadır. Ulusal Şehitler Bulvarı üzerinde bulunan bir köprünün altından Tiran’ı ortadan ikiye bölen küçük Tiran çayı akar. Bu çayın iki yakasında, ağaçlar altında uzanıp giden yemyeşil çimenlerle kaplı peyzaj alanları bulunmaktadır. Bu çayı, Rahibe Teresa Meydanı’na doğru biraz geçince küçük bir park alanı içinde; bir kafeteryanın hemen yanında, bizim için de yabancı olmayan Arnavut tarihinin önemli simalarından Fraşeri kardeşlerin üç büstü yer alır. Tam öğleüstü; kavurucu sıcak altında bir grup insanın bu üç büstün çevresinde ellerinde fotoğraf makineleriyle dönüp durmaları kafeteryada bir şeyler içerek serinlemeye çalışan Arnavutları fena halde meraklandırmış durumdadır.

 Ethem Bey Camisi’nin mihrabı ve minberi

Sami Fraşeri, bizde tanınan ismi ile Şemsettin Sami, Osmanlı’nın son döneminde öne çıkan önemli bir kültür insanımızdır. Arnavut asıllı olmasına karşılık; edebiyat tarihimizde ilk Türkçe roman kabul edilen Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ın (1872), ilk Türkçe ansiklopedi olan Kamus-ül Alam'ın (1889-1898) ve modern anlamdaki ilk geniş kapsamlı Türkçe sözlük olan Kamus-ı Türkî'nin (1901) yazarıdır. Ağabeyi Abdül Fraşeri, Arnavutça üzerine ve Arnavut alfabesinin ilk kez Latin harfleri kullanılarak geliştirilmesi ile ilgili çalışmalar yürütmüştür. Kardeşi Naim Fraşeri ise, Arnavut milli şiirinin kurucusu olarak kabul edilir. Şemsettin Sami, aynı zamanda Galatasaray Spor Kulübü' nün kurucusu Ali Sami Yen'in de babasıdır. 1904 yılında İstanbul’da hayata veda etmiştir. Şimdi üç kardeş Tiran’da bir parkta buluşmuş, modern Arnavutluk’un birer milli kahramanı olarak geleni geçeni selamlamaktadırlar.

Ethem Bey Camisi’nin tavan süslemeleri

Parklarda yer yer hala Enver Hoca’nın Tiran’ı koruyan(!) beton koruganları durmakta… Tek farkla; Enver Hoca sonrası tüketim ekonomisine eklemlenmiş Arnavutluk’u anlatan üzerlerindeki rengârenk desen ve yazılarıyla… Biraz ilerde gölgeye sığınmış birkaç kadın temizlik işçisi azıcık soluklanmaktalar. Sosyalizm sonrası; kontrolünü kaybeden ve nereye çekilirse oraya sürüklenen zavallı halkın vardığı son nokta, Tiran meydanlarında ve parklarında dilenmek olmuş. Sağımızda solumuzda bize temas etmeye çalışarak ve sürekli çevremizde dolaşarak bizi şaşkına çeviren dilenci baskısından kurtulmak ne mümkün; bize sürekli anlamadığımız bir dilden hitap eden ve neredeyse bir kapkaççı gibi bizi yakın markaja almaya çalışan bu güruhtan ancak sesimizi yükseltip sertçe davranarak ve hızla uzaklaşarak kurtulabildik.

Rahibe Teresa Meydanı’na vardığımızda bizi Tiran Üniversitesi’nin; meydanı çepeçevre saran binaları ve köşede Rahibe Teresa’nın heykeli karşıladı. Çok geniş bir alanda duvarlara yazılı “I Love Çameria” yazıları dikkat çekiciydi. Çameria yada okunuşu ile Çamerya sözcüğü, bugün Yanya’yı da kapsayan Yunanistan’ın Epir bölgesini kast ediyordu. Yunanlar; Arnavutluk’un güneyinde yer alan; Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın hırsını ve acımasızlığını aldığı Arnavut annesinin ve Enver Hoca’nın da memleketi olan meşhur JiroKastro kentini de içine alan ve 40.000 civarı Yunan azınlığın yaşadığı bölgeye Kuzey Epir adını verip; Güney Epir diye bir bölgenin bulunmadığını iddia ediyorlar. Buna karşılık Arnavutlar ise 10.000 civarı Ortodoks Arnavut’un yaşadığı ve Güney Epir adını verdikleri bölgenin dışında kendi toprakları içinde bir Kuzey Epir’in varlığını asla kabul etmiyorlar. Yani bu sınırdaş iki ülkenin, bizim Kıbrıs’taki tarafların birbirini tanımama hali gibi tarihten gelen bir problemleri var. Tarihsel olarak tümüne Epir adının verildiği bu topraklara Arnavutlar Çameria (Çamerya) adını veriyorlar.

Tiran Rahibe Teresa Meydanı’ndaki duvar yazıları

Arnavutlar açısından işin dramatik yönü ise, 2. Dünya Savaşı’nda İtalyan faşistlerinden sonra Alman Nazi kuvvetlerinin bu bölgeyi yeniden işgali sırasında; 27 Haziran 1944 yılında Yunan faşist generali Zervas’ın yönetiminde bu bölgede Arnavut azınlığa karşı uygulanmış olan bir tür soykırım sonucunda 3000 civarı Arnavut asıllı Yunan vatandaşının katledilmiş olmasıdır. Bu silahlı yıldırma hareketini takiben; özellikle Müslüman Arnavutlar, Güney Epir bölgesinden Arnavutluk’a göçe zorlanmış; kalan Ortodoks Arnavutlar ise bugüne dayanan süreçte bir tür asimilasyona tabi tutularak Yunanlaştırılmaya çalışılmıştır. Sorun, bugün de her iki ülkenin dış politika gündeminde; zaman zaman ateşi küllense de canlılığını korumaktadır. İşte Rahibe Teresa Meydanı’nı çepeçevre saran duvarlarda rastladığımız “I Love Çameria” yazılarının altında yatan hikâye esasen budur.

Ethem Bey Camisi’nin giriş kapısı üstündeki kitabesi ve süslemeler

Birkaç saatlik Tiran konukluğumuzdan aklımızda, pardon tadı damağımızda kalan bir lezzeti anmadan olmazdı. Tayvan Parkı’nda yer alan Tayvan Restoran’da yediğimiz öğle yemeğinin sonunda önümüze gelen geleneksel Arnavut tatlısı Trileçe’nin tadı ve hafifliği anlatılmazdı. Sütlü kaymaklı; revani şeklinde, üstü karamelize edilmiş şekerle kaplı, yazın yenebilecek hafiflikte leziz bir tatlıydı. Kısa süren Tiran gezintimiz, akşama Adriyatik kıyılarında; Karadağ’ın turistik kenti Budva’da sonlanacak bugünkü yolculuğumuzun zamanında tamamlanabilmesi için burada bitirilmeliydi. Biz de öyle yaptık ve Kuzeye İşkodra’ya doğru harekete geçtik.

Tiran’dan İşkodra’ya

Tiran’dan ulusal kahraman İskender Bey’in Osmanlı’ya karşı 25 yıl süren direnişinin simgesi haline gelen Kruje yoluyla Osmanlı’nın 1. Balkan Savaşı sırasında Hasan Rıza Paşa komutasında Sırplara karşı yürüttüğü dirençli savunmasıyla öne çıkan İşkodra kentine doğru devam ettik. Tiran’dan yaklaşık 20 km. kuzeyde yer alan Kruje kasabasında İskender Bey ile ilgili bir müze vardı. Kentin İskender Bey’le özdeşleşen geçmişi Kruje Dağı yamaçlarında yer Kruje Kalesi’nde vücut buluyordu. II. Murat ve oğlu Fatih Sultan Mehmet zamanında 4 kez kuşatılıp alınamayan bu kale, bir anlamda Arnavutluk ulusal bilincinin bir simgesi gibiydi. Bu kasabayı bizim için ilginç kılan unsurlardan biri de Sarı Saltuk Baba’ya atfedilen bir Bektaşi tekkesinin ve ona ait olduğuna inanılan bir makam mezarının varlığıydı. Balkanlar’ı ve Anadolu’yu; ortaya koyduğu lafzı ve yaşam pratiği ile bu denli etkileyen bu “İnsan-ı kâmil” kişinin anısı önünde bir kez daha saygıyla eğilmek, hele bugünlerin Türkiye’sinde yaşayan biz biçareler için yapılabilecek tek uygun hareket idi.

Arnavutların geleneksel tatlısı Trileçe

Kruje’den sonra yine İskender Bey ile anılan başka bir kente; Drim yada Arnavutların verdiği isimle Kara ve Beyaz Drim’in Kukes yakınlarında birleşmesiyle oluşmuş Drin ırmağı kıyısındaki Lezhe’ye geldik. Drin ırmağı, Arnavut Beylerinin Osmanlı’ya karşı İskender Bey’in önderliğinde oluşturduğu Lezhe Birliği ile özdeşleşen kentin tam ortasından akıyordu. Irmağın karşı kıyısında, sonradan yapılmış mermer sütunların arasından seçilebilen St. Nicholas’a adanmış Lezhe Katedrali’ndeki bir anıt mezarda; Arnavutluk’un ulusal kahramanı Gjerg Kastrioti Skenderbeu; Batılıların Skanderbeg’i, bizim bildiğimiz ismiyle İskender Bey yatmaktaydı. 61 yaşında sıtmadan ölen ve Osmanlı’ya teslim olmayan Ortaçağın bu önemli figürü, hemen eteklerinde uzandığı Venedik döneminden kalma Kale’nin, tarihte oynadığı rolü bize hatırlatır gibiydi. Çünkü İskender Bey’i belki de bugüne taşıyan en önemli araçlardan biri de; başta Venedik, Ragusa ve Papalık olmak üzere dış dinamiklerle kurduğu akıl dolu ilişkiydi. Uzaktan bizim Anıt Kabri andıran bir mozole görünümündeki kilisenin üstünde yer alan Venedik Kalesi bu ilişkilerin sessiz bir tanığıydı sanki bir de; Lezhe’nin içinden Adriyatik’e doğru usul usul akmakta olan Drin ırmağı…

Lezhe’de Drin ırmağı kıyısında İskender Bey’in anıt mezarı ve tepedeki Venedik Kalesi

Lezhe’yi ve İskender Bey’i ardımızda bırakarak Karadağ sınırına yakın, adıyla anılan gölün kıyısında konumlanmış İşkodra’ya yöneldik. Artık Arnavutluk topraklarını neredeyse terk etmek üzereydik. Kentin girişinde; sağdaki Rozafa Tepesi’nin üstünde yer alan ve 1. Balkan Savaşı’nda İşkodra’yı kuşatan Sırp ve Karadağlı birliklere karşı Hasan Rıza Paşa’nın komutasında yürütülen savunması ile nam salan Rozafa Kalesi’ni ve şehri teğet geçerek Buna ırmağı üzerindeki gemilerin geçişi sırasında dönerek açılan bir asma köprünün üzerinden karşı kıyıya ulaştık. Buna kıyısında; geniş nehir yatağı boyunca yemyeşil tarımsal alanları izleyerek, İşkiptarların yurdu Arnavutluk’un Karadağ’a doğru yol üstündeki en yakın noktasında yer alan bir Katolik kilisesini ardımızda bıraktık ve Avrupa’nın en genç devletlerinden Karadağ’a akşama doğru giriş yaptık.

İşkodra’da Venediklilerden kalma; Balkan Savaşı’nda Hasan Rıza Paşa’nın Sırp kuşatmasına karşı savunduğu Rozafa Kalesi

Lezhe’deki Venedik Kalesi

Lezhe’den akar Drin

İşkodra’dan akar Buna; bu Buna başka Buna…

İşkodra’da Buna ırmağı kıyısında

Karadağ sınırında İşkodra bölgesinde son kilise

Dipnotlar:
(1)    Yanya Sultanı; William Plomer; Çeviren: Murat Belge; Hürriyet Yayınları; Şubat 1972; sayfa: 13-14-15
(2)    1912’de Balkan Savaşı sırasında tutsak edilen İşkiptarlar fotoğrafı http://shoqatacameria.blogspot.com/2008/11/atinaya-amerya-kskac-bugn-27-haziran.html adresinden alınmıştır.
(3)    “Balkan Savaşı’nda Sırplar tarafından tutsak edilen İşkiptarlar” fotoğrafı dışındaki tüm fotoğraflar, İbrahim Fidanoğlu tarafından 2012 yazında çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC








4 yorum: