2 Nisan 2012 Pazartesi

SEHA GİDEL, Bir Ulu Çınar

2 Nisan 2012
İbrahim Fidanoğlu – Hasan Doğan

Yıl 1928…Tire’de Cumhuriyet’in beşinci yılı kutlanmaktadır. 39. Alay, Tire’de konuşlanmıştır. Tüm ülkeyi, bir imparatorluğun küllerinden doğan genç cumhuriyetin kuruluş heyecanı sarmış durumdadır. Cumhuriyet kutlamaları o yıllarda günümüzde Alay Parkı olarak da bilinen Şanizade Meydanında yapılırdı. Bir yanda Haci Ali Paşa Konağı, diğer yanda Yahudi Mahallesi ve Ağa Camisi, Karahasan Camisi, Alaybey Camisi; biraz içerde Yalınayak Camisi ile Eski Yeni Hamam. O yıllarda şehrin kalbi burasıdır. Meydanın alt kısmına da 39. alay için bir park yapılmıştır. Parkta bugün Tireliler, Yahudilerden kalma karambol oyununu oynarlar. O yıllarda Cumhuriyet törenlerine kağnı arabaları ile katılan köylüler, esnaf odaları, okullar ve askerler hep birlikte şöleni kutlarlardı. Ayrıca Tire’nin bütün sokakları ve dükkânları bayraklarla donatılırdı. Bu kutlama günlerinde genç yaşlı çoluk çocuk tüm Tireliler, meydanlarda adeta bir panayır havası içinde bu coşkuyu iliklerine kadar hissederdi. Alay Parkı, günler önceden bu şölene hazırlanırdı. İşte hikâyemiz, o coşku dolu günlerde hayata merhaba diyen ve o heyecanı hala yüreğinde yaşatan bir ulu çınara dairdir.

Tire sakinlerinden Marangoz Nihat Usta, Balkanlar’daki bozgun günlerinde babasıyla birlikte Selanik’ten yola çıkar. Önce Bursa, sonra da Tire’ye gelirler ve Balkanlar’ın topoğrafyasına benzeyen yeşil Tire’de yerleşmeye karar verirler. 1928 yılında Nihat Usta’nın güzel ve zarif eşi Dilara Hanım, dünyaya bir erkek evlat getirir; Tire’deki tekdüze kasaba hayatı o günlerde daha bir renklenir. Çocuğun adını Seha koyarlar. Seha Bey’in dede tarafı, Selanik Kareferya’da oldukça müreffeh bir hayat sürerken, Balkanların yavaş yavaş ellerimizden kayıp gidişi onları derinden yaralar; endişeli gidişat, onları anavatana doğru göçe zorlar. Seha Gidel, daha sonraları çocukluğunda bu hikâyeleri bol bol dinleyecektir babasından.

  Seha Gidel ve Hasan Doğan; Toptepe’de…

1928 yılı Tire’sinde ekonomik hayata Yahudiler egemendir. Köylü zor koşullarda kendir ekimi ve buna bağlı urgancılıkla uğraşır. O günlerden şöyle bir manzara gelir gözlerimizin önüne; Küçük Menderes Ovası’nda boydan boya uzayıp giden kendir tarlaları, kendirin tarlalardan biçilmesi ile birlikte pişirmek amacıyla ırmağa gömülmesi, piştikten sonra kapı önlerinde kendir soyan mahalle kadınları. Özellikle Değirmendere’de su değirmenleri, gürül gürül akan suyun enerjisi ile buğdayı una çevirmektedir. Yaşlılar o günlerde Değirmendere’de 37 adet değirmenin olduğunu söylemektedirler. Boynuyoğun köyünün kadınları da ördükleri hasırları hasır pazarında satarlar. O günlerin yokluğunda hasırlar, evlerin en güzel yaygılarıdır. Bunun yanında Beledi dokuma tezgâhları da yoğunlukla Ekinhisarı semtinde faaliyettedir. Yüzlerce tezgâh ve onun alt sektörleri olan ipekböcekçiliği, buna bağlı dut ağacı üreticiliği ve boya sanayisi. Ekonomik hayat kendi iç dinamikleri çerçevesinde gelişmektedir. Tire El Sanatları Çarşısı’nda keçeciler, semerciler, yularcılar ile Uzun Çarşı’da yorgancılar, harıl harıl emeklerini ürünlerine katmakla meşguldürler. O dönemin Tire ekonomik hayatında en gözde mesleklerdir bu saydıklarımız.


Atatürk Kurtuluş Savaşında; Seha Gidel - 1973

Seha Bey, böyle bir sosyal ortamda, şu anda Yıldız Meydanı’nın alt kısmındaki cumbalı evde doğar. 1933’de Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yılında 5 yaşındadır. O coşkuyu hayal meyal hatırlar. Yine o yıllarda meşhur Şehir Sineması’nın yapılışını seyreder. Sinemanın inşaatında Bulgar ustalar çalışırlar. Onların özenli çalışması hala hatırındadır. Seha Hoca’nın ailesine ait olan sinema, Tire sosyal hayatına renk katar. Zira sinema aynı zamanda zamanın meşhur sanatçılarını da ağırlamaktadır. Çocuk haliyle o zamanın meşhur tiyatrocularını ve ses sanatçılarını tanır. Hafız Burhan, Muammer Karaca bunlardan bazılarıdır. Aynı yıllarda Kalmaz deresinde Büyük Havuzlu ve Küçük Havuzlu, İzmir’in Levantenlerini de ağırlamaktadır. Piyano eşliğinde yemekler yenmekte ve danslı eğlenceler düzenlenmektedir. Bu meyhaneler, Rum ustaları tarafından çalıştırılırken, aynı yıllarda Kalmaz deresinde berberlikten vazgeçen Aşçı İsmail Usta da bir meyhane açar. Burada ise insanlar cümbüş, kanun ve darbuka eşliğinde yemek yemektedir. Zamanla burası daha revaçta bir yer halini alır. Zira piyano dinleyen bazı müşteriler Havuzlu’yu erken terk etmeye, yeni açılan yere yönelmeye başlarlar. İlerleyen yıllarda Tire’nin yemek hayatında önemli bir yer edinecek olan Aşçı İsmail Usta, ilk mekân deneyimini burada yaşar.

Bu zorlu yıllarda Marangoz Nihat Usta, oğluna önce ilkokulu bitirtir. Sonra da Tire Ortaokulu’na kaydını yaptırır. Seha Bey, o yıllarda ilk müdürlerinin ismini Osman Bey olarak hatırlamaktadır. Kendisi, Şu anda noterlikten emekli avukat Ali Ülker ile aynı sınıfı paylaştığını ve onun Güme dağındaki köylerinden getirildiğini, meşhur Kemerdereli Ali Efe’nin oğlu olduğunu belirtmektedir. Ali Ülker de Seha Hocamız gibi Tire’den ayrılamayıp yıllarca burada avukatlık ve noterlik yapacaktır. Çok partili hayata geçildiğinde de yörede Demokrat Parti’nin ünlü simalarından olup, Adnan Menderes dâhil pek çok ünlü şahsiyeti Tire’de ağırlayacaktır.

Bu yıllar yine çalkantılı yıllardır. Mustafa Kemal Atatürk ölmüş, yerine İsmet İnönü geçmiştir. Bütün dünya savaşın eşiğindedir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti de gereken önlemleri almış, hatta ekmekler bile karneye bağlanmıştır. Seha Hoca’nın ortaokul yılları İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Kurtuluş İlkokulu’nu 1939’da bitirir ve aynı yıl ortaokula kaydolur. Ortaokul şu anda Cumhuriyet Meydanı’ndaki Öğretmen Evi olarak kullanılan binadır. Öğrenim yılları, vatanın tekrar yeni baştan kurulduğu zamanlardır.

 Seha Gidel ve öğrencisi Ahmet Tamer 2011 baharında atölyede çalışırken…

O yıllar tüm imkânsızlıklara rağmen genç cumhuriyetin seferberlik yıllarıdır. Ülkenin bilimde, sanatta ve her alanda kalkınma çabaları, Seha Hoca’nın belleğinde derin izler bırakmış olmalı ki, resminde kullandığı ana temalara bakıldığında bu çok rahat anlaşılır. Bazı resimlerinde güneş, bayrak, okul, Başöğretmen Atatürk ve öğrencileri resmetmiştir. Ayrıca yaptığı çeşmeler ve heykellerde de bu yeni oluşumun izlerini görmek mümkündür. Hocamız üç yıllık ortaokul hayatı sonrası lise öğrenimi için İzmir’e gider. Yatılı olarak okuduğu lisede öğrenimini tamamlayınca İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğrenime başlar. Dönemin çok ünlü ressamlarından ders alır. İbrahim Çallı, Feyhaman Duran onun unutamadığı isimlerdir. Ayrıca ileride Türk sinemasının önemli sanatçılarından olacak Ayhan Işık ve Sadri Alışık sınıf arkadaşları arasındadır. O yıllarda Seha Bey, fakültenin en yakışıklı, kibar, düzgün giyimli gençlerinden olup genç kızların gözdesidir. Ama o memleket aşkına yenik düşüp fakülteyi bitirince baba ocağına, Tire’ye geri döner.

 Tire Türkocağı yada Şehir Sineması

1950’li yılların başında Tire’de mezun olduğu okulda öğretmenliğe başlar. O yıllarda Tire’de dar bir çevre ve sevdiği öğretmen arkadaşları ile beraberdir. Genellikle orta tabakanın sürekli gittiği Salamon’un Meyhanesi uğrak yerleridir. İçilen kadehler sonrası yapılan uzun sohbetler bugün hala hatıralardadır. Cumhuriyet dönemi öykücülüğünün usta kalemlerinden Mahmut Özay öğretmenle bu mekânda sanata dair uzun sohbetler yapılır. O yıllarda Mahmut Özay Türkçe öğretmenidir ve bunun yanında yerel söylenceleri güzel bir şekilde öyküleştirmektedir. O Mübarek Serviler, Canbazlılı Pehlivan, Hafsa Hatun gibi pek çok halk söylencesini öyküleştirmekte oldukça ustadır. Seha Hoca da bu öykülere güzel resimler çizmekte, aynı zamanda kapak tasarımlarını yapmaktadır. Meyhanede sanata dair uzayıp giden sohbetler ve arkası kesilmeyen içki kadehlerinin sonrasında bazen evlerinin yolunu bulamayacak duruma gelirler.

O yıllarda bir diğer meşhur mekân; Yıldız Meydanı’nın arkasında yer alan Gökçen Lokantası’dır. Kemerdereli Ali Efe’ye ait olan bina, Yıldız Meydanı’nın batısına düşer. Burası; meşhur Aşçı Bolulu Rıza, Aşçı Mehmet ve Aşçı İsmail tarafından çalıştırılmaktadır. Salamon’un mekânı da şimdiki Cumhuriyet İlkokulu’nun batı alt köşesindedir ve Salamon, kendi yaptığı özel şarapları ile ünlenmiştir. 1950’li yılların Tire’si onun enerjisini bitiremese de, yanında Foto Salih, Kamil Duman, Arifoğlu Mehmet ve Ayhan Gülcüoğlu gibi simalar vardır ve hepsi ayrı ayrı birer değerdirler. Bu ekip, zaman zaman Ali Baba Tekkesi’nde, bazen İncirliova güzergâhındaki Arap Pınarı dediğimiz mekânlarda zamanlarını sanat üzerine konuşarak geçirmektedirler. Seha Hoca ve ekibi bu mekânlarda Bektaşi kültürüne de ilgi duyarlar. Özellikle zamanın önemli babaları olan Hasan Baba ve Turgut Baba’dan etkilenirler. Mehmet Kurşaklıoğlu’nun yeri de onda özeldir. Devrine göre çok farklı bir kimliktir, Mehmet Kurşaklıoğlu. Tiyatro etkinliklerinde oyunculuk ve espri yeteneği çok yüksek, düşün dünyası oldukça geniş, Tire’nin renkli bir siması, içki sofralarının mükemmel bir duayenidir.

Bu isimlerin yanında, onu sanatçı kimliği ile etkileyen Taşçı Rıza Usta diye birisi vardır. Bu kişi İzmir’den buraya gelmiş; bekâr ve yalnız yaşayan birisidir. Hocaya göre, sesinin güzelliği ile de ses getiren bir kişidir. Tire ve çevresinde yaptığı eserler; Yıldız Çeşmesi, İncirliova yolunun açılışı anısına Eski İzmir Valisi Kazım Dirik tarafından yaptırılan Paşa Çeşmesi, Gökçen Zafer Anıtı, Selçuk – Kuşadası yürüyüş yolu üzerinde Askerlik Şubesi yanında yer alan Atatürk Büstü ve kaidesi bunlardan bazıları olup gerçekten görülmeye değerdir. Kendisi aynı zamanda iyi bir gazelhandır. İzmir’den gelen bir zengin aileye yaptığı mermerden mezar sanduka, sonraları tarihi eser sanılıp mezarlıktan çalınmak üzere iken fark edilmiştir.


 Yıldız Çeşmesi (saathane) Cumhuriyet Meydanındaki eski yerinde

Fuat Mensi Dileksiz de, hocamızın yanında çok özel bir kişiliktir. O, Kurtuluş Savaşı’nın farklı cephelerinde mücadele vermiş ve İngilizlere esir düştükten sonra esaretten kurtulup, Anadolu ‘ya kaçarak Tire’ye yerleşen Tire’lilerin Beybabası’dır.

Fuat Mensi, aynı zamanda İttihat Terakki’nin önemli simalarından olup Atatürk’ün yakın silah arkadaşıdır. Kendisine, Enver Paşa tarafından altın saplı bir tabanca hediye edildiği söylenir. Tek başına Tire’de yaşayan bu yalnız insan da hocamızı derinden etkilemiştir.

Seha Hoca’ya göre; natürmort resim üzerine Türkiye’de Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyit ve Hoca Ali Rıza gibi ressamlar düzeyinde bir ressamdır. Bu konuda ülkede yeterince tanınmamış olması ise, bir taşra kenti niteliği taşıyan Tire’de yaşamasındandır.

1950’li 60’lı yıllarda; Tire de sokakların çok yakından tanıdığı, özellikle esnafın çok sevdiği, yaşı ilerlemiş, düzgün giyimli, oldukça sevecen, o kadar da beyefendi, aynı zamanda babacan tavırlarıyla insanların gönlünü kazanmış aristokrat bir kişiliktir Fuat Mensi Dileksiz. Dileksiz soyadını alırken, “hiç kimseden bir şey dilemeyen” anlamında bu soyadını seçtiğini Seha Hoca anılarında aktarmaktadır. Yazın giydiği temiz, ütülü, beyaz renkli takım elbisesi ve kravatı, oldukça uzamış tertemiz bembeyaz sakalları, bir elinde baston, diğer elinde senbili (eskiden kapaklı sepetlere senbil denirmiş), başında beyaz renkli fötr şapka ile bambaşka bir izlenim yaratırmış. Beybaba, Derekahve’de küçücük bir evde tek başına yaşamış. Seha Hoca’nın söylediğine göre bir de eşeği varmış. Kartal Fırınında, Beybaba’nın talimatı gereği her gün bir ekmek ayrılırmış. Eğer üç gün fırına uğramazsa, “bir zahmet eve bırakıverin” dermiş. Bunun anlamı, “Ben üç gün fırına uğramazsam ölmüş olabilirim” demekmiş. Seha Bey; Fuat Mensi Dileksiz’in ölümünü şöyle aktarmaktadır:


“Beybaba” Fuat Mensi Dileksiz

 “Öldüğü haberi geldiğinde cesedi şişmiş ve çok kötü kokular etrafa yayılmıştı. O haliyle mezarlığa götürdük. Orada cenazenin yıkanmasıyla ilgili olarak tartışma çıktı; sonuçta hortum bulundu ve cenaze uzaktan yıkandı. Defin işleminde beş veya altı kişiydik. Cenazenin defnedilmesinden sonra oğlu çıka geldi ve mezarını açtırdı. Meğerse Fuat Mensi’ye hediye edilen altın saplı tabancayı arıyormuş. Bu arada da ölümünü takiben birçok talancı, evine girip resimlerini çaldı. En sonunda oğlu, evde ne varsa alıp götürdü. İzmir’de Yeni Asır gazetesine ilan vererek açık artırmada resimlerini sattı. Böylece Fransa’da başlayan ve Kurtuluş Savaşıyla süren macera dolu bir yaşam, Ege’de bir küçük kasabada hazin bir şekilde son buldu.”

Kendine özgü, bambaşka ve biraz da gizemli bir insan olan Fuat Mensi’nin bugün iki resminden biri Şehir Sineması’nın fuayesinde, diğeri ise Toptepe Aile Gazinosu’nda bulunmaktadır.

Fuat Mensi Dileksiz’in Şehir Sineması’ndaki tablosu

Seha Hocamız, bu gün o isimleri anarken çok duygulanmakta, hatta zaman zaman gözleri yaşarmaktadır. Ortaokul müdürlüğünü yapan Faik Berker, Ali Ulvi Yelken, sonraları Türkiye çapında bir yazar olacak olan Hikmet Dizdaroğlu, kitapçı Ali Ulvi Selek ve Adnan Yıldırım bunlardan bir kaçıdır.

Tire, dağlarının yeşilliği yanında bu sırtlarda konumlanmış tekkeleri ile de meşhurdur. Ali Baba, Arap Pınarı, Balım Sultan ve Kaplan gerçekten insana huzur veren mekânlardır. Suyun ve her türlü yiyeceğin bol olduğu bu mekânlarda geçirilen hoşça vakitlerin yanında, paylaşılan görüşler insana ayrı bir haz vermektedir. Özellikle buralarda düzenledikleri güveç partileri, onun belleğinde hala tazeliğini korumaktadır. Seha Hoca’nın yemek üzerine oldukça iyi bir bilgi birikimi vardır. Hatta eski lokantacıların şöyle bir ifadesi olduğu söylenmektedir; “Tire lokantaları Seha Hoca ile ilerlemiştir.” 12 yıl bu işlere emek veren bendeniz de ondan çok şeyler öğrendim. Tire’de devetabanı köfte ile saçaklı köftenin onun eseri olduğu söylenir. Meyhaneci Ratip Usta, onun Tire’de en çok takdir ettiği aşçı olmuştur. Ratip Usta’nın denetiminde önce soğuklarla başlayan yemek faslında, tatlı ile son buluncaya kadar yapılan sohbetin zevki, o daracık mekânın sıcaklığı insana küçük kentin aşina yüzleri ile birlikte olma şansını verir. Tabiata karşı derin ve ayrıntılı bakış açısı, onda yemeklerdeki ayrıntıya gösterdiği özeni de etkilemiştir. Seha Hoca; 80’li yaşları sürdüğü bugünlerde bu yaşı ile o günleri ve ayrıntıları unutmamıştır. Küçük bir taşra kasabasının bu çapta insanları ve bunların yaşam öyküleri mutlaka yazılmalıdır. Taşranın ortalama insanının zekâ seviyesinin çok üstünde olan bu insanların yaşam öykülerinin gelecek nesilleri etkilememesi düşünülemez. Kimlik yitimine uğratılmaya çalışılan ülkemizde; son yıllarda elin kahramanlarının yaşam öyküleri yerine, bize ait yaşanmışlıklar yazılmalı ve çizilmelidir.

Seha Gidel’in Tire tasavvuru

Öğretmenliğinin ilk yıllarında Tire’ye gelen Nüfus Müdürü Faik Tokluoğlu da onu etkiler. Faik Bey, Nüfus Müdürlüğü’nün yanında Tire’nin tarihi değerlerini toplama ve müze oluşturma mücadelesi işine de kendini adamıştır. Bu günkü Tire Müzesi onun eseridir. Bunca değerli eseri toplamak bize göre vatanseverliğin doruk noktası olarak değerlendirilmelidir. Paranın egemen olduğu günümüzde çar çur edilen ören yerleri, bir gecede kazılan defineci çukurları ve yurt dışına kaçırılan tarihi değerler olağan vakalardandır. Vatan millet aşkıyla yetişen o günün insanları belki da yokluklar içinde yok olup gittiler, ama arkalarında bir yığın iyi şeyler bırakarak. Hayatı dolu dolu yaşamak; ama sana harcanan emeğin karşılığını kat kat geri vererek yaşadığın hayatı anlamlandırarak yaşamak. Esas hayat düsturu bu olmalıdır. Bu gün kentimizde bir gezintiye çıkın; Seha Hoca’yı her noktada yaşarsınız. Niye herkes Seha Hoca veya Faik Bey gibi olmaya çalışmasın? Niye başkalarına benzeyelim? Bu gün müzemizi gezenler, gerçekten bölgemizin en zengin müzelerinden biri olduğuna tanıklık edebilirler. Bütün bu güzellik ve kaybedilmeyen değerler, o güzel insanların emekleri sayesindedir.

Tire’de her taşta, Seha Hoca’nın emeği var dersek yanılmayız herhalde. Seha Bey, dönemin siyasi kişilikleri ve onların siyasi çıkar hesapları için yapılan haksızlıklar karşısında üzülmüş ve onlardan daima uzak durmuştur. Zenginliğin getirdiği şımarık davranışlar ve aykırılıklar, onun hayat felsefesine uymaz. Halka tepeden bakan bir insan değildir o. Ailesinin azımsanmayacak mal varlığına karşın, o hep insanlarla iç içe olmuş ve halk da onu gördüğünde gereken saygısını asla esirgememiştir. Günümüz aydınlarının sekter tavırlarını onda bulamazsınız. Doğaya olan sevgisi onu hep kırlara çekmiştir; bu yaşta bile yürüyüşlerini hala daha aksatmadan sürdürmektedir.

 Molla Arap’dan günümüze kalan

Molla Arap Külliyesi onun yürüyüş alanı içerisindedir. Kentin en önemli kampus alanlarından olan Molla Arap Külliyesinin cazibesi onu daima çekmiştir. Tarihsel arka planı ve yetiştirdiği değerli insanlarıyla Tire belki de onun dışa açılamayışının nedenidir. Her akşam güneşin batışını yüksekçe bir yerden seyretmek arzusu ve yeni bir güne merhaba demenin hazırlığı içinde olma bilinciyle kadehini kaldırması, onun hayat felsefesine dair bir ipucu olsa gerektir. Her yeni gün için o batış gerekmiyor mu? Tepeden baktığı ova bir zamanlar gürül gürül akan Küçük Menderes ve kolları ile sulanmaktaydı. Muz ve hurmanın dışında her türlü meyvenin yetiştiği Yahşi Bey Ovası’nın (Bugünkü Küçük Menderes Ovası) zenginliği onu hep etkilemiş; O sıkça Tire için cennet ifadesini kullanmıştır. Hocamız, “Benim dışarıya açılmamı engelleyen hep bu kentin cazibesi olmuştur” der. Gerçekten de o günlerin (50’li yıllar) Tire’si küçük bir kasaba görünümü verir, ama aslında kent özellikle 15. asırda pek çok külliyesinde sayısız öğrenci yetiştirmiştir ve yönetici irade, bu yetişmiş gücü Rumeli’de fethedilen topraklarda yeni bir neslin öncüleri olarak kullanmıştır. Tire’nin Osmanlı dönemindeki nüfusu için de kaynaklarda o yıllara göre çok büyük rakamlardan söz edilmektedir. İslam dünyasında ses getiren önemli kişilikleri yetiştirmiş bir kenttir Tire. Ferişte oğlu kardeşlerden biri döneminde Sünniliğin önde gelen isimlerinden olurken, diğer kardeş ise Sünnilik tarafından “sapkın” bir inanç sistemi olarak kabul edilen Hurufilik mezhebinin önemli isimlerinden biri haline gelmiştir. Aynı aileden bu kadar zıt iki bakışın gelişmesi de bu toprakların kültürel çeşitliliğini anlatmak içindir sanki. Osmanlı döneminde bu külliyelerde, bugünkü üniversite düzeyinde eğitim vermiş Tireli bu insanlar gerek sarayda önemli görevler üstlenmiş, gerekse de Balkanlar’da; Osmanlı’nın fethettiği topraklarda Türklüğün ve İslam’ın yerleşmesinde öncü rolü üstlenmişlerdir. Tire, bugün de Anadolu’daki birçok kasaba ile kıyaslanmayacak kadar çok sayıda yazan çizen insan zenginliğine sahiptir.

Seha Hocamızın kayınpederi Orhan Rahmi Gökçe Bey de bu aydın kişilerden biridir. Esas görevi olan Anadolu Ajansı Müdürlüğü’nün yanında günlük basında çıkan yazıları ve romanları ile bir devrin önemli yazarıdır. Türkiye, 1960’lı yıllarda 27 Mayıs Hareketi’ni yaşar. Cemal Gürsel başkanlığındaki Milli Birlik Komitesi ülkede pek çok tutuklamalar gerçekleştirir. Tutuklanıp yargılananlardan birisi de Orhan Rahmi Gökçe’dir. Cemal Gürsel’in İzmir’den çok yakını olan Orhan Rahmi Bey, mahkemeye düştüğünde Cemal Gürsel dayanamayıp “Ne olur yüzüme bu kadar bakma, Orhan Rahmi” dediğini Seha Hoca aktarmaktadır. Bilebildiğimiz iki romanından biri Dağların Çocuğu beyaz perdeye aktarılmış ve zamanında hayli ilgi çekmiştir. Diğer romanın ismi de Şüphenin Romanı’dır. Orhan Rahmi Bey, zamanın pek çok ünlü bestecisinin eserlerine güfte yazan bir şairdir aynı zamanda. Türk sanat müziğinin çok değerli bestecileri, onun yazdığı şiirleri bestelemiştir. Bestekâr Rakım Erkutlu’nun eserlerinde, güftelerin pek çoğu Orhan Rahmi Bey’e aittir.

Seha Bey, 1950’li yılların başında Orhan Rahmi Bey’in kızı Jale Hanım ile evlenir. Jale Hanım, Tire’de ilk diplomalı eczacılardandır. Hilal Eczanesi de Tire’nin ilk eczanelerindendir. Halasının kocası Ali Bey aslında peynircilik yapmaktadır. Ali Bey, Jale Hanım eczacı olunca Yeni Mahalle’de eczane açar. Bu arada Ali Beylerin çocukları yoktur. Yahudi kökenli Sami Bey de onların yanındadır. Onlar Sami Beyi kendi çocukları gibi korumuş ve kollamışlardır. Eczacı kalfalığı sırasında, eczacılık üstüne pek çok şey öğrenmiştir. Özellikle kendi yaptığı merhemler ve ilaçlarla insanlara faydalı olur. Ali Bey erkenden ölür. Halası da öldükten sonra, eczanenin binası satılır. Sami Bey, Tire’de kalan son Yahudidir. Kendisi; oldukça bakımlı, efendi kişiliği ile çevresine yararlıkları dokunmuş, iyi bir insandı. Uzun yıllar hep bekâr yaşadı. Kimseyle evlenmedi. Yaşamının yatalak geçen son döneminde, İzmirli bir Yahudi Teyze tarafından bakımı üstlenen Sami Bey, ne yazık ki geçtiğimiz yıllarda insanlardan uzak bir halde bu dünyadan göçüp gitmiştir.

 Kurtuluş Savaşımız; Seha Gidel - 1994

Seha Hoca’nın resimlerinde ağırlıklı olarak Kurtuluş Savaşı’nı ve onun lideri Atatürk’ü betimleyen konular işlenmiştir. Bunların birçok örneğini bugün Tire’deki resmi kurumlara ait binaların koridorlarında görmek mümkündür. Seha Bey, özellikle Tire Ticaret Odası’ndaki Atatürk resmini çok beğenmektedir. Kurtuluş Savaşını konu alan resimlerinde Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarındaki ulusu sarmalayan atmosferin de etkisiyle, kurtuluş mücadelesi ve bağımsızlığa olan tutkuyu görebilirsiniz. Hocamız, bu savaşta kanını canını esirgemeyen Türk insanını çok ustalıkla eserlerine yansıtmıştır. Bu dağların zeybekleri onu çok etkilemiştir. Bu nedenle; Kurtuluş Savaşı’nda, Batı cephesinde Kuvayı Milliye’nin vurucu gücünü oluşturan dağların o orta boylu, tıknaz, kaytan bıyıklı, ne esmer ne de sarışın, geniş suratlı korkusuz insanlarını eserlerinde pek güzel resmetmiştir. Sohbetlerimizde; zaman zaman Seha Hocamız bu insanların Timur un Tire de uzun süre kalması ve dönüşte rahatsız olanları bırakması ile onların torunları olabileceği olasılığından söz etmiştir. O; dağdan inen bu insanları anlatırken, “bel kalınlığındaki ağacı iki balta darbesi ile indiren insanlar bunlardır” der. Türkmenlerin Orta Asya’dan başlayan ve Ege Denizi kıyılarında son bulan büyük göçündeki esrar perdesi hep onun ilgisini çekmiştir. Hoca, Tire’deki yaşamı boyunca dağdan gelen bu Yörükleri çok iyi gözlemlemiştir. Tire, bir anlamda bu uzun yürüyüşün içinde saklı sırlarının bir kara kutusu gibidir. Binlerce kilometre ve yüzlerce yıl süren bu göçün önderleri olan birçok alperenin mezarı / ya da makam mezarı bu topraklardadır. Bu insanların bin yıldır bozulmayan gelenekleri, yaşam tarzları sayesinde, yeri geldiğinde asileşen ve dağları kendilerine mekân seçen torunları, ellerine silahları alarak yurt savunmasında da canla başla savaşmışlardır. Bu yiğitleri iyi gözlemleyen Seha Hoca, resimlerinde bu temaları sıkça işlemiştir.

 Seha Gidel’in fırçasından Ali Paşa Konağı (Yanık Konak)

Seha Hoca’nın resimlerinde sarı rengin egemen olduğu söylenir. O baharları çok sever. Değirmendere’nin onun için anlamı büyüktür. Gerek İlkbaharda ve gerekse Sonbaharda; tabiatın bin bir renge büründüğü, ışık oyunlarıyla renkten renge girdiği bu ortamlar, Hoca’nın düşsel dünyasının da zenginleştiği en önemli esin kaynaklarıdır. O yıllarca Yıldız Meydanının altındaki Rumlardan kalma hamamı, atölye olarak kullandı. Daha sonraları meyhane olarak kullanılan bu kubbeli mekâna “kumkuma” derlerdi. Mübadelede ailesine burayı devlet vermişti. Seha Hoca, yıllarca bu mekânda resim yaparak okuldan arta kalan zamanlarını değerlendirdi.

O; Türkmenlerin Orta Asya‘dan getirdikleri kültür olan, tabiata sahip çıkma ve bir bütünün parçası olduğunun farkındalığı içinde yaşamayı kendilerine düstur edinen Hacı Bektaşi Velileri, Hallacı Mansurları, Balım Sultanları, Ali Babaları daima anar. O, aynı zamanda bir düşün ve felsefe adamıdır. Dünyayı özümsemiş, dinler tarihi ve felsefe kitaplarını okuyarak sindirmiş ve yukarıda sözü edilen büyük bilgelerin düşüncelerini içselleştirmiş bir insandır. Öğrencilik yıllarında tanıdığı değerli felsefeci Sakallı Celal’den bahseder. Sakallı Celal, o yıllarda “Bizler yönünü doğuya çevirmiş, büyük bir geminin içinde, batıya doğru koşan insanlarız; hâlbuki bir müddet sonra denize düşüp öleceğiz, haberimiz yok” dermiş. Hocamızın dünyasında medeniyetin beşiği Doğu’dur. Batının Rönesans ile yaptığı sıçrama bile onu kandıramamıştır. O Batı’nın yakın zamandaki barbarlığını pekâlâ bilmektedir. Bir zaman anlattığı şu olay o yıllarda Hocamızı derinden sarsmıştır: Zamanın belediye başkanı, belediyedeki Kurtuluş Savaşı tablosunu şehre “Yunan konuklar geliyor” diye kaldırtır. Tabloda, işgal kuvvetlerine karşı verilen kurtuluş mücadelesi resmedilmiştir. Konukların alınmasından korkan bizim başkan tabloyu indirmekte bulmuştur çareyi. Aklınca bulduğu bu çözüm de, Hocamızın asla onaylamadığı bir davranıştır. Çünkü bu savaştan asıl utanması gerekenler, hiç hakları olmadığı halde başkalarının topraklarını emperyalistlerin oyununa gelerek işgal edenler olmalıdır. Elbette bu tabloların verdiği mesaj, kin ve nefret tohumları ekmek değildir. Aksine, yeni neslin tarihini bilmesi ve muhtemel potansiyel tehlikelere karşı uyanık olması için birer uyarı ve çıkış noktası olarak algılanmalıdır. Anadolu’nun bu küçük kasabasında yaşayanlar, bu değerli öğretmenin dersine girsin ya da girmesin, tüm öğrencilerini etkileyebilmiş bu değerli insanı bir gün mutlaka anlayacaklardır.

 Seha Gidel’in bakışından Hafsa Hatun Çeşmesi

Küçük Menderes Ovası, Tanrıça Artemis’e adanmış topraklar olarak bilinmektedir. Bu nedenle de tarih boyunca buralarda bir Efes ya da Sardes gibi zamanın metropolleri inşa edilmemiştir. Daha çok müstahkem mevkilerde gözetleme kaleleri (Hisarlık gibi) ya da dağlara sırtını vermiş bir konumda Tire, Peşrefli, Balabanlı benzeri küçük yerleşimler kurulmuştur. Güme Dağından gelen derelerle beslenen bu kutsal topraklar, daha sonraki sahipleri olan Osmanlılar döneminde Yahşibey Ovası olarak anılır. Halil Yahşi Bey Osmanlı’nın bölgedeki ilk komutanlarındandır. Bu ova tarih boyunca narın, ayvanın ve üzüm bağlarının deposu olarak bilinmektedir. 50’li yıllarda ovanın batısında Karagöl, doğusunda Manav Gölü vardı. Sıtma ile mücadele döneminde bu göllerin hepsi kurudu. Son yıllardaki artan yağışlarla özellikle Karagöl, zaman zaman kendini yeniden göstermektedir. O yıllarda Yahşi Bey ile özdeşlemiş bu ovanın kuyuları bulunmaktaydı. Tire’ye, Batı yönünden uzun ve at arabalarının geçebileceği kadar dar bir yoldan girilirdi. Bu yollara irim denirdi. Bu irimin belli noktalarında kuyular bulunmaktaydı. Tire’ye doğru ilk önümüze çıkan Cinli Kavak kuyusudur. Daha sonra Keppat Kuyusu ve Sinekli Kuyu gelir.

 Seha Hoca’nın fırçasından Bayraktar Ağa Konağı

Seha Hoca ile birlikte eskiden yayan olarak gittiği Cinli Kavağa, 2009 yılının Kasım başlarında ziyarete gittik. Kavağın dibinde belediyeye ait bir dalgıç pompa vardı. Bu dalgıç, her gün 20 saat su çekiyormuş. Ne yazık ki, kavağın altları susuzluktan kurumuştu. Belediye ayrıca yakın bir yerden de su çekiyormuş. Seha Hoca, yıllar önce buraların nasıl olduğunu bizlere anlattı. Kavağın dibinde eski yorgan ustalarından Cevdet Bey’e misafir olduk. Onunla ovanın geleceğini konuştuk. Cevdet Bey, pek çok çiftçi gibi son yıllarda hayvancılığa dönmüştü. Ürünler para etmeyince ne yapsın. Şimdilerde herkes silajlık mısır ekip kışa hazırlık yapıyor. Günümüzde çiftçiler kaderlerine terkedilmiş durumda çırpınıyorlar. Bir gün suyun bittiğini düşündük. Bu düşünce, hepimiz için ürpertici idi. Kim bilir kimler, bu kuyuların başında bir yudum su ile susuzluğunu giderip yorgunluk attı. Seha Hoca’nın anlatımına göre, eskiden Mayıs ayına kadar ovaya girilmezmiş. Hatta ovanın bir mevkisinin adı kazık yutan olarak adlandırılırmış. Ovada, bahçeler bir dönümlükmüş ve genellikle sebze yetiştirilirmiş. İrimlerin kenarları boydan boya kargı ile çevrili imiş. Kargılar, hem sınır belirlemede, hem de lodos gibi tehlikeli rüzgârlardan korunmak ve hayvanların tarlaya girmesini engellemek için kullanılırmış. Ayrıca buralara yazları göç eden çiftçiler, çardak yapmak için de kargıları kullanırmış. O yıllarda at arabası ile bu irimlere girdiğinizde gökyüzünü görmek mümkün değilmiş. Ayrıca tarla kenarlarında çıtlık ağaçları, karaağaçlar, narlar ve ayva ağaçları bahçelerin süsü gibi duruyorlarmış.

Seha Hoca, yeni evine taşındıktan sonra tren istasyonunun yakınındaki tarihi çınar altında sabah ve akşamüstleri sakince gelir oturur. İstasyon altına eskiler Çengel alanı derler. Hoca da Çingene alanı idi diyor. Eskiden bu civarda Çingeneler yaşarmış. Bunlardan bazılarını Hoca şimdilerde hatırlamaktadır. Demek ki Çingene Alanı zamanla Çengel Alanı olmuş.

Buralarda yakın zamana kadar bahçeler vardı. İnsanlar fide yetiştiriciliği yaparlardı. Şimdi burası belediye tarafından parka dönüştürülünce; Çınaraltı, özelikle yazları pek çok insanın uğrak yeri oldu.

Hisarlık Tepesi’nde bir dostluğun fotoğrafı; Hasan Doğan, Seha Gidel, Ahmet Tamer ve İbrahim Fidanoğlu (soldan sağa)

Hoca ve Çınar… İkisi de yılların tanığıdır sanki. O şimdi çınar gibi Tire’nin bilge insanıdır. Yaşamın imbiğinden süzülerek gelen deneyimlerini ve hatıralarını, bu çınarın altında onu ziyarete gelen dostları ile paylaşır. Tireliye düşen ise bu ulu çınarlara sahip çıkmak ve onları yaşatmak olmalıdır.

Not: Bu makale; İbrahim Fidanoğlu ve Hasan Doğan’ın Ata Yadigari TİRE- Sesler Yüzler Sokaklar isimli yayınlanmamış kitap çalışmasından alınmıştır.

Yazan : İbrahim Fidanoğlu – Hasan Doğan
Düzenleyen: MYC








7 yorum:

  1. Yorum gönderiyorum yok oluyor o kadar bilgiyi siliyor musunuz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sn Sema TOPRAK
      Bize ulaşan ilk yorumunuz yukarıdaki sorunuz oldu, daha önce herhangi bir yorumunuz ulaşmadı

      Sevgiyle kalın.

      Sil
  2. Erdem YILDIRIM12 Mayıs 2012 09:38

    Teşekkür ederim ,
    gençliğimi,umutlarımı,güzellikleri...
    ve sevgili SEHA hocamı anımsamak ,
    ne güzel bir şey yapmışsınız.

    YanıtlaSil
  3. Çok beğendim,sade,yalın ve etkileyici bir yazım.Tebrik ederim.Seha Hoca'yı iyi analiz edilmiş.

    YanıtlaSil
  4. Merhaba, Kurtuluş Savaşımız; Seha Gidel - 1994 isimli resmi Bir afiş çalışmasında kullanmak istiyorum.. Kimden izin alabilirim, fotoğraf lazım.. Tekeşekkürler..
    İsmim Coşkun Küçükkoç mail: coskun_09@hotmail.com

    YanıtlaSil