2 Nisan 2012
İbrahim Fidanoğlu – Hasan Doğan
Yıl
1928…Tire’de Cumhuriyet’in beşinci yılı kutlanmaktadır. 39. Alay, Tire’de
konuşlanmıştır. Tüm ülkeyi, bir imparatorluğun küllerinden doğan genç
cumhuriyetin kuruluş heyecanı sarmış durumdadır. Cumhuriyet kutlamaları o
yıllarda günümüzde Alay Parkı olarak da bilinen Şanizade Meydanında yapılırdı.
Bir yanda Haci Ali Paşa Konağı, diğer yanda Yahudi Mahallesi ve Ağa Camisi,
Karahasan Camisi, Alaybey Camisi; biraz içerde Yalınayak Camisi ile Eski Yeni
Hamam. O yıllarda şehrin kalbi burasıdır. Meydanın alt kısmına da 39. alay için
bir park yapılmıştır. Parkta bugün Tireliler, Yahudilerden kalma karambol oyununu oynarlar. O yıllarda
Cumhuriyet törenlerine kağnı arabaları ile katılan köylüler, esnaf odaları,
okullar ve askerler hep birlikte şöleni kutlarlardı. Ayrıca Tire’nin bütün
sokakları ve dükkânları bayraklarla donatılırdı. Bu kutlama günlerinde genç
yaşlı çoluk çocuk tüm Tireliler, meydanlarda adeta bir panayır havası içinde bu
coşkuyu iliklerine kadar hissederdi. Alay Parkı, günler önceden bu şölene hazırlanırdı.
İşte hikâyemiz, o coşku dolu günlerde hayata merhaba diyen ve o heyecanı hala
yüreğinde yaşatan bir ulu çınara dairdir.
Tire
sakinlerinden Marangoz Nihat Usta,
Balkanlar’daki bozgun günlerinde babasıyla birlikte Selanik’ten yola çıkar.
Önce Bursa, sonra da Tire’ye gelirler ve Balkanlar’ın topoğrafyasına benzeyen
yeşil Tire’de yerleşmeye karar verirler. 1928 yılında Nihat Usta’nın güzel ve zarif eşi Dilara Hanım, dünyaya bir erkek evlat getirir; Tire’deki tekdüze
kasaba hayatı o günlerde daha bir renklenir. Çocuğun adını Seha koyarlar. Seha Bey’in dede tarafı, Selanik Kareferya’da oldukça müreffeh bir hayat
sürerken, Balkanların yavaş yavaş ellerimizden kayıp gidişi onları derinden
yaralar; endişeli gidişat, onları anavatana doğru göçe zorlar. Seha Gidel, daha
sonraları çocukluğunda bu hikâyeleri bol bol dinleyecektir babasından.
Seha
Gidel ve Hasan Doğan; Toptepe’de…
1928
yılı Tire’sinde ekonomik hayata Yahudiler egemendir. Köylü zor koşullarda
kendir ekimi ve buna bağlı urgancılıkla uğraşır. O günlerden şöyle bir manzara
gelir gözlerimizin önüne; Küçük Menderes Ovası’nda boydan boya uzayıp giden
kendir tarlaları, kendirin tarlalardan biçilmesi ile birlikte pişirmek amacıyla
ırmağa gömülmesi, piştikten sonra kapı önlerinde kendir soyan mahalle kadınları.
Özellikle Değirmendere’de su
değirmenleri, gürül gürül akan suyun enerjisi ile buğdayı una çevirmektedir.
Yaşlılar o günlerde Değirmendere’de 37 adet değirmenin olduğunu
söylemektedirler. Boynuyoğun köyünün
kadınları da ördükleri hasırları hasır pazarında satarlar. O günlerin
yokluğunda hasırlar, evlerin en güzel yaygılarıdır. Bunun yanında Beledi dokuma tezgâhları da yoğunlukla Ekinhisarı semtinde faaliyettedir.
Yüzlerce tezgâh ve onun alt sektörleri olan ipekböcekçiliği, buna bağlı dut
ağacı üreticiliği ve boya sanayisi. Ekonomik hayat kendi iç dinamikleri
çerçevesinde gelişmektedir. Tire El Sanatları Çarşısı’nda keçeciler,
semerciler, yularcılar ile Uzun Çarşı’da yorgancılar, harıl harıl emeklerini
ürünlerine katmakla meşguldürler. O dönemin Tire ekonomik hayatında en gözde
mesleklerdir bu saydıklarımız.
Atatürk
Kurtuluş Savaşında; Seha Gidel - 1973
Seha
Bey, böyle bir sosyal ortamda, şu anda Yıldız Meydanı’nın alt kısmındaki
cumbalı evde doğar. 1933’de Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yılında 5 yaşındadır.
O coşkuyu hayal meyal hatırlar. Yine o yıllarda meşhur Şehir Sineması’nın
yapılışını seyreder. Sinemanın inşaatında Bulgar ustalar çalışırlar. Onların
özenli çalışması hala hatırındadır. Seha Hoca’nın ailesine ait olan sinema,
Tire sosyal hayatına renk katar. Zira sinema aynı zamanda zamanın meşhur
sanatçılarını da ağırlamaktadır. Çocuk haliyle o zamanın meşhur tiyatrocularını
ve ses sanatçılarını tanır. Hafız Burhan, Muammer Karaca bunlardan bazılarıdır.
Aynı yıllarda Kalmaz deresinde Büyük Havuzlu
ve Küçük
Havuzlu, İzmir’in Levantenlerini de ağırlamaktadır. Piyano eşliğinde
yemekler yenmekte ve danslı eğlenceler düzenlenmektedir. Bu meyhaneler, Rum ustaları tarafından çalıştırılırken,
aynı yıllarda Kalmaz deresinde
berberlikten vazgeçen Aşçı İsmail Usta da
bir meyhane açar. Burada ise insanlar cümbüş, kanun ve darbuka eşliğinde yemek
yemektedir. Zamanla burası daha revaçta bir yer halini alır. Zira piyano
dinleyen bazı müşteriler Havuzlu’yu
erken terk etmeye, yeni açılan yere yönelmeye başlarlar. İlerleyen yıllarda
Tire’nin yemek hayatında önemli bir yer edinecek olan Aşçı İsmail Usta, ilk
mekân deneyimini burada yaşar.
Bu zorlu yıllarda Marangoz Nihat Usta, oğluna önce ilkokulu bitirtir. Sonra da Tire Ortaokulu’na kaydını yaptırır. Seha Bey, o yıllarda ilk müdürlerinin ismini Osman Bey olarak hatırlamaktadır. Kendisi, Şu anda noterlikten emekli avukat Ali Ülker ile aynı sınıfı paylaştığını ve onun Güme dağındaki köylerinden getirildiğini, meşhur Kemerdereli Ali Efe’nin oğlu olduğunu belirtmektedir. Ali Ülker de Seha Hocamız gibi Tire’den ayrılamayıp yıllarca burada avukatlık ve noterlik yapacaktır. Çok partili hayata geçildiğinde de yörede Demokrat Parti’nin ünlü simalarından olup, Adnan Menderes dâhil pek çok ünlü şahsiyeti Tire’de ağırlayacaktır.
Bu
yıllar yine çalkantılı yıllardır. Mustafa Kemal Atatürk ölmüş, yerine İsmet
İnönü geçmiştir. Bütün dünya savaşın eşiğindedir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti de
gereken önlemleri almış, hatta ekmekler bile karneye bağlanmıştır. Seha
Hoca’nın ortaokul yılları İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Kurtuluş İlkokulu’nu
1939’da bitirir ve aynı yıl ortaokula kaydolur. Ortaokul şu anda Cumhuriyet
Meydanı’ndaki Öğretmen Evi olarak kullanılan binadır. Öğrenim yılları, vatanın
tekrar yeni baştan kurulduğu zamanlardır.
O
yıllar tüm imkânsızlıklara rağmen genç cumhuriyetin seferberlik yıllarıdır.
Ülkenin bilimde, sanatta ve her alanda kalkınma çabaları, Seha Hoca’nın
belleğinde derin izler bırakmış olmalı ki, resminde kullandığı ana temalara
bakıldığında bu çok rahat anlaşılır. Bazı resimlerinde güneş, bayrak, okul,
Başöğretmen Atatürk ve öğrencileri resmetmiştir. Ayrıca yaptığı çeşmeler ve
heykellerde de bu yeni oluşumun izlerini görmek mümkündür. Hocamız üç yıllık
ortaokul hayatı sonrası lise öğrenimi için İzmir’e gider. Yatılı olarak okuduğu
lisede öğrenimini tamamlayınca İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi’nde öğrenime başlar. Dönemin çok ünlü ressamlarından ders alır. İbrahim Çallı, Feyhaman Duran onun
unutamadığı isimlerdir. Ayrıca ileride Türk sinemasının önemli sanatçılarından
olacak Ayhan Işık ve Sadri Alışık sınıf arkadaşları arasındadır. O yıllarda
Seha Bey, fakültenin en yakışıklı, kibar, düzgün giyimli gençlerinden olup genç
kızların gözdesidir. Ama o memleket aşkına yenik düşüp fakülteyi bitirince baba
ocağına, Tire’ye geri döner.
1950’li
yılların başında Tire’de mezun olduğu okulda öğretmenliğe başlar. O yıllarda
Tire’de dar bir çevre ve sevdiği öğretmen arkadaşları ile beraberdir.
Genellikle orta tabakanın sürekli gittiği Salamon’un Meyhanesi uğrak
yerleridir. İçilen kadehler sonrası yapılan uzun sohbetler bugün hala
hatıralardadır. Cumhuriyet dönemi öykücülüğünün usta kalemlerinden Mahmut Özay öğretmenle bu mekânda sanata
dair uzun sohbetler yapılır. O yıllarda Mahmut
Özay Türkçe öğretmenidir ve bunun yanında yerel söylenceleri güzel bir
şekilde öyküleştirmektedir. O Mübarek Serviler, Canbazlılı Pehlivan, Hafsa
Hatun gibi pek çok halk söylencesini öyküleştirmekte oldukça ustadır. Seha
Hoca da bu öykülere güzel resimler çizmekte, aynı zamanda kapak tasarımlarını
yapmaktadır. Meyhanede sanata dair uzayıp giden sohbetler ve arkası kesilmeyen
içki kadehlerinin sonrasında bazen evlerinin yolunu bulamayacak duruma
gelirler.
O
yıllarda bir diğer meşhur mekân; Yıldız Meydanı’nın arkasında yer alan Gökçen Lokantası’dır. Kemerdereli Ali
Efe’ye ait olan bina, Yıldız Meydanı’nın batısına düşer. Burası; meşhur Aşçı Bolulu Rıza, Aşçı Mehmet ve Aşçı İsmail tarafından
çalıştırılmaktadır. Salamon’un mekânı da şimdiki Cumhuriyet İlkokulu’nun batı
alt köşesindedir ve Salamon, kendi yaptığı özel şarapları ile ünlenmiştir.
1950’li yılların Tire’si onun enerjisini
bitiremese de, yanında Foto Salih, Kamil
Duman, Arifoğlu Mehmet ve Ayhan
Gülcüoğlu gibi simalar vardır ve hepsi ayrı ayrı birer değerdirler. Bu
ekip, zaman zaman Ali Baba Tekkesi’nde, bazen İncirliova güzergâhındaki Arap
Pınarı dediğimiz mekânlarda zamanlarını sanat üzerine konuşarak
geçirmektedirler. Seha Hoca ve ekibi bu mekânlarda Bektaşi kültürüne de ilgi
duyarlar. Özellikle zamanın önemli babaları olan Hasan Baba ve Turgut Baba’dan
etkilenirler. Mehmet Kurşaklıoğlu’nun
yeri de onda özeldir. Devrine göre çok farklı bir kimliktir, Mehmet Kurşaklıoğlu. Tiyatro
etkinliklerinde oyunculuk ve espri yeteneği çok yüksek, düşün dünyası oldukça
geniş, Tire’nin renkli bir siması, içki sofralarının mükemmel bir duayenidir.
Bu
isimlerin yanında, onu sanatçı kimliği ile etkileyen Taşçı Rıza Usta diye birisi vardır. Bu kişi İzmir’den buraya
gelmiş; bekâr ve yalnız yaşayan birisidir. Hocaya göre, sesinin güzelliği ile
de ses getiren bir kişidir. Tire ve çevresinde yaptığı eserler; Yıldız Çeşmesi, İncirliova yolunun
açılışı anısına Eski İzmir Valisi Kazım Dirik tarafından yaptırılan Paşa Çeşmesi, Gökçen Zafer Anıtı, Selçuk
– Kuşadası yürüyüş yolu üzerinde Askerlik Şubesi yanında yer alan Atatürk Büstü ve kaidesi bunlardan
bazıları olup gerçekten görülmeye değerdir. Kendisi aynı zamanda iyi bir
gazelhandır. İzmir’den gelen bir zengin aileye yaptığı mermerden mezar sanduka,
sonraları tarihi eser sanılıp mezarlıktan çalınmak üzere iken fark edilmiştir.
Fuat Mensi Dileksiz
de, hocamızın yanında
çok özel bir kişiliktir. O, Kurtuluş Savaşı’nın farklı cephelerinde mücadele
vermiş ve İngilizlere esir düştükten sonra esaretten kurtulup, Anadolu ‘ya
kaçarak Tire’ye yerleşen Tire’lilerin Beybabası’dır.
Fuat
Mensi, aynı zamanda İttihat Terakki’nin önemli simalarından olup Atatürk’ün
yakın silah arkadaşıdır. Kendisine, Enver Paşa tarafından altın saplı bir
tabanca hediye edildiği söylenir. Tek başına Tire’de yaşayan bu yalnız insan da
hocamızı derinden etkilemiştir.
Seha
Hoca’ya göre; natürmort resim üzerine Türkiye’de Şeker Ahmet Paşa, Süleyman
Seyit ve Hoca Ali Rıza gibi ressamlar düzeyinde bir ressamdır. Bu konuda ülkede
yeterince tanınmamış olması ise, bir taşra kenti niteliği taşıyan Tire’de
yaşamasındandır.
1950’li
60’lı yıllarda; Tire de sokakların çok yakından tanıdığı, özellikle esnafın çok
sevdiği, yaşı ilerlemiş, düzgün giyimli, oldukça sevecen, o kadar da beyefendi,
aynı zamanda babacan tavırlarıyla insanların gönlünü kazanmış aristokrat bir
kişiliktir Fuat Mensi Dileksiz. Dileksiz
soyadını alırken, “hiç kimseden bir şey dilemeyen” anlamında bu soyadını
seçtiğini Seha Hoca anılarında aktarmaktadır. Yazın giydiği temiz, ütülü, beyaz
renkli takım elbisesi ve kravatı, oldukça uzamış tertemiz bembeyaz sakalları,
bir elinde baston, diğer elinde senbili (eskiden kapaklı sepetlere senbil
denirmiş), başında beyaz renkli fötr şapka ile bambaşka bir izlenim yaratırmış.
Beybaba, Derekahve’de küçücük bir
evde tek başına yaşamış. Seha Hoca’nın söylediğine göre bir de eşeği varmış.
Kartal Fırınında, Beybaba’nın talimatı gereği her gün bir ekmek ayrılırmış.
Eğer üç gün fırına uğramazsa, “bir zahmet eve bırakıverin” dermiş. Bunun
anlamı, “Ben üç gün fırına uğramazsam ölmüş olabilirim” demekmiş. Seha Bey; Fuat Mensi Dileksiz’in ölümünü şöyle
aktarmaktadır:
“Beybaba” Fuat Mensi Dileksiz
“Öldüğü haberi geldiğinde cesedi şişmiş ve çok
kötü kokular etrafa yayılmıştı. O haliyle mezarlığa götürdük. Orada cenazenin
yıkanmasıyla ilgili olarak tartışma çıktı; sonuçta hortum bulundu ve cenaze
uzaktan yıkandı. Defin işleminde beş veya altı kişiydik. Cenazenin
defnedilmesinden sonra oğlu çıka geldi ve mezarını açtırdı. Meğerse Fuat Mensi’ye
hediye edilen altın saplı tabancayı arıyormuş. Bu arada da ölümünü takiben
birçok talancı, evine girip resimlerini çaldı. En sonunda oğlu, evde ne varsa
alıp götürdü. İzmir’de Yeni Asır gazetesine ilan vererek açık artırmada
resimlerini sattı. Böylece Fransa’da başlayan ve Kurtuluş Savaşıyla süren
macera dolu bir yaşam, Ege’de bir küçük kasabada hazin bir şekilde son buldu.”
Kendine
özgü, bambaşka ve biraz da gizemli bir insan olan Fuat Mensi’nin bugün iki
resminden biri Şehir Sineması’nın fuayesinde, diğeri ise Toptepe Aile
Gazinosu’nda bulunmaktadır.
Fuat Mensi Dileksiz’in Şehir Sineması’ndaki tablosu
Seha
Hocamız, bu gün o isimleri anarken çok duygulanmakta, hatta zaman zaman gözleri
yaşarmaktadır. Ortaokul müdürlüğünü yapan Faik Berker, Ali Ulvi Yelken,
sonraları Türkiye çapında bir yazar olacak olan Hikmet Dizdaroğlu, kitapçı Ali
Ulvi Selek ve Adnan Yıldırım bunlardan bir kaçıdır.
Tire,
dağlarının yeşilliği yanında bu sırtlarda konumlanmış tekkeleri ile de
meşhurdur. Ali Baba, Arap Pınarı, Balım Sultan ve Kaplan gerçekten insana huzur
veren mekânlardır. Suyun ve her türlü yiyeceğin bol olduğu bu mekânlarda
geçirilen hoşça vakitlerin yanında, paylaşılan görüşler insana ayrı bir haz
vermektedir. Özellikle buralarda düzenledikleri güveç partileri, onun
belleğinde hala tazeliğini korumaktadır. Seha Hoca’nın yemek üzerine oldukça
iyi bir bilgi birikimi vardır. Hatta eski lokantacıların şöyle bir ifadesi
olduğu söylenmektedir; “Tire lokantaları
Seha Hoca ile ilerlemiştir.” 12 yıl bu işlere emek veren bendeniz de ondan
çok şeyler öğrendim. Tire’de devetabanı köfte ile saçaklı köftenin onun eseri
olduğu söylenir. Meyhaneci Ratip Usta,
onun Tire’de en çok takdir ettiği aşçı olmuştur. Ratip Usta’nın denetiminde
önce soğuklarla başlayan yemek faslında, tatlı ile son buluncaya kadar yapılan
sohbetin zevki, o daracık mekânın sıcaklığı insana küçük kentin aşina yüzleri
ile birlikte olma şansını verir. Tabiata karşı derin ve ayrıntılı bakış açısı,
onda yemeklerdeki ayrıntıya gösterdiği özeni de etkilemiştir. Seha Hoca; 80’li
yaşları sürdüğü bugünlerde bu yaşı ile o günleri ve ayrıntıları unutmamıştır.
Küçük bir taşra kasabasının bu çapta insanları ve bunların yaşam öyküleri
mutlaka yazılmalıdır. Taşranın ortalama insanının zekâ seviyesinin çok üstünde
olan bu insanların yaşam öykülerinin gelecek nesilleri etkilememesi
düşünülemez. Kimlik yitimine uğratılmaya çalışılan ülkemizde; son yıllarda elin
kahramanlarının yaşam öyküleri yerine, bize ait yaşanmışlıklar yazılmalı ve
çizilmelidir.
Seha Gidel’in Tire tasavvuru
Öğretmenliğinin
ilk yıllarında Tire’ye gelen Nüfus Müdürü Faik
Tokluoğlu da onu etkiler. Faik Bey, Nüfus Müdürlüğü’nün yanında Tire’nin
tarihi değerlerini toplama ve müze oluşturma mücadelesi işine de kendini
adamıştır. Bu günkü Tire Müzesi onun eseridir. Bunca değerli eseri toplamak
bize göre vatanseverliğin doruk noktası olarak değerlendirilmelidir. Paranın
egemen olduğu günümüzde çar çur edilen ören yerleri, bir gecede kazılan
defineci çukurları ve yurt dışına kaçırılan tarihi değerler olağan
vakalardandır. Vatan millet aşkıyla yetişen o günün insanları belki da
yokluklar içinde yok olup gittiler, ama arkalarında bir yığın iyi şeyler
bırakarak. Hayatı dolu dolu yaşamak; ama sana harcanan emeğin karşılığını kat
kat geri vererek yaşadığın hayatı anlamlandırarak yaşamak. Esas hayat düsturu
bu olmalıdır. Bu gün kentimizde bir gezintiye çıkın; Seha Hoca’yı her noktada
yaşarsınız. Niye herkes Seha Hoca veya Faik Bey gibi olmaya çalışmasın? Niye
başkalarına benzeyelim? Bu gün müzemizi gezenler, gerçekten bölgemizin en
zengin müzelerinden biri olduğuna tanıklık edebilirler. Bütün bu güzellik ve
kaybedilmeyen değerler, o güzel insanların emekleri sayesindedir.
Tire’de
her taşta, Seha Hoca’nın emeği var dersek yanılmayız herhalde. Seha Bey,
dönemin siyasi kişilikleri ve onların siyasi çıkar hesapları için yapılan
haksızlıklar karşısında üzülmüş ve onlardan daima uzak durmuştur. Zenginliğin
getirdiği şımarık davranışlar ve aykırılıklar, onun hayat felsefesine uymaz.
Halka tepeden bakan bir insan değildir o. Ailesinin azımsanmayacak mal
varlığına karşın, o hep insanlarla iç içe olmuş ve halk da onu gördüğünde
gereken saygısını asla esirgememiştir. Günümüz aydınlarının sekter tavırlarını
onda bulamazsınız. Doğaya olan sevgisi onu hep kırlara çekmiştir; bu yaşta bile
yürüyüşlerini hala daha aksatmadan sürdürmektedir.
Molla
Arap Külliyesi onun yürüyüş alanı içerisindedir. Kentin en önemli kampus
alanlarından olan Molla Arap Külliyesinin cazibesi onu daima çekmiştir. Tarihsel
arka planı ve yetiştirdiği değerli insanlarıyla Tire belki de onun dışa
açılamayışının nedenidir. Her akşam güneşin batışını yüksekçe bir yerden
seyretmek arzusu ve yeni bir güne merhaba demenin hazırlığı içinde olma
bilinciyle kadehini kaldırması, onun hayat felsefesine dair bir ipucu olsa
gerektir. Her yeni gün için o batış gerekmiyor mu? Tepeden baktığı ova bir
zamanlar gürül gürül akan Küçük Menderes ve kolları ile sulanmaktaydı. Muz ve
hurmanın dışında her türlü meyvenin yetiştiği Yahşi Bey Ovası’nın (Bugünkü
Küçük Menderes Ovası) zenginliği onu hep etkilemiş; O sıkça Tire için cennet
ifadesini kullanmıştır. Hocamız, “Benim dışarıya açılmamı engelleyen hep bu
kentin cazibesi olmuştur” der. Gerçekten de o günlerin (50’li yıllar) Tire’si
küçük bir kasaba görünümü verir, ama aslında kent özellikle 15. asırda pek çok
külliyesinde sayısız öğrenci yetiştirmiştir ve yönetici irade, bu yetişmiş gücü
Rumeli’de fethedilen topraklarda yeni bir neslin öncüleri olarak kullanmıştır.
Tire’nin Osmanlı dönemindeki nüfusu için de kaynaklarda o yıllara göre çok
büyük rakamlardan söz edilmektedir. İslam dünyasında ses getiren önemli
kişilikleri yetiştirmiş bir kenttir Tire. Ferişte
oğlu kardeşlerden biri döneminde Sünniliğin önde gelen isimlerinden olurken,
diğer kardeş ise Sünnilik tarafından “sapkın” bir inanç sistemi olarak kabul
edilen Hurufilik mezhebinin önemli isimlerinden biri haline gelmiştir. Aynı
aileden bu kadar zıt iki bakışın gelişmesi de bu toprakların kültürel
çeşitliliğini anlatmak içindir sanki. Osmanlı döneminde bu külliyelerde,
bugünkü üniversite düzeyinde eğitim vermiş Tireli bu insanlar gerek sarayda
önemli görevler üstlenmiş, gerekse de Balkanlar’da; Osmanlı’nın fethettiği
topraklarda Türklüğün ve İslam’ın yerleşmesinde öncü rolü üstlenmişlerdir. Tire,
bugün de Anadolu’daki birçok kasaba ile kıyaslanmayacak kadar çok sayıda yazan
çizen insan zenginliğine sahiptir.
Seha
Hocamızın kayınpederi Orhan Rahmi Gökçe Bey de bu aydın kişilerden biridir.
Esas görevi olan Anadolu Ajansı Müdürlüğü’nün yanında günlük basında çıkan
yazıları ve romanları ile bir devrin önemli yazarıdır. Türkiye, 1960’lı
yıllarda 27 Mayıs Hareketi’ni yaşar. Cemal Gürsel başkanlığındaki Milli Birlik
Komitesi ülkede pek çok tutuklamalar gerçekleştirir. Tutuklanıp
yargılananlardan birisi de Orhan Rahmi Gökçe’dir. Cemal Gürsel’in İzmir’den çok
yakını olan Orhan Rahmi Bey, mahkemeye düştüğünde Cemal Gürsel dayanamayıp “Ne olur yüzüme bu kadar bakma, Orhan Rahmi”
dediğini Seha Hoca aktarmaktadır. Bilebildiğimiz iki romanından biri Dağların Çocuğu beyaz perdeye aktarılmış
ve zamanında hayli ilgi çekmiştir. Diğer romanın ismi de Şüphenin Romanı’dır. Orhan Rahmi Bey, zamanın pek çok ünlü
bestecisinin eserlerine güfte yazan bir şairdir aynı zamanda. Türk sanat
müziğinin çok değerli bestecileri, onun yazdığı şiirleri bestelemiştir.
Bestekâr Rakım Erkutlu’nun eserlerinde, güftelerin pek çoğu Orhan Rahmi Bey’e
aittir.
Seha
Bey, 1950’li yılların başında Orhan Rahmi Bey’in kızı Jale Hanım ile evlenir.
Jale Hanım, Tire’de ilk diplomalı eczacılardandır. Hilal Eczanesi de Tire’nin
ilk eczanelerindendir. Halasının kocası Ali Bey aslında peynircilik
yapmaktadır. Ali Bey, Jale Hanım eczacı olunca Yeni Mahalle’de eczane açar. Bu
arada Ali Beylerin çocukları yoktur. Yahudi kökenli Sami Bey de onların
yanındadır. Onlar Sami Beyi kendi çocukları gibi korumuş ve kollamışlardır.
Eczacı kalfalığı sırasında, eczacılık üstüne pek çok şey öğrenmiştir. Özellikle
kendi yaptığı merhemler ve ilaçlarla insanlara faydalı olur. Ali Bey erkenden
ölür. Halası da öldükten sonra, eczanenin binası satılır. Sami Bey, Tire’de
kalan son Yahudidir. Kendisi; oldukça bakımlı, efendi kişiliği ile çevresine
yararlıkları dokunmuş, iyi bir insandı. Uzun yıllar hep bekâr yaşadı. Kimseyle
evlenmedi. Yaşamının yatalak geçen son döneminde, İzmirli bir Yahudi Teyze
tarafından bakımı üstlenen Sami Bey, ne yazık ki geçtiğimiz yıllarda
insanlardan uzak bir halde bu dünyadan göçüp gitmiştir.
Seha
Hoca’nın resimlerinde ağırlıklı olarak Kurtuluş Savaşı’nı ve onun lideri
Atatürk’ü betimleyen konular işlenmiştir. Bunların birçok örneğini bugün
Tire’deki resmi kurumlara ait binaların koridorlarında görmek mümkündür. Seha
Bey, özellikle Tire Ticaret Odası’ndaki Atatürk resmini çok beğenmektedir.
Kurtuluş Savaşını konu alan resimlerinde Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarındaki
ulusu sarmalayan atmosferin de etkisiyle, kurtuluş mücadelesi ve bağımsızlığa
olan tutkuyu görebilirsiniz. Hocamız, bu savaşta kanını canını esirgemeyen Türk
insanını çok ustalıkla eserlerine yansıtmıştır. Bu dağların zeybekleri onu çok
etkilemiştir. Bu nedenle; Kurtuluş Savaşı’nda, Batı cephesinde Kuvayı
Milliye’nin vurucu gücünü oluşturan dağların o orta boylu, tıknaz, kaytan
bıyıklı, ne esmer ne de sarışın, geniş suratlı korkusuz insanlarını eserlerinde
pek güzel resmetmiştir. Sohbetlerimizde; zaman zaman Seha Hocamız bu insanların
Timur un Tire de uzun süre kalması ve dönüşte rahatsız olanları bırakması ile
onların torunları olabileceği olasılığından söz etmiştir. O; dağdan inen bu
insanları anlatırken, “bel kalınlığındaki ağacı iki balta darbesi ile indiren
insanlar bunlardır” der. Türkmenlerin Orta Asya’dan başlayan ve Ege Denizi
kıyılarında son bulan büyük göçündeki esrar perdesi hep onun ilgisini
çekmiştir. Hoca, Tire’deki yaşamı boyunca dağdan gelen bu Yörükleri çok iyi
gözlemlemiştir. Tire, bir anlamda bu uzun yürüyüşün içinde saklı sırlarının bir
kara kutusu gibidir. Binlerce kilometre ve yüzlerce yıl süren bu göçün
önderleri olan birçok alperenin mezarı / ya da makam mezarı bu topraklardadır.
Bu insanların bin yıldır bozulmayan gelenekleri, yaşam tarzları sayesinde, yeri
geldiğinde asileşen ve dağları kendilerine mekân seçen torunları, ellerine
silahları alarak yurt savunmasında da canla başla savaşmışlardır. Bu yiğitleri
iyi gözlemleyen Seha Hoca, resimlerinde bu temaları sıkça işlemiştir.
Seha
Hoca’nın resimlerinde sarı rengin egemen olduğu söylenir. O baharları çok
sever. Değirmendere’nin onun için anlamı büyüktür. Gerek İlkbaharda ve gerekse
Sonbaharda; tabiatın bin bir renge büründüğü, ışık oyunlarıyla renkten renge
girdiği bu ortamlar, Hoca’nın düşsel dünyasının da zenginleştiği en önemli esin
kaynaklarıdır. O yıllarca Yıldız Meydanının altındaki Rumlardan kalma hamamı,
atölye olarak kullandı. Daha sonraları meyhane olarak kullanılan bu kubbeli
mekâna “kumkuma” derlerdi. Mübadelede
ailesine burayı devlet vermişti. Seha Hoca, yıllarca bu mekânda resim yaparak
okuldan arta kalan zamanlarını değerlendirdi.
O;
Türkmenlerin Orta Asya‘dan getirdikleri kültür olan, tabiata sahip çıkma ve bir
bütünün parçası olduğunun farkındalığı içinde yaşamayı kendilerine düstur
edinen Hacı Bektaşi Velileri, Hallacı Mansurları, Balım Sultanları, Ali
Babaları daima anar. O, aynı zamanda bir düşün ve felsefe adamıdır. Dünyayı
özümsemiş, dinler tarihi ve felsefe kitaplarını okuyarak sindirmiş ve yukarıda
sözü edilen büyük bilgelerin düşüncelerini içselleştirmiş bir insandır.
Öğrencilik yıllarında tanıdığı değerli felsefeci Sakallı Celal’den bahseder.
Sakallı Celal, o yıllarda “Bizler
yönünü doğuya çevirmiş, büyük bir geminin içinde, batıya doğru koşan
insanlarız; hâlbuki bir müddet sonra denize düşüp öleceğiz, haberimiz yok”
dermiş. Hocamızın dünyasında medeniyetin beşiği Doğu’dur. Batının Rönesans ile
yaptığı sıçrama bile onu kandıramamıştır. O Batı’nın yakın zamandaki
barbarlığını pekâlâ bilmektedir. Bir zaman anlattığı şu olay o yıllarda
Hocamızı derinden sarsmıştır: Zamanın belediye başkanı, belediyedeki Kurtuluş
Savaşı tablosunu şehre “Yunan konuklar geliyor” diye kaldırtır. Tabloda, işgal
kuvvetlerine karşı verilen kurtuluş mücadelesi resmedilmiştir. Konukların alınmasından
korkan bizim başkan tabloyu indirmekte bulmuştur çareyi. Aklınca bulduğu bu
çözüm de, Hocamızın asla onaylamadığı bir davranıştır. Çünkü bu savaştan asıl
utanması gerekenler, hiç hakları olmadığı halde başkalarının topraklarını
emperyalistlerin oyununa gelerek işgal edenler olmalıdır. Elbette bu tabloların
verdiği mesaj, kin ve nefret tohumları ekmek değildir. Aksine, yeni neslin
tarihini bilmesi ve muhtemel potansiyel tehlikelere karşı uyanık olması için
birer uyarı ve çıkış noktası olarak algılanmalıdır. Anadolu’nun bu küçük
kasabasında yaşayanlar, bu değerli öğretmenin dersine girsin ya da girmesin,
tüm öğrencilerini etkileyebilmiş bu değerli insanı bir gün mutlaka
anlayacaklardır.
Küçük
Menderes Ovası, Tanrıça Artemis’e adanmış topraklar olarak bilinmektedir. Bu
nedenle de tarih boyunca buralarda bir Efes ya da Sardes gibi zamanın
metropolleri inşa edilmemiştir. Daha çok müstahkem mevkilerde gözetleme
kaleleri (Hisarlık gibi) ya da dağlara sırtını vermiş bir konumda Tire,
Peşrefli, Balabanlı benzeri küçük yerleşimler kurulmuştur. Güme Dağından gelen
derelerle beslenen bu kutsal topraklar, daha sonraki sahipleri olan Osmanlılar
döneminde Yahşibey Ovası olarak anılır. Halil Yahşi Bey Osmanlı’nın bölgedeki
ilk komutanlarındandır. Bu ova tarih boyunca narın, ayvanın ve üzüm bağlarının
deposu olarak bilinmektedir. 50’li yıllarda ovanın batısında Karagöl, doğusunda
Manav Gölü vardı. Sıtma ile mücadele döneminde bu göllerin hepsi kurudu. Son
yıllardaki artan yağışlarla özellikle Karagöl, zaman zaman kendini yeniden
göstermektedir. O yıllarda Yahşi Bey ile özdeşlemiş bu ovanın kuyuları
bulunmaktaydı. Tire’ye, Batı yönünden uzun ve at arabalarının geçebileceği
kadar dar bir yoldan girilirdi. Bu yollara irim
denirdi. Bu irimin belli noktalarında kuyular bulunmaktaydı. Tire’ye doğru ilk
önümüze çıkan Cinli Kavak kuyusudur.
Daha sonra Keppat Kuyusu ve Sinekli Kuyu gelir.
Seha
Hoca ile birlikte eskiden yayan olarak gittiği Cinli Kavağa, 2009 yılının Kasım
başlarında ziyarete gittik. Kavağın dibinde belediyeye ait bir dalgıç pompa
vardı. Bu dalgıç, her gün 20 saat su çekiyormuş. Ne yazık ki, kavağın altları
susuzluktan kurumuştu. Belediye ayrıca yakın bir yerden de su çekiyormuş. Seha
Hoca, yıllar önce buraların nasıl olduğunu bizlere anlattı. Kavağın dibinde
eski yorgan ustalarından Cevdet Bey’e misafir olduk. Onunla ovanın geleceğini
konuştuk. Cevdet Bey, pek çok çiftçi gibi son yıllarda hayvancılığa dönmüştü. Ürünler
para etmeyince ne yapsın. Şimdilerde herkes silajlık mısır ekip kışa hazırlık
yapıyor. Günümüzde çiftçiler kaderlerine terkedilmiş durumda çırpınıyorlar. Bir
gün suyun bittiğini düşündük. Bu düşünce, hepimiz için ürpertici idi. Kim bilir
kimler, bu kuyuların başında bir yudum su ile susuzluğunu giderip yorgunluk
attı. Seha Hoca’nın anlatımına göre, eskiden Mayıs ayına kadar ovaya
girilmezmiş. Hatta ovanın bir mevkisinin adı kazık yutan olarak adlandırılırmış. Ovada, bahçeler bir dönümlükmüş
ve genellikle sebze yetiştirilirmiş. İrimlerin kenarları boydan boya kargı ile
çevrili imiş. Kargılar, hem sınır belirlemede, hem de lodos gibi tehlikeli
rüzgârlardan korunmak ve hayvanların tarlaya girmesini engellemek için
kullanılırmış. Ayrıca buralara yazları göç eden çiftçiler, çardak yapmak için
de kargıları kullanırmış. O yıllarda at arabası ile bu irimlere girdiğinizde
gökyüzünü görmek mümkün değilmiş. Ayrıca tarla kenarlarında çıtlık ağaçları,
karaağaçlar, narlar ve ayva ağaçları bahçelerin süsü gibi duruyorlarmış.
Seha
Hoca, yeni evine taşındıktan sonra tren istasyonunun yakınındaki tarihi çınar
altında sabah ve akşamüstleri sakince gelir oturur. İstasyon altına eskiler
Çengel alanı derler. Hoca da Çingene alanı idi diyor. Eskiden bu civarda
Çingeneler yaşarmış. Bunlardan bazılarını Hoca şimdilerde hatırlamaktadır.
Demek ki Çingene Alanı zamanla Çengel Alanı olmuş.
Buralarda
yakın zamana kadar bahçeler vardı. İnsanlar fide yetiştiriciliği yaparlardı.
Şimdi burası belediye tarafından parka dönüştürülünce; Çınaraltı, özelikle yazları pek çok insanın uğrak yeri oldu.
Hisarlık Tepesi’nde bir dostluğun fotoğrafı; Hasan Doğan, Seha Gidel, Ahmet Tamer ve İbrahim Fidanoğlu (soldan sağa)
Hoca
ve Çınar… İkisi de yılların tanığıdır sanki. O şimdi çınar gibi Tire’nin bilge
insanıdır. Yaşamın imbiğinden süzülerek gelen deneyimlerini ve hatıralarını, bu
çınarın altında onu ziyarete gelen dostları ile paylaşır. Tireliye düşen ise bu
ulu çınarlara sahip çıkmak ve onları yaşatmak olmalıdır.
Not: Bu makale; İbrahim Fidanoğlu ve Hasan Doğan’ın Ata Yadigari TİRE- Sesler Yüzler Sokaklar isimli yayınlanmamış kitap çalışmasından alınmıştır.
Not: Bu makale; İbrahim Fidanoğlu ve Hasan Doğan’ın Ata Yadigari TİRE- Sesler Yüzler Sokaklar isimli yayınlanmamış kitap çalışmasından alınmıştır.
Yazan : İbrahim Fidanoğlu –
Hasan Doğan
Düzenleyen: MYC
Yorum gönderiyorum yok oluyor o kadar bilgiyi siliyor musunuz?
YanıtlaSilSn Sema TOPRAK
SilBize ulaşan ilk yorumunuz yukarıdaki sorunuz oldu, daha önce herhangi bir yorumunuz ulaşmadı
Sevgiyle kalın.
Teşekkür ederim ,
YanıtlaSilgençliğimi,umutlarımı,güzellikleri...
ve sevgili SEHA hocamı anımsamak ,
ne güzel bir şey yapmışsınız.
Beğeniniz için teşekkürler.
SilÇok beğendim,sade,yalın ve etkileyici bir yazım.Tebrik ederim.Seha Hoca'yı iyi analiz edilmiş.
YanıtlaSilTeşekkür ederiz.
SilMerhaba, Kurtuluş Savaşımız; Seha Gidel - 1994 isimli resmi Bir afiş çalışmasında kullanmak istiyorum.. Kimden izin alabilirim, fotoğraf lazım.. Tekeşekkürler..
YanıtlaSilİsmim Coşkun Küçükkoç mail: coskun_09@hotmail.com