TERK EDİLMİŞ CIVA MADENLERİ ve NEİKAİA ANTİK KENTİ
12 Mayıs 2017
İbrahim Fidanoğlu
Giriş
Bugün Foça’dan arkadaşlarla birlikte bir ilk gençlik hatırasının sisli
izleri üzerinden, Ödemiş-Kiraz arasındaki tepeliklerde eski bir hayali aradık.
Yaptığımız sadece bu değildi elbet; ancak akşama doğru uzandığında zaman;
anladık ki, güne damgasını vuran en önemli etkinliğimiz bu tepelerde
dolaşmaktı. Hava, Tunus üzerinden gelen sıcak ve tozlu bir çöl havası nedeniyle
oldukça boğucuydu. Ama gün boyunca hedefe ulaşmak için verdiğimiz mücadele,
günün meyvesini akşama yakın saatlere saklamıştı sanki.
Yolüstü köyünde incir bahçeleri
Sabah Foça grubuyla Bayındır’ın Arıkbaşı köyünde; daha önce de mola verdiğimiz meydandaki kahvehanede buluşmak üzere Karşıyaka’dan hareket ettik. Yola çıkarken belirlediğimiz ana gündem; Foça’dan Coşkun Ağabey’in merakla gündeme getirdiği Kiraz-Beydağ-Ödemiş üçgenindeki terk edilmiş cıva madenlerinin bugünkü halini görmek, çevresel etkilerine çıplak gözle bakmaktı. Ama ne bilelim; basit gündemimiz, bir diğer gezgin arkadaşımızın sisli hatırasında saklı Kilbianon Neikaias (Kilbosluların Neikaiası) antik kenti ile çakışacakmış; bu da bizim bu günkü kaderimiz oldu.
Dağa Kaçtım gezginleri Neikaia Antik Kenti'nde...
Arıkbaşı köyündeki kahve molasından sonra Bayındır-Ödemiş üzerinden şimdiki ismi
anlamsız bir şekilde Yolüstü’ne
çevrilmiş Bezdegüme’ye doğru hareket
ettik. O köyden çevreyi iyi bilmesi nedeniyle Coşkun Ağabey’in akrabası İbrahim
Bey’i alacaktık. Ödemiş’ten durmadan geçtik. Yolüstü’ne geldiğimizde, eskiden Kiraz’a giden taşıtların mola
verdiği bir kahvehanenin de bulunduğu büyük bir çınarın gölgesinde bugünkü gezi
ekibi tamamlandı.
Gezginler, Yolüstü (Bezdegüme) çınar altında bekleşirken...
Ödemiş civarında terk
edilmiş cıva madenleri
Eski ismi Ayasuret olan Türkönü köyünü biraz geçtikten sonra,
solumuzdaki tepelere doğru baktığımızda; terk edilmiş cıva madenini fark ettik.
Yol kıyısından tarla sınırlarına kadar yaklaşık 500 metrelik bir yürüyüş
sonrası cıva madenine ulaşmıştık. Cıva madeninin hemen altındaki tarlada karpuz
ekiliydi. Bozdağlar’ın alçak
tepeliklerinden aşağıya doğru akan bir dere yatağının sınırında eflatun renkli
ve benzersiz kokusuyla bizi kendine çeken çiçekleriyle göz alıcı ve yaşlı bir
tespih ağacının yanından geçtik.
Mis kokan eflatun rengi çiçekleriyle tespih ağacının yanından geçtik.
Türkönü Cıva Madeni; uzaktan...
Maden sahası oldukça kötü durumdaydı. Maden yatağından çıkarılan
cevherin parçalanarak un ufak edildiği konkasör tesisine benzer bir yapı, belki
bir fırın kalıntısı, cıva madeninin çıkarıldığı galeriler ve hemen onun sağında
dağdan aşağıya doğru inen geniş bir su yolu dikkatimizi çeken unsurlardı. Aynı galeriden
yaklaşık 100 metre kadar sağda bir tane daha mevcuttu. Metrelerce içeriye doğru
giden tüneli bir süre sonra takip etmekten vazgeçip dışarı çıktık. Tünelin
ağzında kırmızıya çalan kaya parçaları bunların cıva içeren malzeme (zencefre filizi) olduğunu haber
veriyordu sanki. Daha sonra öğrendik ki; bunlar, civanın doğada kayaçlar
halinde bulunan cıva sülfür ya da zencefre diye bilinen bir bileşiğidir ve
ülkemizde ekonomik değer taşıyan civanın yegâne mineralidir. HgS kimyasal
formülüyle sembolize edilen “zencefre”ye
aynı zamanda literatürde sinabr adı
veriliyor.
Türkönü Cıva Madeni'ne doğru ilerliyoruz.
Önde karpuz tarlası; arkada cıva madeni
Cıva ve zencefre ile ilgili olarak
farklı kaynaklardan derlediğimiz bazı bilgiler şu şekilde:
Cıva, Peryotlar
Cetveli’nde atom numarası 80 olan ve normal şartlar altında sıvı halde
bulunan tek metal olarak biliniyor. Çağlar boyunca insanlığın pek çok alanda
kullandığı bir metal olan cıvayı İÖ. 15.yy.dan itibaren ilk olarak
Mezopotamya’da işlemişler. Daha sonraki zamanlarda; İlkçağ’da Midillili doğa
bilimci ve filozof Theophrastus ile
Romalı mimar ve mühendis Vitrivius, cıva ve zencefre’nin elde edilmesi ve kullanım alanları ile ilgili olarak
bilgiler vermişler.
Türkönü Cıva Madeni tesisleri
Madene dağdan indirilen su yolu
Neikaia antik kentinin tarihsel önemini üzerine oturduğu cıva ve zencefre yataklarıyla ilişkilendiren sanat tarihçisi Prof. Dr. Necla Arslan Sevin zencefre
ile ilgili olarak şu bilgileri aktarıyor:
“Doğal zencefre, antik
çağdan günümüze yakın zamanlara kadar başta kozmetik, ilaç ve boya yapımı olmak
üzere pek çok alanda kullanılmıştır. Özgül ağırlığı 8 ila 8.2, sertliği 2 ila
2.5 arasında değişir. Kendine özgü kırmızı renkte, yer yer elmas parlaklığında
maddedir, şistli kayaçlar, daha çok volkanik etkinlik bölgeleri ile
yakınlarındaki püskürük ve dönüşümlü kayaçlarda bulunur. Günümüzde en zengin
cıva ve zencefre yatakları İspanya, Türkiye, İtalya, Gürcistan, Peru ve
Rusya’dadır. Türkiye cıva ve bileşenleri açısından dünyanın en zengin birkaç
bölgesinden biridir. Ege ve Orta Anadolu’da yoğunlaşan rezervler ülkenin en çok
ihraç madenlerindendir. Rezervlerin %85’i, üretimin de %65’i Ege
Bölgesi’ndedir. Yakın dönemlere kadar bölgenin en önemli cıva üretim merkezi
İzmir’in Ödemiş ve Beydağ ilçeleri çevresiydi. Buradaki cıva madenlerinin
geçmişi binlerce yıl öncesine gitmektedir.
Zencefre, antik çağda yakından bilinen
bir mineraldir. Özellikle hap ve pomat olarak, frengi başta gelmek üzere
zührevi hastalıkların tedavisi, cüzam ve cilt hastalıklarının sağaltılmasında
başvurulan temel bir ilaç hammaddesidir.
Kozmetik sanayinin başlıca maddesi olarak
yüzyıllar boyunca, kırmızı rengiyle allık başta gelmek üzere, makyaj
malzemeleri ve cilt kremlerinde kullanılmıştır. Zencefreden yararlanılan bir
diğer alan sülyen boya yapımıdır. Sülyen, madenlere pas önleyici olarak
uygulanır, ayrıca teknelerin su altındaki kısmına sürülerek, midye ve
istiridyelerin tekneye yapışıp ahşaba zarar vermesini önler. Özellikle İslâm
Ortaçağı’nda cıva ve zencefreden, başta tıp olmak üzere pek çok alanda
yararlanılmıştır. İslâm dünyasında bu madenle ilgili en büyük yatak Endülüs’te
idi. El-İdrisî’ye göre: Kurtuba şehrinin kuzeyinde cıva madeninin bulunduğu
bir kale vardır. İşte burada cıva ve zincefre madenleri bütün dünya ülkelerine
gönderilmektedir ve bu maden ocağında binden fazla işçi çalışmaktadır.
Cıvadan ilaç şeklinde bahseden ve cıva buharını insanlığa ve tabiplere ilaç
olarak kullanmayı öğreten İbni Sina’dır (Ağırakça 2006: 142). Bu tedavi yöntemi
kapalı bir mekânda, frengi başta olmak üzere zührevi hastalıklarda ve başlıca
belirtileri ciltte görülen cüzam gibi hastalıklarda uygulamıştır.”(1)
Cıva madeninin çıkarıldığı galerilerden birinin ağzı
Genel jeolojik yaklaşımlara göre cıva yataklarına milyonlarca yıl önce oluşmuş volkanizmalar civarında ana fay ve hidrotermal silisleşme zonlarında ve sıcak su kaynaklarına yakın yerlerde rastlanıyor.(2) Cıva yataklarının yüzeye yakın bölgelerde bulunması, onun yer altından çıkarılması açısından da büyük kolaylıklar sağlıyor. Ayrıca oda sıcaklığında sıvı halde bulunması ve kolayca buharlaştırılıp kondense edilmesi de üretim prosesini basitleştiriyor. Bu açıdan da tarih boyunca kolayca işlenebilmiş bir maden olarak dikkat çekiyor cıva ve bileşikleri…
Türkönü cıva madeninin çıkarıldığı galerinin içi
Yüksek Maden Mühendisi Kıraç Ali
Bekişoğlu’nun Maden Mühendisleri
Dergisi’nin Mayıs 1968 sayısında yer alan “Türkiye’nin cıva yatakları ve bunların ekonomik önemi” isimli
makalesini okuduğumuzda bugün dolaştığımız Ödemiş civarındaki Türkönü ve Halıköy’deki cıva madenlerini de içerecek şekilde geniş bir cıva
maden yatağı portföyü ile karşılaşıyoruz. Bunların içinde bizim de bildiğimiz
Karaburun Karareis ve bir dönem Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil(3) tarafından işletilen Manastır Mevkii’ndeki terk edilmiş cıva madenleri de yer alıyor.
Bugün bizim terk edilmiş halde bulduğumuz Türkönü
Cıva Madeni için ise, 1968 yılında yayınlanan o yazıda şöyle deniyor:
“1968 yılı içinde
yapılmakta olan iki yeni fırın vardır. Bunlardan biri günde 175 ton kapasiteli
olup Etibank tarafından Konya bölgesinde kurulmaktadır. Yıllık cevher İstihlâki
50.000 ton ve tenor binde 6 olduğuna göre yıllık cıva istihsali 8500 şişe
olarak tahmin ediliyor. Ayrıca Ödemiş'te
Tükönü köyünde Fehim Kiremitçi
tarafından 100 ton kapasiteli bir fırın 1968 yılı içinde faaliyete geçecektir.
Bunun da kullanacağı cevher yılda 30.000 ton ve tenor ortalama binde 2,5
olduğuna göre yıllık cıva istihsali 2.250 şşe olabilecektir. Böylece 1968 yılı
sonunda yıllıkcıva istihsal kapasitemiz 15.000 Şişeyi bulmuş olacaktır ki bunun
değeri 75 Milyon TL. olarak ifade edilebilir.”(4)
1968 yılındaki ekonomik ölçeklere göre Türkönü Cıva Madeni ne kadar
değerliymiş meğerse. Şimdi önümüzde duran enkaza baktığımızda hayıflanmamak
elde değil.
Türkönü Cıva Madeni'nde yer alan diğer galerinin içinden bir görünüm
Türkönü Cıva Madeni’nden ayrıldıktan sonra Beydağ’a uğradık. Amacımız, çarşısında uygun bir
yerde karnımızı doyurmak ve daha sonra da daha yukarılardaki Beyköy’de; yaşlı çınar ağaçlarının
muazzam gölgesinin yarattığı konfor alanında yer alan kahvehanelerden birinde
bir süre oturup Küçük Menderes Ovası’nı
seyretmekti.
Beyköy; kahvehanelerden Küçük Menderes Ovası'na ve Beydağ Barajı'na bakış
Beydağ ve Beyköy
Beydağ, İlkçağ’ın Palaiapolis’i;
19.yy.ın zeybek hikâyeleriyle taçlandırılmış kasabası Baylambolu; Çakıcı Efe’nin
de Bozdağlar’da ve Aydın Dağları’nın
iki yakasında sürüp giden serüveninde önemli bir geçiş noktasıydı şüphesiz.
Bunu nereden biliyoruz; Ödemişli emekli öğretmen Halil Dural’ın Çakıcı Efe’nin
o yıllarda (1940’lı yıllar) yaşayan kızanlarıyla bizzat görüşerek yazdığı ve
daha sonraları Dr. Sabri Yetkin’in derleyerek Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan Bize Derler Çakırca isimli kitabından…
Beydağ çarşısında Terzi Sami Amca'nın dükkanı
Terzi Sami Amca dükkanında...
Bugünkü Beydağ, kalenin
altındaki eğimli araziye yaslanmış arastasının çevresinde hala eski bir Ege
kasabası havasını muhafaza etmeye çalışırken, bir yandan da ulusal ekonominin
bir parçası olarak ülkedeki yaygın dinamiklerin etkisi altına girmiş durumda.
Çarşıda lokanta ararken gözümüze çarpan Sami Amca’nın eski terzi dükkânı bu
değişim rüzgârına karşın bir şekilde ayakta kalabilmeyi başarmış en az yarım asırlık
bir geçmişi temsil ediyor.
Beyköy kahvehaneler
Beyköy sekisinden Beydağ Barajı'nın görünümü
Bir başka gezinin ana teması olabilecek zenginlikteki Beydağ’ın kale çevresinde; yakın
zamanlarda başlayan Trakya Üniversitesi ve Kültür Bakanlığı koordinasyonundaki Antik
Palaiapolis kentindeki kazıların
halen sürdüğünü öğreniyoruz. Şimdiye kadar iki kiliseye ait kalıntılar ortaya
çıkarılmış. Sürmekte olan bu kazıların, Aydın Dağları’nın eteklerinde; kuytu
bir köşede kalmış bu tarihi kasabanın kaderine yeni katkılar sunacağı ümidiyle Beyköy’e doğru tırmanıyoruz.
Beyköy şelalesi
(Fotoğraf:İF; 2008-Mayıs)
Beyköy kahvehaneler, koyu gölgede bir konfor alanı
Bir başka açıdan Beyköy kahvehaneler; ortada havuz...
Beyköy, Beydağ’ın hemen üstünde; Yunan
işgali sırasında Aydın Dağları’nın iki yakası arasındaki Kuvayı Milliye güçlerinin
önemli geçiş yollarından birini oluşturan ve Kuvayı Milliye Yolu olarak da bilinen eski Nazilli dağ yolu
üzerinde yer alan şirin bir köy. Özellikle dikkat çeken nokta ise, köyün son
derece sulak ve yeşili yoğun bir görünüme sahip olması... Beyköy’den; benzersiz lezzetteki suyunu yol üstündeki çeşmelerden
doldurmadan gitmek olmaz. Bir de Küçük
Menderes Ovası’na ve ona yeniden hayat vermesi planlanan Beydağ Barajı’na hâkim bir sekide yer
alan kahvehanelerinde soluklanmadan olmaz. İşte Beyköy’de geçen zamanın kısa öyküsü budur.
Dağa Kaçtım gezginleri, Beydağ Beyköy'de; toplu halde...
Halıköy Cıva Madeni
Bugün göreceğimiz ikinci cıva madeni Beydağ-Mescitli
yolu üzerinde yer alan Halıköy girişinde
yer alıyordu. Aldığımız bilgilere göre cıva madeni kapanmıştı; Etibank’ın
özelleştirilmesi kapsamında satılan maden sahasının batısında kalan bir
bölgeden ise, bu kez antimuan madeni çıkarılıyordu. Eski terk edilmiş maden
yatağı, yine doğuda ve dağa yakın bir konumdaydı. Halıköy Mezarlığı’nın yanından ilerleyen bir patikayı takip ederek
terk edilmiş cıva madeninin yanına kadar ulaştık. Madenin bir alt düzleminde
odun kömürü yapılıyordu. Bu işle uğraşanların yaşadığı bir koloni oluşmuştu
madenin çevresinde. Zaten madene ait terk edilmiş eski binalar da birileri
tarafından beslenen çok sayıda inek için hayvan damları olarak kullanılmaktaydı.
Ortalık berbat durumdaydı; fazla oyalanmadan oradan uzaklaştık. Bu kötü
manzaralardan sonra, bugünkü cıva madeni turumuzun sonuna geldiğimizi
düşünmüştük. Ama vakit akşama yaklaştığında yeniden ulaştığımız Türkönü sırtlarında coğrafyanın bize
hazırladığı başka sürprizler vardı; hayatını cıva madenleriyle özdeşleştirmiş
bir İlkçağ kenti Neikaia gibi…
Halıköy madeninde şimdi odun kömürü üretiyorlar.
Halıköy cıva madeninin bugünkü hali; inekler için hayvan damı olarak kullanılıyor.
Haliköy cıva madeninin bulunduğu düzlemden, odun kömürü ocaklarına ve aşağıdaki özelleştirilen antimuan madenine bakış
Halıköy'den Beydağ'ın görünümü
Bir gençlik
hatırasının peşinde…
Halıköy’den ayrıldıktan sonra yazının başından beri söz ettiğimiz gruptaki
gezginlerden birinin, yaklaşık 40 yıl geride kalmış bir gençlik hatırasının
peşinden gittik. Anlattığına göre yaz aylarıydı. Zigoş göçmeni Adagideli bir arkadaşının evlerinde kalmışlardı. Adagide’den Küçük Menderes Ovası’nın içlerine doğru motosikletle tarlalar
arasından ilerleyen tozlu topraklı patikalarda yaptıkları yolculuklardan söz
ediyordu gezgin. Küçük Menderes’i
aşıyorlar, tepeliklerin eteğinde yer alan ve şimdi ismini hatırlayamadığı bir
küçük köye ulaşıyorlardı. Bu köyde bir başka arkadaşları öğretmendi. Bir iki
gece de onun yanında kalmışlar, hep beraber köyün sırtını dayadığı tepelikleri
aşarak “efsanevi” bir hipodroma ve eski mezarlara ulaşmışlardı. Bir de kayaya
oyulmuş bir koltuk formundan söz ediliyordu; hatta gezgin o kadar emindi ki;
üstüne bile oturmuştu. İşte Halıköy’den
ayrıldığımızda elimizdeki bütün veriler bu kadardı. Bir de Mescitli, Pirinççi ve Bıçakçı
köy isimlerini hatırlıyordu gezgin. Keşke hatırlamasaydı; çünkü ovaya doğru
gitmemiz gerekirken bu isimlerin peşinden Aydın
Dağları’nın eteklerine doğru tırmanmaya başlamıştık bile. İş bittiğinde
anladık ki, güneye değil, tam ters yöne kuzeye ve Bozdağlar’a doğru gitmeliydik.
Pirinççi sulama göleti
Adagide Cumhuriyet Mahallesi kahvehaneler...
Mescitli üzerinden Aydın Dağları’nın eteğindeki Pirinççi’ye varışımız, köyün girişindeki dağdan gelen bir dere
yatağının önünün kesilmesiyle oluşturulmuş Pirinççi
Göleti kıyısında köylülerle yaptığımız umutsuz konuşmalarımız, daha sonra
dağdan ümidimizi kesip Mescitli yol üstü
kahvehanesinden aldığımız bilgiler doğrultusunda hatıranın ilk başladığı yer
olan Adagide’ye doğru dönüşümüz.
Adagide; 40 yıllık dostluğun kesiştiği yer
Adagide; kahvehaneler...
Adagide’de Zigoşluların yoğun olarak yaşadığı yukarı mahalledeki meydanlıkta
yer alan bir kahvehanede şansımız döndü. Gezginin Adagide’de 40 yıl önce geldiğinde tanıştığı arkadaşlarından biri
karşımızdaydı. Şaşkınlık ve özlemin giderildiği o an çabuk geçti; karşılıklı
olarak 40 yıllık aralığın kısa bir özetinden sonra Dağa Kaçtım gezginleri adı belirsiz köyün ismini öğrenmişlerdi. O
köy, Bozdağlar’ın eteğinde Türkönü köyünün biraz kuzey batısında
yer alan Kışla köyüydü. Gezginin
Adagideli arkadaşı, 40 yıllık bir hikâyenin hatırasına; bizleri Küçük Menderes ırmağının değiştirilmiş
ve ıslah edilmiş yatağına kadar tozlu topraklı yollardan geçirerek bıraktı. Küçük Menderes üstündeki köprüde
Adagideli dostumuzla vedalaşarak ayrıldık. Bu noktadan sonra biz, zamanında Çakıcı Efe’nin başını ağrıtan
Çerkezlerin köyü Ertuğrul’dan geçerek
Türkönü’ne ve oradan da yaklaşık 2
km. kadar sonra Bozdağlar’ın
eteklerindeki Kışla köyüne ulaştık.
Gezgin, çok aradığı Kışla köyünde...
Kışla köyü ve Kamalı
Mustafa Efe
Kışla köyünün girişinde, eski ilkokul binası boş olsa da hala ayaktaydı.
Bunun dışında köyün camisi, eski bir su kuyusu ve köyün muhtarı da oradaydı. Adagide’den sonra şansımız dönmüştü.
Muhtara görmek istediklerimizi sorduk; o bize tepelikteki bir yatırdan söz
etti. Ona da bakarız dedik ve tepeliklere doğru ilerleyen bir patikaya vurduk
kendimizi.
Neikaia sırtlarından Kışla köyüne bakış
Bir dere yatağına paralel yükselen patikanın yakınlarında bulunan bir
kara servinin dibindeki yatırı hemen fark ettik. Her zaman olduğu gibi abartılı
boyutlarda yapılmış mezarının üstündeki kırılmış mermer taşta şu ifadeler
yazıyordu:
“Ben bir evliyayım yoktur dengim
Gece gündüz dolaşırım kırıldı
belim”
Bal Tokat
Gezginler, Kışla köyünün üstünde yer alan yatırın başında...
Bal Tokat Mevkii'nde kara servinin dibindeki eren mezarı
Tokat, Türkmen köylerinde; köylülerin önemli zamanlarda toplandığı yer
anlamındadır. Buralarda birlikte zaman geçirilir. Bazen yas tutulur, bazen
sevinçler paylaşılır. Bu anlamda Bal
Tokat ifadesi bize anlamlı geldi.(5)
Sanki büyük göçün sırlarını saklayan Batı Anadolu’daki bir başka noktaydı
burası…
Köylülerden öğrendiğimize göre Çavuşun
Mezarı olarak bilinen yatır, daha önceleri de dağlarda dolaşırken
rastladığımız Türkmen dedelerden birine ait gibi duruyor. Köyün tarihi ile
ilgili bir bilgiye de yine Ödemişli yerel tarihçi Halil Dural’ın Bize
Derler Çakırca isimli kitabında rastladık. Kışla köyü, Çakırcalı Mehmet
Efe’nin hasmı olan ve türkülere konu edilen meşhur Kamalı Zeybek’in doğduğu köy imiş. Kamalı Mustafa Efe, Kışla
köyünde 1876 yılında doğmuş. Bilindiği üzere erken gençlik yıllarında birlikte
bir hayat süren bu iki arkadaş, daha sonraları bir namus meselesi yüzünden
birbirine hasım olurlar. Sonunda Çakırcalı
Mehmet Efe, hasmı Kamalı Mustafa Efe’yi
1904 yılında Birgi’de Dede’nin
bahçesinde pusuya düşürerek öldürtür.
Çakırçalı Mehmet Efe, kayınbiraderi Çoban Mehmet ile; İzmir Hapishanesi'nden tahliye olduktan sonra bir İzmir fotoğrafçısında çektirdiği yegane fotoğrafında; ne yazık ki Kamalı Zeybek'e bu bile nasip olmamış. Çünkü onun hiç fotoğrafı yok.
Ödemişli rahmetli emekli öğretmen Halil
Dural, kitabında Çakırcalı Mehmet Efe
ile Kamalı Mustafa’nın hasım
olmalarının nedenini anlattıktan sonra Kamalı
Mustafa Efe’yi şu satırlarda övgü ile anıyor:
“Büyük
Çakırcalı Ahmet’i (Çakıcı’nın babası kast ediliyor) hükümet 1299’da (1883)
öldürdüğü zaman Çakırca’nın oğlu Mehmet’i önce Birgi’de Acemlerin evinde sonra
da Kamalı’nın babasının himayesinde görürüz. Bu iki çocuk, gerek çocukluk ve
gerekse gençlik hayatlarını bir arada geçirmişlerdir. Zaten Çakırca’nın köyü
olan Ayasuluk ile Kışla köylerinin arası iki kilometreyi geçmezdi. Koca Veli,
Çakırca’nın (Çakırcalı Ahmet kast
ediliyor) oğlunu düşmanları öldürmesinler diye onu himayesine de almıştı.
İki arkadaş on yedi yaşlarına bastıkları zaman yukarıda geçtiği üzere
Ayasuluk’ta Çakırın Mahmut’u beraberce öldürmüşlerdi. Beraber hovardalık
etmişler ve burada yazmayı istemediğimiz bir namus meselesinden dolayı da
araları açılmıştı. Gençlik bu ya; iki delikanlı birbirlerine kırılmışlar ve bir
daha buluşmamışlar, görüşmemişler ve birbirlerine hasım olmuşlardır.
Yeşilçam'da üç Kamalı Zeybek filmi çekilmiş; bu da onlardan birinin afişi...
(kaynak: http://www.tsa.org.tr/tr/film/filmgoster/6810/kamali-zeybek)
Kamalı
Mustafa, çok mert ve çok cesur bir delikanlıydı. Omzuna çiftesini asar, beline
de kamasını sokar, hayvanına bir heybe kıyılmış tütün basar; Ödemiş, Tire ve
Bayındır köylerini birer birer dolaşır, böylece maişetini (geçimini) temin ederdi. Çakırca da tütün kaçakçılığı yapardı.
Bunlar ayrı mıntıkada dolaşırlar, birbirlerinin üstüne varmazlardı. Her iki
delikanlı artık büyümüşler, evlenmişlerdi. Lakin Çakırca’nın oğlu (Çakırcalı Mehmet Efe kast ediliyor) hovardalığa devam ediyordu. Köy
düğünlerinde dolaşırken askerden kaçıp gelen Kışlalı Hacı Mustafa, aynı köyden
Piç Hasan oğlu ve yine aynı köyden Kör Hasan ve Kara Hasan’ı dost olarak
beraberinde bulundururdu. Kamalı Kışlalıdır, Çakırcalı oğlunun intihap ettiği
(çetesine aldığı) üç arkadaşı da Kışla köyündendir; bu da şayan-ı dikkattir.”(6)
19.yy.dan kalma bir fotoğraf: zeybekler, geleneksel kıyafetleri ve silahları ile birlikte...
Kamalı Mustafa Efe’nin Çakıcı’nın kızanlarından Hacı
Mustafa’nın(7)
kurşunlarıyla Birgi’deki ölümü sonrasında ardından şu türkü yakılır.
“Aradılar
buldular
Bahçevanda
vurdular
Uzun boylu
Kamalıyı
Kara yere
koydular
Bindim atın
kıçına
İndim İzmir
içine
Kamalı’nın
tasviri
Gitti Gavur
içine
Pencereden ay
doğdu
Ben sandım
sabah oldu
Kamalı’nın
ölümüne
Kuyucuoğlu
sebep oldu
Mustafa derler
adıma
Şeker uymaz
tadıma
Beni vuran bir
Hacı
Ermesin
muradına”(8)
Kara servinin altında yatan Türkmen ulusunu arkamızda bırakarak,
tepelere doğru yürüdük. Yükseldikçe, yürüdüğümüz toprağın altında yatan eski
bir kentin ilk emarelerini görmeye başlamıştık bile. Tabii ki çatı kiremitleri
ve diğer keramikler…
Gezginler, Neikaia sırtlarında topladıkları kekikleriyle birlikte...
Neikaia Antik Kenti
Yörenin tarihsel coğrafyası ile ilgili olarak Prof. Dr. Necla Arslan Sevin şu bilgileri veriyor:
“Eskiçağ’da, Lydia bölgesinin bugün
içinde İzmir’in Kiraz ve Beydağ ilçelerinin yer aldığı doğu kesimine, Kaystros
Irmağı’nın ana kaynağı Kilbos Çayı’nın (Kadın Deresi) adına istinaden Kilbiani
Ovası (Kilbianon pedion) denmekteydi (Strabon 13.4.13; ayrıca bkz. Sevin 2001:
180). Tmolos (Bozdağlar) ve Messogis (Aydın Dağları) arasında kalan bereketli
ova Kaystros (Küçük Menderes) Irmağı tarafından sulanıyordu. Roma İmparatorluk
Çağı’nda ova, Aşağı Kilbiani ve Yukarı Kilbiani olarak iki kısma ayrılıyordu ve
tümüyle Efes’in hinterlandı içindeydi. Tarihî coğrafya açısından yöre için
ayrıntılı bir çalışma yapılmamışsa da, topografik özellikler göz önüne
alınarak: Yukarı Kilbiani’nin bugün ovanın en doğu ucunda Kiraz ve Beydağ
ilçelerinin bulunduğu kesimi; Aşağı Kilbiani’nin ise batıda, Kurucaova ve
Türkönü köyleri ile Neikaia antik kentinin yayılım alanını kapsamış olması
mümkün görünmektedir. Yörede Neikaia dışında fazla gelişmiş bir kent yoktu ve
halk çoğunlukla aşiretler halinde yaşıyordu. İÖ.1.yüzyıldan itibaren Kilbiani
adı, buradaki kentlerle birlikte anılmaya başlamıştır. Özellikle Neikaia sikkelerinde
Kilbianon Neikaias (Kilboslular’ın Neikaia’sı) ifadesi görülür.”(9)
Neikaia'da bir kilise kalıntısı
Neikaia, üzerinde yerleştiği topografyanın kaderini paylaşmış yüzlerce yıl önce. Cıva madeni açısından zengin bu bölgeden İlkçağ’da cıva elde edildiği, bir liman kenti olan Ephesos üzerinden ise; başka pazarlara bu ürünün ulaştırıldığı anlaşılıyor.
Neikaia'da yeni açan bir yılan yastığı
Neikaia, İlkçağ’da Hypaipa (Günlüce
ya da Dadbey) ve Dioshieron (Birgi)
ile birlikte Küçük Menderes havzasında adına sikke bastıran üç kentten biri
olarak biliniyor.
“İÖ. 1. ile İS. 3.yüzyıllar arasında
basılan son derece kaliteli sikkelerin arka yüzünde sağlık tanrısı Asklepios
ile çoğu kez oğlu kabul edilen cüce Telesphoros ve sağlık ve temizlik tanrıçası
kızı Hygieia’nın resimleri bulunmaktadır. Hastalıktan kurtulma, nekahet, sağlık
ve hijyeni simgeleyen bu tanrı ve tanrıçalar, Neikaia’nın bir tür sağlık
merkezi (Asklepeion) olabileceğini işaret ediyor gibidir. Nitekim tıbbi ilaç
yapımının başlıca maddesi olan zencefre bu olasılığı güçlendirmektedir.”(9)
İS 2.yy. ait Neikaia sikkesi; ön yüzde İmparator Commodus, arka yüzde solda Sağlık Tanrısı Asklepios, sağda ise Sağlık ve Temizlik Tanrıçası kızı Hygieia; yılana sarılmış asalarıyla...
(Kaynak: http://www.wildwinds.com/coins/ric/commodus/_cilbiani_Imhoof_18.jpg)
Kilisenin doğuya bakan apsis duvarı
İlk tepeye ulaştığımızda hemen altımızda güney doğu yönünde Türkönü köyü uzanıyordu. Sabah ilk uğradığımız terk edilmiş cıva madeni ise Türkönü köyünden Kiraz yönüne doğru giderken biraz ilerimizdeydi. Demek ki, biz aslında cıva ya da zencefre yönünden zengin bir topografya üzerinde durmaktaydık.
Kilise çukurundan bir başka görünüm
Tepenin üzerinde biraz ilerleyince Türkönü
köyünün hemen üstüne denk gelen bir noktada ;eski yerleşim yıkıntıları, biraz
daha ileride ve tepenin arkasına denk gelen bir konumda eski bir kilise
kalıntısını andıran büyük bir çukura rastladık. Bize bunu düşündürten doğu
yönünde apsis izlenimi veren düzgün taşlarla örülmüş oval bir duvar parçasıydı.
Uzun kenarlarda da benzer duvar örgüleri izlenebiliyordu. Kilise çukuru
yaklaşık 20*40 metre boyutlarındaydı. Buradan kuzeye doğru yürüdük.
Tepedeki duvar kalıntısı
Duvara daha yakınlaştık.
Önümüzdeki tepeyi aşınca hemen arkadaki tepenin en yüksek noktasında ve
kuzey yönünde; son derece düzgün örgülü kalın bir duvar parçasıyla kendisini
gösteren büyük bir yapı kalıntısıyla karşılaştık. Sadece bu duvar parçasının
büyüklüğüne bakıldığında dahi bu yapının ne kadar muazzam büyüklükte olduğunu
kestirmek güç değildi. Gerçekten bu kent, çok sayıda ve yüksekliği 300-400
metre arasında değişen tepenin üstüne yayılmış olmalıydı. Çünkü bu tepeyi de
kuzey doğu yönünde aştığımızda karşımıza bir tiyatronun cavea boşluğuna çok
benzeyen ve ovaya doğru güney doğu yönünde alçalan düzgün bir sırt ile
karşılaştık. Tiyatronun sahne yapısına ve orkestranın yer aldığı alana dair
arazide herhangi bir iz yoktu. Bu da her şeyin toprak altında olduğunun bir
göstergesiydi. Cavea boşluğundan, tiyatronun yaklaşık 5.000 kişilik olabileceği
öngörüsünde bulunduk.
Neikaia'nın tiyatrosunun caveası
Tiyatronun en üst düzleminden görülebilen kuyulu yapı kalıntısı
Tiyatronun en üst sıralarının hemen üstünden, taş örgülü bir yol
önümüzdeki sırta doğru gidiyordu. Bu yolun kaybolduğu noktada ise kısmen
tonozlu bir yapı ve dairesel kesitli ve taş örgülü; yaklaşık 15 metre
derinliğinde bir kuyu ile karşılaştık. Bu kuyunun arkasında ise sarnıca benzer;
dikdörtgen formlu ve iç duvarları taş örgülü bir çukur vardı. Yolu, taş örgülü
kuyuyu ve onun arkasında yer alan çukuru birlikte düşündüğümüzde bunun bir su
yapısı olabileceği düşüncesi aklımıza geldi. Ancak daha sonra bu yazıda da
alıntı yaparak yararlandığımız Prof. Dr.
Necla Arslan Sevin’in makalesinde bu yapıdan eski bir kilise kalıntısı
olarak söz edildiğini gördük. Her şeyin toprak altında olduğu bir kentten söz
ediyoruz; bu anlamda kesin yargılarda bulunmak elbette hatalı olur; ancak yine
de bizim kanaatimiz, kuyulu bu yapının bir kilise kalıntısını pek andırmadığı
yönündedir.
Kuyunun üstünde yer alan tonoz örgülü yapı kalıntısı
Taş örgülü dairesel kesitli kuyu duvarı
Kuyunun ardında yer alan dikdörtgen formatlı sarnıcı andıran çukur
Çukura bir başka açıdan bakış
Tiyatronun üst sınırı boyunca kuyuya dek uzanan taş yol; bize göre su kanalı olabilir.
Biz o tepeden bu tepeye doğru yürürken ve yapı kalıntılarını anlamlandırmaya
çalışırken vakit epey ilerlemişti. İlkçağ maden girişlerini, kaya mezarlarını
ve bizim gezginin “efsanevi” hipodromunu ne yazık ki görememiştik. İçimiz bu
yönlerden azıcık buruk da olsa, en azından sabahtan beri cıva temalı bir
başlangıcı günün sonunda anlamlı bir sonla birleştirmemiz bize huzur vermişti. Neikaia
Antik Kenti, cıva ile anlam kazanmış,
cıvayı sağaltım esaslı kullanan ve onu ihraç edecek kadar ciddi boyutta bir
ekonomik değere dönüştürebilmiş bir sağlık kentiydi aynı zamanda. Bunu da İlkçağ’da
adına bastırdığı sikkelere dek yansıtmıştı Neikaia
kenti.
Gezginler, dönüş yolunda...
Dağa Kaçtım gezginleri, Neikaia dönüşünde; Kışla köyünde terk edilmiş eski bir evin önünde günün yorgunluğunu çıkarırken...
Bundan ötesi; binlerce yıl sonra bu toprakları yurt edinmiş mirasçıların
bu kültürel değerlere ve insanlığın ortak mirası olan bu eşsiz hikâyeye sahip
çıkmaları; toprağın altında gömülü vaziyette yüzlerce yıldır uykuya dalmış bu
kentin üstüne çöp depolama tesisi gibi akıl dışı projelerle tuğ dikmeye
çalışanlara karşı çıkmak olmalıdır. Ayrıca bir de tepeler üzerinde dolaşırken
gördüğümüz defineci tayfasının açtığı hazin çukurları da eklemeliyiz bütün
bunlara. Bu aklı evvel zevatın insanlığın ortak mirasına karşı acımasızca
giriştiği katliamlara devletin sorumlu makamları da sessiz kalmamalı ve bu
değerli kültür varlıklarını korumak ve bizden sonraki kuşaklara sağ salim
ulaşmasını sağlamak için sağlam temelli yaklaşımlar geliştirmelidir. Çünkü zararın neresinden dönülürse kârdır.
Dipnotlar
(1) Prof.Dr.
Necla Arslan Sevin; Antik çağ ve sonrasında cıva ve zencefre kullanımı ve
Neiakai kenti; Arkeolojiyle
Geçen Bir Yaşam İçin Yazılar; Veli Sevin’e Armağan; Scripta; Ege Yayınları;
2014; sayfa:365-373; ya da bkz. https://www.academia.edu/8752905/Antik_%C3%87a%C4%9F_Ve_Sonras%C4%B1nda_C%C4%B1va-Zencefre_Kullan%C4%B1m%C4%B1_ve_Neikaia_Kenti_The_Use_of_Mercury_Cinnabar_in_Antiquity_and_After_and_the_City_of_Neikaia
(2) Maden Yük. Müh. Kıraç Ali Bekişoğlu; Türkiye cıva yatakları ve bunların ekonomik önemi; Mayıs-1968; bkz.
http://www.maden.org.tr/resimler/ekler/443.pdf
(3) Nuri Killigil için bkz. http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-yalcin/bir-unu%c2%adtu%c2%adlan-isim-nuri-killigil-1220687/
(4) Maden Yük. Müh. Kıraç Ali Bekişoğlu; a.g.m.; sayfa:29
(5) Tire’nin Peşrefli köyünde Tokat diye bilinen mevkide; yaklaşık
700 yıllık bir kara servinin dibinde bir Türkmen ulusunun mezarı vardır. Pir
Veli Beşe olarak bilinen bu Türkmen önderinin mezarının başında yüzlerce yıldır
Peşrefli köylüleri yağmur duaları ve şükür yemekleri düzenlemektedir. Burası,
Türkmenlerin toplanma ve birlikte acıyı ve sevinci paylaşma mekânlarıdır. Konu
ile ilgili olarak bkz. http://dagakactim.blogspot.com/2014/03/pir-veli-bese-icin-pesrefliden.html
(6) Halil Dural, Bize Derler Çakırca; 19. Ve 20. Yüzyılda Ege’de Efeler; Yayına Haırlayan: Sabri Yetkin; Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 1999; sayfa: 156
(7) Hacı Mustafa, Çakırcalı Mehmet
Efe’nin baş kızanlarındandır. Çakırcalı Mehmet Efe, Karıncalı Dağ’da 1911’de öldürüldükten
sonra, ikiye bölünen çetenin bir kolunu sürdürür. Ancak, sonunda; o da Kamalı Mustafa Efe’nin kızanlarından Küçük
Mehmet’in kurşunlarıyla Bozdağ’ın Çavdar yaylası yolunda kurulan bir pusuda vurularak öldürülür.
(8) Halil Dural, a.g.e.; sayfa: 170-171
(9) Prof.Dr.
Necla Arslan Sevin; a.g.m;
sayfa:365-373
(10) Fotoğraflar yazıda
belirtilenler dışında gezi sırasında MYC/İF tarafından çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Merhaba Dağa kaçtım yöneticileri sizleri taktir ediyor yaptığınız çalışmaları sevgi ve hayranlıkla takip ediyorum.sizlerin bu değerli çalışmalarınızı Ödemiş'liler kapalı gurubunda paylaşmak istiyorum.sizlere enderin sevgi ve saygılarımla çalışmalarınızın devam etmesini temenni ediyorum.Ödemiş BezdeĞümeli Mehmet Emin SEZEN
YanıtlaSilDeğerli takipçimiz,ilginize teşekkür ederiz. Tabii ki paylaşabilirsiniz. Amacımız zaten yazdıklarımızı paylaşmak... Bu anlamda katkılarınız için teşekkür ederiz. İF
YanıtlaSil