17 Kasım 2017
İbrahim Fidanoğlu
Bugün İzmir’in en batıdaki kıyı kasabalarından Urla ve Çeşme arasında
bir yerde bulunan Birgi ve Nohutalan köyleri civarında; zeytinler
ve kızılçamlarla kaplı bir topografyada yürüdük. Yazın bitişi ile birlikte el
ayak çekilmişti buralardan… Nohutalan
düzlüğündeki kavun hasadı bitmiş; her iki köy de sonbaharın dinginliğinde;
sonsuz bir sessizliğe gömülmüştü sanki. Sağdan soldan gelen zeytin silkme
seslerinden gayri ovada ve dağda pek çıt çıkmaz haldeydi. Sabahın erken
saatlerinde İzmir-Çeşme otoyolunu kullanarak, Zeytinler üzerinden; bu ruh hali içindeki topraklara usulca
yanaştık.
Birgi'de bir sonbahar sabahında...
Birgi köyünün camisi
Birgi’de sabah
Köyün kuzey çıkışında yer alan bir tepenin üstündeki yıkık yel değirmeni
kulelerinden mi ismini aldı bilinmez, ama Birgi;
Yunancada kule ya da kale anlamına gelen prygos
sözcüğünden bozunarak dilimize girmiş olmalı. Birgi’de de Değirmen Dağı
adı verilen kuzeydeki alçak bir tepenin üzerinde bu yel değirmenlerinden üç
tanesinin yıkıntıları yer alıyor. Köye sabahın erken saatlerinde Birgi Camisi
yönünden girişimiz sırasında da arka planda ilk fark edilen yapılardan birisi
bu yel değirmenlerinden en iyi durumda olanı idi. Köy derin bir uykudaydı
sanki. Issızlığın ortasında; köyün camisinin önündeki alanda yaprakları
sararmış bir incirin altına arabamızı bıraktık.
Değirmen Dağı'nda yıkık yel değirmenlerinden biri bize göz kırptı önce.
Sonra sararmış incir yaprakları...
Birgi köy meydanında yer alan ve kemerli taş kapısı ile dikkatimizi çeken yapı
Köyün meydanı diyebileceğimiz ve üç sokağın birleşimiyle hayat bulmuş
meydanlıktan yukarı doğru çıkarken, hemen soldaki eski yapının taştan kemerli
kapısı ve birinci katının sokağa bakan tek penceresi dikkat çekiciydi. 19.yy.ın
Rum nüfusunun izlerini saklar gibi geldi bize. Sokağın yukarılara tırmanan
ucundaki restorasyon görmüş taş yapı da özellikli bir başka binaydı. Ama
sakinleri yoktu içinde; çünkü yaz bitmiş ve buralar terk edilmişti. Zaten köyün
de sakinleri, çoğunlukla dışarıda çalışıp emekli olmuş köyün eski yerlileri,
birkaç şehir kaçkını ve yaşlılardı. Ama bir de korunaklı alanların içinde; alımlı
yapılarla donatılmış gösterişli çiftlikler vardı köyde. Bunların örneklerine Nohutalan köyüne doğru yürüyüşümüzün
başlangıcını oluşturan Çakalyuvası Tepesi’nin
güneyinde yer alan Burgaz Deresi
boyunca ve Nohutalan’dan dönüş
esnasında Altıparmak Tepesi’nin güney
eteklerini sınırlayan zeytinlikler arasından yürürken rastladık.
Kuytularda arayın bizi diye fısıldar siklamenler...
Birgi'den kuzey yönünde çıkarken...
Patika kıyısında çiftlikler; arkada Değirmen Dağı ve yel değirmenleri...
Birgi, konum itibariyle İzmir-Çeşme yoluna yakın bir konumda ve batıda Nohutalan, güneyde Uzunkuyu ve Zeytinler
köyleri ile kuzeydoğuda Barbaros köyü
arasında yer alıyor. Köyü kuzey yönünden sınırlayan Burgaz Deresi ile doğudan sınırlayan Kocadere, Barbaros köyü
ile birlikte kullanılan ve yaz sıcaklarında kızılçamlar altında bir konfor
alanına dönüşmüş Kocagöl’ün de en
önemli beslenme kaynaklarından olsa gerek. Her ne kadar her ikisi de şu anda
dirhem su içermese de; bir sel yatağı görünümüyle yağmur sularını göle doğru
yönlendirmesi bile bu işlevi yerine getirmeleri açısından önem taşıyor.
Kocagöl'de ördekler
Kocagöl kıyısında sonbaharın renkleri; pirenler
Burgaz Deresi yoluyla
Nohutalan’a doğru
Burgaz dere yatağından batıya doğru tatlı bir eğimle yükselen tepelere
doğru yürüdük. Kızılçamlarla zeytinler birbirinden belli belirsiz çizgilerle
ayrılıyordu düzlüklerde. Zeytin silken köylülerin çıkardığı çırpma sesleri,
çiftliklerdeki köpeklerin seslerine karıştı. Köpeklerin havlaması kızılçamların
arasında kayboldu gitti az sonra. Bu yıl yağışların son derece az olması
nedeniyle zeytinler fazla büyümemişti. Kadınlı erkekli köylüler “kara altın”ın
peşinde yere dökülen zeytinleri bir bir toplama derdindeydiler.
Birgi-Nohutalan yürüyüş rotası; 10 km. (harita için tıklayınız)
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)
Gezginler, zeytin ağaçları arasında...
Zeytinliklerden kızılçamlara geçerken...
Birgi yönünden geldiğimiz vadi; hava biraz puslu...
İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin Rotamız
Yarımada projesi kapsamında kızılçamların gövdelerine ve yerdeki iri
kayaların üstüne konulmuş kırmızı-beyaz çizgili işaretler rotamızı kolaylıkla
izlememize yardımcı oldular. Zaman zaman daralan patika, kızılçamların
arasından bizi eski bir su deposunun bulunduğu yaklaşık 250 metre rakımlı
tepeye ulaştırdı. Batıya doğru biraz daha yürüyünce Nohutalan köyünün konumlandığı tepe görüş alanımız içine girdi.
Tepeden Nohutalan yoluna inerken...
Tepenin eteklerinde taş duvarlarla koruma altına alınmış büyük bir
zeytin çiftliği, ona kadar ulaşan ve Nohutalan
köyünden gelen dar bir asfalt ve ufuk çizgimizde Nohutalan'ın bir tepenin üzerine konumlanmış son evleri vardı. Tepeden aşağıya; bizi Nohutalan köyüne doğru ulaştıracak
asfaltın kıyısına kadar indik.
Nohutalan köyü; eski
küllenmiş hikâyeler
Nohutalan köyü yaklaşık 200 metre yüksekliğinde bir tepenin çevresine kurulmuş. Köy
çoğunlukla Boşnak kökenli vatandaşlarımızın yaşadığı küçük bir yerleşim olarak
dikkat çekiyor. Köyde konuştuğumuz köylüler, dedelerinin Balkan Savaşı
sırasında bu topraklara geldiklerini, geçim derdi ile gençlerin çoğunun şehre
göç ettiğini, emeklilik döneminde ise yine köylerine doğru bir dönüş eğiliminin
olduğunu anlattılar. Köyde dolaşırken Birgi’dekine
benzer bir sessizlik vardı sokaklarda.
Nohutalan köyü
Yazın susuz yetiştirilen meşhur Çeşme kavununun ekildiği düzlüklere
bakan bir sekide İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin yaptırttığı bir köy pazarı ve
sergi alanı yer alıyor. Öğrendiğimize göre her yıl yaz aylarında yılda bu mekânda
kavun festivali düzenleniyormuş. Bu sekinin üstünde yer alan köyün camisi ve
tepeye doğru birbirine paralel uzanan birkaç sokağın iki yanına saçılmış köyün
evleri Nohutalan’daki bugünkü yaşam
mekânlarını oluşturuyor. Köy, ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılıkla geçimini
sağlıyor. Birgi’de gördüğümüze benzer
şekilde köyün çevresindeki arazilere yayılmış iri ölçekli tarımsal çiftlikler
de dikkat çekiyor. Köyün en önemli tarımsal ürünleri ise, köye adını veren nohut ve lezzeti tartışılmaz Çeşme kavunu…
Nohutalan'ın ıssız sokakları
Ama bizim açımızdan köyün esas dikkat çeken bölümü ise, tepenin
yukarılarına doğru yüründüğünde fark edilen; 19.yy.dan kalma bir hayalet
yerleşimin yıkıntıları… Bugün daha çok köydeki büyük ve küçükbaş hayvancılığa
mekân olmuş alanın modern köyle kesişim çizgisinde yer alan ve çatı örtüsü
tamamen yok olmuş yıkık dökük bir taş yapı oldukça dikkat çekici. Köylülerin de
onayladığı gibi bu ağlayan yapı, köyün Rumlardan kalma kilisesi; Nohutalan Kilisesi…
Gezginlerin Nohutalan Kilisesi ile ilk karşılaşma anı
Köylülerden öğrendiğimize göre; Rumlar, 1924 yılındaki Nüfus Mübadelesi sonrasında bu
topraklardan ayrıldıktan sonra bu yapı; bir süre köyün camisi, daha sonraları
köyün ilkokulu olarak hizmet vermiş. Kilise, metruk hale gelmeden önce en son
kahvehane olarak kullanılmış. Dirençli yapı, zamanın ve insanın bütün
yıpratıcılığına karşın hala yan duvarları ve ön cephesiyle ayakta durmaya
çalışıyor besbelli.
Nohutalan Kilisesi; doğu ve kuzey cepheleri...
Kilise, kesme ve moloz taş kullanılarak ve bir köy kilisesi özelliğini
taşıyacak boyutta tek hollü olarak inşa edilmiş. Ön cephesinde kemerli tek
kapısı ve iki penceresi dikkat çekiyor. Pencerelerinde demir parmaklıklar halen
mevcut halde… Bu da aslında yapının 70’li yıllara kadar kullanılmış olması
nedeniyle korunduğunu ve esas tahribatın; yapının kaderine terk edilmesi
sonrasında yakın zamanda yoğunlaştığını gösteriyor.
Kilisenin içinin bugünkü hali
Kilisenin doğuya bakan apsisi yok olmuş; doğuya sonradan moloz taşlarla
düz bir duvar örülmüş. Oldukça yüksek duvarlarıyla dikkat çeken kilisenin
nihayetinde bugünkü hali hiç de iç açıcı değil ve insanı fazlasıyla
hüzünlendiriyor. Giriş kapısı önüne konulmuş kocaman bir demir kapı iyi
fotoğraf alamamamıza neden olsa da kilisenin kapısının önünü bir miktar
kapatmış olmasıyla da belki daha çok zarar görmesini önlüyor.
Nohutalan Kilisesi'nin batı ya da ön cephesi
Kilisenin doğuya bakan arka yüzünde yer alan kemerli bölüm orijinal
halinde farklı olmalı. Arkada sanki başka bir eklenti varmış gibi duruyor.
Ancak apsis alanını da düşündüğümüzde bu bölümün oldukça değiştirilmiş ve daha
sonradan da yıkılmış olduğu görülüyor.
Nohutalan Kilisesi; doğudan bakış
Yunan yazar Dr. Georigos Nakracas’ın
Anadolu ve Rum Göçmenleri Kökeni
isimli kitabında Çeşme civarında
19.yy.da yaşayan Rumlarla ilgili şu bilgiler aktarılıyor:
“Ortodoks Hıristiyanlar, Anadolu’ya göç etmezden önce Çeşme (Krini) kazası bölgesinin nüfusu tümüyle Müslümandı. Bunu, 1670’de Çeşme’nin katışıksız bir Türk bölgesi
olduğunu yazan Evliya Çelebi’den de
öğreniyoruz. Bu demografik gerçek, neredeyse 18.yy.ın başlarına dek değişmedi.
Daha sonraları Çeşme kazasında
Ortodoks toplulukların birikimi öylesi bir yoğunluk kazandı ki, Sotiriadis (yazarın demografik verileri
sağladığı kaynaklardan birincisi-İF), 1912’de oradaki 59.039 kişilik toplam
nüfus içinde Hellen sayısını 50.709 olarak göstermektedir. Bu Hellenler,
nüfusun % 86’sını oluşturuyorlardı.
Anagnostopulu (yazarın demografik verileri sağladığı diğer kaynak-İF), yukarıda sözü
edilen demografik verileri kabul etmeyerek, o dönemde Çeşme (Krini) kazasında Sotiriadis’in
bize bildirdiği sayıdan 8.849 daha az Rum yaşadığını yazmaktadır. Kesin olarak;
yazar, Rum sayısını 50.079 yerine 41.860 olarak göstermektedir. Bunlardan 15.000
kişisi 3.000 Türkle birlikte Çeşme
(Krini) kentinde yaşıyordu. Rumca konuşan Hıristiyanlar, Ege adalarından
gelerek, Çeşme kentine daha eskiden
mali göçmen olarak yerleşmişlerdi. Çeşme’ye
en yoğun Hellen göçü, 19.yy. başlarından sonra gerçekleşti. Bu göçmenler,
çeşitli kent mesleklerinde çalışıyorlardı ve denizciydiler.
Aynı yazara göre; kazanın taşra kesiminde salt Rumca konuşan nüfusu olan
şu dört kasaba ve köy vardı: 15.000 Rum sakini olan Alaçatı, 6.000 sakini olan Kato
Panaya (Çiftlikköy), 3.000 sakini olan Reisdere
ve 1.535 sakini olan Litri (Palies
Eritres, Ildırı). Bu Rumlar özellikle adalardan gelmişlerdi. Geriye kalan
köylerde az sayıda Rumca konulan Hıristiyanlar vardı; onların nereden
geldikleri konusunda bibliyografik bilgiler bulunmamaktadır. Bu köyler
şunlardı: Agrelya, Pirgi, Arıca, Çuralanı, Nohutalanı, Uzunkoyun (Uzunkuyu olmalı-İF) ve Kemer Yaylası. Başka kaynaklara göre son
beş köyün nüfusu Türktü.”(1)
Nohutalan köyüne Rum mahallesinin yıkıntılarından bakış
Kilisenin büyüklüğünden ve yukarıda aktarılanlardan çıkardığımız sonuç; Nohutalan’ın Türk ve Rumlardan oluşmuş
karışık bir yerleşim olduğu, tepedeki şimdi yıkık durumdaki mahallede Rumların
oturduğu, Balkan Savaşı sonrasındaki
göçlerle demografinin Boşnak kökenlilerle daha da zenginleştiği; ama Küçük Asya Felaketi ile sonlanan Batı
Anadolu’daki Yunan işgalinin ise bu nüfus hareketlerine acılı bir son
hazırladığı yönünde…
Nohutalan düzlüklerinde deliceden aşılanmış bir zeytinlik
Köydeki sessizlik, kilisenin yıkıntıları arasında dolaşan hüzne karıştı.
Birkaç köpek havlaması; uzaklardan seslenen bir annenin haykırışı ve daha
söylenmeyenler… Köyden ayrılma zamanıydı; beynimizde mırıldanan üstü küllenmiş;
eski bir Rebet; sokak arasında
rastladığımız birkaç köylüyle vedalaşarak Nohutalan’dan
ayrıldık.
Yunan "diva"larından biri Eleni Vitali'nin yorumuyla
ΤΟ ΔΙΧΤΥ ya da To Dihti
ΤΟ ΔΙΧΤΥ ya da To Dihti
(Youtube'dan alınmıştır.)
1983 yılı tarihli Costas Ferris’in
başyapıtı Rembetiko filminde yer alan
bu şarkının söz ve müzikleri Stavros
Xarchakos’a ait…
“Düşersen tuzağa kendin
bulacaksın başının çaresini”
Küçük Asya Felaketi’nin bir muhasebesini yapar gibi sanki…
Ağ anlamına gelen şarkının sözlerinin Türkçe’deki karşılığı ise şöyle:
“Hayatta yeni bir kapı
açtığın zaman
Gece yarısının gelmesini
bekleme
Bütün gün gözlerini açık
tut
Her zaman senden önce
bir tuzak olmuştur
Eğer tuzağa düşersen
Seni kimsenin
kurtarmayacağından emin ol
Çıkışı kendi başına bul
Ve şansın varsa
Yeni bir başlangıç
yaparsın
Bu tuzak büyük önemi
olan isimler barındırıyor
Yazılmış ve binlerce
kilitle mühürlenmiş
Bazıları buna
"cehennemin aldatmacası" der
Bazılarıysa sadece
"ilkbaharda aşk"
Eğer tuzağa düşersen
Seni kimsenin
kurtarmayacağından emin ol
Çıkışı kendi başına bul
Ve şansın varsa
Yeni bir başlangıç
yaparsın”
(Çeviri için kaynak: ekşi sözlük)
Kavaklar arasından Birgi'ye bakış
Birgi kuyuları bizi bekler.
Birgi’ye dönüş
Kısa sürede ulaştığımız İzmir-Çeşme asfaltına çıkmadan Altıparmak Tepesi’nin etekleri boyunca
kızılçamların içinden yürüyerek ve 1960’lı yılların başında Uzunkuyu’dan geçen eski Çeşme yolunun da
izini sürerek Birgi’nin güneyindeki
zeytinliklere dek ulaştık. Bağlar ve zeytinlikler arasından ilerleyen konforlu
bir şose yol, bizi yüzyıllardır Birgi
köy asfaltının başında bekleşen su kuyularına taşıdı. Kızarmış melengeç
meyveleri hiç bu kadar lezzetli gelmemişti; oldukça da iriydiler. Ya o
sonbaharın renkleri; sarı sarı incir ve dut yaprakları, kırmızıya dönmüş
asmalar, rüzgârla birlikte salınarak usul usul toprağa düştüler. Sesler
azalırken renklerin cümbüşü hızla çoğalır sonbahar boyunca. Sanki doğa;
sonbaharda bütün sesleri yutan koca bir kara delik gibidir. Ama renkler, öyle
midir ya? Her rengin her tonundan binlerce seçeneği cömertçe sunar doğa; görmek
isteyenlere.
Gezginler, Uzunkuyu'dan geçen eski Çeşme yolunun kopan parçaları üzerinde...
Birgi'ye doğru konforlu şose
Sonbaharın sarı-kırmızı renkleri arasında Birgi'nin "asma bahçeleri"
Kıpkırmızı melengeçler
Birgi'de Sonbahar...
Öğleyi biraz geçkindi zaman. Yaklaşık 10 km kadar yürümüş ve
başladığımız noktaya; Birgi köy meydanına ulşamıştık. Şimdi yemek zamanıydı.
Hedefimiz; Kocagöl’de suyun
kıyısındaki kayalıkların üzerinde yemeğimizi yemekti. Şimdilerde kıyısında bir
kır lokantasının da bulunduğu Kocagöl’de
su seviyesi yağışların azlığı nedeniyle oldukça düşüktü. Bunun en güzel kanıtı
ise, göl kıyısındaki hayıtların üzerindeki suyun terk ettiği iziydi. Sudaki
ördeklerle yediklerimizi paylaşarak, güneşe karşı yemek molamızı tamamladık.
Kocagöl kıyısında öğle misafirleri
Kocagöl kıyısında; yemeğimizi ördeklerle paylaştığımızın resmidir.
Barbaros Ovası’na gelip de kavun almadan olmazdı. Her ne kadar kavun hasadı çoktan
bittiyse de yol üstündeki satıcılarda hala Çeşme kavunu vardı. Bu yılın son kavunlarını
“heybemize” doldurarak Uzunkuyu’da ulu
çınarın altındaki yol üstü kahvehanesine uğradık. Tanıdık kahveci ile eski
Çeşme sohbeti eşliğinde içtiğimiz yorgunluk kahvelerinin lezzeti bir başkaydı
doğrusu.
Uzunkuyu Çınaraltı Kahvehanesi'ndeyiz.
Akşama doğru Urla İskelesi
Urla İskelesi; deniz kıyısında bir an...
Urla İskelesi; akşama yağmur alametleri...
Artık gitme zamanıydı. Gün boyu Barbaros
Ovası’nda; Birgi ve Nohutalan köyleri arasında dolaşmış; bu
topraklarda bir zamanlar yaşanmış hatıralara bir göz atmış, Uzunkuyu’da ve en son Urla İskelesi’nde küçük avareliklerle
şımartmıştık kendimizi. Biraz eskiye dair hüzün, ama doğada geçirilmiş bir
günün hoş kazanımlarıyla yüklenmiş olarak; hafta sonuna bağlanan zorlu bir
akşam trafiğinde şehrin kalbine doğru yola çıktık.
Dipnotlar:
(1) Dr. Georgios Nakracas, Anadolu ve Rum
Göçmenleri Kökeni, 1922 Emperyalist Yunan Politikası ve Anadolu
Felaketi, Yunancadan Çeviren: İbram Onsunoğlu; Belge Yayınları, Şubat-2003;
sayfa: 96-97
(2) Yazıda belirtilenler dışındaki fotoğraflar, gezi
sırasında M. Yavuzcezzar tarafından çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder