13 Kasım 2013 Çarşamba

ÖZBEKİSTAN NOTLARI-1



ÖZBEKİSTAN’A MERHABA
“BAŞKENT” TAŞKENT

29 Ağustos-7 Eylül 2013
İbrahim Fidanoğlu

Genel

Şaman Türklerin Müslüman Araplarla karşılaştığı ve bugünkü kaderimizi belirleyen tarihsel olayların geçtiği Maveraünnehir yada “suyun ötesi” olarak adlandırabileceğimiz Özbekistan coğrafyasına doğru yola çıkarken, İstanbul Atatürk Havalimanı’nda Özbekistan Hava Yolları kontuarında ilk izlenimlerimiz oluşmaya başlamıştı bile.

 Taşkent Çarşu Pazarı'da ilk karşılama; Doğu'ya merhaba

Koli bantlarıyla çepeçevre sarılmış, muhtelif büyüklükte ve belli bir standarda uymadan paketlenmiş havaleli bagajları; hafiften çekik gözlü, elmacık kemikleri çıkık, kısmen basık yüzlü, geniş alınlı ve pür telaş içinde kendilerine yer açmaya çalışan, bireysel yük sınırını aşmış Laleli menşeli bagajlarını bir şekilde “memlekete” ulaştırma çabası içindeki Özbekler sarmıştı her yanımızı. Kontuara ulaşmak için Özbeklerle göğüs göğüse verdiğimiz mücadeleyi, grup check-in yaptırma aşamasında aşabildik.

Özbekistan'da eskinin üstüne kurulmaya çalışılan yeni düzeni anlatıyor sanki 

1991 yılından itibaren hayata geçirilen “mustakillik” sürecinde; Özbekistan halkının yeniden inşa edilmeye çalışılan yeni düzenin gerçekleriyle yüz yüze kalmasıyla birlikte, yaklaşık 10 milyon Özbek kaderini bir şekilde yurt dışında arama yolunu seçmiş durumda. Bizim de havaalanında tanıklık ettiğimiz yukarıdaki manzara da bunun günlük hayata yansımasından başka bir şey değil aslında. İnsanlar kendi dertlerine düşmüş durumdalar; şimdi onlar, daha iyi bir hayat ve kaybettikleri güvencelerini arıyorlar yurtlarından uzakta.

 Taşkent Tarih Müzesi-ön cephe

İstanbul’dan havalanan Özbekistan Hava Yolları’na ait uçağımız yaklaşık dört buçuk saatlik bir yolculuk sonrası Özbekistan’ın başkenti Taşkent’in modern havaalanına akşamüstüne doğru indi. Arada Türkiye ile iki saatlik bir saat farkı da bulunan Özbekistan’da gün tükenmek üzereydi. Taşkent’in önde gelen otellerinden Dedeman Otel’e yerleşmek üzere havaalanından ayrıldık. Taşkent’in merkezinde yer alan otelimize doğru ilerlerken karşılaştığımız kentin son derece geniş caddeleri, yayalar için düzenlenmiş geniş kaldırımlar, ortada neredeyse birer park işlevi görebilecek denli genişlikteki yemyeşil refüjleri ve sakin akan araç trafiği, ülkenin geride bıraktığı “eski düzen”in olumlu mirasını bize yansıtır gibiydi.

Dedeman Oteli yakınlarında geniş kaldırımlar ve yeşil alanlar

21.yy.da giderek dünyanın yeni jeostratejik merkezi haline geleceği anlaşılan Orta Asya’nın göbeğindeki Özbekistan, tarihsel köklerimizin bulunduğu Maveraünnehir havzasında yer alıyor. Yaklaşık 447.000 km2 yüzölçümü ve 30 milyonluk nüfusuyla Özbekistan, tarihi İpek Yolu üzerinde olmaktan kaynaklanan stratejik önemi sayesinde, tarih boyunca geçişken bir coğrafyada yaşamanın nimeti ve külfetini birlikte yaşamış hep. Birbirine yakın yada komşu konumdaki kadim kültürlerin etkileşimi altında ve bir o kadar da geçişkenlik üzerinden bu topraklara uğrayan kavimlerin bıraktığı kültürel izler üzerinden yüründüğünde; modern Özbekistan bugün itibariyle bile bu kültürler arası bileşimin ip uçlarını hala taşımakta.

 Taşkent caddelerinde geniş kaldırımlar üzerinde yürüyoruz

Ancak yakın tarihinde; dünyada küresel düzeyde ortaya çıkan büyük ekonomik-politik değişikliklerin bu coğrafyadaki yansımaları sonucu 1991 yılında “eski düzen”e veda ederek ulusal ekonominin tuğlalarını üst üste koymaya başlamış Özbekistan. Sosyalist sistemin pamuğa dayalı tek tip tarım ekonomisinden dünya ekonomik sistemi içinde yer alma ve hayatiyetini sürdürme çizgisine taşınması gibi bir misyonla yüklü Özbekistan Yönetimi, bağımsızlık sonrasındaki 22 yıllık pratikleri ile buna ne kadar yaklaşabildiler; şimdilik o bayağı tartışmalı.

 Taşkent'te Ali Şir Nevai Tiyatrosu'na nazır havuzlu bir parktayız

Ortalama aylık ücretin 30-100 Amerikan Doları civarında değiştiği Özbekistan’da ilk bakışta demokratik düzenin tüm organları tesis edilmiş. Ancak; ülkede biraz zaman geçirdikçe ve olana bitene biraz kulak verdikçe, bunların hemen hemen tümünün içselleştirilememiş ve eğreti kalan uygulamalar olduğu anlaşılıyor.

Taşkent'in içinden akan "anhor"lardan biri; yine ağaçlar altındayız

Açıkçası; Rusya’nın derin nüfuzu altında; 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelerin vurulması sonrasında Orta Asya’ya yönelen Amerikan stratejilerine kayıtsız kalamayan ve karşılığında Afganistan’ın işgali sırasında kullanılan bir de askeri üs veren Özbekistan, daha sonraki yıllarda kendi ekseninde gelişen darbe girişimleri sonrası yeniden Rusya’nın etkisi altında yaşamaya karar kılmış gibi görünüyor.

 Taşkent'te ilk gün öğle yemeği yediğimiz, anhor kıyısındaki revaklı restoran



Sosyalist dönemde merkeziyetçi ekonomik politikaların belirleyiciliğinde pamuk üretimine mahkûm edilen ülke ekonomisi, üretimin maksimizasyonu çerçevesinde giderek çevre felaketlerine ve koskoca Aral Gölü’nün kurumasına yol açacak son derece ağır faturaları ödemek zorunda kalmış. Tek ürüne odaklanan ülke ekonomisi, sosyalist dönem sonrası şimdi Rusya ile Batı’nın ekonomik yayılım hamleleri arasında kendisine yer açmaya çalışıyor. Bir ülkenin az çok bütünsel bir ekonomik yapısı, yeniden oluşturulmaya çalışılıyor. Bu uğurda, bizim Türk iş adamlarının da; radikal İslamcı darbe girişimlerine kadar oldukça avantajlı bir konumda oldukları söylenebilir. Ancak; şimdilerde Güney Kore, Çin, Almanya ve ABD’nin sermaye yatırımları ile Rusya’nın bölgede mevcut ekonomik ilişkileri ekonominin belirleyici dış dinamikleri içinde yer alıyor.

Taşkent'in geniş caddeleri, Bunyodkor ve Meclis Binası önünde fıskiyelerin dansı

Kısa Tarih

Özbekistan, coğrafi konumu itibariyle; tarih boyunca İpek Yolu üzerinde bulunmasından ötürü her zaman stratejik bir öneme sahip olmuş. Ticari yolları kontrol etmek isteyen bölgedeki güçler de her zaman bu topraklar üstünde egemenlik kavgasına girişmişler. Türkistan diye anılan; yakın çağda Doğu ve Batı Türkistan olarak yeniden tanımlanan bu toprakların bir parçası olan Özbekistan, Ortaçağ’da Çinliler ve Araplar arasında sıkışıp kalan Türklerin kendi kimliklerini koruma mücadelesinde esas zemini oluşturan Amu Derya ve Siri Derya ırmakları arasındaki Maveraünnehir havzasına denk düşmektedir.

 İskender'den sonra Doğu Satraplıkları; Baktriya, Sogdiana ve diğerleri
(1)
İlkçağ’da; bu coğrafyada, bugünkü Kazakistan’dan güneye doğru sarkan İranlı göçer kabilelerin gözüktüğü bir dönem var ilkin. İ.Ö. 5 yy.dan itibaren Hazar Denizi’nin doğusundan başlayarak; Sogdiyana (Sogdiana), daha güneyde Hindistan’a doğru uzanan daha geniş bir coğrafyada Baktriya (Bactria) ve bugünkü Fergana Vadisi’nden ötede Toharistan (Çin’den bu bölgeye doğru intikal eden kimi kaynaklara göre proto Türk kavimlerden Yüeçiler) bölgenin egemenleri haline gelir. 

 Büyük İskender ve Roksana; 1756'da İtalyan Barok ressam Pietro Rotari'ye ait tabloda bu şekilde betimlenmişler.
(2)
Makedonyalı Büyük İskender’in, batıdan doğuya doğru gelişen büyük seferinde; Pers İmparatoru Darius III’u İ.Ö. 332’de meşhur İssos Savaşı’nda yenmesi ve İran merkezli Pers egemenliğine son vermesi, bir anlamda gizemli Doğu’nun kilidini açar. Bu durumun; Büyük İskender’in, egemenlik sınırlarını İran topraklarından öteye taşıyabilmesine ve sonuç olarak Grek kültürünün bu vesile ile bu topraklarda hayat bulmasına yol açtığını söyleyebiliriz. Sogdiyana topraklarını kolaylıkla ele geçiren Büyük İskender, İ.Ö.327’de Baktriya’da ve bugünkü Afganistan topraklarında bir aşiret reisinin kızıyla (Roksana) politik bir evlilik yapmasına rağmen büyük bir dirençle karşılaşır; daha fazla ilerleyemez ve güneye Hindistan üzerine yönelir.

Büyük İskender ve Stateira; Pompei'de bulunan bir mozaikten...
(3)
İskender’in Doğu Seferi’nden dönüş yolunda, İ.Ö.324’de İran’ın batısında yer alan Susa kentinde yaklaşık 10 yıl önce yendiği ve o zamandan beri yanında taşıdığı Pers Kralı Darius’un kızı Stateira ile evlenmesi, bölgede Makedon egemenliğini sürekli kılmak adına yapılan politik ve stratejik bir hamle olmalıdır. Bu öyle bir düğündür ki, İskender’in İssos Savaşı’ndan beri esir alıp yanında gezdirdiği saraylı Pers soylu kadınlarından 90’ını da aynı törende İskender’in ordusunda görev yapan önemli komutanları ve en yakın arkadaşlarıyla evlendirilir. Ancak, bütün bu stratejik hamleler, İ.Ö. 323’de Büyük İskender’in Babil’de aniden ölümüyle yarım kalır. Her şey o kadar hızlı gelişir ki, ölüm sonrasında İskender’in ilk karısı Baktriyalı Roksana (belki bir Peştun) bir saray darbesiyle bir yıl önce İskender’in Susa’da debdebeli bir törenle evlendiği Pers hanedanına mensup ikinci karısı Statiera’yı ve yakınlarını öldürtür. İktidar hırsı her şeyi tepe taklak etmiş, Makedon İmparatorluğu parçalanma sürecine girmiştir. 

 İskender sonrası Grek-Baktriya Krallığı
(4)

Bir dönem Selevkoslar’ın egemenliğinde kalan Asya toprakları, yeni dönemin yükselen güçleri, Pers sonrası İran’ın yeni egemenleri Sasaniler ve Altaylar’dan bu topraklara doğru nüfuz eden Türklerin (Beyaz Hunlar ve Göktürkler) ve diğer Türkî halkların güçlerini sınama alanına dönüşür. Ama bu bölgede söz sahibi bir başka güç odağı daha vardır; onlar da yüzyıllardır Türklere karşı gelgitlerle devam eden güç mücadelesinin diğer ucunda yer alan Çinlilerdir Çinliler, güç savaşında Orta Asya’nın içlerine doğru ilerlerken Türkler, bir anlamda batıdan gelen bir başka zinde güç Araplarla onların arasında sıkışıp kalmışlardır. Çinlilerin yüzyıllardır devam eden politik, askeri ve kültürel hamlelerine karşı kendi kimliklerini korumak adına Türklerin Araplarla temasında vardığı son nokta, İslam’ı benimsemek olmuştur.

Moğol İmparatorluğu
(5)
Abbasilerin Emevilerden hilafeti ele geçirişleri sonrasında İ.S.751 yılında, bugünkü Kazakistan sınırları içinde yer alan Talas’ta Çin ve Arap ordularının karşılaşması ve savaş sonrasında Araplar’ın elde ettikleri zafer, İslam’ın Türkler ve Orta Asya’daki diğer halklar arasında yayılma sürecinin dönüm noktasını teşkil eder. Elbette Türkler, Talas Savaşı’nı takiben oluk oluk İslam’a akmamışlardır; Türklerin İslam’la buluşması; Araplar açısından bakarsak, bu “cihad süreci”nin büyüsüyle donanmış bir akışkanlığı da içermez. Nihayetinde; Türklerin İslamlaşması sürecinin, bu açıdan yaklaşık 300 yıllık; inişler ve çıkışlarla dolu ve oldukça acılı bir süreç olduğu söylenebilir.

 Taşkent, El Sanatları Müzesi; suzani dokumalar

Arapların bölgedeki egemenlikleri, bir tür İslam Rönesansı diye adlandırabilecek bir dönemin de başlangıcını teşkil eder. Ticaret yollarının güven altına alınması, ticaretle elde edilen zenginliğin bilimde ve sanattaki yansımaları, Maveraünnehir coğrafyasında kültürel gelişmenin temel dinamiklerini oluşturur.

Ali Şir Nevai Milli Parkı'nın içinden akan anhor (yapay su kanalı)

9. ve 10.yy.lardan başlayarak İslam’ın giderek bu coğrafyada etkinlik kazandığı bir sürece girilmiştir artık. Bu dönem, zaman zaman Farsların ve Türklerin yönetiminde; Samanioğulları’nın, Karahanlılar’ın, Gazneliler’in ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun öne çıktığı ve giderek aşiret yapılarından büyük devlete evrildiği bir aşamayı temsil eder.

 Taşkent, Ali Şir Nevai Milli Parkı

Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Bağdat’a girerek bir anlamda Abbasi halifelerini rehin alışı ve bunun karşılığında Selçuklular’ın İslam’ın silahşörleri olarak Bizans İmparatorluğu’nun egemenlik sınırları içinde yer alan Anadolu Yarımadası’ndaki “küffar”a yönelmeleri, 1071’de Malazgirt’te Romen Diyojen ile Alpaslan’ın güç savaşında noktalandı. Oğuzların bir kısmı, bu şekilde yüzyıllardır Batıya yönelen büyük göçü Anadolu’nun içlerine ve Akdeniz’e doğru sürükleme şansını yakaladılar. Ama Amu Derya’nın kuzey hattında yer alan Harezm bölgesindeki yine Oğuz boylarından bir başka güç odağı Harzemşahlar, 12.yy.da Maveraünnehir’in yeni egemeni haline geldiler ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bölgedeki egemenliğine de bu şekilde son vermiş oldular.

 Taşkent, Ebülkasım Medresesi

13.yy.da Moğollar’ın Cengiz Han yönetiminde; Orta Asya’da bir talan imparatorluğu olarak ortaya çıkışları ve askeri-siyasi yönden bölgenin tek hâkimi haline gelişleri sonucunda, Maveraünnehir coğrafyasında büyük ölçekli nüfus hareketlerine ve yer değiştirmelere, akabinde bölgede sosyal ve kültürel büyük çalkalanmalara yol açtı. Mevcut yapıların acımasız katliamlarla dağıtılması, Harzemşahların başkenti Ürgenç başta olmak üzere Semerkant, Buhara ve Keş (Taşkent) gibi önemli kentlerin ele geçirilmelerini takiben büyük yağmalara uğraması sonucunda her şeyin yeniden tanımlanması gerekti. 

 Taşkent, El Sanatları Müzesi, suzani işlemeleri

Cengiz Han’ın 1227’de ölümünü takiben imparatorluğun varisler arasında paylaşılması ve Maveraünnehir coğrafyasına Çağatay Hanlığı’nın egemen olması, bölgede bir durulma ve uygarlık faaliyetlerinin yeniden yapılandırılması sürecini temsil eder. Kendisi köken olarak Moğol asıllı olmayan, ancak Cengiz Han’ın oğlu Çağatay Han’ın soyuna; bir Moğol olan Bibi Hatun ile evlenerek eklemlenen Şehri Sebz doğumlu Timurlenk, bu süreçte bölgenin tek hâkimi haline gelir.

 Taşkent, Amir Temur Meydanı; Timurlenk'in at üstünde temsil edildiği heykeli


Bölgede egemenliğini tesis ettiği 1380’lerden, Çin’e düzenlenen bir askeri sefer arifesinde; bugünkü Kazakistan topraklarında 80 yaşlarında hayatını kaybettiği 1408 yılına kadar Timur, acımasız şiddet ve büyük katliamlarla devam eden büyük bir fütuhat serüvenine girişti. Sürecin sonunda; artık Aksak Timur, Semerkant ve Orta Asya’nın tamamı merkez alınmak üzere; bir yandan Orta Doğu’da ve Anadolu’da, Çin topraklarında, Hindistan’da ve Karadeniz’in kuzeyinde Rusya içlerine kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada tek egemen haline geldi.

 Taşkent'in kalbi; Amir Temur Meydanı

Ancak, büyük kavgalar ve savaşlarla devam eden bu serüven bir yandan da Maveraünnehir coğrafyasının abad edilme sürecini temsil eder. Çünkü Timur, mihver coğrafyada; savaşlar ve talanlarla elde edilen zenginliği kendi şehri Şehri Sebz, Semerkant, Buhara ve diğer ipek yolu kentlerini her yönden kalkındırma ve birer uygarlık merkezi haline dönüştürme seferberliğinde kullanır. Zamanın en tanınmış felsefe, bilim ve sanat adamlarını Semerkant’ta toplayan Timur, bu anlamda bölgeyi kültürel ve sanatsal açıdan da önemli bir çekim merkezi haline getirir. Özellikle kendi de; Batı tarafından kabul edilmiş büyük bir astronom olan torunu Uluğ Bey zamanında bu süreç doruk noktasına çıkar. Ancak, bu yeni durumu ellerinde tuttukları imtiyazların kayıp gideceğini hisseden taassup yanlısı yobazlar, oğlunu kullanarak Uluğ Bey’in katledilmesine ve Timur İmparatorluğu’nun parçalanma sürecinin bir anlamda tetiklenmesine yol açarlar. Varislerin bitmek bilmeyen iktidar kavgaları, 1501’de Aral Gölü’nün kuzeyinde yaşayan göçebe Özbek aşiretlerinin Timur İmparatorluğu’nun mirasına egemen olması sonucunu doğurur.

 Taşkent, Ali Şir Nevai Tiyatrosu

Şeybaniler yönetiminde Buhara merkezli köle ticaretinin merkezi haline gelen Buhara Hanlığı, 19.yy.da Rusların bu coğrafyaya ulaşması öncesinde Buhara Emirliği ile Hiva ve Hokand Hanlıkları şeklinde üç ayrı yönetim merkezine dönüşür. Hiva Hanlığı, Harezm diye tanımlanan bölgenin egemenleri olarak, iç içe iki kalenin arkasına saklanmış eski Hiva Şehri’nin göğe yükselen turkuaz çinilerle kaplı iç dünyasında hüküm sürerken; Buhara Emirleri, bir yanda Registan Meydanı’ndan başlayarak yükselen bir kumluk tepenin üstüne kurulmuş Buhara Kalesi’nin içinde Kızılkum’un egemenleri olarak yaşamalarına devam ederler.

 19 yy.da Hiva Hanlığı; Lehler tarafından 1903'de yapılan bir harita
(6)

Rusların Orta Asya’ya 17.yy.ın sonlarından başlayan sızma çabaları 19.yy.da bir anlamda realize olur. Her ne kadar sürdürülen savaşlar sonucunda Semerkant, Buhara, Hiva ve Taşkent gibi büyük kentlerin Ruslar tarafından ele geçirilmiş olmasına rağmen, bu hanlıkların görece varlıkları 1917 Bolşevik Devrimi’ne kadar devam eder. Rus Çarlarıyla okullarda başlayan arkadaşlıkların, dominyon yönetimlerine dönüşmesi, 19.yy.da Maveraünnehir coğrafyasında açlık ve sefaletin üzerine bina edilmiş han saraylarının şatafat ve gösteriş dolu hayatını sürdürmesine çanak tutmuştur. Kızıl Ordu’nun Orta Asya’ya ulaşması ile sarayların tatlı hayatı sona erer. Bu yeni durum, Orta Asya’da aşiret ve saltanat kavgaları ile her zaman altta kalan zavallı halkın katlanacağı yeni bir dönüşüm sürecinin başlangıcı demektir.


Ali Şir Nevai Milli Parkı'nda yer alan Ali Şir Nevai heykeli


Bugün gelinen nokta itibariyle, Özbekistan, 16 eski Sovyet cumhuriyetinden birisi ve sosyalizm denemesinde hüsrana uğramış bir pratiğin mağdurları olarak, bugün yeniden bağımsızlık denemesine girişmiş durumda. Bu yeni durumun, dünyada değişen politik-ekonomik-sosyal şartlar göz önüne alındığında ve de özellikle dünyanın stratejik ekseninin Doğu Asya ve Pasifik’e doğru hareketlendiği bir dönemde nasıl sonuçlanacağı merak konusu olmalıdır. 11 Eylül 2001’den itibaren Dünya’da başlayan yeni süreçte Afganistan’ın bir çekim ve terör merkezi haline gelişi, Özbekistan’ın da bu gelişmelerden ister istemez etkilenmesi sonucunu doğurmuştur. 2003’lerden beri özellikle Fergana ve Ahdican’da gelişen din eksenli ayaklanma ve darbe girişimlerinin de bu politik konjonktürden bağımsız geliştiği düşünülemez. Ancak, ne olursa olsun dış dinamiklerin etkisinde gelişen Maveraünnehir coğrafyasındaki bu ayaklanma girişimleri, hiçbir zaman halkların üzerindeki “tek adam” yönetimlerine haklılık kazandıramaz ve zaten 21.yy.da bu tür girişimlerin sürdürülebilirliği de artık kalmamıştır.

 Hz. İmam Türbesi

Şaş’dan (yada Keş) Taşkent’e-“Ekmek Şehri”ne yolculuk

Tarihi İpek Yolu üzerinde yer alıp da diğerlerine göre daha geri planda kalmış ve 19.yy.dan sonra Rusların elinde hayat bulmuş bir şehir olarak Taşkent, 1966 yılında yaşadığı büyük deprem sonrasında Sovyetler Birliği döneminde baştanbaşa yeniden tasarlanmış. Geniş bulvarları, şehirde yaşayanların nefes almasına imkân veren son derece geniş yeşil alanları, 1966’da yapılan meşhur metrosu ile yer altına çekilmiş yaya ve araç trafiği sayesinde, çağdaş insanın yaşamına olanak verecek yaşam şartlarını bağrında taşıyan bir kent kısacası Taşkent. 

 Hz. İmam Türbesi'nin içi

500 metre yüksekliğinde, 2008 yılında 2200’ncü kuruluş yıldönümünü kutlamış, 1888’den itibaren de bölgenin resmi başkenti unvanını taşıyan Taşkent, 2.Dünya Savaşı’nda Rus mültecilerin bir anlamda sığınağı ve doyduğu yer olmuş. Bu nedenle de o günden beri Taşkent; “Ekmek Şehri” olarak da anılıyormuş. Doğrusunu söylemek gerekirse, Taşkent’te yediğimiz; halka şeklindeki ve üstünde onu yapan fırıncının mührünü taşıyan, oldukça tok, simit tadındaki ekmekleri nedeniyle, şehrin bu unvanı hak ettiğini de belirtmeliyiz.

 Ekmekler; Semerkant Siyab Pazarı'ndan

“Bizim gücümüze inanmazsanız bizim yaptırdığımız binalara bakın” diyen ve müstakillik döneminde yeniden keşfedilen Timurlenk’e selam gönderen dev boyutlu ve son derece gösterişli kamu binaları, kentin en dikkat çeken mimari yapılarını oluşturuyor. Özellikle 1991’den itibaren ülkede başlatılan bir bağımsız Özbekistan rüyasının tetiklediği imar hamleleri, bize geçen yıl Üsküp’te Makedonların sürdürdüğü kente yepyeni bir çehre kazandırma uğruna giriştikleri İskender’den başlayıp 19.yy. Bulgar-Makedon komitacılarına kadar uzanan bir ulus yaratma serüvenini hatırlattı.

Taşkent'te Hz. İmam Camisi yada Cuma Mescidi

3 milyon civarı nüfusuyla eski Sovyet Cumhuriyetleri içinde Moskova, Petersburg ve Kiev’den sonra en büyük kent olarak dikkat çeken Taşkent, Orta Asya’nın da en büyük kentidir. Gençlik yıllarımızda Taşkent Film Festivali’ne ülkemizden katılan sinema oyuncularının uğurlama törenleriyle hatırladığımız Taşkent, bugün için artık o eski Taşkent değildir. Bir yandan belli “muhit”leriyle “yasak şehir” hezeyanlarına kapılmış ve eskinin gölgesinde kalmış silüetine ruh verebilmenin telaşı içindeki yorgun kent, halkıyla ne kadar barışık olduğu tartışılır bir yönetim anlayışının acımasız nüfuzu altında kaderine yürümektedir şimdi.

 Hz. İmam Türbesi

Taşkent ve diğer İpek Yolu üzerindeki Özbekistan şehirleri, İslam’ın Orta Asya’daki hâkimiyetinin simgesi olarak görünen mescitler (onlar camiye mescit diyorlar; bunu sonra konuşuruz), dev medreseler, türbeler ve külliyelerle kaplı vaziyette. İnsan bu dini yapıların büyüklüğü ve ululuğu karşısında ezim ezim ezilirken, Cuma ve bayram namazlarının kılındığı muazzam büyüklükteki yaklaşık 10.000 kişinin birlikte namaz kılabildiği Cuma mescitlerini dolaşırken bir şeylerin eksik olduğunu hissediyor. Bir dini yapıya ruh veren ve onu bir anlamda yaşatan en önemli şey içinde inananların yaptığı ibadet olsa gerek. Özbekistan’daki 10 günlük seyahatimiz sırasında bu muazzam yapıların en büyük eksikliği olarak gözlemimiz, bu yapılara bir ruh kazandıracak bu ruhani atmosferin mevcut olmamasıydı.

 Hz. İmam Külliyesi; Medreseler önündeyiz

Bunu bir politik yada dini söylem olarak belirtmiyorum, bir gözlem sadece bizimkisi. Yeniden bizleri düşündüren de; Timur’a selam gönderecek büyüklükteki bu yapıların içini boşaltacak ölçüde yalnız bırakılmış o hüzünlü ve kimsesiz duruşlarıydı sanki. En azından 10 gün boyunca o kadar dini ağırlıklı yapıyı ziyaret etmemize, şehirlerin ara sokaklarında ve caddelerinde günlerce dolaşmamıza rağmen, bir ezan sesini ülkemizdeki netlikte duyamadık. Burada istisna olarak belirtebileceğimiz durumlar ise, Buhara’da Poyi Kalon Camisi’nin son derece geniş avlusunda dolaşırken derinden derine duyduğumuz Kuranı Kerim okuyan bir hafızın sesi ve Hiva’da yine böyle bir camide çok kısık sesle ve sadece içeri verilmiş olarak işittiğimiz öğle ezanının sedasıydı. Bu durum gerçekten hayret vericiydi; dini yapıları ve şekli kabulüyle o kadar İslam görünüp de uygulamada bunun izlerini görememek, başka türlü bir “din” uygulamasını ele veriyordu sanki.

 Hz. İmam Camisi; revaklı avlu

Bu noktadan başlayarak, Taşkent’te sabahın erken saatlerinde ilk uğradığımız yer de, şehrin biraz çeperinde yer alan Hz. İmam Külliyesi idi. Hz. İmam yada asıl adıyla Ebubekir Muhammed Kafali Şaşi, 10.yy.da Maveraünnehir’de İslam’ın Şafii Mezhebi’nin yayılmasına öncülük eden, anahtarcılık yaparak geçimini sağlayan (kafali oradan geliyormuş), Taşkentli bir İslam önderi olarak biliniyor. Şaşi sözcüğü ise Taşkent’in o dönemdeki ismi olan Şaş’dan geliyor; Taşkentli Anahtarcı Ebubekir Muhammed anlamında yani. Hz. İmam, aynı zamanda Taşkent’in koruyucu dini önderi olarak da kabul ediliyor; bu da bize Avrupa kentlerindeki kenti koruyan azizleri hatırlattı nedense.

 Hz. İmam Camisi'nin (Cuma Mescidi) içi; 5000 kişi aynı anda namaz kılabiliyor.

Külliye, 2000’li yıllarda adı bilinmeyen(!) bir takım iş adamlarının desteği ile adeta yeniden yapılmış. Çünkü “tek adam” yönetimlerinde asla o kişinin önünde yada yanında başka isimlerin telaffuz edilmesine pek de iyi gözle bakılmıyor. Özbekistan’da gördüğümüz bütün dini yapılarda; mimari yapıların korunması ve yeniden ayağa kaldırılması açısından hep aynı yaklaşım vardı diyebiliriz. Yapılar, zamanın tahribatına karşı restorasyon adı altında, aslında tamamen sil baştan yapılıyor; çünkü yanlarına gidip incelediğinizde yapı gıcır gıcır… Sanki yıkılıp yeniden yapılmış gibi. Bir de şunu söylemeliyiz bitmeyen sürekli bir restorasyon ve tamirat süreci de hep mevcut.

 Hz. İmam Camisi; revak ahşap sütun başlığı detayı

Külliye, Ebubekir Kaffal Şaşi Türbesi, Sakalı Şerif Medresesi, Barakhan Medresesi, Müftülük Binası ve Halife Hz. Osman’a ait olduğu belirtilen ceylan derisine yazılmış Kuran-ı Kerim’in saklandığı kütüphane binası ve revaklı Hz. İmam Mescidi’nden oluşuyor. Hz. İmam Mescidi, aslında bir Cuma mescidi... 5000 kişiden fazla insanın aynı anda namaz kılmasına olanak verecek boyutta geniş bir mekâna sahip caminin içinin hiçbir özgünlüğü yok. Tamamen yeni yaklaşımlarla yapılmış, koskocaman salonda küçücük bir mihrap ve tavandan sarkan kocaman yeni bir avizeden başka neredeyse ortada bir şey yok. Yani gözümüzü dolduran bizim selâtin camilerinin içindeki şatafat ve görkem göz önüne alınırsa, son derece sade kalıyor. Bir başka açıdan bakıldığında, belki de din de sadelik açısından bu daha iyi de olabilir. Ancak; tezat olan şey, avlusunun çevresi ahşap revaklarla kaplı tarihi bir caminin namaz kılınan bölümünün bu kadar yeni ve her türlü süslemeden uzak bir şekilde tasarlanmış olması. 

 Hz. İmam Camisi; ön cephe

Caminin en önemli unsurlarından birisi, aslında bu revaklı avlu ve caminin ana yapısında ayrı bir konumda yükselen yaklaşık 54 metrelik dev minaresi. Revaklı bölüme avludan birkaç basamaktan oluşan merdivenlerle çıkılıyor. Revaklar, genellikle karaağaçtan yada ceviz ağacından yapılan, alttan üste doğru gidildikçe incelen bir kesite sahip, üzeri son derece güzel desenlerle işlenmiş ahşap kolonlar tarafından taşınıyor. Son cemaat yeri işlevi gören bu revaklarda kullanılan mimari üslubu, aşağı yukarı tüm Özbekistan camilerinde gördük diyebiliriz.

 Hz. İmam Camisi'nin 54 metrelik dev minaresi

Hz. İmam’ın Makberası da denilen ve turkuaz kubbesi ile çok uzaklardan seçilen Hz. İmam Türbesi, çevresinde yer alan tuğla malzemeden örülmüş çok sayıda başka kabirlerle dolu bir alanda ve külliyenin arka bölgesinde yer alıyor. Her bir kabrin düzgünlüğüne, yıpranmamışlığına ve hatta kırmızı küçük tuğlalarla muntazaman örülmüş standart duruşlarına ve hadi daha açık söyleyelim; yapaylığına bakıldığında, bunların altında gerçekten yatan var mı diye de insanın aklından geçmiyor değil. Ama Özbekistan’da gerek Hiva surlarında gördüğümüz; şehri Ortaçağ Arap akınlarından korumak amaçlı konumlanmış mezarlar ve gerekse bu tür önemli dini kişiliklerin türbeleri çevresine yerleşmiş mezarların hepsinde buna benzer bir durumu gözlediğimizi söyleyebiliriz.

Hz. İmam Külliyesi, medreseler

Hz. İmam’ın Türbesi’nin hemen biraz ötesinde yer alan geleneksel bir Özbek mahallesine uğruyoruz. İki yanı kerpiç evlerle kaplı; ortasından suyun akmasına izin veren bir kanal, birbirine yanaşık düzen konumlanmış evlerin yüksek duvarları ardında var olduğunu tahmin ettiğimiz geniş avlular, bu avlulara açılan kapılar ve bizi kapı aralıklarından izleyen meraklı gözler sokağın en dikkati çeken unsurlarıydı sanki.

 Hz. İmam Camisi önündeki parkta serbestçe dolaşan leylekler

Hz. İmam Külliyesi yakınlarındaki tipik Özbek mahallesi

Günün ikinci durağı, sütkardeşi anlamına gelen ve 16.yy.ın ikinci yarısında hüküm sürmüş bir hanın sütkardeşi ve aynı zamanda veziri olan Kulbaba Kukeldaş’ın yaptırdığı Kukeldaş Medresesi’nin önünden geçerek ulaştığımız Çarşu Pazarı oldu. Çarşu, aslında Farsça’dan gelen bir sözcük olup, kavşak, dört yol ağzı anlamına geliyormuş. Biz de bu sayede çarşının köklerini bu şekilde öğrenmiş olduk. Çarşu, kafes sistemlerden oluşan ilginç çatısının altında konumlanmış, merdivenlerle ulaşılan girişlerinden birinde “elga xizmet” (halka hizmet) sloganıyla karşılandığımız iki katlı, dairesel planlı ana bina etrafında yer alan bütün sokaklara dek yayılmış, bir anlamda sözlük anlamını hak eder tarzda Taşkent halkının buluştuğu bir nokta gibi.

 Taşkent; Kükeldaş Medresesi; Çarşu yakınlarında...

Tezgahlarda yer alan kayısıdan, kurutulmuş çöl kavununa, kayısı çekirdeğinden her türlü kuruyemişe; kötülüklerin kovucusu demet demet üzerlikten ve doğunun binbir çeşit baharatından kırmızı ve sarı renkte son derece lezzetli bodur havuçlarına, Peru’yu hatırlatacak denli çeşit çeşit patatesleri, kurutulmuş peynir ve yoğurdu; envai çeşit sebze, meyve ve kurutulmuş yiyecek arasında şaşırdık kaldık. Tezgâhlardaki satıcıların çoğu kadındı; rendelenmiş salata malzemesinin pazarda naylon torbaların içinde satışa sunulmuş olması da ilginç bir konuydu.

 Patatesçiler

Çarşu’nun çevresine yayılmış sokaklarda Çin malı her türlü ürünün egemenliği tartışılmazdı. Geçim derdindeki Özbekler, devletten aldıkları kıt kanaat emekli ücretlerinin yanında hayatlarına yön vermek adına, ellerine ne geçerse bu pazarda satar durumdaydılar. Seslerin birbirine karıştığı, gelip giden insanların yer yer göğüs göğüse ilerleyebildikleri pazardaki karmaşa, doğunun egzotik dünyasına girdiğimizin işaretiydi sanki.

Çarşu; pazara doğru mahşeri kalabalık

Sarı ve kırmızı havuçlar

 Çarşu'nun ana binasının girişi

Taşkent ve Semerkant, ekmekleri ile ün salmış kentler. Ekmekler, çevreye doğru kalınlığı artan ve ortada en ince kesite erişen dairesel şekillerde, genellikle tandır türü fırınlarda ocağın çeperine yapıştırılarak yapılıyor. Her ekmeğin ortasında ustasını tanımlayan mühürler yer alıyor. Böylece bir anlamda izlenebilirlik de sağlanmış oluyor. Özellikle Taşkent’te yediğimiz ekmekler bana daha lezzetli geldi; nerdeyse bizdeki simidin hamurunu hatırlatan tatlı maya tadında son derece leziz ekmeklerdi. Tabii ki; Semerkant’taki ekmekleri de yabana atmamak gerek; Hint seferine çıkan Timur, askerleri o topraklarda yabancılık çekmesinler diye fırıncılarını ve unlarını bile yanında götürmüş derler.

 Kurutulmuş peynirler

Sebzeler

Kuruyemişler

Pazarda rendelenmiş salatalık malzemeleri

Taşkent, 1966 yılında yaşamış olduğu büyük deprem felaketini, kente hayat veren büyük su kanallarından (Özbekler, çevresi mükemmel bir peyzaja sahip bu kanallara anhor diyorlar) birinin hemen yakınlarındaki bir parkta yer alan Cesaret Anıtı ile hatırlıyor. Depremin 10.yıldönümünde; 1976 yılında yapılan ve deprem sırasında yaşanan büyük paniğin ve korkunun anlatıldığı heykelde; güçlü pazularıyla betimlenmiş bir erkek, ailesinin önünde onları koruma kaygısıyla depreme karşı direniyor. Bu kompozisyonun hemen önünde ise, ikiye parçalanmış siyah bir mermer küpün ön yüzüne yerleştirilmiş saat kadranında ise zaman, depremin gerçekleştiği saat olan sabaha karşı 5.23’de durmuş. Heykelin yer aldığı platformu çepeçevre çeviren panolarda ise; felaketin izlerinin nasıl silinerek; küllerinden yeni ve “mutlu” bir Taşkent’in yeniden yaratılış süreci bir dizi figüratif rölyefle anlatılıyor.

 Cesaret Anıtı

Cesaret Anıtı ve Meydan

Cesaret Anıtı'nın çevresindeki panolardan biri 

Kentin bağımsızlık süreci ile evrilen ve eski düzenin de izlerini taşıyan dev meydanları, aynı zamanda halkın avarelik edebileceği hoş mekânlar olarak öne çıkıyor. 1966’daki büyük depremden sonra oluşturulan, 1991’den önce Halkların Dostluğu; şimdi ise Bunyodkor ismi ile anılan, Meclis ve Senato binalarının da yer aldığı meydan, yüzlerce fıskiyeden fışkıran su jetlerinin arkasındaki kamu binalarının bir görünüp bir kaybolduğu bir serap görüntüsü sunuyor sanki izleyene. Meydan; biraz ilerisinde uzanan yapay göller ve kanallarla son derece itina ile düzenlenmiş ve Özbekistan’ın ulusal kahramanlarından Ali Şir Nevai’nin ismini taşıyan milli parkla da bütünleşmiş durumda. İçinden geçen geniş “anhor”un ikiye böldüğü parkta; Abdulkasım yada Ebulkasım Medresesi, her yıl geleneksel Nevruz törenlerinin yapıldığı ve binlerce insanın aynı anda törenleri izleyebildiği açık hava tiyatrosu ile Ali Şir Nevai’nin; bir tepe üstünde, merdivenlerle erişilen turkuaz rengi bir kubbenin altındaki heykelinin de bulunduğu platform yer alıyor.

 Özbeklerin milli başlığı "doppi"nin Ali Şir Nevai Tiyatrosu tavanında bir avize olarak kullanılması fikri

Bunyodkor isimli bir metro istasyonunun da yer aldığı meydanda en önemli yapılardan biri de 1981’de yapılmış olan ve yine meydanın eski adı Halkların Dostluğu ismi ile bilinen konser salonu. Adıyla birlikte “saray” olarak anılan konser salonunun yaklaşık 4000 kişilik bir oturma kapasitesi varmış. Dev gibi bir salon yani… Sosyalist dönemden kalma bir yaklaşım olmalı diye düşünüyorum.

 Ali Şir Nevai Milli Parkı girişinde yer alan gösterişli kapı

Ebulkasım Medresesi, bugün sesiz ve sakin görünümü ile yine başka bir amaç için kullanılıyor. Medresenin iç avlusuna açılan eski zamanların derslikleri, bugün yerel el sanatlarına ait ürünlerin sergilendiği bir dizi dükkâna dönüşmüş durumda. Minyatürcülük, ağaç işlemeciliği, bakır işlemeciliği, halı ve suzani dokumaları bunlardan sadece bazıları… Medrese, 19.yy.da Taşkent’in en zengin ve tanınmış kişilerinden birisi olan Abdulkasım Han tarafından 30.000 altın sikke harcanarak yaptırılmış. Ayrıca; Abdulkasım ismiyle maruf bu kişi, ölümüne kadar da her yıl 150 öğrencinin bu medresede öğrenim masraflarını karşılamış. Medresenin 2.katında diğerlerinde olduğu gibi eğitim gören öğrencilerin kalabileceği hücreler şeklinde odalar yer alıyor. 

 Ebülkasım Medresesi; iç avlu


Ebülkasım Medresesi avlusunda bakır işlemeciliğinin nadide örnekleri

Kentin merkezi niteliğinde diyebileceğimiz bir diğer meydan ise, Ali Şir Nevai Parkı’ndan biraz daha doğuda yer alan Müstakillik Meydanı. Bu meydan, bir anlamda 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Özbekistan’ın “müstakilliğini” temsil ediyor. Biz meydanda dolaşırken, 1 Eylül Bağımsızlık Günü için alanda sürdürülen düzenleme ve temizlik çalışmaları hummalı bir şekilde sürüyordu. Ne yazık ki, Bağımsızlık Günü kutlamalarını Hiva’ya doğru Taşkent’ten ayrılışımız nedeniyle izleyemedik.

 Müstakillik Meydanı; Zafer Takı ve üzerindeki leylekler

Müstakillik Meydanı’nın girişinde; bembeyaz kolonlar üstünde yükselen bir zafer takında Özbek Halkı için refah ve mutluluğu simgeleyen bir dizi figüratif leylek yer alıyor. Bu leylekleri Hz. İmam Külliyesi’nin içinde yer alan Cuma Camisi’nin önünde de görmüştük; hem de canlıydı onlar ve salına salına caminin önündeki parkta; Hindistan’daki kutsal inekler gibi dolanıyorlardı. Sonuç olarak, vardığımız nokta, bu kuşların Orta Asya’nın bu noktasında simgesel bir anlamı olduğu ve bir anlamda turna benzeri bir “kutsallık” atfedildiği yönündedir.

 Müstakillik Meydanı; zafer takının üzerindeki leyleklerin dansı

Meydanda önemli noktalardan birisi de; eskiden Meçhul Asker Anıtı’nın olduğu noktada; bağımsızlığın ilanından sonra yer alan ve bize nedense kucağında Hz. İsa ile Meryem Ana’yı hatırlatan Mutlu Anne heykeli. Bu anıt; kırmızı renkli andezit bloklardan oluşan bir kaidenin üstünde Özbekistan haritasının yer aldığı dünyayı simgeleyen bir küre ve onun hemen önünde yer alan, kucağında bebeğiyle birlikte betimlenmiş mutlu anne heykelinden oluşuyor. 

 Müstakillik Meydanı; Mutlu Anne heykeli

Benzer bir heykel de 2. Dünya Savaşı’nda ölen Özbek askerlerinin hatırası adına hiç sönmeyen bir ateşin yandığı, parkın bir başka köşesinde bulunuyor. Kayıplar için duyulan hüzün; yine andezit taş bloklarla çevrili bir yarım dairenin ortasındaki sekiz köşeli yıldızın içinde yanmakta olan ateşe, dingin ve hüzünlü bir şekilde bakan başı örtülü bir Özbek annesiyle temsil edilmiş.

 2.Dünya Savaşı'nda ölenlerin anısına sönmeyen ateş ve bir anne heykeli daha...

Sovyetler Birliği döneminde; 2.Dünya Savaşı’ndaki çarpışmalarda, Ruslar ve Ukraynalılardan sonra en çok kayıp veren Özbek Halkı, şehitlerini unutmamış; onları bu meydanda yer alan Şehitler Hatırası Kompleksi ile anıyor. Özbek camilerinin revaklı avlularını andıran ahşap malzemeden yapılmış gölgelik alanlarda; bu çarpışmalarda hayatını kaybeden Özbek askerlerinin isimleri tek tek memleketlerine göre metal yapraklar üzerine kazınmış. Bu alanın hemen yanında da aynı tema üzerinden düzenlenmiş bir de müze bulunuyor.

2.Dünya Savaşı'nda hayatını kaybedenlerin isimlerinin yer aldığı panolar için hazırlanmış revaklardan biri

Meydan deyince; Özbekistan’ın tarihi İpek Yolu üzerinde yer alan bütün şehirlerinde heykellerini gördüğümüz Amir Temur” Meydanı’ndan da söz etmeden olmaz. Bizim Anadolu’yu kasıp kavuran, Anadolu’da oluşum aşamasındaki birliği; 1402 yılındaki Ankara Savaşı yengisi ile tarumar eden Aksak Timur, burada fazlasıyla kabul gören ve bağımsızlığın neredeyse sembol figürü olmuş denilebilir. İşte Taşkent’te bu figürün at üstünde ihtişamlı bir heykelinin bulunduğu meydan da onun adıyla anılıyor. Hemen arka planda yer alan ve deprem öncesi Taşkent’ten bu çevrede neredeyse tek ayakta kalan yapılar olan saat kuleleri ve dairesel planlı parkın yollara kavuşan anlamlı patikaları sanki bize her yolun Timur’a çıktığını gösteriyor. Meydanın hemen yakınlarında da halen restorasyon sürecinin devam ettiği Amir Timur Müzesi bulunmakta. Tamirat nedeniyle müzeyi ne yazık ki gezemedik.

 Amir Temur Heykeli

Taşkent’in önemli bir sosyal çekim merkezi de çok sayıda bar, kafeterya ve gece kulübünün yer aldığı ve gençlerin eğlence odaklı bu özelliğinden dolayı “Broadway” olarak andıkları Ressamlar Sokağı… Bu muhit, aynı zamanda çok sayıda; sanatlarını icra eden ve resimlerini sergileyen ressamı da barındırıyor. Sokağın iki yanında; bütün çevresi yemyeşil ağaçlarla ve peyzaj alanlarıyla kaplı parklar uzanıyor. Hektarlarca alan; neredeyse bir ormanı andırıyor. Çimenlerle kaplı bütün zeminler, rengârenk çiçeklerle süslenmiş. Bir kent içerisinde olduğumuzu unutmazsak; gerçekten görülmeye değer manzaralar bunlar. Yukarıda da defalarca belirttiğimiz gibi bu asla eğreti durmayan ve ülkemizde son yıllarda; özellikle taşradaki illerimizde pıtrak gibi ortaya çıkan ve lunapark zihniyetiyle inşa edilen yeşil alanlara hiç benzemiyor. Köktenci bir yaklaşımı ve kültürü içinde barındırıyor. Bu kültürün köklerini ise dünde ve “eski” düzende aramak gerek.

 Ressamlar Sokağı

Ressamlardan biri çalışıyor.

Ressamlar Sokağı çevresindeki yeşil alanlar

Sokağa "Broadway" denmesinin nedenlerinden biri...

Ali Şir Nevai, edebiyatta Farsça’ya karşı Türkçe’yi ilk kez bir yazın dili olarak benimsemiş önemli bir Türk Şairi ve Edebiyatçısı. Tabii ki, Özbekler, Türkçe değil Özbekçe diyorlar bu dile; ancak bu yaklaşımı nasıl açıklamalı o da biraz kaygı verici. Bizim yıllardır Türkî Cumhuriyetler diye yere göğe koyamadığımız bu çiçeği burnunda ülkelerde yaşayan halklar ve biz; ne yazık ki, tarihin girdabında hamur gibi yoğrulurken, birbirimizden oldukça farklı noktalara düşmüşüz. En başta kimlik olarak kendini tanımlama aşamasında bu farklılık ortaya çıkıyor. Kendisini bizden ve biraz da Türkmenistan’dan başka Türk ismi ile tanımlayan neredeyse yok. Dil olarak bizler Farsça, Arapça ve sonraları Batı dillerinin etkisinde kalırken, örneğin Özbekler de Çinlilerin kültürel nüfuzunu fazlasıyla hissetmişler. Sözcüklerin fonetiğine dikkat edilse, bu etki hemen görülecek düzeyde. Yani yüzlerce yıllık bir ayrılığın ve farklı kulvarlarda ilerleyişin getirdiği sonuçları kabullenmek, bunları anlamak ve bu noktadan hareket ederek, daha rasyonel birliktelikler ve dostluklar tesis etmek, daha mantıklı ve olası gibi görünüyor.

 Ali Şir Nevai'nin heykeli

Ali Şir Nevai Milli Parkı'ndan bir görünüş

İşte O Ali Şir Nevai, bugün Özbekistan’ın müstakillik sürecinde; Timur gibi, El Harezmî gibi, İbni Sina gibi, El Biruni gibi yeniden keşfettiği ve yücelttiği milli “kahraman”larından biri. Bu anlamda da Taşkent’in birçok yerinde onun ismine ve onun için yapılan yapılara, parklara rastlamak mümkün. Bu yapılardan birisi de Bunyodkor Meydanı içinde yer alan Ali Şir Nevai Tiyatrosu. Halen bir restorasyonun sürdüğü bina, Rus Mimar Şusev tarafından 1947 yılında açılan bir yarışma sonucunda kazanan proje olarak hayata geçirilmiş. Mimar Şusev, aynı zamanda; Moskova’da Lenin’in mozolesi ve Moskova Metrosu’nun da tasarımcısı olarak tanınıyor. 

 Arkada eski düzenden kalan binalar, önde yeni düzenin bayram sloganları

Taşkent’te ziyaret ettiğimiz mekânlardan birisi de 19.yy.da Taşkent’te Rus elçisi olarak görev yapan Poletzev’in evi oldu. Bu ev hem Özbeklerin tüm mimari unsurlarının oldukça eklektik bir şekilde kullanıldığı bir yapı olarak; ama aynı zamanda El Sanatları Müzesi olarak barındırdıklarıyla da son derece ilginçti.

 Poletzev Evi; şimdi El Sanatları Müzesi

Evin ön cephesinde yer alan eyvanlarından biri

Evin içinden bir köşe; kabul salonu

Özbekistan’a has suzani dokumalar, porselen işçiliğinin en güzel örnekleri çay takımları, porselen vazolar ve tabaklar, kumaş baskıları, ahşap işçiliğinin eşsiz örnekleri, mücevherler, halılar ve kilimler; evin L şeklinde konumlanmış mimari hücreleri içinde özenle sergileniyordu. Hakkını vererek gezmenin belki saatler süreceği müzede; depoda bulunanlarla birlikte yaklaşık 7000 parçalık bir koleksiyonun yer aldığını da ziyaretimiz sırasında öğrendik.

 Suzani dokumalar

Bir başka örnek daha; suzani

 Porselen çay takımları

kırmızının güzelliği

 Özbek milli çalgıları; tar, tambur ve rubab

Özbekistan’ın kalbi, Timur’u kıskandıracak boyutta dev binalar ve geniş meydanlarıyla aklımızdan silinmeyecek bu modern kentten Hiva için ayrılma zamanı gelmişti. Yeni cumhuriyetin gözbebeği, bütün yatırımların ilk aktığı yer modern Taşkent’ten, tarihi İpek Yolu üzerinde yer alan bir başka şehir; Harezmiler’in kadim yurdu, eski Hiva Hanlığı’nın başkenti Hiva’ya uçmak üzere Taşkent Havaalanı’na doğru yola çıktık. Hedef; UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Hiva ve onun çekirdeği Eski Şehir’di artık.



DEVAM EDECEK
Dipnotlar:

(1)   http://en.wikipedia.org/wiki/Bactria adresinden alınmıştır.
(2)  http://en.wikipedia.org/wiki/Roxana adresinden alınmıştır.
(3)  http://en.wikipedia.org/wiki/Stateira_II adresinden alınmıştır.
(4)  http://en.wikipedia.org/wiki/Bactria adresinden alınmıştır.
(6)  http://en.wikipedia.org/wiki/Khanate_of_Khiva adresinden alınmıştır.

Yazan ve fotoğraflayan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder