30 Mart 2012
İzmir’den
Ahmetli’ye doğru
Mehmet Yavuzcezzar
Güneşin; bulutlar ardına bir girip bir çıktığı, Mart ayının bu son
günlerinin kıştan kalmış serin sabahında, saat 8 gibi İzmir’den yola çıktık.
Bu kez yönümüzü tarihi M.Ö. 2000’lere dayanan Sardis’e çevirdik.
Sardis - Sardes yada Sfarda; “Karun kadar zengin” deyimini dilimize kazandıran, tarihte
ilk olarak altın sikkenin basıldığı, -basılmaz olaydı- Lidya’nın başkenti.
Saat 9 sularında kahvaltı molası vermek ve biraz da eski anıları
tazelemek amacıyla, yolumuz üzerindeki Ahmetli’ye
uğradık. Vardığımızda hava serin hatta “ısırıyordu”. Çocukluğumun ve gençliğe ilk adımları attığım yıllarımın geçtiği İzmir-Ankara karayolu üzerindeki bu küçük kasabaya her gelişimde bir önceki görünüşünü arar oluyordum, bu kez de öyle oldu.
70’li yıllarda “Nahiye” iken iki yanında tek katlı ahşap/kâgir evlerin veya “Hanay”ların bulunduğu ve üzerlerinde tek-tük arabaların daha çok kasalı motosikletlerin geçtiği dar sokaklardan oluşuyordu. Şimdilerde de aynı dar sokaklar var fakat bu defa her iki yanında iki, üç hatta beş katlı beton binalar, tabii ki arabalar, arabalar, arabalar…
Karayolu kenarında nahiyemizin doğu ve batı yönlü girişlerine konan
tabelalarda: “Ahmetli’ye hoş geldiniz – Welcome to Ahmetli - Willkommen in der
Ahmetli - Nüfus:10650” yazıyordu. Bugün “İlçe” Ahmetli’nin 2011 yılı verilerine göre nüfusu 9878!
Kahvaltımızı, çocukluğumda oyun oynadığımız, maçlar yaptığımız yüksek
çınar ve servi ağaçlarının bulunduğu tren yolu kenarında yaptık. Ancak
ağaçların yerine inşa edilen istasyon kahvesinde! Yanımızda getirdiğimiz; gevrek, peynir, zeytin ve yumurtaya kahvecinin yaptığı taze çaylar eşlik etti.
Yaklaşık yarım saatlik kahvaltı molasından sonra, çocukluğumun güzel
anılarını daha fazla berbat etmemek ve kasabanın doğu çıkışındaki “Güldede Kabristanı”nda yatan babamı
ziyaret etmek için ayrıldık.
Kasabamızda, belki de derli-toplu, bozulmamış tek yer olarak kalan
mezarlıkta, görevimizi yaptıktan sonra, 10 km ötedeki Sart’a doğru yola koyulduk.
Küçükken "Hıdrellez" gelince bütün mahalle dolmuş yada kamyonlara doluşur, adının Paktalos olduğunu çok sonra öğrendiğim Sart Çayının kenarında piknik yapmaya giderdik. Ailelerimiz çay kenarında demlenip sohbet ederken, biz de Sart Harabelerinin yanındaki çimenlerde top oynardık.
İşte bugünkü gezi rotamız buradan başlıyordu: Sart Harabeleri yada Artemis Tapınağı-Paktalos-Akrapol ve diğerleri...
Eski Sart yolu tamirat çalışmaları
nedeniyle kapalıydı. Yeni yoldan içeriye, Adnan Menderes Caddesi’ne saparak
Artemis Tapınağı’nın yoluna yöneldik.
Sardis’in içinde ve
yakın çevresinde dolaşırken
İbrahim Fidanoğlu
Gediz (Hermos) çöküntü alanının Bozdağ’ın
eteklerine doğru depremselliklerle yükselmesi sonucunda oluşmuş, kum, çakıl, kireç taşı ve
kilden müteşekkil, kaya içermeyen konglomera tepecikler, İzmir – Ankara
asfaltının bildik manzaralarını belirlerler.
Konglomera tepecikleri. Aşağıda solda Artemis, sağda Sart
Aynı yeryüzü şekillerine bir başka çöküntü alanı olan Büyük Menderes Ovası’nın kuzey yakasında yükselen Aydın Dağları’nın eteklerinde rastlarız. Mekanizma tamamen aynıdır. Son derece düzensiz yükseltilerin ve çöküntü alanlarının yan yana bulunduğu bu kaotik yeryüzü oluşumları, ister istemez buralardan geçen herkesin ilgisini çeker.
Zamana direnip yaşama tutunan bonsai benzeri çam ağacı
Batı Anadolu’da İlkçağ’da önemli bir uygarlık durağı olan Lidya kültürü işte bu
topraklarda vücut bulmuştur. Şehrin en güzel yeri Akropol’ün tepesine
konumlanmış yapılar, ziyaretçiler için ilk anda bir bilinmezdir. Çünkü kuzey
güney ekseninde Akropol’e güneyden yaklaşan ziyaretçiler bu yapıları dağın arka
yüzünde kaldığından dolayı asla göremezler. Tepeye tırmandıkça aşağıda
İlkçağ’daki ismiyle Paktolos bugünkü adıyla Sart Çayı’nın hemen kıyısında uzanan
kült merkezi dev Artemis Tapınağı küçüldükçe küçülür; en tepede tırnağınızın
ucu kadar kalır.
Akropol'e çıkarken aşağıda Artemis Tapınağı
Lidya toprakları, M.Ö. 15-11 yy. arasında
zamanın iki büyük gücü Hititler ve onlar tarafından Ahhiyawa ülkesi olarak
tanımlanan Miken Dünyası’nın güç alanlarının kesiştiği bir eksende yer
alıyordu. Batı Anadolu’da zaman zaman Hititlerle sürtüşen, zaman zaman onların
hegemonyası altına girip birer uydusu haline dönüşen Arzawa, Assuwa, Seha Nehri
Ülkesi, Mira ve Kuwaliya krallıkları bu iki dünyanın arasına sıkışmış birer
tampon bölge gibiydiler. M.Ö. 11 yy.dan başlayarak Trakya’dan Kıta
Yunanistanı’na ve Anadolu’ya yönelik gelişen Trakyalı savaşçı kavimlerin büyük
göçü bu dengeyi değiştirdi ve Hititler’in; Toroslar’ın ardına çekilmesine ve
giderek tarih sahnesinden silinmesine yol açtı.
Bu dönemde Orta ve Batı Anadolu’da
Trakya’dan gelen Frigler, yeni bir güç odağı olarak ön plana çıktı. M.Ö.
8.yy.da kuzeyden Kimmer akınlarıyla zayıflayıp yıkılan Frigler’in yerini Batı
Anadolu’da Mermandlar (Şahinoğulları) hanedanının önderliğinde Lidyalılar aldı.
En güçlü olduğu dönem olan M.Ö. 6 yy.da Kızılırmak’a kadar dayanan ve bir
anlamda Anadolu’nun hâkimi haline gelen Lidya Devleti, M.Ö. 546’da Perslerin
saldırısına karşı koyamadı ve son kral Krezüs ile birlikte tarih sahnesinden
çekildi.
Artemis Tapınağı, sol önde Bazilika
Egemenlik dönemlerinde İyonya’ya yönelik
akınlarıyla bölgeyi baskı altına alan, İzmir’i ve Efes’i nüfuz alanına dâhil
eden Lidyalılar, Krezüs döneminde İlkçağ’ın 7 harikasından biri kabul edilen
Artemis Tapınağı’nın yeniden inşa edilmesini sağladılar. Hanedanın kurucusu
Gyges’den, en büyük hükümdarları Alyattes ve onun oğlu; son kral Krezüs’e kadar
yaklaşık 2 yüzyıllık serüven, Pers Kralı Kiros’un yönetimindeki ordunun
Akropol’ü ele geçirmesi ile son buldu.
Altın rafinerisi, arkada ileride Akropol
Geriye Paktolos’dan arındırılan altının
sikke haline dönüştüğü zenginleşme sürecinde yaratılmış Artemis Tapınağı
çevresindeki kült alanı, altın rafinerisi, biteviye düzlükteki kenti sarıp
sarmalayan sur parçaları, Paktolos çayının kıyısındaki Roma ve Bizans dönemine
ait villaları kaldı. Bir de Akropol’den aşağıdaki düzlüğe doğru bakıldığında
etrafa saçılmış vaziyette ovaya dağılmış irili ufaklı yüzlerle ifade
edilebilecek Tümülüs; yani Bin Tepeler… Ankara – İzmir karayolunun iki
yakasında yer alan yüzyıllık kazı sürecinde yeniden yaratılmış gimnasyum, hemen
önünde yer alan dükkânlar; Roma döneminden kalma sinagog; yolun kuzey yakasında
yer alan tiyatro ve stadyum ile diğer yapı kalıntıları da ören yerinin diğer
önemli unsurları arasında sıralanabilir. Toprak altında uykuda olanlar hariç
tabii ki…
Bahar aylarında çevre kasaba ve köylerin
kamyonetlere, minibüslere doluşup pikniğe koşuşturdukları alan burasıdır;
Paktolos’un hemen kıyısıdır. İnsanlar yerler, içerler ve bu dev sütun parçaları
ile dolu tapınak alanının hemen yakınında bir ritüeli sanki bu inanç merkezinin
kalbinde yeniden hatırlarlar. Kutlanan belki Nevruz’dur, belki de Hıdrellez.
Ama tarihin derin girdaplarından bugüne sökün edip gelen ve sevinçle karşılanan
misafir, aslında yaşamın ta kendisidir.
Paktalos (Sart) Çayı
Yaklaşık 60 derecelik bir eğimde
tırmandığımız Akropol’ün üstünde Nazmi Efe’nin kabrine rastladık. Yunan işgali
sırasında İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Milne’nin adıyla
anılan ve Türklere Batı Anadolu’yu yasaklayan Milne Hattı civarında gelişen
acıklı vatan hikâyelerinin tanığı olmalıdır bu mezar. Aslında Sardis; tarihte
ve bugün de Batı ile Doğu’nun karşı karşıya geldiği kadim bir merkezdir desek
yalan olmaz. Hitit – Miken dünyası, Lidya – İyon dünyası, Lidya – Pers dünyası,
Kurtuluş Savaşı’nda Türk ve Yunan Kuvvetlerinin ileri hareketlerinde kırılma
noktası olmuş Milne Hattı’nın ayırdığı dünyalar hep bu topraklarda karşı
karşıya geldiler. Zenginlikler üstüne sürdürülen acımasız savaşlar bu eksende
cereyan etti. Bu kavimlerin akan kanlarının sessiz tanığı oldu bu topraklar. Ve
sabah serinliğinde Ahmetli’deki İstasyon Kahvesi’nde kahvaltımızı yaparken
İzmir’den sürüklediğimiz denizin yumuşaklığı bu topraklarda karasal bir
atmosfere döndü aniden. Yani hep bir karşılaşmanın ve karşılıklı güç
denemesinin arenasına dönüştü bu topraklar.
Sonra Akropol’e tırmandık. Zamanın,
tektonik hareketlerin ve atmosferik olayların aşındırmasına karşılık un ufak
olacakmış hissini veren konglomera kütlenin tam üstünde bir şapka gibi duran
sur parçalarının görünümü eşsizdi.
Sur kalıntıları
Dağın güney yamacı, yüzyıllık öykülerde
ovaya akıp gitmişti. Arkaya dolandık ve daha dikleşen eğimde makilik bölgeyi
geçince tepenin öte yüzünde uzayıp giden tepedeki sarayı gördük. Kentin en
güzel yerinde mermer ve yeşil kumtaşından sur parçaları, dönümlerce uzayıp
giden düzlüğü yar başına kadar çeviriyordu.
Saray ve sur parçaları
Bozdağ’a bakan yüzünde bölmeler
halinde odalar ve kemerli geçiş koridorları dikkat çekiyordu. M.Ö. 7 yy.dan
kalma; savunmaya son derece elverişli bir konumda oluşturulmuş bu kale yapısı,
daha sonraki Persler, Selevkoslar, Roma ve Bizans dönemlerindeki eklentilerle
yaşam alanı olarak mevcudiyetini sürdürmüş.
Kemerli koridorlar
Akropol’ün kuzey yönünden
görülebilen ortalık düzlük alanda yer alan mermer kule, Selevkoslar zamanında
III. Antiochus tarafından yaptırılmış. Lidya’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne kadar
uzanan bu çalkantılı tarihin izleri zamanla bir bir yok oluyor ne yazık ki.
Bazen bunun sebebi karşıdaki yamaçlara kurulu bir ponza taşı fabrikası
olabiliyor; bazen dağlara doğru ilerleyen ovadaki alt üst oluşun baskısı; bazen
kültürel yozlaşmanın ulaştığı son noktadaki Vandalizm; defineciler; mezar
kazıcıları; ellerinde belgelerle dolaşan izinli talancılar vs. vs…
Bin Tepeler’e uzanıyor yolumuz akşama
doğru. Gyges’in tümülüsünden tarihi Gyges Gölü’ne bakıyoruz. Rüzgârın
şiddetinden toprağın üstündeki yüzlerce çiriş otu yana doğru eğilmiş, ağlıyor.
Delik deşik olmuş sahipsiz mezar açmalarına ağlıyor kır çiçekleri. Bir dönem
hesapsız tarla sulamaları nedeniyle kuruma noktasına gelen Gölmarmara Gölü, bu
yılki yağmurlarla oldukça zengin duruyor. Gölün kıyıları boyunca yer alan bütün
bataklık ve sığ alanlar suyla dolmuş durumda. Organik tarım yapılan Tekelioğlu
köyünün sınırları içinde bulunan göl kıyısına iniyoruz. Bu sulak alanın bu
kadar derbederlik içinde olması ne acı. Her yer her tarafta; göl kıyısında
çürümüş balıkçı tekneleri devrilmiş, parçalanmış vaziyette duruyor.
Gyges gölü kıyısında gezgin Lidyalılar!
Gölün
üstünde bahriler, sakar mekeler dalıp dalıp çıkıyorlar. Kıyıda kuyruk
kaldıranlar, yalıçapkınları uçuyor. Her şeye rağmen tabiat uyanıyor. İnsanın
bütün tahribatına rağmen, bütün güzelliğiyle tabiat uyanıyor. Göl kıyısında
betondan yapılmış bir kameriyenin oturakları üstünde soluklanıyor ve etrafımızı
seyrediyoruz. Su, neredeyse zeminin üstüne kadar çıkmış; karayı basmış
denebilir. Güneş yavaş yavaş devriliyor. Vakit tamamdır; analım Cahit Usta’yı…
“Haydi
Abbas, vakit tamam;
Akşam
diyordun işte oldu akşam.
Kur
bakalım çilingir soframızı;
Dinsin
artık bu kalb ağrısı.
Şu
ağacın gölgesinde olsun;
Tam
kenarında havuzun.
Aya
haber sal çıksın bu gece;
Görünsün
şöyle gönlümce.
Bas
kırbacı sihirli seccadeye,
Göster
hükmettiğini mesafeye
Ve
zamana.
Katıp
tozu dumana,
Var
git,
Böyle
ferman etti Cahit,
Al
getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak
istiyorum gençliğimi yeni baştan.”
Cahit
Sıtkı Tarancı
Yazan: İbrahim Fidanoğlu – Mehmet
Yavuzcezzar
Düzenleyen: MYC
çok yararlı bi yazı teşekkürler
YanıtlaSilİlginize teşekkür ederiz.
YanıtlaSilÇOK GÜZEL
YanıtlaSilTeşekkürler...
Silteşekkürler
YanıtlaSilGerçekten harika fotoğraflar. Sardes ile ilgili çok güzel bilgiler edindim.
YanıtlaSilİlginize teşekkürler. Devamlılığı dileğiyle...İF
Silalıntı yapmak istiyorum.
YanıtlaSilElbette yapabilirsiniz. İlginize teşekkürler...İF
Silteşekkür ederiz
YanıtlaSil