5 Nisan 2012 Perşembe

SARDİS AKROPOLU ve BİNTEPELER YÜRÜYÜŞÜ

30 Mart 2012
İzmir’den Ahmetli’ye doğru
Mehmet Yavuzcezzar

Güneşin; bulutlar ardına bir girip bir çıktığı, Mart ayının bu son günlerinin kıştan kalmış serin sabahında, saat 8 gibi İzmir’den yola çıktık.
Bu kez yönümüzü tarihi M.Ö. 2000’lere dayanan Sardis’e çevirdik.

Sardis - Sardes yada Sfarda; “Karun kadar zengin” deyimini dilimize kazandıran, tarihte ilk olarak altın sikkenin basıldığı, -basılmaz olaydı- Lidya’nın başkenti.

Saat 9 sularında kahvaltı molası vermek ve biraz da eski anıları tazelemek amacıyla, yolumuz üzerindeki Ahmetli’ye uğradık. Vardığımızda hava serin hatta “ısırıyordu”. Çocukluğumun ve gençliğe ilk adımları attığım yıllarımın geçtiği İzmir-Ankara karayolu üzerindeki bu küçük kasabaya her gelişimde bir önceki görünüşünü arar oluyordum, bu kez de öyle oldu.

70’li yıllarda “Nahiye” iken iki yanında tek katlı ahşap/kâgir evlerin veya “Hanay”ların bulunduğu ve üzerlerinde tek-tük arabaların daha çok kasalı motosikletlerin geçtiği dar sokaklardan oluşuyordu. Şimdilerde de aynı dar sokaklar var fakat bu defa her iki yanında iki, üç hatta beş katlı beton binalar, tabii ki arabalar, arabalar, arabalar…

Karayolu kenarında nahiyemizin doğu ve batı yönlü girişlerine konan tabelalarda: “Ahmetli’ye hoş geldiniz – Welcome to Ahmetli - Willkommen in der Ahmetli -  Nüfus:10650” yazıyordu. Bugün “İlçe” Ahmetli’nin 2011 yılı verilerine göre nüfusu 9878!

Kahvaltımızı, çocukluğumda oyun oynadığımız, maçlar yaptığımız yüksek çınar ve servi ağaçlarının bulunduğu tren yolu kenarında yaptık. Ancak ağaçların yerine inşa edilen istasyon kahvesinde! Yanımızda getirdiğimiz; gevrek, peynir, zeytin ve yumurtaya kahvecinin yaptığı taze çaylar eşlik etti.

Yaklaşık yarım saatlik kahvaltı molasından sonra, çocukluğumun güzel anılarını daha fazla berbat etmemek ve kasabanın doğu çıkışındaki “Güldede Kabristanı”nda yatan babamı ziyaret etmek için ayrıldık.

Kasabamızda, belki de derli-toplu, bozulmamış tek yer olarak kalan mezarlıkta, görevimizi yaptıktan sonra, 10 km ötedeki Sart’a doğru yola koyulduk. 

Küçükken "Hıdrellez" gelince bütün mahalle dolmuş yada kamyonlara doluşur, adının Paktalos olduğunu çok sonra öğrendiğim Sart Çayının kenarında piknik yapmaya giderdik. Ailelerimiz çay kenarında demlenip sohbet ederken, biz de  Sart Harabelerinin yanındaki çimenlerde top oynardık. 
İşte bugünkü gezi rotamız buradan başlıyordu: Sart Harabeleri yada Artemis Tapınağı-Paktalos-Akrapol ve diğerleri...

Eski Sart yolu tamirat çalışmaları nedeniyle kapalıydı. Yeni yoldan içeriye, Adnan Menderes Caddesi’ne saparak Artemis Tapınağı’nın yoluna yöneldik.

Gezi rotamız
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Sardis’in içinde ve yakın çevresinde dolaşırken

İbrahim Fidanoğlu

Gediz (Hermos) çöküntü alanının Bozdağ’ın eteklerine doğru depremselliklerle yükselmesi sonucunda oluşmuş, kum, çakıl, kireç taşı ve kilden müteşekkil, kaya içermeyen konglomera tepecikler, İzmir – Ankara asfaltının bildik manzaralarını belirlerler. 

Konglomera tepecikleri. Aşağıda solda Artemis, sağda Sart

Aynı yeryüzü şekillerine bir başka çöküntü alanı olan Büyük Menderes Ovası’nın kuzey yakasında yükselen Aydın Dağları’nın eteklerinde rastlarız. Mekanizma tamamen aynıdır. Son derece düzensiz yükseltilerin ve çöküntü alanlarının yan yana bulunduğu bu kaotik yeryüzü oluşumları, ister istemez buralardan geçen herkesin ilgisini çeker. 


Zamana direnip yaşama tutunan bonsai benzeri çam ağacı

Batı Anadolu’da İlkçağ’da önemli bir uygarlık durağı olan Lidya kültürü işte bu topraklarda vücut bulmuştur. Şehrin en güzel yeri Akropol’ün tepesine konumlanmış yapılar, ziyaretçiler için ilk anda bir bilinmezdir. Çünkü kuzey güney ekseninde Akropol’e güneyden yaklaşan ziyaretçiler bu yapıları dağın arka yüzünde kaldığından dolayı asla göremezler. Tepeye tırmandıkça aşağıda İlkçağ’daki ismiyle Paktolos bugünkü adıyla Sart Çayı’nın hemen kıyısında uzanan kült merkezi dev Artemis Tapınağı küçüldükçe küçülür; en tepede tırnağınızın ucu kadar kalır.

Akropol'e çıkarken aşağıda Artemis Tapınağı

Lidya toprakları, M.Ö. 15-11 yy. arasında zamanın iki büyük gücü Hititler ve onlar tarafından Ahhiyawa ülkesi olarak tanımlanan Miken Dünyası’nın güç alanlarının kesiştiği bir eksende yer alıyordu. Batı Anadolu’da zaman zaman Hititlerle sürtüşen, zaman zaman onların hegemonyası altına girip birer uydusu haline dönüşen Arzawa, Assuwa, Seha Nehri Ülkesi, Mira ve Kuwaliya krallıkları bu iki dünyanın arasına sıkışmış birer tampon bölge gibiydiler. M.Ö. 11 yy.dan başlayarak Trakya’dan Kıta Yunanistanı’na ve Anadolu’ya yönelik gelişen Trakyalı savaşçı kavimlerin büyük göçü bu dengeyi değiştirdi ve Hititler’in; Toroslar’ın ardına çekilmesine ve giderek tarih sahnesinden silinmesine yol açtı.

Bu dönemde Orta ve Batı Anadolu’da Trakya’dan gelen Frigler, yeni bir güç odağı olarak ön plana çıktı. M.Ö. 8.yy.da kuzeyden Kimmer akınlarıyla zayıflayıp yıkılan Frigler’in yerini Batı Anadolu’da Mermandlar (Şahinoğulları) hanedanının önderliğinde Lidyalılar aldı. En güçlü olduğu dönem olan M.Ö. 6 yy.da Kızılırmak’a kadar dayanan ve bir anlamda Anadolu’nun hâkimi haline gelen Lidya Devleti, M.Ö. 546’da Perslerin saldırısına karşı koyamadı ve son kral Krezüs ile birlikte tarih sahnesinden çekildi.

Artemis Tapınağı, sol önde Bazilika

Egemenlik dönemlerinde İyonya’ya yönelik akınlarıyla bölgeyi baskı altına alan, İzmir’i ve Efes’i nüfuz alanına dâhil eden Lidyalılar, Krezüs döneminde İlkçağ’ın 7 harikasından biri kabul edilen Artemis Tapınağı’nın yeniden inşa edilmesini sağladılar. Hanedanın kurucusu Gyges’den, en büyük hükümdarları Alyattes ve onun oğlu; son kral Krezüs’e kadar yaklaşık 2 yüzyıllık serüven, Pers Kralı Kiros’un yönetimindeki ordunun Akropol’ü ele geçirmesi ile son buldu. 

Altın rafinerisi, arkada ileride Akropol

Geriye Paktolos’dan arındırılan altının sikke haline dönüştüğü zenginleşme sürecinde yaratılmış Artemis Tapınağı çevresindeki kült alanı, altın rafinerisi, biteviye düzlükteki kenti sarıp sarmalayan sur parçaları, Paktolos çayının kıyısındaki Roma ve Bizans dönemine ait villaları kaldı. Bir de Akropol’den aşağıdaki düzlüğe doğru bakıldığında etrafa saçılmış vaziyette ovaya dağılmış irili ufaklı yüzlerle ifade edilebilecek Tümülüs; yani Bin Tepeler… Ankara – İzmir karayolunun iki yakasında yer alan yüzyıllık kazı sürecinde yeniden yaratılmış gimnasyum, hemen önünde yer alan dükkânlar; Roma döneminden kalma sinagog; yolun kuzey yakasında yer alan tiyatro ve stadyum ile diğer yapı kalıntıları da ören yerinin diğer önemli unsurları arasında sıralanabilir. Toprak altında uykuda olanlar hariç tabii ki…

Gimnasyum

Bahar aylarında çevre kasaba ve köylerin kamyonetlere, minibüslere doluşup pikniğe koşuşturdukları alan burasıdır; Paktolos’un hemen kıyısıdır. İnsanlar yerler, içerler ve bu dev sütun parçaları ile dolu tapınak alanının hemen yakınında bir ritüeli sanki bu inanç merkezinin kalbinde yeniden hatırlarlar. Kutlanan belki Nevruz’dur, belki de Hıdrellez. Ama tarihin derin girdaplarından bugüne sökün edip gelen ve sevinçle karşılanan misafir, aslında yaşamın ta kendisidir.

Paktalos (Sart) Çayı

Yaklaşık 60 derecelik bir eğimde tırmandığımız Akropol’ün üstünde Nazmi Efe’nin kabrine rastladık. Yunan işgali sırasında İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Milne’nin adıyla anılan ve Türklere Batı Anadolu’yu yasaklayan Milne Hattı civarında gelişen acıklı vatan hikâyelerinin tanığı olmalıdır bu mezar. Aslında Sardis; tarihte ve bugün de Batı ile Doğu’nun karşı karşıya geldiği kadim bir merkezdir desek yalan olmaz. Hitit – Miken dünyası, Lidya – İyon dünyası, Lidya – Pers dünyası, Kurtuluş Savaşı’nda Türk ve Yunan Kuvvetlerinin ileri hareketlerinde kırılma noktası olmuş Milne Hattı’nın ayırdığı dünyalar hep bu topraklarda karşı karşıya geldiler. Zenginlikler üstüne sürdürülen acımasız savaşlar bu eksende cereyan etti. Bu kavimlerin akan kanlarının sessiz tanığı oldu bu topraklar. Ve sabah serinliğinde Ahmetli’deki İstasyon Kahvesi’nde kahvaltımızı yaparken İzmir’den sürüklediğimiz denizin yumuşaklığı bu topraklarda karasal bir atmosfere döndü aniden. Yani hep bir karşılaşmanın ve karşılıklı güç denemesinin arenasına dönüştü bu topraklar.

 Akropol yamacında Nazmi Efe'nin kabri, arkada Sart

Sonra Akropol’e tırmandık. Zamanın, tektonik hareketlerin ve atmosferik olayların aşındırmasına karşılık un ufak olacakmış hissini veren konglomera kütlenin tam üstünde bir şapka gibi duran sur parçalarının görünümü eşsizdi. 

Sur kalıntıları

Dağın güney yamacı, yüzyıllık öykülerde ovaya akıp gitmişti. Arkaya dolandık ve daha dikleşen eğimde makilik bölgeyi geçince tepenin öte yüzünde uzayıp giden tepedeki sarayı gördük. Kentin en güzel yerinde mermer ve yeşil kumtaşından sur parçaları, dönümlerce uzayıp giden düzlüğü yar başına kadar çeviriyordu. 

Saray ve sur parçaları

Bozdağ’a bakan yüzünde bölmeler halinde odalar ve kemerli geçiş koridorları dikkat çekiyordu. M.Ö. 7 yy.dan kalma; savunmaya son derece elverişli bir konumda oluşturulmuş bu kale yapısı, daha sonraki Persler, Selevkoslar, Roma ve Bizans dönemlerindeki eklentilerle yaşam alanı olarak mevcudiyetini sürdürmüş. 

Kemerli koridorlar

Akropol’ün kuzey yönünden görülebilen ortalık düzlük alanda yer alan mermer kule, Selevkoslar zamanında III. Antiochus tarafından yaptırılmış. Lidya’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne kadar uzanan bu çalkantılı tarihin izleri zamanla bir bir yok oluyor ne yazık ki. Bazen bunun sebebi karşıdaki yamaçlara kurulu bir ponza taşı fabrikası olabiliyor; bazen dağlara doğru ilerleyen ovadaki alt üst oluşun baskısı; bazen kültürel yozlaşmanın ulaştığı son noktadaki Vandalizm; defineciler; mezar kazıcıları; ellerinde belgelerle dolaşan izinli talancılar vs. vs…

Gyges tümülüsünden Gyges (Marmara) gölü

Bin Tepeler’e uzanıyor yolumuz akşama doğru. Gyges’in tümülüsünden tarihi Gyges Gölü’ne bakıyoruz. Rüzgârın şiddetinden toprağın üstündeki yüzlerce çiriş otu yana doğru eğilmiş, ağlıyor. Delik deşik olmuş sahipsiz mezar açmalarına ağlıyor kır çiçekleri. Bir dönem hesapsız tarla sulamaları nedeniyle kuruma noktasına gelen Gölmarmara Gölü, bu yılki yağmurlarla oldukça zengin duruyor. Gölün kıyıları boyunca yer alan bütün bataklık ve sığ alanlar suyla dolmuş durumda. Organik tarım yapılan Tekelioğlu köyünün sınırları içinde bulunan göl kıyısına iniyoruz. Bu sulak alanın bu kadar derbederlik içinde olması ne acı. Her yer her tarafta; göl kıyısında çürümüş balıkçı tekneleri devrilmiş, parçalanmış vaziyette duruyor.

Gyges gölü kıyısında gezgin Lidyalılar!

Gölün üstünde bahriler, sakar mekeler dalıp dalıp çıkıyorlar. Kıyıda kuyruk kaldıranlar, yalıçapkınları uçuyor. Her şeye rağmen tabiat uyanıyor. İnsanın bütün tahribatına rağmen, bütün güzelliğiyle tabiat uyanıyor. Göl kıyısında betondan yapılmış bir kameriyenin oturakları üstünde soluklanıyor ve etrafımızı seyrediyoruz. Su, neredeyse zeminin üstüne kadar çıkmış; karayı basmış denebilir. Güneş yavaş yavaş devriliyor. Vakit tamamdır; analım Cahit Usta’yı…

“Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.”
Cahit Sıtkı Tarancı


Yazan: İbrahim Fidanoğlu – Mehmet Yavuzcezzar
Düzenleyen: MYC






10 yorum: