GEZGİN
GÖZÜYLE ŞÜKRÜ TÜL(1)
13 Mart 2017
İbrahim Fidanoğlu
Şükrü Bey’i 13 Ocak
2003’den beri tanıyorum. O gün Ebruli
Turizm’in düzenlemiş olduğu Menderes
Kuleleri isimli bir geziye katılmıştık. İzmir’den Aydın’a doğru seyrederken,
otobüs içinde arka sıralarda bir yerdeydik. En ön sıradaki sağ koltukta oturan
ve turun rehberi olduğunu düşündüğümüz bir kişi, elindeki mikrofondan Osmanlı
Dönemi’nde Ayanlar ve Eşkiyalar üzerine bir sunuma başladı. Son derece
etkileyici bir ses tonuyla ve bütünleşik bir yaklaşım içinde devam eden anlatımı,
bizi son derece etkilemişti. Anlatıcı; birçok kaynağı referans vererek,
tarihsel planda ekonomik ve sosyal açıdan da konuyu derinliğine önümüze
sermişti. Sanki kendimi bir üniversite anfisinde ders dinleyen bir öğrenci gibi
hissetmiştim. Sıkıcı değildi; sürükleyiciydi. Konuşmanın akıcılığı, bizi
geçmişin girdapları içinde bir yolculuğa çıkarmıştı sanki. Kanal Ege’deki Ege Gezisi belgeselinden
hatırladığımız o ses, şimdi yanı başımızdaydı. Şükrü Tül’ü önce sesiyle tanımıştık
orada.
Şükrü Tül, Karşıyaka üstündeki İlkçağ kalelerinden biri olan Sancaklıkale'ye tırmanırken...
Bu da Ebruli gezilerinde
yaşanan bir başka an; 2012 yılı Ekim ayı’nda Girit’teyiz. Kandiya’da;
Venediklilerden kalma Martinego Burcu’nda
rüzgâra karşı Nikos Kazancakis’in
mezarının başındayız. Hani şu öldüğünde papazlar tarafından hiçbir Ortodoks
mezarlığına kabul edilmeyip Kandiya’daki Venedik surlarına gömülen
Kazancakis’in mezarından söz ediyoruz. Vakit akşamüstü; gün batımının
kızıllığını arkasına almış Şükrü Bey, bize o çok sevdiği Aleksi Zorba’dan söz ediyor ve bir tirad söyler gibi Nikos Kazancakis’in El
Greco’ya Mektupları’ndan bölümler okuyor; sanki kendi yaşam manifestosu
gibi…
El Greco’ya Mektuplar-Şükrü Hoca bir Kandiya
Akşamı’nda Venedik surlarının üstünde; Kazancakis’in mezarının başında okuyor.
İşte metni aşağıda:
“Hayatımda manevi bir rehber, Hintlilerin dediği gibi bir guru,
Aynaroz’da söylendiği gibi bir ihtiyar seçmem gerekseydi, mutlaka Zorba’yı
seçerdim. Çünkü onda bir mürekkep yalayıcısının kurtulması için gereken her şey
vardı. Besinini bir göz hareketiyle yüksekte yakalayan atasal bakış. Her sabah
durmadan, her şeye, yenilenen bir basitlikle bakması ve ezeli günlük şeylere
bir bekâret vermesi; yani havaya, denize, ateşe, kadına, ekmeğe; elinin
sağlamlığı, yüreğinin serinliği, içinde ruhtan daha yüksek bir güç varmış gibi
kendi ruhuyla alay etme yiğitliği ve nihayet en kritik anlarda bir kurtarıcı
olarak, Zorba’nın ihtiyar göğsünden insanın içindeki en derin dipsiz bir
kuyudan yükselen vahşi, kıkır kıkır gülüşü… O silkinir ve korkak insancığın
zavallı hayatını yarım yamalak koruyabilmek için bütün perdeleri yıkabilirdi ve
yıkıyordu da.”
(El Greco’ya
Mektuplar, Nikos Kazancakis)
Ve konuşmasının sonunda; Aleksi Zorba’nın, çalıştığı madenin patronuna ölmeden önce
bıraktığı mektuptaki son seslenişi ile şöyle bitirdi sözlerini:
“Hatırla… Ben köyün öğretmeniyim. Buradaki maden ocağına sahip Aleksi
Zorba’nın, geçen Pazar günü öğleden sonra, saat 6’da öldüğü hakkındaki acılı
haberi size ulaştırmak için yazıyorum. Can çekişirken beni çağırdı. Gel buraya
öğretmen dedi. Yunanistan’da filanca dostum var. Ben ölünce ona ölümümü, son
ana kadar aklımın bütünüyle başımda olduğunu ve kendisini hatırladığımı yaz. Ne
yaptımsa pişman olmadığımı yaz. Sonra ona de ki; artık akıllanması zamanı
geldi. Ve eğer herhangi bir papaz gelip de günahımı çıkarmak isterse, defolup
gitmesini, lanetinin üstüme olmasını istediğimi söyle. Hayatımda yaptım yaptım.
Ama yine de az yaptım. Benim gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi. İyi
geceler…”
(El Greco’ya
Mektuplar, Nikos Kazancakis)
O ne bir kâğıt faresiydi; ne de mürekkep yalamışların
kurtulması gereken tutsaklığı içindeydi. O yaşam kavgasının tam ortasında, bilimsel
namusundan ödün vermeden; merkezinde arkeolojinin olduğu, ama bunun yanında
onlarca bilimsel disiplinden beslenen derin bir hafızayla güçlendirilmiş, iflah
olmaz bir mücadele adamıydı.
Şükrü Hoca, Aigai'de; kazılar sırasında dinlendiği yerde...
Yaşam kalitesini, bu konuda uğraş veren insanlar şu şekilde tanımlıyor:
Yaşam kalitesi, tanımı ve ölçülmesi güç bir kavram. Çünkü birbirinden
farklı birçok boyutu içeriyor ve zaman, mekân ve kişiye göre farklılık gösteriyor.
Bu nedenle, yaşam kalitesi göreceli, belki de öznel bir kavramdır. Ancak, yaşam
kalitesini “insanların birey ve topluluk olarak özlemlediklerini
gerçekleştirebilmeleri” olarak tanımlamak bu dinamikliği, göreceliliği ve
öznelliği de içinde barındırıyor. Çünkü insanoğlunun belki de en önemli
özelliklerinden birisi bulduğu ile yetinmeyip, her zaman daha iyisine özlem
duymasıdır. Gelişmenin temeli, bu daha iyiyi arama dürtüsüdür. (Dr. Yılmaz Argüden; eski Kalder
başkanlarından…)
Yaşam kalitesi,
bütünleşik ve sağlam temelli bir yaklaşımı gerektirir. İnsan hayatında
mücadelelerle geçen yıllar, dönüp baktığımızda başta hayat dediğimiz serüvende
yola çıkarken, vizyon diye koyduğumuz hedefe ne kadar ulaştığımız veyahut ondan
ne kadar uzaklara düştüğümüz konusunda bir değerlendirme yapma fırsatı sunar mı
acaba?
Bergama Çamavlu'da naif heykeltraş ve taş ustası Mustafa Usta ile birlikte
Ama bir gerçek varsa kaliteli yaşamak ve yaşamda kaliteyi öne almak her zaman kolay değildir ve her babayiğidin de harcı olmasa gerektir. Oysaki yaşam kalitesi, herkesin bu uğurda katkı koyması ve iyileştirme süreçlerine birlikte katılımı ile bir nebze yükselecektir. Ama bu ideali yakalamak ne yazık ki, işletme hayatında olduğu gibi toplumsal yaşamda da pek de kolay olmuyor.
Şükrü Hoca, bilim adamı
kimliği, esas alanı olan arkeoloji dışındaki diğer bilimsel ve sanatsal
disiplinlerle kurabildiği mükemmel etkileşim sayesinde; topluma ve
çevresindekilere sentezleyerek hazırlayıp sunduğu yaşam bilgisini aynı zamanda
kendi yaşamına aktarabilme çabasında olan bir yaşam kalitesi ustasıydı. Bu
elbette kolay bir şey değildi ve zaman zaman insana acı verecek ölçüde
direnmeyi gerektiriyordu. Öyle de oldu.
Şükrü Hoca; Girit-Kandiya'da Nikos Kazancakis'in mezarı başında
Seminerlerinde sıkça
değindiği İlkçağ filozoflarından Kymeli Hesiodos’un
İşler ve Günler adlı manzum eserinde
dediği gibi:
“İnsanlar kötülüğe yığınla akın eder; ona kolayca
ulaşırlar, yolu düzdür, yeri yakındır; ama iyiliğin önüne tanrılar alın terini
koymuşlardır, ona varan yol uzun ve diktir.”
Arkeolojiyi; İzmir
çukurunda belli bir kitleye sevdiren, bu anlamda İzmir’de önemli bir misyonu
hayata geçirebilme başarısını gösteren nadir insanlardandı. En azından bizler,
gezgin öğrencileri olarak arkeolojiyi onun sayesinde sevdik; bilgilendik.
Birçok ören yerini onun anlatımıyla tanıma ve farkına varma fırsatını elde
ettik. Bence bu bile birçok bilim adamının isteyip de başaramadığı bir şeydir
diye düşünüyorum.
Şükrü Bey, Kolophon'da gezginlerin önünde...
Şükrü Hoca’yı her
dinlediğimde, kıvrak zekâsına ve güçlü hafızasına hep hayran olmuşumdur. Son
yıllarda gezilerde zaman zaman bu kadar çok topografik yer ve mevkii adları,
İlkçağ’dan günümüze geniş bir perspektifte gerçekleşmiş tarihsel olaylar ve
onların aktörlerine dair bir sürü bilginin Şükrü Bey’in belleğinden süzülerek
önümüze dökülüvermesine hayret ederdik doğrusu. Bunu ona söylediğimizde de
aslında artık eskisi gibi olmadığına hayıflanarak, “bakalım daha ne kadar devam
ettirebileceğim” derdi. Gerçekten, bu kadar farklı disiplinlerde bu kadar çok
bilgiyi bize rafine bir şekilde sunabilmesi ve bunlardan çıkarımlar yaparak bir
ders verir gibi konuyu önümüze serivermesi müthiş bir meziyetti. Bu anlamda onu
çok özlüyoruz.
Şükrü Hoca, gezilerde özel önem verdiği geleceğin temsilcileri çocuklarla...
(Fotoğraf: Ebruli Turizm Arşivi)
Bir ulusa ait olmanın
gururunu ne taşıtır insana; ya da bir şehre nasıl ait hisseder kendini insan? O
ulusun kaderde, tasada ve kıvançta birlikte hareket edebilmesini sağlayan şey
nedir? Bence bunların en başında gelen; yurt sevgisini ve yaşadığı topraklara
dair bağlılık duygusunu besleyen toplumsal bellektir diye düşünüyorum. Ne yazık
ki, 1980’lerden beri gezegenimizdeki süreçlerden de etkilenerek ülkemiz bir alt
üst oluşlar ve bitmek bilmeyen bir girdaplar silsilesine doğru sürüklenmiş
durumda. Bu yaşadığımız süreçler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak bizi bir arada
tutan halkın ortak hafızasını bir kurt gibi kemiriyor. Nereden gelip nereye
gittiğimizi bile unutmuş vaziyetteyiz. Bir toplumun belleğini çürütürseniz,
altı boşalır; yaşadığı kente ve ülkeye yabancılaşır ve sonunda kimliksiz bir
topluluk haline gelir. Bizim de bugün sürüklendiğimiz girdap biraz buna
benziyor.
Çine-Gerga'da anı fotoğraflarken...
İşte Arkeolog Şükrü Tül
gibi değerler, bize aslında bu toplumsal belleğimizi hatırlatıyor; belki de
yaşadığımız topraklarda bizden önce yaşamış olan uygarlıkların ve halkların
bize bıraktığı kültürel değerleri tanıtarak, taşa taş diye bakmamamızı; onun
ardındaki yüksek bilgiyle tanışmamızı sağlayarak içine sürüklendiğimiz sisten
bizi çıkarmaya çalışıyorlar. Bu sis o kadar ağır ki; tam artık bu ülkede
yağmalanacak ne kaldı derken, yeni süreçlere eklemleniyor hayat. Bu anlamda
içinden geçmekte olduğumuz bu karanlık tünelde Şükür Hoca’nın o bilgeliğini ve
bize bir iksir gibi sunduğu bilginin eksikliğini şimdi daha çok hissediyorum.
Şükrü Bey, bir gezi sırasında çektiği fotoğrafı çocuklara gösterirken...
(Fotoğraf: Ebruli Turizm Arşivi)
Şükrü Bey’in öne çıkan
yönlerinden birisi de mükemmeliyetçiliği idi. Yaptığı her işin iyisini yapmaya
çalışan bir insandı o. Geziler sırasında bunu açık bir şekilde
hissedebiliyordunuz. Bu yönü de yukarıda sözünü ettiğimiz yaşam kalitesini
geliştirmeye yönelik özelliklerinden biriydi diye düşünüyorum. Her gezisine
kitaplarla, haritalarla, kendi koleksiyonundan o haftaki geziyle ilgili
derlediği fotoğraflar ya da eskizleriyle gelirdi. Örneğin Afrodisias’da bir
stajyer öğrenci iken çizdiği eskizleri, orta öğrenim yıllarında Aydın
Dağları’nda, Çine Vadisi’nde onun gibi arkeolojiye sevdalı bir arkadaşı ile
(Ahmet Boratav olmalı) dağ dere dolaşırken rastladıkları antikiteye dair
çizdiği kroki ve eskizleri paylaştığı olurdu zaman zaman bizle. Bu o kadar naif
ve tabii bir heyecandı ki, o anda onunla birlikte aynı ortamı paylaşan bütün
gezginleri de heyecanlandırırdı bu coşkusu.
Şükrü Hoca, Bafa Gölü'nün üstünde yer alan Pantokrator İsa Mağarası'nda gezginlere anlatırken...
Şükrü Hoca, kendine emek
harcamış insanlara, kendi kişisel tarihinde yer tutmuş bilge insanlara minnet
duyan, kendini onlara borçlu hisseden; bu anlamda da onların değerlerini bilen
bir adamdı. Afrodisias’ı ortaya çıkaran rahmetli Kenan Erim’e, Türkiye arkeolojisinin
önder isimlerinden Ekrem Akurgal Hoca’ya her zaman bu duygularını yanımızda
ifade ederek, onların emeklerini yücelterek; bizim de o büyük insanlara saygı
duymamızı sağladı bir anlamda. Bu minnet duygusunu da unutmamalıyız Şükrü
Hoca’nın.
Şükrü Hoca ve gezginler, Kolophon'da; o anlatıyor, herkes can kulağı dinliyor.
Şükrü Bey, gezilerimiz
sırasında, gezginlerin çocuklarına özel bir önem verirdi. Bu davranışlarıyla,
sanki toplumsal belleği yaratmada ve korumada esas hedefin gelecek nesiller
olduğunu vurgular gibiydi. Birçok gezide onlara yönelik; bir antikitenin önünde
özel anlatımlar yaptığını hatırlıyorum. Bence bu davranışın da ayırt edici bir
yönü vardı.
İşte bu tespiti
güçlendiren bir anı; konuşma metnini hazırlarken sevgili Nina Bencoya
hatırlattı. Küçük gezginlerden Ece ve Defne, Sagalassos-Göller Yöresi
turunda; Şükrü Bey’den aldıkları feyz ile sürekli “yüzey araştırması”
yapıyorlar. Bir ara Defne, heyecanla elinde bir taş; “Hitit taşı” buldum
diyerek seviniyor. O anda bulduğu bir Hitit taşı değil, ama gezi sırasında
gerçekten bulduğu başka bir parça; Orta Paleolitik döneme ait bir el baltası
imiş. Şimdi o parça, Betül Hanım’dan (Betül Sağıt Teoman-DEÜ Edebiyat
Fakültesi-Müzecilik Bölümü) aldığımız bilgiye göre 245 envanter numarasıyla DEÜ
Müzecilik Bölümü’nün Şükrü Tül Eski Eser Koleksiyonu’nda Defne'nin adıyla
sergileniyormuş.
Defne ve ablası Ece, buldukları taşı Şükrü Hoca'ya gösterirken...
(Fotoğraf: Ebruli Turizm Arşivi)
Defne'nin bulduğu balta ucunun Şükrü Hoca'nın el yazısı ile yapılan kaydı
(Sevgili Nina'ya teşekkürlerimle...)
(Fotoğraf: Ebruli Turizm Arşivi)
Bir gezide; Şükrü Bey, yine çok sevdiği çocuklarla beraber...
(Fotoğraf: Ebruli Turizm Arşivi)
(Fotoğraf: Ebruli Turizm Arşivi)
Hayatını bilime adamış
bir insandı Şükrü Tül. Her ne kadar bu dünyada kendisine maddesel mekân
anlamında çok da rahat imkânlar sunulmamış olsa da; Türkiye’de bilim yapmak bir
o kadar zor olsa da; o demek istediklerini bazen Kazancakis’in Zorba’sına,
bazen bir İlkçağ filozofu olan Eressoslu
Theophrastos’a söyleterek onu anlamayanlara mesajlarını vermeye çalışırdı.
Anlayan anladı; anlamayan anlamadı.
Şükrü Hoca, Dydma Tapınağı'nda anlatıyor.
Ocak-2012’de 4 hafta
süren Aiolis Seminerleri’nin son
oturumundaydık. Anlatım bitmişti neredeyse. Şükrü Hoca, koltuğunun arkalığına
yaslanarak; “size son bir slayt daha göstereceğim” dedi; hafif gülümseyerek ve
de biraz hınzırcasına…
Ve Midilli adasının batı
yakasındaki Aiol kenti Eressos’dan
yetişen ve İlkçağ’da Hellen Dünyası’nın 7 büyük filozofundan biri kabul edilen Theophrastos’un şu ifadelerini duvara
yansıttı:
Eressoslu Theophrastos’dan aktarma:
“Biz yaşamaya başladığımız gün ölüyoruz.
Demek ki adını duyurma merakı kadar yararsız bir
şey yok.
Haydi, size uğurlar olsun, ya bilimi bırakın-çünkü
çok yorucu- ya da gereğince ilgilenin: çünkü şanı çok büyük…”
Son söz olarak;
Şükrü Hoca bu şana
fazlasıyla layıktı ve biz bugün onun bu şanının ve aziz ruhunun önünde saygıyla
eğilmek ve onu bir kez daha hatırlamak için buradayız. Ne mutlu İyonyalı zamane
bilgesi; Aydın’ın çocuğu Şükrü Tül’e…
Zorba’nın deyişiyle “onun
gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi”; ama heyhat; o kalp, 2015 13
Mart’ında durdu.
Işıklar içinde yat Şükrü
Hoca…
Dipnotlar:
1. Arkeolog Şükrü Tül’ün
ölümünün 2.yıldönümü nedeniyle; 13 Mart 2017 tarihinde Konak Belediyesi, DEÜ
Edebiyat Fakültesi Müzecilik Bölümü ve Ebruli Turizm’in katkılarıyla “Arkeolog Şükrü TÜL’e saygıyla; Yerelden
Evrensele Kültür, Sanat ve Arkeoloji” başlığı altında Türkan Saylan Kültür
Merkezi’nde gerçekleştirilen anma programında yapılan konuşma metnidir.
2. Yazıda belirtilenler
dışındaki fotoğraflar, 2003-2015 yılları arasındaki muhtelif Ebruli Tur gezileri
sırasında İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.
Yazan ve Fotoğraflayan: İbrahim Fidanoğlu
13 Mart 2017
Yazdıklarınız için sonsuz teşekkürler.O kadar güzel anlatmışsınız ki üzerine söylenecek söz yok.Sağolun.
YanıtlaSilO, çok daha fazlasını hakediyordu. Işıklar içinde yatsın. Size de takdirleriniz için ayrıca teşekkür ederim.İF
Sil