26-29 Ekim
2012
İbrahim Fidanoğlu
Girit, pek çoğumuzun
geçmişinde yer alan öyküleriyle yüreğimizi titreten bir coğrafyadır aslında. En
azından bir romanda ya da bir anı kitabında okuduklarımızla tanışmışızdır bu
topraklarla. İki farklı halkın yüzlerce yıl birlikte yaşayıp daha sonraları
kanlı bıçaklı düşman oluşudur aslında bu topraklardaki saklı öykülerde
anlatılanlar.
Heraklion
(Kandiye) Limanı
Bir “Cihan” İmparatorluğu’nun
çöküşü esnasında; Anadolu’da yaşanan Küçük Asya Felaketi ile derinleşen ve en
sonunda mübadelede her iki yakadan insanların yurtlarından koparılmasına ve
gittikleri topraklarda bir anlamda kendilerini “iki kere yabancı”(1) hissetmelerine yol
açacak bu süreç, her iki tarafın mağdurlarında nesiller boyu silinmeyecek izler
bıraktı. Çekilen acılar, yapılan çileli yolculuklar öykü, roman ve anı oldu;
kitaplara yansıdı. Savaşın çocuklarının çektiği acılar, böylece kendilerinden
sonra gelecek nesillere ders niteliği taşıyacak bir boyuta ulaştı.
Politikanın girdabında
olmayacak yerlere sürüklenen bu acılı kuşakların yaşadıklarından, her iki
toplumun çocuklarının alacağı büyük dersler var. En az bin yıllık ortak
tarihleri; birbirleri ile iç içe geçmiş kültürleri ve yemeklerine kadar uzanan
sosyal yaşamlarındaki benzer alışkanlıklar, bu iki toplumu aslında dostluğa
mahkûm etmiş bile denilebilir. Ama ne yazık ki; dünyanın ağa babalarının her
zaman bu “büyük insanlığı” tuzağa düşürmek için kurnazca planları bulunuyor.
Bize düşen ise; aklımızı ve tarih bilincimizi kullanarak, bu hinoğlu hin
tuzaklara bir daha düşmemek olsa gerek.
Kostas’ın
büyükannesinin Ayvalık’tan getirdiği Meryemana İkonası
Akdeniz’in ortasındaki Girit
Adası’nın Batı ucundaki Hanya’ya
geldiğimizde, biz de herkes gibi Eski Liman’a doğru yürüdük. Sofoklis Venizelos Meydanı’ndaki Kapalı
Çarşı civarında bulunan bütün yollar, neredeyse rıhtıma çıkıyordu. Restorasyonu
süren Roma – Bizans döneminden kalma surların hemen önünden limana paralel
ilerleyen Karaoli Dimitriou Caddesi’nde meşhur Hanya bıçakçıları vardı. Biraz onlara bakalım dedik. Yoldan
merdivenlerle ulaşılan ve ilk bakışta çıkmaz bir sokak izlenimi veren sokakta
adamın biri, yerdeki yaprakları süpürüyordu. Dikkatimi çekti; sokağa girdim.
Biraz ilerleyince adam beni fark etti ve gülümsedi; gayri ihtiyari adama Türkçe
“Merhaba” dedim. Bunun üzerine adam da bana Türkçe yanıt verdi. İsmi Kostas’dı.
Kandiye Limanı’ndaki Venedik Kalesi
“Kules” duvarlarında yer alan Venedik Aslanı
Kostas, eczacı idi ve
yıllarca Danimarka’da çalışmıştı. Şimdi doğduğu topraklara Danimarkalı eşi ile
birlikte geri dönmüş ve büyüklerinden yadigâr; sokak arasındaki iki katlı,
bahçeli evinde pansiyonculuk yapıyordu. İzmir’den geldiğimizi öğrenince, heyecanla
bizi içeri davet etti; eşiyle tanıştırdı ve ilk olarak hemen kapının
girişindeki soldaki duvara asılı duran ve Ayvalıklı büyük annesinden kalma
Meryemana ikonasını gösterdi. Anneannesi, mübadelede onu Ayvalık’tan
getirmişti. Kostas’ın, Ayvalık dedikçe gözleri parlıyordu. Bize dostlukla; ilgimizi
çekebilecek ya da hoşumuza gidebilecek bir şeyler gösterebilmek için, içi içine
sığmıyordu. Evin arka bahçesine çıkardı bizleri ve Venedik döneminden kalma
duvar parçalarını gösterdi. Sokağın biraz ilerisinde, yine kendi ailesinden
kalma bir yıkıklığa götürdü ve Venedik döneminden kalma bir alınlık parçası ile
Osmanlı ve Venedik döneminden kalma duvarları gösterdi. Orayı da restore
ettirip pansiyon yapacağını anlattı. Kostas, bu sırada biraz Türkçe, biraz
İngilizce arada bir de Yunanca; karmaşık bir dil kullanıyordu. Bu durum bizi de
heyecanlandırmıştı. Dar zamanda anı paylaştık Kostas’la… Zamanımız kısıtlıydı;
ancak belki de bizim için Girit’te geçirdiğimiz en ilginç, en dostça zamanlardı;
o anlar. Bu, bizim sadece tesadüfen rastladığımız bir andı Hanya’da…
Ailesi Girit’ten göçen
Ayvalıklı araştırmacı-yazar Ahmet
Yorulmaz’ın “Savaşın Çocukları” isimli belgesel romanında ise Aynakis Hasan ya da Hasanaki mübadele sonrasında Ayvalık’tan Girit’e şu düşüncelerle
bakmaktaydı:
“Şimdi anayurdumda oturduğum kıyı ilçesi Ayvalık’ın dar
sokaklı, avlusuz, bahçesiz evlerine baktıkça, bir hüzün, bir gariplik çöker
içime. Hele karanfil, papatya, adaçayı, ıhlamur yerine küf kokan karanlık yapılar
sıla özlemimi depreştiriyor. Cetlerimin toprağındayken, bizden on beş kuşağın
dünyaya geldiği Girit’i anımsamam, özlemem ne ola ki, diye çok düşünmüşümdür.
Hâlbuki Girit’te, son olarak, “Türkler dışarı!” diye bağırıyordu Rumlar. Doğup
büyüdüğümüz yerden atmak amacındaydılar bizi, attılar da. İstanbul’da, “Girit
bizim canımız, feda olsun kanımız!” diye bağırırlarken, o tarihte yanında
çalıştığım matbaacı Vladimiros, bir plak gibi şunu yineleyip duruyordu bana:
“Hasanaki inanma sakın, Girit, gitti gider. Sizinkiler, bizim kiliseyle
politikacılarımızı tanımıyorlar. Bunların ikisinin yapamayacağı yoktur; dünya âlemi
kandıracaklar, sizi buradan çıkaracaklardır. Bak zamanı gelecek, Vladimiros
Usta söylemişti diyeceksin.”
“Anayurt Anadolu’ya geldik. Bu kez buradakiler,
ırkdaşlarımız, dindaşlarımız, “Yarım gâvur!”, “Gâvur tohumu” diyorlar bize.
Beslenmemiz bol sebzeli, dağdan bayırdan toplanan otlarla olunca, bunu da
hazmedemiyorlar, alay ediyorlar bizimle: “Eşeklerin hakkını yiyor bunlar,”
diyorlar. Horluyorlar, ilişkilerini sınırlı tutuyorlar. Bir başka yere
serpiyorlar sizi, gelişip boy atıyorsunuz, gelişme çağınızda kökünüzden söküp
atıyorlar. Gerçi alınıp getirildiğiniz yer, çıkış yeriniz ama beslendiğiniz
toprak su, hava başkaydı. İnsanın kaderi mi diyeceğiz buna, yoksa barış içinde
yaşayanları birbirlerine düşürmekten çıkar umanların işleri mi?”(2)
Hanya’da
Splantzia Meydanı’nda “zamane” kahvehaneleri
Kökleri Girit’e dayanan
bir başka yazar; Karşıyakalı ağabeyimiz Ertuğrul
Erol Ergir de Giritli Mustafa isimli anı-roman kitabında kahramanı Giritli
Mustafa’yı şöyle konuşturmaktadır:
“Evet, neticede biz Osmanlı Türkleri, Girit’i kan dökerek
Venediklilerin elinden almıştık, yani bir zamanlar işgal etmiştik. Ama
işgalciliğimizi bir yerde noktalamış ve zamanla tam birer Giritli’ye
dönüşmüştük. Diğer işgalciler gibi kadınlarımızı dışarılardan beraberimizde
getirememiştik. Halkla bütünleşmiş ve çoğalmıştık. Ada halkının tümüne dost
gözüyle bakıyorduk. Türkler işgalden sonra da kültür, gelenek, dil ve dinlerini
muhafaza etmeye muvaffak olmuşlardır ve Rumların da aynı haklarını korumalarına
müsaade etmişlerdir. Belki uzun yıllar hâkimiyetin Osmanlılarda olması Rumlara
eşit muamele yapılmasını biraz önlemiştir. Ama tarih akışı içinde olaylar
geliştikçe ve hatta Fortezza’dan (Venedik
döneminden kalma Resmo Kalesi) Osmanlı bayrağı
indirilip Yunan bayrağı çekilince de yani Girit Yunan Krallığı’na bağlanınca da
karışıklık ve kavgalar noktalanmamıştı.” (3)
Girit’ten göçmek zorunda
bırakılarak anayurtlarına gelen Türklerin ruh halleri ve özlemleri işte
böyleydi. Hanya’lı dostumuz Kostas’ın atalarının da bundan farklı olduğunu hiç
düşünmedik biz. Çünkü doğduğu topraklardan insanları koparmak kadar daha kötü
ne olabilir?
Aya
Nikola; lagüne doğru
İşte bunu yanıtı; Dido Sotiriyu’dan; Matomena Hatome (Kanlı Topraklar) ya da bizim tanıdığımız
adıyla “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” romanının son sayfasında:
“Gölgeler gidip geliyor gecenin içinde. Saldırmalar, bir
vuruşta bir kelle uçuruyor. Ter içinde vücutlar, kudurgan bir hınçla aralıyor
genç kız bacaklarını ve bu lanetli aşkı tamamlamak için de lekesiz göğüslere
bir bıçak saplıyorlar… İnsanlar! Siz bu dünyadan değil misiniz? Hangi şeytan
teslim alıp öldürdü ruhumuzu?
Karşıda… Küçük Asya kıyılarında… Minicik ışıklar yanıp
sönüyor. Ve kocaman gözler var, yanıp sönen karşıda. Ve tertemiz evler var…
Gizli deliklerde paralar yanıp sönüyor, ikonostazda gelin güvey taçları.
Mezarlarda atalar yanıp sönüyor. Göz kırpıyorlar sırayla karşıdan. Küçük Asya
kıyılarında evet, karşıda; çocuklar, akrabalar, dostlar bıraktık. Gömülmemiş
ölüler, barınaksız diriler bıraktık ve şimdi hayaletler misali, oradan oraya
savrulan düşler… Küçük Asya kıyılarında evet! Daha dün yurdumuz olan karşıda…
Dipsiz gecenin içinden, tanıdık gölgeler kayıp geliyor…
Kirliceliler ve Şevket… İsmail Bey, Kerim Efendi, Şükrü Bey ve Ali Dayıyla
kızı… Boşuna! Hiç biri imdada koşamaz artık… Yıkılıp gitti her şey!
Yeknesak çan sesleri işitiyorum. Devenin o yumuşak, o edalı
yürüyüşüne işarettir bu çan sesleri! Hörgücünde üzüm küfeleri, kuru incir
sandıkları ve zeytin çuvalları, pamuk ve ipek balyaları ve gül suyu küpleri ve
şarap fıçıları taşıyıp gelen devenin!
Aya
Nikola Kordonu
Deveci heyy! Kulağında karanfil, nereye gidiyorsun? Beni de
al yanına! Geliyorum işte, bekle! Ve boşu boşuna haykırıp durma o güzel
türküyü: Yüreğini sımsıkı kapamış herkes, işitmiyorlar!
Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun… Ben,
senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp, beraber ağladık… Ne yapıyor Şevket?
Ah Şevket! Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça
ettik yüreğimizi! Durup dururken!
Ve sen… Kör Mehmet’in damadı... Hele sen! Neye öyle
tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş? Ve işte ağlıyorum…
Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler… Koskoca bir kuşak, durup
dururken katletti kendi kendini!
Bütün bu çekilen acı, bir kötü rüya olsaydı ah! Ve yan yana,
omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden! Saka kuşlarının türküsüyle
şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceği kendi
kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp yan yana
eğlenmek üzere, şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!
Hanya
yakınlarında Aya Triada Manastırı
Ana yurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden
selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. Ve
kardeşi kardeşe kırdıran cellâtların Allah bin belasını versin!”(4)
Bir
Başlangıç: Kandiye yada Heraklion
Kurban Bayramı ile
Cumhuriyet Bayramı’nın iç içe geçtiği bir bayramlar coğrafyasından Almanların
Yunanistan’ı işgal ettiği İkinci Dünya Savaşı sürecinde Nazilere karşı
yürütülen Yunan direnişinin anısına OHİ Bayramı’nın kutlandığı Girit adasına Ebruli’nin
15. kuruluş yıl dönümü şerefine İzmir’den kaldırdığı özel uçakla; yaklaşık bir
saatlik bir yolculuk sonrası Heraklion’a
indik. Sabahın erken saatlerinde ulaştığımız
Eleftherias (Özgürlük) Meydanı’ndaki
otelimize yerleşirken, sokaklar daha yeni yeni uyanmaktaydı. Mükellef bir
kahvaltı sonrası hemen kendimizi dışarı attık.
Heraklion, yaklaşık 625.000
civarı bir nüfusa sahip, Girit’in en büyük yerleşimi konumunda ve 135.000
kişilik bir nüfusu barındırıyor. Adanın Hanya’daki daha küçük boyuttaki
havaalanı ile birlikte en önemli hava limanına sahip. Belirgin Osmanlı
izlerinin zaman içinde silindiği bir kent görünümündeki Heraklion, bir hendek ile
çevrili kalesinden dolayı Hendek ya da Kandak Kalesi olarak adlandırılmış.
Kenti Araplardan sonra ele geçiren Venedikliler döneminde İtalyanlar buraya Candia,
onlardan kenti yaklaşık çeyrek yüzyıllık bir kuşatma sonrası 1669 yılında alan
Osmanlılar ise Kandiye adını vermişler. Son olarak Girit adasının 1912’de
Yunanistan’ın bir parçası haline gelişi ile birlikte kentin adı, Yunanlar
tarafından mitolojik kahraman Herakles’e ithafen, Heraklion alarak
değiştirilmiş.
Kandiye
Arkeoloji Müzesi karşısında korunan (!) Osmanlı mezar taşları
Kandiye, Girit Adası’nın Doğu
yarısında, ortalara yakın bir konumda yer alıyor. En uçta, kendi adıyla da anılan
bir körfezin kıyısında ise coğrafik yakınlığı nedeniyle, bizim Demre ile
ilişkilendirilebilecek bir arka planı kulaklarımıza fısıldayan Agios
Nikolaos (Aya Nikola) kasabası yer alıyor.
Ada, oldukça dağlık bir
topografyaya sahip. Batıda hala Osmanlı’dan kalan Türkçe adıyla anılan Akdağlar
(2452 metre) kireç taşından oluşumları ile Hanya civarının yeryüzü şekillerini
belirliyor. Ortada ise Pisiloritis zirvesi (2456 metre) ile
Girit Adası’nda Tanrı Zeus’un oturduğu yer olarak tanımlanmış İdi
Dağları uzanıyor. Doğu’da; çıplak ve kireç taşından zirveleriyle
uzaktan adaya yaklaşan gemilerin nişangâhı kabul edilen Dikti Dağları (2148
metre) yer alıyor. Kandiye’de, Venedik döneminden kalma surların üzerinden;
yatar konumda bir insan suratını andıran siluetiyle dikkat çeken Youktas (Yuktas) Dağı da bu anlamda açık denizden adaya yaklaşan
gemiciler için bir nişangâh noktası görevi görmüş. İnsan suratını andıran
profiliyle tarih tünelinde Tanrı Zeus ile ilişkilendirilen bu dağların yüksek
zirveleri, ada toplulukları için bir tapınma ve inanç nedeni olmuş. Dağların
yüksek zirvelerine yakıştırılan tanrısal güç ve inanç bütünlüğü, Minos
uygarlığı sonrası dönemde Kıta Yunanistan’ından; Mora Yarımadası’nın güneyinde
yer alan Kitera – Anti Kitera adaları
üzerinden kurulan ilişkiler zinciri ile adayı beslemiş olmalı.
Adanın dağlık arazi
yapısı, jeolojik dönemlerdeki Güney’deki Afrika ve Kuzeydeki Anadolu
plaklarının birbirine yönelik hareketleri sonucunda bugünkü şekline ulaşmış.
Tarihsel öykülerin şekillenmesinde ve efsanevi Minos uygarlığının çöküşünde de büyük rol oynayan bu süreçte, Güney
ve Kuzey plakaları arasında sıkışan lavlar, Girit’in yakın coğrafyası içinde üç
noktadan çıkış bulabilmiş. Ege Kuşağı
ismiyle de adlandırılan bu üç nokta; Datça yakınlarındaki Misiras Volkanı, adadan 125 km. kuzeyde yer alan Santorini’deki Thera Volkanı ve en Batı’da ise Mora
Yarımadası’nın Doğu’sunda Melos Volkanı
ile tanımlanmaktadır.
Ada’nın önemli
yerleşimleri, tarih boyunca düzlük alanlara ve uzayıp giden geniş sahillere
sahip adanın Kuzey kıyılarında kurulmuş. Kandiye,
Hanya ve Resmo bunların en
önemlileri olarak sayılabilir. Adanın ortasına doğru yükselen topografya, Güney
sahillerine doğru dik uçurumlarla ve derin vadilerle ilerlemekte ve denize
doğru derinleşerek küçük plajlarla nihayet bulmaktadır.
Kandiye’de
Eleftherias (Özgürlük) Meydanı ve Meçhul Asker Anıtı
Kandiye, merkezi sayılabilecek Eleftherias Meydanı’ndan başlayarak
surların dışına ve denize doğru genişleyen ve modern anlamda bir büyük şehir
görüntüsü veren bir yerleşim olarak dikkat çekiyor. Ortasında Meçhul Asker Anıtı’nın
yer aldığı meydanın karşısında eski hükümet binası bulunuyor; meydanın altında
uzanan surlar tarafına düşen sekide 20.yy.ın başında Girit ve modern Yunanistan
tarihinin önemli aktörlerinden Eleftherios Venizelos’un da bir
heykeli var.
1936 yılında idama
mahkûm edilmiş ve Paris’te sürgünde sona eren fırtınalı bir yaşamın şimdi
vardığı nokta, Hanya sırtlarında bir gün batımında bizi düşünmeye iten bir
andır. “Megali İdea”nın mimarı, Küçük
Asya Felaketi’nin planlayıcısı ve ilk icracısı bu inatçı Giritli’nin Yunan
yakın tarihinde oynadığı rol, hayatının son diliminde, sürgün öncesinde; Girit’in
bağımsızlığı uğruna bir mücadeleye dönüşmüştür. Bu iflah olmaz kavga sonunda;
hakkında verilen bir idam cezasına ve sürgüne kadar uzanmıştır. Ama bugün Hanya
limanına nazır Akrotiri’de bir tepede; elinde silahla resmedilmiş Giritli bir
komitacının (Spiros Kayales) yanında,
bir mermer taşın altında upuzun yatan bu adam, şu meşhur Venizelos’muydu acep
diye sorası gelir insanın? Savaşlar bir gün biter, geride kalan ölüler ve her
iki taraftan sessiz çoğunluğun verdiği geri dönülmez kayıplarıdır. İşte o zaman
Dido
Sotiriyu Teyze seslenir
kulaklarımıza karşı kıyıdan;
“Benden selam söyle Anadolu’ya…
Kardeşi kardeşe kırdıran cellâtların Allah bin belasını
versin!”
Kandiye’de restorasyon çalışmaları süren Arkeoloji Müzesi’nin açık
olan tek salonunu dolaştık. Bu bile bizi heyecanlandırmaya yetti. Kandiye’yi
çevreleyen surların hemen üstünde yükselen eski müzenin tam karşısında, Osmanlı
döneminden kalma mezar taşları tel örgüler içinde koruma(!) altına alınmıştı.
İçimiz sızladı; kendimizi müzenin içine attık ve Minos efsanesinin içine
yuvarlandık.
Heraklion Müzesi’nde üzerindeki
işaretleri hala çözümlenememiş meşhur Phaistos Diski
Önce Minos
Vardı
Ne zaman Karya’da
dolaşsak; Girit’in kadim uygarlığı Minos ile ilgili bir hikâye ile
karşılaşırız. Çoğunlukla dinsel törenlerde kullanılmış, tanrılara adak olarak
sunulmuş yada Hekatemnoslar’ın
bastırdığı sikkelerin üzerinde yer almış çift yüzlü balta Labrys’den iki adeti Kandiye Arkeoloji Müzesi’nin ziyarete
açık salonunun iki köşesinde duruyordu. Karya’nın
önemli tapınak alanı Labraunda’nın
tanrısı Zeus Labraundos’un simgesi olan Labrys’in vatanı Minos’tu.
Efsanevi ilk kralından ismini alan uygarlık, mitoslar çevresinde gelişen eski
bir dünyanın inançlarının deniz yoluyla, Batı Anadolu’ya taşındığı bir çıkış
noktası olmalıdır.
Labrys;
kutsal çift taraflı Minos baltası
Minos’un kalbi Knossos
Sarayı’nın arazisini Türk sahiplerinden satın alarak 19.yy.da Minos ile ilgili ilk kazıları yürüten
İngiliz arkeolog Arthur Evans, Minos uygarlığını üç evreye ayırmış: Erken Minos,
Orta Minos ve Geç Minos dönemleri… Bir başka sınıflandırma, Minos’un karakteristik saray yapıları
üzerinden olmuş. Birinci evre; M.Ö. 3200-1900 arasında saray öncesi dönem (prepalatial dönem) olarak adlandırılmış.
Çevredeki adalar ve Anadolu ile ilişkilerin geliştiği bu dönem sonrasında; M.Ö.
190-1600 yılları arasında ise İlk Saray evresi başlamış. Bugün var olan ve
bizim de ziyaret ettiğimiz Knossos ve
Malia saraylarının altındaki
katmanlar bu dönemin kanıtlarını taşımaktadır.
Santorini’de büyük Thera
patlamasıyla M.Ö. 1628 sularında Girit adasında da; Ege havzasındaki aynı
kaderi paylaşan zamandaş diğer uygarlıklar gibi bir dönem sona erer ve adanın
sessizliğe gömüldüğü bir dönem başlar. Ada sülfür, tsunami ve kül yağmurları
etkisi altındadır. Bu yıkıcı etki sırasında; adanın Doğu yakasının tamamen tefra (volkan püskürtüsü) katmanlarınca
örtüldüğü bilinmektedir. Bu felaketle Minos
saraylarının tarihsel olarak ilk evresi sona ermektedir. (Eski saraylar dönemi
yada protopalatial dönem; M.Ö. 1628)
Atmosferde ısı artışı ile birlikte adada tarımsal faaliyetler sonlanmıştır.
Depremin tetiklediği tsunami yıkımının izleri, Miletos’a ve Batı Anadolu
kıyısındaki yerleşimlere dek uzanmıştır. Bu dönemde doğanın bu alt üst oluşuna
karşılık dini yapıların sayısındaki belirgin artış, toplumsal olarak yıkımın insanlar
üzerinde yarattığı travmanın da boyutunu bize göstermektedir. Tsunaminin yıkıcı
etkisi, Poseidon Tanrı’nın yüzyıllarca halkın hafızasında bir fenomen olarak
kalacağı bir süreci başlatır.
Adada; Yeni Saraylar
Dönemi’nin (neopalatial dönem)
başlangıcıyla nüfus yeniden artar ve yıkılan saraylar yeniden inşa edilir. Adanın
başka yerlerinde de yeni ve daha geniş ölçekli yerleşim birimleri kurulur. Bu
dönem Minos uygarlığının en parlak dönemi olarak dikkat çeker.
Dış tehdit algısının ve
tarımsal faaliyetlerle elde edilen zenginliğin çalınma beklentisinin
bulunmadığı bir evreden söz ediyoruz. Saraylar; hasat mevsimi ile takvimleştirilmiş
bir çeşit haraç sisteminin merkezinde yer alıyorlar. Her bir saray, iç ve dış
merdivenler ile ulaşılabilecek çok katlı yapılardan oluşmaktadır. Sarayları
oluşturan öğeler arasında kuyular, çok büyük kolonlar, haraçların depolandığı
depo ve kilerler ile geniş avlular yer almaktadır. Hasadın getirildiği
saraylarda; tanrılara sunakların sunulduğu ve toplantıların yapıldığı tapınak
odaları, toplanma odasında haraçları taht üstünde kabul eden yönetici soylular,
sarayların çevresinde değerli taşların işlendiği zanaatkâr odaları, sarayların
altında silah ve haraç karşılığı tapınaklara getirilen ürünlerin depolandığı
ambarlar bulunmaktadır. Saraylar, ambarların yer aldığı bodrum katlarıyla
birlikte genellikle üç katlı, birbirinin içine girmiş labirentler gibi
örgütlenmiş; son derece kompleks yapılardan oluşmaktadır.
Knossos
Sarayı; bir canlandırma(12)
M.Ö. 1450 yıllarına
doğru bütün saraylarda yeniden bir yıkım vardır. Minos saray kültürü tamamen çöker. Yine bir doğal afetin ardından
yaşanan bu yıkım sonrasında Knossos
Sarayı yeniden ayağa kaldırılır. Geç Minos Dönemi’nde; Son Saray Dönemi (postpalatial dönem) olarak tanımlanan bu
evre, M.Ö. 1200 yıllarında saraylara karşı büyük halk ayaklanmalarının
gelişmesi ve deniz halklarının ayaklanması diye bilinen karanlık çağ ile
sonlanır. Minos uygarlığının sonu
anlamına gelen bu toplumsal alt üst oluşla, bütün saraylar yerle bir olur. Kıta
Yunanistan’ından Kitera – Anti Kitera
adaları üstünden Girit’e yönelen Akha istilası, adada Helenleşme sürecinin
başladığı Miken egemenliğinin kurulmasına yol açar. M.Ö. 1100 yıllarında tüm
Kıta Yunanistan’ını etkisi altına alan Dorların
istilası sonunda adaya da ulaşır ve Miken uygarlığının sonunu hazırlar. M.Ö.
1450 – 1100 yılları arasındaki tarihsel boşluk, Kıta Yunanistan’ından Girit’e
ve Anadolu’nun Güney Batısına hücum eden bir kolonizasyonu temsil etmektedir.
Heraklion Arkeoloji Müzesi’ni gezerken gördüğümüz iri göğüslü,
elinde yılanlarıyla gözleri yuvalarından fırlayacakmışçasına temsil edilmiş
Yılan Tanrıçası ve diğerleri Minos
dininin dişil yönünü ele veriyor. Dinsel törenlerde boğanın üstünden atlayarak
oyunlar, danslar yapan erkek ve kadın göstericilerin freskleri yer alıyor
duvarlarda. Boğanın Minos dininde
önemli bir yeri var. Yunan mitolojisinde Minos’a
atfedilen bir de söylence mevcut. Kurucu kral Minos’un karısı Pasiphae
ile onun aşık olduğu bir boğanın hikayesini anlatıyor bu söylence.
Minos’un
Boğaları; Heraklion Arkeoloji Müzesi
“Minos, Girit tahtına çıkmak
isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama Minos tanrıların kendisinden
yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de Poseidon tanrıdan bir
dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene
tanrıya kurban etmeye söz vermiş. Dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi
ak bir boğa çıkagelmiş. Minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya
kurban etmeyi unutmuş. Güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak
göndermiş. Bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı Minos’un başına bela etmiş;
bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş, ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada
Herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı
Pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş… Pasiphae, ak boğayla
birleşebilmek için Atinalı mimar Daidalos’a bir inek heykeli yaptırmış, içine
girip gebe kalarak Minotauros’u doğurmuş. Bunu duyan Kral Minos, insan bedenli
boğa başlı bu korkunç yaratığı saklamak için mimar Daidalos’a Labyrinthos
sarayını yaptırmış. Atinalıların kahramanı Theseus, Minos’un kızı Ariadne’nin
yardımı ile labirentler içinde ilerleyerek Minotauros’u öldürmüş. Minotauros,
Girit sarayında derin izler bırakmış olan Girit’e özgü bir boğa kültünün
simgesi olsa gerek. Atinalı Theseus’un da onu labirentler içinde bulup yok
etmesi de bir anlamda Kıta Yunanistan’ının Girit’e diz çöktürmesini temsil
ediyor olmalı.”(5)
Aya
Triada Lahti; Heraklion Arkeoloji Müzesi
Müzede yer alan en
önemli buluntulardan biri de Aya Triada Lahti diye anılan lahit
üzerinde yer alan resimler… Bir cenaze ve bir boğanın kurban edilmesi töreninin
temsil edildiği fresklerde boğanın kanının çift başlı iki baltanın arasındaki
daha büyük bir kaba nasıl akıtıldığı ve 7 telli lyra ile müzik eşliğinde törenin nasıl gerçekleştirildiğine dair
sahneler yer alıyor. Müzede Minos’un boğa inancı ile ilgili olarak altın
yaldızlı çift boynuzlu boğa başlarını, Minos dönemine ait çömlek içki
kaplarını, üzerindeki yazıya benzer işaretleri hala çözümlenememiş ve bu
nedenle gizem dolu kabul edilen meşhur Phaistos
Diski’ni, topraktan Minos
evlerinin maketlerini, altın mücevheratı ve diğer bazı süs eşyalarını da görmek
mümkün.
Kandiye
Sokaklarında Dolaşırken
Arap ve Bizans
egemenliği dönemi sonrasında, adayı 13.yy.dan başlayarak Osmanlıların yaklaşık
çeyrek yüzyıllık bir kuşatma sonrası 1669’da zapt edişlerine dek, yaklaşık dört
yüzyıl kadar Venedikliler yönetti. Girit’in en önemli kentlerini kuşatmalara
karşı korumak amacıyla surlarla çeviren Venediklilerin bu sağlam yapıları
birçok yerde hala varlıklarını bugün de korumaktadır.
Morosini
Çeşmesi, Heraklion
Kandiye’de, Eleftherios
Meydanı’ndan Kuzey-Batı yönünde denize doğru inerken Venizelos’un ismi ile
anılan bir başka meydanın tam ortasında; Venedik döneminden kalma aslanlarla
süslü Morosini Çeşmesi karşılar sizleri. Çeşmenin üzerinde yükseldiği
kaidesinin dış çeperinde yunuslar, boğalar ve deniz canavarları üzerinde
resmedilmiş su perileri ve triton kabartmaları (Poseidon ile Amphitrite’nin
oğlu) yer
alır. Bu sekiz yuvarlak cepten oluşan havuzun tam ortasında yükselen bir küçük
çanağı taşıyan 4 aslan bulunmaktadır. 1628 yılında Venedik Dükü Morosini
tarafından yaptırılan çeşmenin tepesinde; o dönemde Poseidon heykeli varmış.
Ancak, Türklerin adayı ele geçirmelerinden sonra, bu Poseidon heykeli
kaldırılarak ve çeşme, bir şadırvanla yükseltilerek farklı bir görünüme
büründürülmüş. Ancak; Girit’in Türk egemenliğinin son bulmasını takiben,
şadırvan da Poseidon Tanrı heykelinin akıbetine uğramış. Halk arasında Aslanlar Meydanı olarak da adlandırılan
bu meydan, Venedik Kandiya’sının da
en önemli dini ve yönetim binalarının bulunduğu kalbi görünümündeymiş. Bugün de
aynı meydan; çeşmenin çevresini çepeçevre saran çok sayıda restoran, kahvehane
ve alışveriş mekânları sayesinde insanların bir araya geldikleri, canlı ve hareketli
görünümünü bir anlamda sürdürüyor.
Venedik
döneminin Katolik Aziz Markos Bazilikası
Bu dükkânlardan bizim
için belki de en ilginci, mübadelede İzmir’den göçen bir ailenin kurduğu ve
1922’den beri faaliyette olduğu belirtilen ve tam Morisini Çeşmesi’ne karşı konumda Fillosofies börekçisiydi. Poaça
diye adlandırdıkları, tatlı ve tuzlu olarak iki çeşit ürünü ve İzmir
lokmalarıyla ile nam salan bu börekçide yediklerimizin bizim pohaça ile pek bir ilgisi yoktu. Bu
tamamen Girit’e özgü yerel bir tattı. Tatlı olanı, daha çok bizim
Karadeniz’deki Laz Böreği ya da Boşnakların milföy hamuruna benzer bir yufkanın
içine muhallebi kıvamında taze lor peyniri konularak yapılan, üstü pudra
şekerli tatlıya benziyordu. Ama kendisi, dehşetli tatlıydı. Börek diyebileceğimiz
tuzlusu ise; daha çok içi peynirli, yine milföy hamuruna benzer yufkadan
yapılmış oldukça yağlı bir atıştırmalıktı. Girit’e has tatlı ve tuzlu
versiyonları olan bu yerel böreğin tadı bize biraz ağır geldi; ama nihayetinde
her ikisini de tatmış olduk.
Meydandan Doğu yönünde;
1898 yılında Yunanların Türklere yönelik katliamları gerçekleştirdikleri günün
tarihini verdikleri 25 Ağustos Caddesi boyunca yürümeye devam edilirse; Venedik
dönemi yapılarından olan Aziz Markos Bazilikası ve Venedik
Locası (Loggia) karşımıza
çıkar. Her iki yapı da İtalyan mimarisinin tipik örneğidir. Bugün Bazilika;
sergi, konser gibi kültürel etkinlikler için kullanılan bir kültür merkezine
dönüştürülmüş. Zamanında kentin yönetiminde ve ticari faaliyetlerin
yürütülmesinde önemli işleve sahip Venedik Locası ise şimdi Heraklion
Belediyesi’nin hizmet binası olarak kullanılıyor.
Venedik
Locası; Heraklion
Önünde yer alan
sütunlarla kaplı bir avludan içeriye girilerek ulaşılan dış salonun duvarlarında,
Girit’in tarihsel geçmişindeki önemli kişiliklerin bronz levhalar üzerine
yapılmış kabartmaları yer alıyor. Bunlardan biri de Venedik döneminde yaşamış
ve kendisinden sonra birçok Yunan şairine ilham vermiş Giritli şair Vitcentzos Kornaros’un bir kabartmasıdır.
Avludaki gösterişli üç kemerli kapıdan yeniden bir iç avluya girilir. Belediye
binasının ana kapısı bu iç avluya açılır. Avlunun çevresi, içten ana binanın
devam eden bir uzantısı şeklinde; mermer sütun ve süslemelerle kaplı,
pencereleri avluya bakan, iki katlı dairesel planlı, neoklasik tarzda bir
galeri ile çevrilmiştir.
Venedik
Locası, dış avlu; Heraklion
Denize doğru giderek
eğim kazanan caddede biraz daha ilerleyince, sağda bir başka alana; Aziz
Titus (Agios Titos) Meydanı’na gelinir. Burası, Osmanlı döneminde adayı
ele geçiren Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’ya atfen Vezir Camisi olarak işlev
gören Aziz Titus Kilisesi’dir. Girit’in ilk piskoposu olarak kabul
edilen Aziz Titus, adanın iki
koruyucu azizinden birisidir. Diğeri ise Kandiye’de
adına yapılmış bir başka büyük kilisenin bulunduğu Aziz Minas’dır.
Aziz Titus Kilisesi’nin önündeki geniş
meydan, kimi çocukların top oynadığı, gelip geçen insan trafiğinin yoğunluğunun
yaşandığı ve çevredeki kafeteryalarda insanların soluklanıp bir şeyler
atıştırdığı hareketli bir görünüme sahiptir.
İlk kez Bizans döneminde
10.yy.da yapıldığı düşünülen kilisenin içinde, Girit’in eski başkenti Gortyn’den getirilen ve Ortodokslar için
kutsal kabul edilen birtakım kutsal emanetler saklanmaktaymış. Türklerin adayı
ele geçirmesi üzerine bunlar Venedikliler tarafından Venedik’e kaçırılmış. 1966
yılında bunlardan sadece Aziz Titus’a
ait olduğu kabul edilen kafatası adaya getirilerek, bu kilisede gümüşten bir
sandık içinde muhafaza altına alınmış. Diğer emanetler ise hala Venedik’teymiş.
1856 yılında adadaki
büyük depremde cami tamamen yıkılmış. Bir Osmanlı Camisi olarak bugünkü haliyle
yeniden tasarlanan yapıyı bir Rum mimar Athanasios Moussis ayağa kaldırmış.
Türklerin adadan ayrılması ile minaresi Rumlar tarafından yıkılan ve yeniden
düzenlenerek bir kilise haline getirilen yapı, 1925’den itibaren yeniden
ibadete açılmış.
Venedik
Locası, iç avlu; Heraklion
Sadece yaya trafiğine
açık
25 Ağustos Caddesi eninde sonunda Venedik Limanı’na, limanın ucunda yer
alan Venedik dönemi kaleye ve sahildeki restoran ve kafeteryalara ulaşıyor. Yolun
bu bölümünde bir de Katolik Kilisesi yer alıyor. Yukarıdaki ucu ise Morisini
Çeşmesi’ni geçince Özgürlük (Eleftherios) Meydanı’ndan gelen Dikaiosinis Caddesi ile kesişiyor. İşte
tam bu alana Türklerden kalan bir isim; Meidani yani Meydan deniyor. Meydan; kentin üç önemli kilisesi, Aziz Titus, Aziz Minas ve Aziz Dimitrius
kiliseleri arasındaki bir noktada yer almasıyla da ayrı bir anlam taşıyor. Resmi
adı ise adayı M.S. 961’de Arap işgalinden kurtaran Bizans komutanı; daha
sonraları imparatoru olan Nicephorus Phocas’ın anısına
Nikiforu Foka Meydanı… Burası; ta Venedik döneminden beri et, sebze,
meyve ve şarküteri malzemesinin satıldığı bir tür halk pazarı. Mekân, bugün de
aşağı yukarı aynı işlevini sürdürüyor. Alışveriş mekânlarıyla dolu sokak
aralarında küçük güzel lokantalara da rastlıyoruz. Şenlikli ve hareketli bir
bölge burası…
Biraz ileride, Osmanlı
dönemi eseri Valide Camii’nin Şadırvanı ve hemen arkasında Venedik
döneminden kalma Bembo Çeşmesi yan yana duruyorlar. Tabii ki; cami yok ve şadırvanın
suyu da akmıyor. Ama Venedik çeşmesi hala faal… Osmanlı döneminde Girit
yazlarının kavurucu sıcağını bir nebze olsun kırmak ve bu çınar gölgesinde
serinlemeye çalışan insanları rahatlatmak için şadırvanın tepesindeki karlığa Pisiloritis Dağı’ndan düzenli olarak kar
getirilirmiş. Tabii şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Bütün bu hatırayı
yaşamak adına şimdi bir kafeteryaya dönüşmüş şadırvan önünde kahvelerimizi
içerken, azıcık dinlenme imkânı buluyoruz. Şimdi artık geride ne Valide
Camii’nden eser var; ne de Pisiloritis’in
karıyla soğutulmuş buz gibi suyundan…
Kandiye’de 1898’de Türklerin katledildiği
günün adını taşıyan 25 Ağustos Caddesi
Şadırvan’dan ayrıldıktan
sonra sokak aralarından ilerleyerek, Girit’in bir başka koruyucu azizi Agios
Minas’a adanmış Katedrale ve onun çevreleyen geniş Agios Minas Meydanı’na
geldik. Bir başka meydandan basamaklarla ulaşılan katedralin çevresinde iki
küçük kilise daha vardı. Katedral ile aynı düzlemde yer alan küçük kilise,
Osmanlı döneminde 1735’de yapılan orijinal Aziz Minas Kilisesi imiş. Burası
Osmanlılar zamanında Girit Metropoliti’nin ikametgâhı olarak da kullanılmış.
Basamaklarla birbirinden ayrılan diğer alçak seviyedeki meydandaki Aya Ekaterina
(St. Catherine) Kilisesi
ise Sinalı bir azizeye adanmış. Agios Minas da 3.yy.da Mısır’da yaşamış
ve Roma ordusunda görev yapmış bir asker imiş. Süvari olduğu için hep atının
üstünde temsil edilen bu aziz, Girit’in patronu olarak kabul edilmiş. Kendisi
Roma döneminde deşifre olduğunda işkence ile öldürülmüş. Katedral ve Aziz Minas, bir anlamda adanın Türk
Yönetimi’ne karşı direnişinin simgesi olmuş. Girit’in Osmanlılara isyanı
sürecinde yapımına başlanan katedralin inşaatı uzun yıllar sürmüş ve sonunda 1895
yılında ibadete açılmış. Girit’te her yıl 11 Kasım günü, Aziz Minas Yortusu olarak kutlanıyormuş.
Aziz
Titus Kilisesi yada Vezir Camisi; Heraklion
Osmanlı Yönetimi
dönemindeyken, gayri meşru çocuklar genellikle Aziz Minas Kilisesi’nin basamaklarına bırakılırmış. Bu hatıra
nedeniyle de bugün bile Girit’te kimseye Minas ismi gayrimeşru çocukları hatıra
getireceği korkusuyla asla verilmezmiş. Bu da adanın Türk döneminden kalma
ilginç bir anekdot olsa gerek…
Morisini Çeşmesi’nin göbeğinde yer aldığı Aslanlar Meydanı’ndan Chandakos
Caddesi’ni takiben denize doğru indiğimizde, sahil boyunca Doğu - Batı
yönünde limana doğru ilerleyen ve meşhur Eleftherios Venizelos’un oğlunun adını
taşıyan Sofoklis Venizelos Caddesi’ne ulaşılır. Bu caddeye çıkar çıkmaz hemen
yönümüzü limandaki Venedik Kalesi Kules’e doğru döndüğümüzde, her
katında farklı tematik sergilerin düzenlendiği Tarih Müzesi ile
karşılarız.
Bizim müzeyi ziyaretimiz
sırasında; binanın ilk iki katında Girit tarihine yönelik seramik, heykel ve
para koleksiyonları ile Bizans dönemi eserleri sergileniyordu. Bir başka katta
da Kandiyeli ünlü romancı Nikos
Kazancakis’in hayatı, eserleri ve sanatına dair bir başka sergi vardı.
Süreli olduğu anlaşılan; binanın daha üst katlarında; 1979 yılı Nobel Edebiyat
Ödülü sahibi Kandiyeli şair Odisseus
Elitis ve herhalde OHİ Bayramı nedeniyle olsa gerek; İkinci Dünya
Savaşı’nda adanın Nazilerce işgali ile ilgili tematik sergiler vardı.
Anlaşıldığı kadarıyla son iki sergi süreli sergilerdi. Hepsi de son derece
özenle hazırlanmış; çok sayıda fotoğraf, tablo ve görsel malzemeden oluşmaktaydı.
Hepsini keyifle izledik.
Tarih Müzesi çıkışında; hemen denizin kıyısında konumlanmış
bir kafeteryada, bir süre yazdan kalma bir havada kahvelerimizi içerek
soluklandık. Daha sonra Venizelos Caddesi boyunca Liman’a doğru yürüdük. Kıyıda
Ortaçağdan kalma bir Hristiyan Mezarlığı ve hemen onun arkasında ise Venedik
döneminden kalma St. Pietro Katolik Kilisesi vardı. Kıyıyı takip ederek limana
yakın denizden yüksekçe bir sekide yer alan bir dizi restoran ve kafeteryanın
arasından geçtik. Ulaştığımız nokta tarihi Venedik Limanıydı.
Aziz
Minas Kilisesi, Heraklion
Limandaki Kules diye anılan Venedik Kalesi bir film
platosu görünümünde… Kandiyeliler, mendirek ve kale çevresini yürüyüş güzergâhı
olarak kullanıyorlar. Ayrıca çok sayıda amatör balıkçının mendirek üzerinden balık
tuttuğu Kalenin ön ve arka yüzünde gösterişli iki adet Venedik Aslanı kabartması yer alıyor. Bunlardan denize bakan yüzde
yer alanı, günümüze çok daha iyi durumda ulaşabilmiş.
Kalenin karşısında ise
Limana açılan Venedik tersanesinin dokları bulunuyor. İlk kez, Arapların adayı
yönettikleri dönemde Heraklion Körfezi’ne yapılan liman, daha sonraları Bizans
ve Venedik dönemlerinde giderek büyümüş ve Osmanlıların adayı ele geçirmesi
öncesinde Venedik’in adayı yönettiği son iki yüzyılda; Kandiya Limanı Doğu Akdeniz’in en büyük limanı haline gelmiş. Bugün
önünden geçen yolla birlikte, denizle bağlantısı kopan tersanenin artık
sembolik ve tarihi bir anlamı var.
Aziz
Minas Kilisesi içi, Heraklion
Venedik
dönemi Bembo Çeşmesi, Heraklion
Aziz
Titus Kilisesi, İkonostasis; Heraklion
Meydani,
Valide Sultan Camisi Şadırvanı; tepesinde karlığı; Heraklion
Aziz
Minas Kilisesi, ana kubbe; Heraklion
Kandiye
sahili ve Kules (Venedik Kalesi)
Venedik
Limanı ve Tersaneler; Heraklion
Venedik
Limanı, mendirek ve Kules; Heraklion
Daha
Doğuya Doğru; Agios Nikolaos ve diğerleri
Kandiye’den Doğuya doğru
ilerleyişimizde, korunaklı Mirabello Körfezi’nin kıyıcığında; geneldeki Girit
ruhunu pek yansıtmasa da, Avrupalı plaj ve alışveriş tutkunu turistleri tatmin
edecek düzeyde popülerleşmiş bir turistik kasaba Agios Nikolaos’a (Aya Nikola) uğradık. Körfezin dibinde
yer alan ve denize bir kanalla bağlanan lagünün etrafına dizilmiş sıra sıra
restoranları, kafeteryaları, bilindik markaların alt katları mesken tuttuğu
alışveriş mekânları ve otellerle kaplı düzenli ve göz alıcı bir kasabaydı.
Lagünün denizle olan bağlantısının üzerinden köprüyle karşı tarafa geçiliyordu.
Cetvelle çizilmiş gibi birbirine dik ve paralel sokaklarıyla planlanarak yakın
zamanda kurulmuş bir yerleşim olduğu hemen anlaşılıyordu. İsmi ile ilintili
olarak bizim Aya Nikola ile özdeşleşen kasabamız Demre ( Myra) ile coğrafik
yakınlığı dikkate değer bir noktaydı. Ama bundan ötesine gidecek fazla bir
bilgiye sahip değildik. Kasabada verdiğimiz kısa mola hepimize iyi geldi. Daha
sonra yola devam ettik.
Aya
Nikola; Lagün
Kasabanın yakınlarında
yer alan Kritsa köyünde Bizans
dönemine ait Meryem Ana’ya adanmış Panagia Kera Kilisesi vardı. Kritsa
köyü, aslında son derece turistik, tipik Girit köylerinden biriymiş; ancak biz
zaman darlığı nedeniyle sadece kiliseyi gezebildik. Köye varmadan bir
restoranın nişangâh alındığı dar bir yola saparak küçük kiliseye eriştik.
Kilisenin duvarlarının hemen yakınında gösterişli bir keçiboynuzu ağacı vardı
ve üstü meyvesiyle doluydu. Tatmadan geçmek olmazdı. Gereğini yaptık; son
derece taze, yemesi kolay ve oldukça lezizdi.
Panagia
Kera Kilisesi yanında anıtsal keçiboynuzu ağacı
Kilise, Bizans’ın çöküş
dönemi sülalesi Paleologoslar
zamanında yapılmış. 13.-14.yy.lardan kalma, içindeki Meryem Ana’nın yaşamına
dair sahnelerin yer aldığı fresklerle ün salmış. Paleologoslar döneminde çöküşe doğru ilerleyen Bizans’ta, son
ayakta kalma ve halkı kucaklama hamleleri olarak bu tür yapılara bu coğrafyada
rastlanmaktaymış.
Üstünde kilisenin tek
kubbesinin yükseldiği ortadaki ana nefte(holde), Meryem Ana’ya ait sahneler
var. Ancak içerde fotoğraf çekilmesi kesinlikle yasak… Orta neft Meryem Ana’ya; diğer küçük nefler ise Aya Anna ve Agios Antonios’a adanmışlar. Kilisenin içinde dikkatimizi çeken
fresklerin bazıları şunlar; at üstünde Aya Yorgi, son akşam yemeği, Meryem’in
ölümü sahnesi, İncil yazarları, etraflarına yılan dolanmış çıplak fahişeler,
başının etrafı nur halesiyle çevrili, tahtında oturan Pantokrator (egemen) İsa…
Kilise, 3 Euro karşılığı ziyaret edilebiliyor.
Malia
Sarayı’nda hasadın konduğu sunak taşı
Malia
Sarayı
Minos Sarayı Malia,
Kandiye’nin 37 km. doğusunda yer alıyor. Önemli bir turizm merkezi olan Malia’da biz sadece temeller halinde
hayatiyetini sürdürmekte olan Minos dönemi Malia
Sarayı’nı ziyaret ettik. Malia Sarayı, Knossos ve Festos (Phaistos)
saraylarından sonra zamanının üçüncü büyük sarayı imiş. M.Ö. 1900 yıllarında
inşa edilmiş. M.Ö. 1700 yıllarında tahrip olan saray, yaklaşık M.Ö.1650
yıllarında yeniden yapılmış. Son olarak; M.Ö. 1450 civarında büyük yıkımda Malia
Sarayı da nasibini almış. Bundan sonra da bir daha saray yapılmamış. Miken
döneminde ise sadece bir mezarlık şeklinde faaliyetini sürdürdüğüne dair
bilgiler bulunmaktaymış.
Malia
Sarayı merdivenleri
Malia Sarayı’nın gişelere yakın girişinde; iki katlı sarayı
ve çevresindeki yerleşimleri simüle eden bir dizi maket var. Sadece temelleri
ortada olan böyle kompleks bir yapıyı anlamak açısından bu yaklaşımın son
derece yararlı olduğu söylenebilir.
Saray kalıntılarının Güney
yönünden merkezi toplanma salonuna ulaşan girişinde kurban edilen hayvanların
etlerinin ateşe atıldığı sunak alanı yer alıyor. Bu en kutsal alanın üstü şimdi
tente ile örtülmüş durumda. Bu geniş avlu, Heraklion Arkeoloji Müzesi’nde bir
freskte gördüğümüz boğa ile kadınlı erkekli atlama ve dansların da belki icra
edildiği yerdi.
Ören yerinde çok sayıda
saklama kabı olarak kullanılmış küpler dikkat çekiyor. Güney yönündeki kapıdan
saraya giren köylüler, hasat sonrası tanrılar için getirdikleri hediyeleri ve
haracı, sarayın bu bölümünde rahiplere sunuyor olmalılar. Sarayın her yanı sıvı
ve katı ürünü depolamak için bir dizi mahzen ve depolama alanı ile dolu. Malia Sarayı’nın giriş bölümüne yakın
bölgede de; geniş sundurmanın altında korumaya alınmış depolama alanında
amforalar, saklama kapları ve hasadın depolandığı bölümler bulunuyor. Sözün
kısası; saray değil sanki koskoca bir depo alanı gibi… Bu da halktan hasat
sonrası toplanan haracın ne boyutlarda olduğunu gözler önüne seriyor.
Kutsal
Banyo; Malia Sarayı
Labirentler gibi
birbirine açılan bir sürü odanın ve bunları birbirine bağlayan geçitlerin
içinden geçerek, vaftiz törenini andıran ve bir tür ergenliğe geçişin
kutsandığı törenlerin yapıldığı bir mekâna geliyoruz. Burada; ergenlik çağına
giren kişiye; karanlık bir dehlize sokulup, üstündeki bir başka odadaki
delikten üzerine su dökülerek törensel bir şekilde bir tür banyo
yaptırılıyormuş. Bu odalara kutsal banyo odası deniliyormuş. Tıpkı
Hristiyanların vaftiz törenlerine atfettikleri kutsallık gibi…
Malia
Sarayı’nda hasadın depolandığı ambarlar
Malia
Sarayı canlandırma maketi, ören yeri girişi
Malia Sarayı’nı gezdikten sonra Knossos yakınlarında; dağların yamacına yaslanmış ve Avrupa Birliği
tarafından ödüllendirilmiş bir köy olan Archanes köyüne doğru yola çıktık.
Bir süre tırmanışla devam eden yolculuğumuz, bir dizi turistik restoranın yer
aldığı köyün meydanında son buldu. Köy meydanına çıkan sokakların iki yakasına
konumlanmış evlerin balkonlarından sarkan begonviller ve saksılardaki rengârenk
çiçekler köye ayrı bir güzellik katmıştı. Akdeniz mutfağının örneklerinden
oluşan bir tabakla başlayan yemeğimizi irmik helvası ve siyah üzümle bitirdik.
Girit’te her yemek sonrası masaya gelen ve üzümün posasından yapılan çikudia’larımızı (alkol oranı %45
civarında; üzümün posasından yapılan ve bizim potur boyutunda küçük bardaklarda susuz içilen yerel Girit içkisi;
bir tür rakı) yudumlayıp yemek işini sonlandırdık.
Archanes
köy meydanında lokantalar
Bir diğer
Saray Kent, Minos’un Kalbi; Knossos
Kandiye şehir merkezine 5 km. uzaklıktaki Knossos Sarayı, Malia’dan sonra ziyaret ettiğimiz ikinci
Minos sarayı oldu. 19.yy.da Osmanlı
yönetimindeyken bugün Kandiye
caddelerinde ismine rastladığımız; İngiliz arkeolog Arthur Evans’ın bir Türk
ailesinden; şimdi kalıntıların yer aldığı araziyi satın alarak başlattığı
kazılar, bugünkü Knossos’un yeniden
yaratılma sürecinin bir anlamda fitilini ateşlemiş.
Knossos Sarayı; taht odasının üstündeki
fresklerin bulunduğu sütunlu ve balkonlu salon
Taht
Odası; taht ve griffon freski; Knossos Sarayı
Saklama
kapları, küpler; Knossos Sarayı
Mavi
Kadınlar freski; Knossos Sarayı
Arthur Evans; kazıları gerçekleştirdikçe,
katmanlar halinde birbirinin üstüne çöken saray kalıntılarındaki saklı
şifreleri çözerek sarayı yeniden ayağa kaldırmış. Kazılardan elde edilen
bilgiler ışığında tamamen kendi yaklaşımları ile sürdürdüğü rekonstrüksiyon ve
restorasyon çalışmalarında kent adeta yeniden yaratılmış. Bugün Heraklion Müzesi’nde sergilenen birçok
fresk, arkeolojik buluntu ve heykelin replikaları da sarayın muhtelif yerlerine
konularak o günkü görsellik yeniden kazandırılmaya çalışılmış. Ayrıca; sarayın
kabul salonu, üç yanı kanepelerle çevrili bekleme odası ve bir taht odası var.
Bunların girişlerinde yer alan son derece kalın, tipik sütunları ve labirentler
gibi birbirine bağlanan geçitlerle ulaşılan çok sayıda odanın duvarları da
değişik renklerde boyanarak, pek az rastlanır bir canlılık yaratılmış.
Taht
Odası Kompleksi; Knossos Sarayı
Knossos Sarayı, Minos dünyasının en görkemli ve en büyük saray
yapısı olarak dikkat çekiyor. 1500 den fazla odası, 3 yada 4 katlı yapılanması,
mekanlar arasındaki mitlere esin kaynağa olacak düzeyde labirentler şeklinde
karmaşık örgüsü ile Avrupa uygarlığının öncül ve dillere destan bir yapısı
olarak kabul ediliyor.
Minos sarayları, elbette bizim bugünkü anladığımız manada kullanılan
saray yapıları değil. Bunun ötesinde; toplumun birçok işlevinin yerine
getirildiği ve düzeninin sağlandığı ana yönetim merkezleri olarak rol
oynuyorlar. Çünkü bir yanda, idari bir merkez işlevi gören saray, aynı zamanda
bir tür haraç yada vergi şeklinde halktan toplanan hasadın depolandığı ambarlara
da sahip bulunuyor. Bunun yanında kurban etme, yargılama ve ticari
faaliyetlerin düzenlenmesi ve koordinasyonuyla ilgili faaliyetler de bu mekânlarda
yürütülüyor. Dolayısıyla Knossos’da
yaklaşık 1500 civarı oda ve salondan oluşan çok katlı böyle bir kompleksin;
dönemi itibariyle oynadığı rol de birlikte düşünüldüğünde, yapının Arthur Evans’ın katkılarıyla da ete
kemiğe bürünerek, bu şekliyle daha anlaşılır hale geldiği söylenebilir.
Knossos
Sarayı; kesit
Minos saraylarında sütunlar, servi ağaçlarının gövdesinden
oldukça geniş ebatta yapılıyormuş. Bunların yeniden yaratılmış örneklerini Knossos Sarayı’nda görme fırsatımız
oldu. Sütunlar, Yunan mimari yaklaşımlarına ters olarak altta dar, yukarıya
doğru genişleyen bir formatta tasarlanmış. Altta basit bir kaidenin üstüne
oturtulan sütunların üzerlerinde, dairesel ve bir yumuşak yastığı andıran sütun
başlıkları mevcut…
Knossos
Sarayı; restore edilmiş Batı Burcu
Saraydaki en önemli mekânlardan
birisi de taht odası. Üzerinde duvar
resimlerinin de yer aldığı sütunlarla kaplı, balkon şeklinde bir üst kat
salonunun yer aldığı, üç yanı kanepelerle çevrili bir bekleme odasından
girilerek ulaşılan, üzerinde rahip-kral ve kraliçenin oturduğu bir tahtın
bulunduğu, kapılar ve bir koridorla büyük salona bağlanan merkezi bir mekân
burası. Duvarlarda griffon (aslan
gövdeli, kartal kanatlı ve başlı mitolojik yaratık) resimleri ve koyu
renkli boyama desenler yer alıyor. Üst kattaki zeminlerde uygun yerlerden
boşluklar ve holler bırakılması yoluyla yaratılan mimari sayesinde, ışığın bu
karanlık dehlizlerde rahatça dolaşmasına ve içerinin mükemmele yakın şekilde
aydınlatılmasına izin verilmiş.
Gezmesi ve anlatması
bitmeyecek birbirinin içine girmiş gibi duran, bir yandan eklektik bir mimariyi
anımsatan bu yapılar zincirinin içinden kaybolmadan çıkıyoruz. Artık yönümüz
yeniden Kandiye ve surlar üstündeki
mezarında yatmakta olan bir Kandiyeli Nikos
Kazancakis’e gidiyoruz.
Martinego
Burcu’nda Nikos Kazancakis’in mezarının başında
Rüzgârlı bir havada; Kandiye’yi kuşatan Venedik surlarının
üstünde; Martinego Burcu’nda Nikos Kazancakis’in mezarı başında, efsanevi
Yuktas
Dağı’na karşı, Şükrü Tül Hoca’nın; yazarın El Greco’ya Mektuplar
isimli kitabından okuduğu etkileyici bölümü dinliyoruz:
Martinego
Burcu’nda Nikos Kazancakis’in mezarı; Heraklion
“Hayatımda manevi bir rehber, Hintlilerin dediği gibi bir guru,
Aynaroz’da söylendiği gibi bir ihtiyar seçmem gerekseydi, mutlaka Zorba’yı
seçerdim. Çünkü onda bir mürekkep yalayıcısının kurtulması için gereken her şey
vardı. Besinini bir göz hareketiyle yüksekte yakalayan atasal bakış. Her sabah
durmadan, her şeye, yenilenen bir basitlikle bakması ve ezeli günlük şeylere
bir bekâret vermesi; yani havaya, denize, ateşe, kadına, ekmeğe; elinin
sağlamlığı, yüreğinin serinliği, içinde ruhtan daha yüksek bir güç varmış gibi
kendi ruhuyla alay etme yiğitliği ve nihayet en kritik anlarda bir kurtarıcı
olarak, Zorba’nın ihtiyar göğsünden insanın içindeki en derin dipsiz bir
kuyudan yükselen vahşi, kıkır kıkır gülüşü… O silkinir ve korkak insancığın
zavallı hayatını yarım yamalak koruyabilmek için bütün perdeleri yıkabilirdi ve
yıkıyordu da.”
(El Greco’ya Mektuplar, Nikos Kazancakis)
Son bölümde ise Aleksi
Zorba, çalıştığı madenin patronuna ölmeden önce bıraktığı mektupta da
şöyle sesleniyor:
“Hatırla… Ben köyün öğretmeniyim. Buradaki maden ocağına sahip Aleksi
Zorba’nın, geçen Pazar günü öğleden sonra, saat 6’da öldüğü hakkındaki acılı
haberi size ulaştırmak için yazıyorum. Can çekişirken beni çağırdı. Gel buraya
öğretmen dedi. Yunanistan’da filanca dostum var. Ben ölünce ona ölümümü, son
ana kadar aklımın bütünüyle başımda olduğunu ve kendisini hatırladığımı yaz. Ne
yaptımsa pişman olmadığımı yaz. Sonra ona de ki; artık akıllanması zamanı
geldi. Ve eğer herhangi bir papaz gelip de günahımı çıkarmak isterse, defolup
gitmesini, lanetinin üstüme olmasını istediğimi söyle. Hayatımda yaptım yaptım.
Ama yine de az yaptım. Benim gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi. İyi
geceler…”
(El Greco’ya Mektuplar, Nikos Kazancakis)
Martinego
Burcu’ndan Venedik surlarına bakış; Heraklion
Yunan Ortodoks
Kilisesi’nin bir Ortodoks mezarlığına gömülmesine izin vermediği için gömüldüğü Martinego Burcu’ndaki mezar taşında ise
şöyle yazıyordu:
“Hiçbir şey ummuyorum
Hiçbir şeyden
korkmuyorum
Özgürüm.”
Herhalde bütün
inandıkları ve hayat kavgası bu üç satırda özetlenmişti.
Ne mutlu böyle
diyebilene…
Kazancakis’in romanından uyarlanan Aleksi
Zorba filminin çekildiği Hanya yakınlarındaki Stavros köyünün kumsalları
1957 yılında Nobel
Edebiyat Ödülü’nü kıl payı (bir oy farkla) Albert
Camus’ya kaptıran bu büyük yazarı, surların tepesinde saygıyla andık.
Hayatının kilometre
taşları için bkz.
(http://www.historical-museum.gr/kazantzakis/en/index.html)
Kandiye’de
bir Girit Akşamı
Kandiye’deki son akşamımızda, Kandiye’nin
Batı yakasında, surlar dışında bir tavernaya gittik. Burada hem Girit
mutfağının özgün yemekleri, hem de yerel müzik ve danslarıyla tanışma
fırsatımız oldu.
Öncelikle müziğinden söz
etmeliyiz biraz.
Yerel Girit müziğinin temel çalgıları, Lyra adı verilen ve bizim İstanbul kemençesi ile aşağı yukarı aynı olan üç telli kemençe ve uda benzeyen bir çalgı olan lavta… Lavtacı sanki uyukluyormuş gibi arka fonda tekdüze bir şekilde sürekli aynı ritmi çalarken, müziğin esas yükünü ön planda tamamen Lyra üstlenmiş. Uzayıp giden, bazen dinleyeni bezdirecek düzeyde ritmik tekrarlarla yinelenen şarkıların sözleri de tekrarlara dayanıyormuş.
Bu şarkı sözlerinin bazılarını Girit’in yerel folklorunun en önemli unsurlarından olan madinadesler oluşturuyor.
Yerel Girit müziğinin temel çalgıları, Lyra adı verilen ve bizim İstanbul kemençesi ile aşağı yukarı aynı olan üç telli kemençe ve uda benzeyen bir çalgı olan lavta… Lavtacı sanki uyukluyormuş gibi arka fonda tekdüze bir şekilde sürekli aynı ritmi çalarken, müziğin esas yükünü ön planda tamamen Lyra üstlenmiş. Uzayıp giden, bazen dinleyeni bezdirecek düzeyde ritmik tekrarlarla yinelenen şarkıların sözleri de tekrarlara dayanıyormuş.
Bu şarkı sözlerinin bazılarını Girit’in yerel folklorunun en önemli unsurlarından olan madinadesler oluşturuyor.
Girit halk dansları 1
Girit halk dansları 2
Türkçe ve
Rumca’nın birlikte kullanıldığı bu manilerde Türkçe sözcüklerin çokluğu, bir
anlamda; bu manilerin her iki toplum tarafından üretilmiş olduğunu ve her iki
kültüre aidiyetini gösteriyor.
İşte bunlara bir örnek;
“Hanyalılar kalem erbabı
Resmolular mal erbabı
Kandiyeliler kadeh erbabı
Sitiyalılar katıksız domuz
Hanyalılar kalem erbabı
Resmolular mal erbabı
Kandiyeliler kesere layık
Sitiyalılar katıksız Türk
Kandiye’de güzeller
Hanya’da beyaz tenliler
Viran olası Resmo’da
Kaytan kaşlılar”(6)
Resmo
Limanı
Bir başka örnek daha;
“Giritli kadınım, limon ağacım seni nereye dikeyim,
Seni elde edinceye kadar kalbime gömeyim.
Eğer Girit’e gidersen Giritli kadınım, bana bir bıçak getir,
Onu yaz kış hiç çıkarmadan belimde taşıyayım.
Eğer Girit’e gidersen Giritli kadınım, bana bir mendil
getir,
Onu daima cebimde tutayım, üstümden eksik etmeyeyim
Girit’e gidersen Giritli kadınım, benden selam söyle Girit’e,
Benden selam götür o yüce dağa, Psilioriti’ye.”(7)
Bu müziğin önde gelen isimlerinden
bir kaçı şöyle; Kostas Mountakis, Thanassis Skordalos ve Girit seyahati boyunca çokça
dinleme fırsatı bulduğumuz Nikos Çiluris…
Bir de bunlara belki İrlanda’dan gelip Girit’e yerleşen ve Girit Lyra’sı
üzerine uzmanlaşmış Ross Daly’yi
eklemek gerek. Sonuçta; kültürler arasındaki etkileşimli bir dünyada kulaç atan
bu büyük müzisyenleri tanıma fırsatı verdi bize Girit…
Taverna akşamında bizim
için hazırlanmış Kandiye’deki orijini
nedeniyle maleviziotis yada kastrinos adını verdikleri yerel Girit
danslarını keyifle izledik. Danslarda, yerel kıyafetleri içinde lyra, lavta ve mandolin eşliğinde, kadın ve erkek dansçılar önce yavaş, daha sonra
giderek hızlanan bir tempoda el ele tutuşarak bizdeki horona benzer oyunlar
sergilediler. İleri geri ritmik adımlarla yinelen hareketler şeklinde gelişen
dansın figürleri, bireysel gösterilerde hızlanarak daha kıvrak hale geliyordu.
Resmo;
Eski Liman
Erkeklerin kıyafetleri
beyaz gömleklerinin üstünde siyah yelek, siyah külot pantolon, siyah çizme,
bellerinde kamaları ve başlarındaki siyah renkli ipekten işlenmiş sarıki adını verdikleri başlıktan
oluşuyordu. Kadınların kıyafetleri ise, beyaz renkli şalvar pantolonları, önü beyaz
işlemeli, arkası kırmızı renklerde parçalı etekleri, en üstte kırmızı renkte,
üzerleri işlemeli cepkenleri, başlarındaki bembeyaz örtüleri ve ayaklarındaki
siyah düz ayakkabılarıyla tam bir uyum içindeydi.
Akşam yemeğinde sosundan
ötürü olsa gerek; çıtır çıtır kabak
kızartması, kabak mücver, köfte, horoz yahnisi, cacıki, yaprak sarması ve
Girit’e has; üstü domates rendesi, lor peyniri, zeytinyağı ve kekikle kaplı Dakos peksimetinden oluşan bir başlangıç
tabağından sonra, salonun ortasındaki odun ateşinde çevrilmekte olan kuzu tandır geldi önümüze. Ana yemek
olarak, Girit’in geleneksel yemeklerinden olan ada tavşanı seçeneğini deneyenler de oldu aramızda. Tatlı olarak
ise geleneksel bir Girit tatlısı olan içi lorlu (mizitralı) ve tarçınlı kaliçunyaları
indirdik midelere. Tabii ki, yine yediklerimizin pasını silen ve sindirsin diye
masaya küçük bir sürahi ile gelen çikudia’larla
son buldu yemek.
Yemek, müzik ve dans;
her yönüyle doyurucu ve keyifli bir Girit akşamı yaşamıştık. Ertesi gün, adada
OHİ Bayramı kutlamaları vardı ve biz Hanya’ya gidecektik. Vakit neredeyse gece
yarısına yaklaşmıştı. Ama Kandiyeliler alışık oldukları şekilde; yemeğe ve
eğlenmeye yeni başlıyorlardı. Bir an önce ertesi güne hazır olabilmek amacıyla
tavernadan vakitlice ayrıldık.
Dipnotlar:
(1) Atina’da Ekim-Kasım 2012’de Benaki Müzesi’nde mübadilleri ve mübadeleyi konu alan bir serginin adı
(2) Savaşın Çocukları, Ahmet Yorulmaz, Remzi Kitabevi, 7.Basım; sayfa 21
(3) Giritli Mustafa, Ertuğrul Erol Ergir, Mart 2000; sayfa 47
(4) Benden Selam Söyle Anadolu’ya, Dido Sotiriyu, Alan Yayıncılık, 2. Baskı; Ocak 1986; sayfa 228-229
(5) Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat, Remzi Kitabevi, 11 Basım; Minos ve Minotauros maddelerinden yararlanarak özetlenmiştir.
(6) Geleneksel Kültürüyle Türk Girit, 3. Kitap, Toplum; Ali Ekrem Erkal; sayfa:74
(7) Geleneksel Kültürüyle Türk Girit, 3. Kitap, Toplum; Ali Ekrem Erkal; sayfa:66
Yazan ve Fotoğraflayan: İbrahim
Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC
Düzenleyen: M.YC
1.Bölüm sonu
rotalarım arasına aldığım bir yerdi. güzel ve detaylı bir anlatım olmuş. teşekkürler , tebrikler
YanıtlaSilEmeğinize sağlık güzel ve doyurucu bir tanıtım olmuş.Saygılarımla
YanıtlaSilizniniz olursa www.giritturk.org forum sayfamızda paylaşmak isterim.Saygılarımla
YanıtlaSilİlginize ve geri bildiriminize teşekkürler. Tabii ki kaynak belirterek istediğiniz şekilde paylaşabilirsiniz. Amacımız zaten gezdiğimiz yerlerle ilgili bilgi ve izlenimlerimizi paylaşmaktır. İlginizin devamlılığı dileğiyle. İF
Silbazı fotografları izniniz olursa kullanmak istiyorum
YanıtlaSilElbette referans belirterek kullanabilirsiniz. Bizde paylaşmak esastır. Sayfalarımız korumalıdır. Bir şekilde sorun yaşarsanız, blog sayfasının altındaki e-mail adresime hangi fotoğrafları istediğinizi spesifik olarak belirterek bir ileti gönderirseniz, isteğinizi değerlendirebilirim. İlginizin ve geri bildirimlerinizin devamlılığı dileğiyle...İF
Sil