Hafta sonunda
Sakız adasındaki Paskalya kutlamalarını ve bu amaçla iki kilise arasında
düzenlenen roket savaşlarını izlemek amacıyla karşı kıyıya geçtik. Çiftlikköy’den
8 mil uzaklıkta; Anadolu anakarasının bir uzantısı olan bu ada, yıllarca iki
ülke arasındaki politik çekişmelerin ortasında Anadolulu insanlar için
ulaşılmaz bir “yakın” oldu. Ancak son yıllarda giderek farklılaşan politik
iklim, iki ülke insanlarının birbirlerini daha çok ziyaret etmelerine ve ortak
geçmişlerini yaşadıkları bu toprakları karşılıklı olarak yeniden keşfetmelerine
yol açtı.
Chios’a girerken…
Şiddetli lodos
ve yağmur baskısı altında Çeşme’den saat 7.30’da kalkan feribotla yaklaşık 1
saatlik bir yolculuk sonrası, Sakızlılar daha uyanmadan Sakız adasına ulaştık. Yağmura
gebe bir havada; hemen şehir merkezinden UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde
yer alan 11.yy.dan kalma Bizans dönemi manastırı Nea Moni’ye hareket ettik. Sakızlılar’ın bugünlerde çiçek
açmalarından ötürü olsa gerek; Paskalya
ağacı adını verdikleri erguvanların eflatuna boyadığı kıyıya açılan
meydandan, dağa doğru tırmanan daracık caddeden Manastır yoluna saptık. Yolda
karşıdan gelen trafiğe yol vermek amacıyla otobüsün şoförü ustaca manevralar
yapmak zorunda kalıyordu. Yolun iki yakasına dizilmiş Sakız mahallelerinin
arasından bir yılan gibi kıvrılarak ilerlerken, sağımızda güdük minaresi ile Osmaniye Camisi dikkatimizi çekti. Cami,
şu anda Sakız’ın merkezinde yer alan ve Padişah Abdülmecit tarafından
yaptırılan Mecidiye Camisi’nin
içindeki Bizans Müzesi’ne ait bazı eserlerin bulunduğu bir depo durumunda imiş
ve restorasyon bekliyormuş. Yaklaşık
yarım saatlik bir yolculuk sonrası dağdaki Anavatos
köyü yolundan ayrılarak manastıra ulaştık.
Nea Moni Manastırı –
Gravür
UNESCO Kültür Mirası; Nea Moni Manastırı
Manastır, ilk
olarak; 11.yy.da Bizans İmparatoru Konstantin
Monomachos tarafından yaptırılmış. Zaman içinde genişleyerek bölgedeki en
önemli manastırlardan biri haline gelmiş. Biz manastıra girerken yağmur
başladı; kendimizi ana kilise Katolikon’un içinde devam eden ayinde bulduk.
Kilisenin giriş holü ve neftler, Paskalya nedeniyle çok kalabalıktı. İnsanlar,
içeri girmek için içerdekilerin dışarı çıkmasını bekliyorlardı. Giriş kapısının
solunda yer alan Bakire Meryem Kilisesi, yemekhane, Sakız Katliamı’ndan kaldığı
söylenilen kafataslarının da bulunduğu kemik deposu, sarnıç, Hristiyanlık
tarihi ile ilgili objelerin bulunduğu küçük bir müze, diğer destek binaları
manastır alanında dikkatimizi çeken önemli yapılardı. Aynı zamanda Ortodoks
Hristiyanlar için bir hac mekânı da olan Nea Moni, dağların arasından denize
doğru uzanan derin bir vadinin başında; asırlık kara servilerin altındaki
sessiz ve huzur dolu atmosferi ile tüm ziyaretçilerini yıllara meydan okuyan
vakur bir duruşla karşılamaya devam ediyordu. Yağmurla birlikte şehre geri
dönmek üzere otobüsümüze bindik ve Nea Moni’yi sisli tepelerin ardında
bırakarak kıvrıla kıvrıla denize doğru indik.
Nea Moni Manastırı
Sakız Katliamı üstüne
Sakız’da nereye
gitsek; bu bir eski camidir, bir manastırdır, bir eski kitapçıdır yada bir narenciye
müzesidir; hepsinde ortak olarak karşılaştığımız tema; Yunanistan’ın
bağımsızlık sürecinde Sakız adasında yaşanan kanlı olaylara dairdir. Mora
ayaklanması ile ateşlenen Yunanistan’ın bağımsızlık süreci, Samos’dan gelen
isyancılar eliyle Sakız adasına taşınmış. Samos ve Psara adasından gelen
isyancılar, Sakızlı Rumların da ayaklanmaya katılmasını sağlamışlar; adada kale
içinde yaşayan Türk nüfus bu arada kanlı tacizlere uğramış; Ayrıca 1822 yılında
karşı yakada; Anadolu anakarasında yer alan Çandarlı’ya da bir sabaha karşı Samoslu
ve Sakızlı Rum kapetanlar tarafından kanlı bir baskın düzenlenmiştir. Uzun
yıllar Çandarlı’nın korku ile içine kapanmasına yol açan bu baskın Bergamalı
yerel tarih araştırmacısı ve zamanın Bergama Müzesi Müdürü Osman Bayatlı
tarafından şöyle anlatılmaktadır:
Nea Moni Manastırı; Çan
Kulesi ve arkada ana kilise (katolikon)
“Mora isyanı sırasında Ada
Rumlarının baskınlarından biri de Çandarlı’ya yapılmıştır. 1822 (Hicri 1239)
yılında, Sakız, Sisam ve Psara (İpsala) adalarından kalkan korsan gemileri,
gece yarısı Çandarlı’yı basarlar. Gece yarısı gerçekleşen bu baskın sırasında
haydutlar, çoluk çocuk ayırımı yapmaksızın evlere saldırıp her şeyi talan
ederler. Sadece Çandarlı Kalesi, zamanın Çandarlı Voyvodası Kırantaoğlu
Mehmet Ağa’nın Kulesi (şimdiki çarşıdaki caminin arka yönünde yer alıyordu)
ve Ziynet Hoca Kulesi (yok olmuş) gibi savunmaya elverişli yerlerden
piştovlarla karşı konulur. Rum haydutlar, kaledeki şiddetli direnişi kırmak
için kalenin dibindeki Taşlı Cami’yi ateşe verirler. Daha sonra ele
geçirdikleri esirleri gemilere sürüklerler, direnenleri ise öldürürler. Çatışma
sonrası şafak sökerken 90 civarı tekneyle denize açılan haydutlar arkalarında
büyük bir vahşetin iniltisini ve 100’den fazla masum insanın ölüsünü
bırakmışlardır. Rum çetecilerin arkalarında bıraktıkları kıyım öylesine
büyüktür ki; Bergama’ya ancak sabah vakti haber ulaştırılabilir. Ağalardan ve
eşraftan 20–30 kişi atlarına atlayarak Çandarlı’ya geldiklerinde
karşılaştıkları tablo dehşet vericidir. Ölülerin sayılmasının ardından 130
kadar çocuk ve kadının kaçırıldığı anlaşılır. Ölüler, Çandarlı’nın o zamanki
şehitliğine gömülür. (Şehitlik 1930
yılında kaldırılmış bulunmaktadır.)
Sakız Katliamı tablosu - replika - Eugène Delacroix,
Baskının ardından konu
İstanbul’a; Saraya bildirilir. Serdar Ömer Paşa ve Konya Ereğlisi
derebeyi Davaslıoğlu Hasan Bey, adalardan intikam almakla
görevlendirilir. Ayvalık ve Sakız adasına yapılan baskınlarla intikam alınır.
Oradan getirilen kız ve erkek çocukları zengin ailelerine evlatlık verilir.
Bunların tümü Müslüman olurlar. Midilli adasının ayanı olan Kulaksızoğlu,
adalara kaçırılan Türk çocuklarından 30 kadarının, 32’şer altından diyetini
ödeyerek Çandarlı’ya geri dönmelerini sağlar.” (Bergama’da Yakın Tarih Olayları – XVIII. – XIX. Yüzyıl Olayları, Osman
BAYATLI; 1957 Baskısı; Sahife:45–46)
Sakız sokaklarında paskalya ağaçları -
erguvanlar
Yunan kaynaklarına göre Osmanlı Yönetimi
tarafından Sakız adasında yapılan bu “katliam”da on binlerce Sakızlı
katledilmiş; ölümler ve sürgünler sonrası ada nüfusu 10.000’lere kadar
düşmüştür. 1824 yılında bir Fransız ressamı Eugène Delacroix, bu dramatik durumu tuvaline taşır ve bugün Sakız’da her yerde
replikalarını göreceğimiz o meşhur “The
Massacre at Chios” tablosunu yapar. Yine bir Fransız; Victor Hugo ise o günlerde “Çocuk” adlı şiirinde “Türkler geçti oradan / Harabe ve yas her
yerde / Şarap diyarı Sakız / acınacak bir ada sadece” diye yazar. Yani
özetlersek; olayın iki yönü vardır; yıllarca bir arada yaşamış halkların neden
bir anda birbirine düşman kesildiğinin bir anlamı olmalıdır. Ne dersek diyelim
bir gerçek vardır ki; Sakız olayları, Sakız adasında ve Kıta Yunanistanı’nda ulusal
bilincin yeşermesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Adada yaptığımız kısa
seyahatte bütün yaşanmışlıklara rağmen, hala bu temanın ne kadar canlı
tutulmaya çalışıldığına bir kez daha tanıklık ettik.
Sakız Sokaklarında
Yağmurun hafiflediği bir anda kendimizi
Sakız’ın çarşısında ve sokak aralarında dolaşırken bulduk. İzmirli hemşerimiz,
modern Yunan milliyetçiliğinin fikir babalarından ve yaşamının çoğunu Fransa’da
geçirmiş bir Yunan aydını olan Adomontios
Korais’in Kütüphanesi, Metropolitlik Kilisesi, Anastasios Pateras tarafından bağışlanmış bir Sakız villasında
tesis edilmiş özel Denizcilik Müzesi, Abdülmecit döneminde yaptırılan Mecidiye Camisi’ndeki Bizans Müzesi iki
yağmur arasındaki dar zamanda dolaşma fırsatı bulduğumuz mekânlardı. Çarşıda
yürürken fırından yeni çıkmış buram buram tarçın ve mahlep kokan Paskalya
çöreklerinin büyüsü, sabahın erken saatlerinde sokakları ele geçirmişti bile.
Kahve için mola verdiğimiz kahvehanede bu çöreklerden tatma fırsatımız oldu.
Aniden bastıran yağmurun bir kısmını bu molada savuşturduk.
Önde Adomontios Korais’in heykeli, arkada
Metropolitlik Kilisesi
Kale İçi
Yağmurun ara verdiği bir anda kendimizi
Kale içindeki meydana attık. Kaleye; içeri doğru S şeklinde bir tonoz tünelle
uzanan kemerli bir kapıdan girdik. Tünelden çıktıktan sonra ilk anda, sağ yanda
Venedikliler’e ait olduğu söylenen 15.yy.dan kalma Jüstiniani’nin Sarayı olarak adlandırılan ve üst katında yer alan
kemerli pencereleriyle dikkat çeken bir kule yapısı ile karşılaşılır. Altı
sağır olan (penceresiz) bu yapının sol yanından, çok basamaklı bir merdivenle
üst katına çıkılıyor. Bina, kale ile bütünleşik düşünüldüğünde daha çok bir
savunma kulesi izlenimini veriyor. Buradan itibaren devam edildiğinde; dar bir
sokak, sizi şimdilerde kahvehanelerin ve küçük restoranların yer aldığı hoş bir
meydana taşıyor. Son eklentilerle bugünkü haline Osmanlılar tarafından
getirilen Sakız Kalesi’nin içinde, Osmanlı döneminde Türkler ve Yahudiler
yaşarmış. Rumlar ise, kalenin çevresindeki mahallelerde hayatlarını
sürdürürlermiş. Yunanların “Küçük Asya Felaketi” adını verdikleri Anadolu’daki
Kurtuluş Savaşı sonrasında Kale İçi, Batı Anadolu’dan gelen Rumların
yerleştirildiği bir iskân bölgesine dönüşmüş. Kale içinde; meydanda eski bir
Türk mezarlığı, II. Abdülhamit döneminden kalma; harap halde Bayraklı Camisi, Çeşme’de de örneklerini
görebileceğimiz; genellikle ikinci katları sokağa doğru uzanan, cumbalı ve iki
katlı Türk evleri ve restorasyonu devam etmekte olan eski bir Türk Hamamı yer
alıyor.
Kale içinde Türk Mezarlığı
Sakız sahilinde yer alan restoranlarda,
menülerdeki metinlere ve lokanta sahipleriyle yapılan konuşmalara kadar
yansıyan Türkçe’ye aşinalık, bize yabancı bir ülkenin topraklarında olduğumuz
hissini unutturuyor. Ege’nin iki yakasının ortak yemeklerinden oluşan öğle
yemeğimizi yeniden başlayan yağmur eşliğinde yiyoruz. Bu sırada restoranın
önündeki sahil yolundan, akşama Paskalya vesilesiyle iki kilise arasında düzenlenecek
geleneksel roket savaşlarının taraflarından bir grup, kamyonetlerinin üstüne
yükledikleri roketleriyle birlikte canavar düdüklerini çalarak Vrandatos’a doğru bir panayır coşkusu
içinde önümüzden geçip gidiyorlar.
Kale içinde eski Türk evleri
Kambos’un Ceneviz döneminden kalma
malikhanelerinden
Narenciye Bölgesi Kambos; Ceneviz Mirası
Yemek sonrası, yağmurun etkisinin
azaldığı saatlerde narenciye tarımı ile öne çıkan ve Sakız’ın en verimli
topraklarına sahip yemyeşil bir vadide yer alan Kambos bölgesine gidiyoruz. Narenciye
tarımı yanında, bu bölgenin karakteristik bir diğer özelliği de Cenevizliler’in
Sakız’ı yönettikleri yaklaşık iki yüz yıllık dönemden bugüne kalan ve ortak
mimari çizgilere sahip Ceneviz villalarının varlığıdır denilebilir. Bu
villalar; geniş narenciye bahçelerinin hemen önünde, adadaki Timiana köyü
yakınlarındaki taş ocaklarından elde edilen kırmızı renkli taşlarla örülmüş
duvarları ve özgün mimarileriyle hemen dikkat çekiyor. Genellikle iki katlı,
yandan tırabzanlı bir merdivenle üst kata çıkılan evlerin dışında; köşelerinde
heykeller bulunan büyük mermer bir havuz; bu havuza yaklaşık 20-30 metrelerden
su çeken bir dönme dolap yer alıyor. Evin bahçesine dış mekândan büyük kemerli
bir kapı ile giriliyor. Gezdiğimiz konak ve çevresi, ailenin bugünkü varisleri
tarafından yeniden düzenlenmiş ve bir narenciye firmasının şemsiyesi altında;
narenciye tarımının yapıldığı geniş tarımsal alanlar, narenciyeden elde edilen
lokum, şekerleme, reçel v.b. endüstriyel ürünlerin de satıldığı bir kafeterya,
dinlenme alanları, Sakız adası ve aile tarihçesinin de fotoğraf ve diğer görsel
malzeme ile birlikte sunulduğu bir narenciye müzesini de kapsayacak bir
komplekse dönüştürülmüş.
Roket Savaşları
Geceye doğru Sakız’ın banliyösü
durumundaki Vrandatos kasabasının
hemen üstündeki iki sekide yer alan Agia Erithiani ve Agios
Markos kiliseleri taraftarları arasında Paskalya’nın son günü olan İsa’nın Dirilişi Günü nedeniyle
geleneksel olarak düzenlenen roket savaşlarını izlemeye gittik. Vrandatos’taki
park yerinde; roket savaşlarının olduğu bölgeye çıkmak üzere, Vrandatos
Belediyesi’nin ücretsiz olarak tören yerine konukları taşıyan minibüslerine
bindik. Sakız’ın diğer dağa tırmanan caddelerinde olduğu gibi oldukça dar bir
yoldan kiliselerin bulunduğu yamaçlara tırmandık. Yollar, evlerin balkonları ve
tüm sekiler bir mahşer yeri gibiydi. Roket savaşlarını izlemek için insanlar,
çok erkenden gelip en uygun yerlere yerleşmişlerdi.
Vrandatos
semalarında roket savaşları
Paskalya,
Hristiyanlık’ta Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi sonrasında tekrar dirildiğine
inanılan en önemli bayramları olarak bilinmektedir. Baharın geldiği günlere
rastlaması açısından da hayatın yeniden canlandığı bugünlerde, insanlığın kadim
inançları arasındaki karmaşık ilişkileri hatırlatması açısından da ilginç bir
bayramdır. Örneğin Sakızlılar, Paskalya günlerinde eflatun rengi çiçekleri açan
baharın müjdecisi erguvan ağaçlarına Paskalya ağaçları derlermiş. Ortodoks Hristiyanlar,
6 haftalık hayvansal gıdalardan uzakta geçirilen oruç günlerinin sonunda; Hz. İsa’nın
çarmıha gerilmesi sonrası, ölümünü takiben üç gün sonra bir Pazar günü
dirildiğine inandıklarından İsa’nın Diriliş Günü’nü mutlaka bir Pazar günü
kutlarlarmış. Vrandatos’daki roket savaşları da Osmanlı hâkimiyeti günlerinden
beri hep bir Cumartesi gecesi kutlanırmış. 18.yy.da önce çocukların ve giderek
büyüklerin karşılıklı sapanla taş atarak başladığı roket savaşları, bir ara top
atışları ile devam etmiş. Ancak, Osmanlı Yönetimi’nin tehlikesi nedeniyle bunu
yasaklaması sonrasında, 19.yy.dan sonra geliştirilen roketlerle yapılmaya
başlanmış ve bu şekliyle gelenek, günümüze kadar gelebilmiş. Özellikle Yunan
Milliyetçiliğinin yükseldiği 19.yy.da; içinde Osmanlı’ya karşı sürdürülen bağımsızlık
savaşının dinamiklerini de taşıyan ritüel, bugün de seyredenler için eşsiz bir
görsel şölen sunuyor.
Kambos’da Ceneviz konaklarının dönme dolapları
Kiliselere doğru
ateşlenen roketler, bazen tam kiliselerin duvarlarında yada çan kulesinde
patlıyor. Ortalık, çevredeki sakinlerin ve onların çocuklarının da bizim dini
bayramlarda olduğu gibi patlattıkları maytap yada havai fişek benzeri
patlayıcıların çıkardığı seslerin katkısıyla kaotik bir görüntüye bürünüyor.
Akşam karanlığı basınca, saat 9’a doğru başlayan roket savaşları, en yoğun
anlarını geceye yakın saatlerde; 11 ile 11.30 civarında yaşıyor. Aralıklarla
devam eden, zaman zaman yavaşlayıp birden hızlanan ve aynı anda birbirine doğru
fırlatılan yüzlerce roketin arkalarında bıraktıkları izlerle karanlığın kızıla
boyanmasına yol açan roket savaşları, gece 12’ye doğru ara veriyor. Sakızlılar,
İsa’nın Dirilişi ayinine katılmak üzere bu arada kiliselere akın ediyorlar.
Ayin sonrası herkes birbirinin bayramını kutlayıp roket savaşlarına kaldığı
yerden bir süre daha devam ediliyor. Daha sonra saat 12’de İsa’nın Dirilişi ile
tamamlanan Paskalya orucu sonrası gece, insanların sahildeki restoranlara doğru
akınıyla son buluyor.
Günün Pazar’a döndüğü an; Anastasi (Diriliş) Günü;
Mesih Dirildi!
Gece 12’ye doğru dağdan Sakız şehir
merkezine; büyük diriliş ayininin yapıldığı Metropolitlik Kilisesi’ne
gidiyoruz. Her yer insan dolu… İğne atsan yere düşmez. Baylar ve bayanlar; ama
törene katılan tüm insanlar, Paskalya Bayramı’nın şerefine en şık giysilerini
giymişler; pırıl pırıl ve tertemiz bir görünüm içersindeler. Herkes kiliseden
mum alma, mum dikme yada ayine katılma adına kiliseye girme çabası içinde. Kimisi
içeri giriyor; girenler ise dışarı çıkmaya çalışıyor. Kilisenin bir tetrapylonu
andıran dört sütunlu ana giriş kapısında insanlar göğüs göğse mücadele veriyor.
Kilisenin içinde ayin bu sırada devam ediyor. Papazlar bizim mevlidi andıran
makamlarda dualar, ilahiler söylüyorlar. Kilisenin dışındaki yan sokakta bir
bando hazır bekliyor. Hemen yanında da ellerinde silahlarla kadın ve erkek
askerlerden oluşan (port polis birliği)
tören müfrezesi esas duruşta bekliyor. Gece 12’ye doğru genç bir papazın elinde
havaya kaldırılmış, büyük bir haç ve tören giysileri içinde metropolit ve diğer
papazlar, kilisenin avlusunda yer alan ahşap platforma doğru dualar okuyarak
ilerliyorlar. Kürsüye çıkan papazlar, en dokunaklı ilahilerini burada
söylüyorlar; Gece 12’ye ramak kala; ortalık mahşer yerine dönüyor; bir yanda
patlayan roketlerin, havai fişeklerin ve maytapların; diğer yanda ise kiliselerin
ortalığı inleten biteviye çalmakta olan çan sesleri ve aniden çalmaya başlayan
bando… İlahiler arada kaybolup gidiyor; en şık giysileri içinde kadınlar ve
erkekler; haç çıkarıp Hz. İsa’nın dirildiği ana tanıklık ederek birbirlerine
sarılıyorlar ve Paskalya bayramlarını kutluyorlar. Kimisinin ellerinde mumlar;
elden ele kiliseden başlayarak tutuşturulmuş diriliş ateşi, sanki Sakız’ın
sokaklarına taşınıyor. Kiminin ise ellerinde kâğıttan renkli fenerler var; çocuklar
kilisenin avlusunda maytapları patlatmaya devam ediyorlar. Biz bu mahşeri
kalabalığın içinden usulca sıyrılıp, selam duran tören kıtasının önünden geçerek
otobüsümüze doğru yürüyoruz. Ardımızda bıraktığımız sesler birbirine karışıyor;
maytaplar, bando sesleri, ilahiler ve kilise çanları… Uzaklaştıkça uğultuya
dönüşen sesler giderek azalıyor; Sakız’ın tepelerinde yankılanıp göğe
yükseliyor. “Hristos Anesti”…(Mesih
Dirildi!)
Sakız Metropolitlik Kilisesi’nde gece yarısı
İsa’nın Dirilişi ayini
Sakız Köyleri; Ortaçağın Kale Köyleri; Mesta, Elata,
Pirgi, Armolia ve Lithi
Pazar sabahı Sakız’ın güney ve batı
sahillerinden içerilere Sakız köylerine doğru kısa yolculuklara çıktık. Yol
boyunca, biten Paskalya orucunun ardından kuzular, domuzlar çevrilmeye
başlamıştı bile… Bu köyler, yüzyıllardır sakız ağacından elde edilen damla
sakızı üretimi ile ada için bir anlamda stratejik önem taşıyorlar. Ortaçağda
korsan saldırılarından sakız üretimini korumak amacıyla; bu köyler, birbirine
yaslanan taş evleri ile giderek birer kale köye dönüşmüşler. Köyün ortasında
yer alan bir savunma kulesinin çevresinde, bitişik nizam halinde konumlanmış
evlerle halka halka dışa doğru genişleyen köyün içinde; evlerin altından geçen
sokaklar, mahalleleri bir labirent gibi dolaşıyor. Sokakların kenar
çizgilerinin sonlandığı noktalarda, evlerin ön cepheleri yükseliyor. Evlerin
kapıları, hemen sokağa açılıyor. Kapının ardında hayat denilebilecek avlular ve
diğer yaşam alanları da yer alıyor. Köyün ortasında genellikle kilise ve köy
meydanı bulunuyor. Meydana açılan daracık sokaklardan ilerlediğinizde, sabah
erkenden yakılmış Paskalya ateşinden arta kalan yanmış kütükler ve tütmekte
olan dumanların is kokusu ile karşılaşıyorsunuz. Meydanda sevimli köy
kahvehaneleri yer alıyor.
Mesta sokaklarında…
Sabah erken saatlerde, Mesta’nın merkezindeki Yunanistan’ın en
büyük kiliselerinden Taksiyarkhis Kilisesi’nde Pazar sabahı ayini devam ediyor.
Bu kilise, daha önce aynı yerde bulunan merkezdeki kulenin yerine yapılmış.
Kilisede okunan dualar ve kilise çanlarının sesleri köyün meydanında
yankılanıyor. Köy meydanında kahvemizi içtikten sonra, Mesta’nın daracık
sokaklarından yürüyerek 13.yy.dan kalma eski bir Bizans kilisesi olan
Taksiyarkhis Kilisesi’ne gidiyoruz. Özel izinle açtırılan kiliseyi geziyoruz.
İki neftli kilisenin ceviz ağacından oyma ikonastasisi görülmeye değer. Her iki
kilise de Mikail ve Cebrail meleklere adanmış kiliseler. Kiliseden çıktıktan
sonra yeniden sokak aralarında dolaşmaya devam ediyoruz. Mesta evlerinden
sokaklara doğru mor salkımlar sarkıyor. Köyün demir parmaklıklı çıkış kapısına
doğru büyük bir sarnıç görüyoruz. Bu da korsan saldırılarına karşı köyün dışa
kapalı yaşamını sürdürmenin asgari şartlarının zamanında nasıl sağlandığını
göstermesi açısından önem taşıyor.
Mesta’nın dar geçitleri
Mesta’dan sonra saklı bir koyda yer alan Lithi’ye
uğradık. Lithi, aslında sahilden
biraz yüksekçe bir yamaçta, saklı bir koya karşı konumlanmış güzel bir Sakız
köyü… Aşağıda; Lithi’nin iskelesinde
hoş balık restoranları yer alıyor. Sezonun henüz başlamadığı şu günlerde koyda
kıyıya vuran dalgaların sesi dışında sessizlik hâkimdi. Denize doğru uzanan Lithi iskelesinin mendireği ve
karşısındaki kıyıda yüksekçe bir noktada yer alan Ortaçağ’dan kalma koniye
benzer bir gözetleme kulesi açık denize karşı koyun bekçileri gibiydiler. Viglo adı verilen bu gözetleme kuleleri,
genellikle Ortaçağ’da Sakız köylerine yönelebilecek ani korsan saldırılarını en
kısa sürede adanın iç bölgelerine haber verebilmek ve gerekli önlemleri
alabilmek açısından hayati öneme sahiptiler. Lithi, deyince tabii ki; Lithi
iskelesinde bizi bekleyen hemşerimiz Maria Hanım’dan da söz etmeden geçmek
olmaz. İzmir doğumlu bir Rum olan Maria Hanım’ın babası, 1960’lı yıllara dek
Alsancak’da bir şarküteri işletiyormuş. 6-7 Eylül olaylarının Rumlar üzerindeki
yaratmış olduğu travma, İzmir civarında o denli şiddetli hissedilmese dahi,
yine de bu azınlıklara yönelik şiddet ikliminin takip eden yıllarda tüm ülkeye
yayılması bu ailenin de sonuçta bütün geçmişini Anadolu’da bırakarak İzmir’i
terk etmesine ve Sakız adasına göç etmesine neden olmuş. Ayrıntıda oldukça
hazin bir öyküyü içeren Maria Hanım’ın yaşadıklarına rağmen, kendisinin bizleri
deniz kıyısında karşılayışındaki dostça tutumu unutulur gibi değildi. Hepimizi
köyde işlettiği pansiyonunda ağırlamak üzere yeniden beklediğini, hala akıcı
kalabilmiş güzel Türkçesi ile özellikle belirtti. Maria Hanım’dan ayrılıktan
sonra yamaca yaslanmış Lithi’nin
içinden geçip Vessa köyüne uğradık ve
oradan Pirgi köyüne yöneldik.
Mesta Taksiyarkhis Kilisesi
Pirgi ise, hala mevcut kulesi ve bir tür duvar kazıma tekniği ile evlerin
duvarlarında oluşturulan geometrik desenleriyle dikkat çekiyor. Bu desenleme
işinde Pirgililer, o kadar ileriye gitmişler ki; evin cephesindeki balkonların
altları da dâhil olmak üzere her yanı aynı kazıma tekniği kullanılarak
desenlenmiş. Köyün meydanında ayazması da olan bir kilise ve köy kahvehaneleri
ile donanmış bir meydan yer alıyor. Meydandaki erguvanlar, birbirine bitişik
vaziyette meydana bakan bir duvarı andıran desenlenmiş evler ve meydana açılan
dar bir sokakta yer alan 13.yy.dan kalma Apostolos
Kilisesi bu mekânda birbirini tamamlıyor. Köyde meydana açılan bir diğer
sokakta ise Kristof Kolomb Evi ile
karşılaşıyoruz. Kristof Kolomb’un Amerika’ya doğru denize açılmadan önce,
buralara gemisinde çalıştırmak üzere deneyimli denizciler aramaya geldiği ve
kısa süre de olsa buralarda konakladığına dair rivayetler bulunuyormuş. Bu
olayın hatırasına binanın ön yüzünde 1857 tarihini taşıyan bir friz yer alıyor.
Köyü terk ederken, çıkışına yakın bir küçük meydanda da muhtelif savaşlarda
ölen Pirgililerin anısına dikilmiş bir kitabeyi görüyoruz. Kitabede; 1919-1922
tarihleri arasında Küçük Asya Felaketi’nde hayatlarını kaybeden Pirgililer’in
de isimleri yer alıyor.
Pirgi’de köy meydanı
Yol boyunca dağlarda sekilere dikilmiş
yada doğal olarak gelişmiş sakız ağaçlarını gördük. Çalı şeklinde olanlarının
yanında, genellikle gövdesi burularak irileşmiş ve ağaç görünümünde olanları
daha çoktu. Sakızın; ağacın gövdesinin yaz mevsiminde çizilerek reçinesinin
beli bir süre içinde kendi kendine altında serili beyaz renkli bir toprağın
üstüne akması, bunların kuruyup temizlenmesi ve toprağından arındırılması ve
daha sonra kalitelerine göre sınıflandırılarak gıda ve kozmetik endüstrisinin
kullanımına sunulmasına uzanan bir elde edilme süreci var. Pirgi’den sonra yol üstündeki, aynı zamanda adada seramikleri ile
de tanınmış bir köy; Armolia’ya
uğradığımızda sakız ağaçları ile yakından tanışma ve az da olsa sakız toplama
şansımız oldu.
Pirgi’nin kazıma tekniği ile desenlenmiş evleri
Sakız köylerinden dönüşümüz artık
Sakız’daki son saatlerimize yaklaştığımızın habercisi. Otelimizde odun ateşinde
çevrilmiş kuzunun ağırlık taşıdığı geleneksel Paskalya yemeğini yemek üzere
dönüşe geçiyoruz. Bu kadar kısa zamana ve Cumartesi günkü şiddetli yağmura
rağmen, bu kadar çok etkinliği sığdırmanın mutluluğu içinde yemek sonrası
Çeşme’ye bizi götürecek feribotun yanaşacağı Sakız İskelesi’ne doğru yola
çıkıyoruz. Ne diyelim; bu kadar güzelliği bu kadar kısa zamanda yaşatanlara
teşekkürlerle…
Armolia’nın seramikleri
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC