“ADA”LI
OLMAK
3-5 Ekim 2019
Hasan Doğan-İbrahim
Fidanoğlu
Datça-Betçe arasında…
Bir sonbahar yolculuğu
bizimkisi… Ama yarımadaya Balıkaşıran’dan
girdikten sonra tutamazsın kendini hiçbir zaman. Bu konuşmaların, yazmaların
nereye varacağını kestiremezsin bile. Değinmeler olur eski zamana dair.
Havasına, suyuna, bademine, balına; ovasına dağına; neler söylenmez ki “ada”ya
dair.
Yusuf Ziya Özalp, Datça
Kazan Betçe Kepçe isimli kitabında Datça’nın
her bakımdan bu anakaradan ayrık; neredeyse bir “ada” olma özelliği ile ilgili
olarak şunları yazıyor:
“Eskiler Datça’dan bahsederken zaten “Datça
Adası” diye söz ederlerdi. Kara avcıları; “Eskiden adanın her yerini
adımladım, arşınladım. Her taraf keklik, tavşan kaynıyordu” derlerdi. Deniz
avcıları; “Adanın her yerini tekneyle dolaştım. Her taraf gara balık, gırmızı
balık gaynıyordu” der, yokluklardan azalmışlıklardan şikâyet ederlerdi.
…
Datça’nın Balıkaşıran
kıstağıyla anakaraya 800 küsur metrelik bir bağlantısının olması, onun ada
olması vasfını değiştirmez. Neredeyse her tarafı denizlerle çevrili olan irili
ufaklı 72 koya, yüzlerce çeşit hayvana, bitkiye ev sahipliği yapan Datça aslında iklimiyle, üzerinde
barındırdığı bitkisiyle, hayvanıyla, insanıyla, yaşamıyla kısacası jeolojik,
sosyolojik, tarihsel ve kültürel konumu ile zaten bir adadır.”(1)
Cumalı Mezarlığı ve yakınlarda restore edilen tarihi Çeşmeköy Camisi
Ana karaya dar bir
kıstakla bağlanmış olan Datça yarımadasının sakinleriyle bir şekilde temas
eden, onlarla oturup kalkan, yemeğini yiyip, sevincine ve hüznüne ortak olan
herkes ana karada yaşayanlardan farklı bir kültürün kol gezdiğini anlar
yarımadada mutlaka.
Çeşmeköy İlkokulu; yapım tarihi 1928...
Datça yarımadasının dar
bir kıstakla ana karaya bağlı oluşu, son derece engebeli bir topografyaya sahip
olması, yakın zamanlara dek konforlu bir ulaşım imkânının olmaması, tarih
boyunca Datça insanlarının yüzünü denize dönmelerine, bütün insani
ihtiyaçlarını deniz yoluyla karşılamasına ve devletin otoritesini hemen hemen
hiç hissetmemelerine yol açmış olmalı. Bu durum; bu topraklarda Türkmen
kültürünün de bozulmamış bir şekilde günümüze dek ulaşmasına bir şekilde
yardımcı olmuş.
Yazıköy'ün mahallesi; Belenköy
Betçe'nin yüreği sevgi dolu güzel insanları
(Fotoğraf: Hasan Doğan)
Bu yarımadanın insanında
korku yok; sevgi var, paylaşmak var. Çile çekmemişler mi; hem de nasıl, dağ
kadar… Ama hayatın zorluklarına birlikte göğüs germişler, coğrafyanın onlara
sunduğu bütün imkânları ve imkânsızlıkları birlikte değerlendirip yarımadadaki
hayata dair çözümler yaratmaya gayret etmişler. Paylaşmayı, direnmeyi ve ayakta
kalmayı dayanışarak bir şekilde başarmış “ada” insanları. Sonuçta günü ve anı
yaşamışlar; birlikte eğlenip birlikte gülmüşler, birlikte üzülüp birlikte
ağlamışlar. Ağız dolusu gülüp, ağız dolusu küfretmişler. Ne mutlu onlara…
Betçe'de yaşlılar gününde; Hasan Hoca, Goca Mehmet Emmi, Akın Pilavcı ve eşi
(Hasan Doğan Arşivi)
Çileli yılların yorgun yüzlerde bıraktığı izler; Betçeli nine...
(Fotoğraf: Hasan Doğan; Ekim-2019)
Hasan Hoca ise özgün Datça kültürü ile ilgili düşüncelerini
şu şekilde ifade ediyor:
“Uzun yıllar Datça, karayolunun olmayışı
nedeniyle ilişkilerini hep çevresindeki adalarla gerçekleştirmişler. Bu
ilişkilerin başında ekonomik ilişkiler gelir. Bugün bile yaşlıları dinlerseniz;
size çok ilginç hikâyeler anlatırlar. Küçücük motorlu kayıkları ile adalara mal
götüren, oralardan da mal getiren tüccarların maceralarını dinlersiniz. Kaldı
ki Datça Ağalarından Mehmet Ali Ağa, Rodos belediye başkanlığını yaptığı
yıllarda gelip gitmeler çok yoğunmuş. Anadolu ile hiçbir ilişkisi olmayan
yarımadada İslam’ın etkisi oldukça zayıftır. Yarımadada İslam adına mezhepçilik
yoktur. Sorsanız hiçbiri Sünni, Hanefi, Alevilik nedir bilmez, yani ruhani anlamda
bir lider veya derviş göremezsiniz. Reşadiye’de bu gün dahi karaville adı verilen bir tür
salyangozdan salyangoz yemeği yapılıp yenmektedir. Baharla birlikte hazırlanan
bu salyangoz yemeğini yemenin, onlara şifa getireceğine inanır Datçalılar. Domuz
eti yiyenler de az değildir ve anormal karşılanmaz. Datçalı her zaman içkiyi
rahatlıkla kullanır. Ramazan ayında herkes rahatça yoluna gider; kimse de
karışmaz.”
Datçalı gezginler, Knidos Akropolü'nde...
(Fotoğraf: Osman Karadeniz)
Knidos limanları; iki deniz arasında...
(Fotoğraf: Osman Karadeniz)
Datça’da, 1930’lu yıllara ait yaşanmış bir hikâye olarak
anlatılır: O yıllarda Datça daha kaza
olmadan; Değirmenbükü’nde bir
yaralama olayının sorumlusu olan bir kişi, iki jandarma tarafından Cumalı’ya getirilir. Oradan suçluyu bir
diğer iki jandarma alıp, Ağcı’da
(eski yol üzerinde) subaşında Datça’dan
gelen bir başka iki jandarma erine teslim eder. Datça karakoluna getirilen tutuklu, Alavara’ya götürülür. Orada da subaşı vardır. Çubucak’tan gelen başka başka “iki jandarma”lar, Alavara’dan aldığı kişiyi, sırasıyla Çubucak karakoluna, oradan Bencik Kıstağı’na; oradan da Marmaris’e ve Çetibeli’ne götürürler. Tutuklunun son durağı Muğla olacaktır. Tutuklu ve onun yanındaki farklı jandarmaların bu
yolculukları, en az dört gün sürer. Aslında bu çileli yolculuklar, Datça insanının hikâyesidir. Devletin
eli Datça yarımadasına uzun yıllar
ulaşamamıştır.
Yakaköylü Goca Mehmet Emmi; 2007 yılında...
(Nisan 2007)
Yaşam dolu hafiften bir gülümseme, derinden bakışlar; işte Goca Mehmet Emmi; 2019 Sonbaharı'nda...
(Fotoğraf: Hasan Doğan; Ekim 2019)
Bu biçare insanlar, o
yıllarda ulaşım zorlukları yüzünden, denize ve hayatları boyunca onunla
boğuşarak bir anlamda “mit”leşmiş Çetin ve
Nevres Kaptanlara mahkûmdurlar.
Bodrum’dan doktordan dönmekte olan Yakaköy’ün
renkli siması Goca Mehmet’i ve hasta
karısını, kaptanın teknelerinin fırtınaya yakalanması sonucu Mersincik’te karaya bırakmak zorunda
kalması, daha sonra Goca Mehmet’in
hasta karısını Mersincik’ten Yakaköy’e kadar sırtında taşımak zorunda
kalışı neredeyse bir yerel destan gibidir.
Bodrum yolculuklarının başladığı yer; Kapıdaşı, karşıda Kos adası...
Değirmenbükü'ne yakın konumdaki Kapıdaşı
Kapıdaşı'ndan Değirmenbükü'ne doğru bakış
Hasan Hoca, denizin ve
hayatın sınadığı Datça yarımadasının insanlarının çektiği çileyi anlatan bir
hatırayı şu şekilde aktarıyor:
“Beydoğan
Özcan, şu anda Palamutbükü’nde
bir emekli öğretmen. İlkokulu bitirince, köyünden Bodrum'a; ortaokula yazdırır ailesi. Daha çocuk yaşta önce yayan
olarak arka tarafa (Ege Denizi’ne) gidecek. Çetin
veya Nevres Kaptan denk gelirse,
oradan Bodrum'a geçecek. Seyrek de
olsa bu geliş –gidişler zaman zaman tekrarlanacak. Bu çileli deniz
yolculuklarının birinde; Beydoğan Özcan,
bir gece vakti sınıf arkadaşı Ali ile
birlikte Palamutbükü’nden binerler
motorluya, Bodrum’a doğru yola
çıkarlar. Babaları da yanlarındadır. Knidos’u
geçtiklerinde arkadaşının ihtiyacı gelir. Bunun için sandalın arkasına gider.
İhtiyacını giderirken olanlar olur. Hafif dalga ve küçük bir dikkatsizlik
sonucu, çocuk kendini deryada bulur. Kimsenin bundan haberi yoktur tabii ki.
Yola devam edilir. Çok zaman sonra, denize düşen bizim Ali’nin babası oğlunu arar; bulamaz teknede. Ali, kayıkta yoktur; düşmüştür denize. O zifiri gece karanlığında
geriye dönülür. Kaptan da kaptandır hani; geldiği rotadan hiç sapmadan geri
döner. Denize doğru bağıra bağıra; neden sonra bir ses gelir karanlığın
içinden. Ali, takım elbisesi ile sırt
üstü yatar halde bulunur suyun içinde. Ali
şu anda emekli bir öğretmendir ve bu olaydan sonra köyde namı Ölmez Ali’ye çıkar. Uzun ve sağlıklı
ömürler Ölmez Ali öğretmene…
Kapıdaşı'ndan İskandil'e doğru; öteyüzdeyiz.
Barkas plajı
Çeşmeköy yakınlarında bir İlkçağ kervan köprüsü; Kemer Köprü
Akşamüstüne doğru Yakaköy’den Çeşmeköy’e doğru uzandık. Son evlerin arkasındaki; duvarlarla
zapturapt altına alınmış geniş bir zeytinliğin kıyısı boyunca bir patikadan yürüdük.
Akşam güneşinin kızıllığı üstümüze yıkılmıştı sanki. Bir vadiye doğru indik.
Aşağılarda Kemer Deresi olarak
bilinen, ama bu mevsimde tamamen kuru bir dere yatağının önünü kesmiş durumda; pırnarlar,
harnuplar, melengeçler, zeytin ağaçları ve türlü makilikler içinde neredeyse
kaybolmuş bir Hellenistik duvar vardı. Yörede Kemer Köprü olarak anılan bu isodomik
duvar, son derece düzgün bir yapıdaydı ve dere yatağına dik bir konumda
tamamen suyolunun önünü kesiyordu.
Çeşmeköy yakınlarındaki Kemer Köprü; Hellenistik Dönem...
Köprünün ayaklarını oluşturan duvarlardan biri
Dışa doğru şişkin; bir yastığı andıran muntazam duvar işçiliği
Gördüğümüz yapı
gerçekten şaşırtıcıydı. Köylüler tarafından Kemer
Köprü diye adlandırılan bu yapı, aslında düzgün şekilde yontulmuş kesme
taşlardan oluşan birbirine paralel iki duvar ve bu iki duvarın arasını
doldurmuş bulunan dolgu malzemesinden oluşmaktaydı. Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri (TAY) Projesi kapsamında(2) Kemer Köprü yapısının vadi boyunca uzunluğu 65 metre, genişliği ise
7,6 metre olarak tanımlanıyor. Bu anlamda duvarın genişliği, rahatlıkla
üzerinden karşılıklı olarak iki atlı arabanın geçebileceği boyuttaydı. Ama
dikkat çekici noktalardan birisi de Kemer
Köprü’nün tam dere yatağının ortasına denk gelen bölümünde herhangi bir
duvar parçasının bulunmamasıydı. Ya zaman içinde suyun ve doğanın gücüne
dayanamayarak bu kısmı yıkılmış ve kesme taşlar başka bir alana taşınmıştı ya
da bu bölgede şu anda mevcut olmayan bu köprünün bir kemeri vardı.
Makilik örtü içinde kalmış köprü duvarının vadi boyunca görünümü
Köprü duvarına yakından bakış
Dere yatağını ve
yukarılara doğru yükselen vadinin iki yamacına kadar boydan boya tüm vadiyi
kesen oldukça kalın duvar, bir bent olabilir miydi? Yoksa Kemer Deresi’nin önünü keserek bölgede yaşayan Knidos halkının bir bölümünün su ihtiyacını karşılayan bir barajdan
mı söz ediyorduk? Doğrusu yargıya varmak zordu? Ama bu yapının Eski Knidos’dan
gelip; buradan İ.Ö. 4.yy.da Tekir Burnu’na
taşınan Yeni Knidos’a ve limana doğru giden antik kervan yolu üzerindeki bir
kervan köprüsü olma ihtimali daha yüksekti.
Köprünün kemer kısmına denk gelen boşluk; dere yatağının tam ortasındayız.
Köprünün kemer kısmına karşılık gelen trapezoidal bölümü
İngiliz Arkeolog George Bean’in yarımadadaki yüzey
araştırmaları sırasında tespit ettiği köprü ile ilgili yazdıkları da ilginç.
“Datça’daki Eski Knidos’tan, Kumyer’deki
Triopion’a giden bir yol olmalıydı;
gerçekten de bu yolun yönü izlenebilmektedir. Bu günkü yolu hemen yanından
takip eden antik yolun, gidiş gelişe yetecek genişlikte olduğu görülür. Yeni
şehrin kuruluşundan sonra yol, Tekir’e
kadar uzatılmıştır.
Bu yol, Kumyer’in hemen ötesinde bir köprü yardımıyla, bir çayın üzerinden
karşı tarafa geçer. Bu köprünün büyük bir kısmı hala ayaktadır ve antik Yunan
köprülerinin en dikkate değerleri arasındadır. Her iki kenarındaki uzun
ayaklar, bugünkü köprülere öncülük etmiştir. Suyun üzerinde kalan kısmı ise
üçgen şeklinde ya da trapezoidal bir kemer yapar (bu kısmı kaybolmuştur). Taş
işçiliğinin stili, İ.Ö. 300 civarında bir tarihte (Hellenistik
Dönem-İF) yapılmış
olduğunu gösterir. Yeni şehre yaklaşıldıkça; yolun, her iki yanında çok yoğun
şekilde mezarlarla dolu olduğu görülür.”(3)
Kemer Köprü duvarından bir başka görünüm
Birer yastık görünümünde birbirinin üstüne yaslanmış hissini veren kesme taş elemanları
Köprünün harnuplardan zorlukla izlenebilen diğer yüzü
Köprünün kemer bölümüne denk gelen yoğun bitki örtüsünün varlığı; diğer yüzden bakış...
Betçe’nin değirmenleri
Bir su yapısı olarak
nitelendireceğimiz Kemer Köprü’den
ayrılıyoruz. Yolumuz üzerinde başka bir su yapısı; kuru bir dere yatağında yer
alan Şükrü Balcı’nın su değirmeni
var. Datça yarımadasında çoğunlukla
arpayı ve daha az miktarda buğdayı öğütmek üzere yüzlerce yıl hem suyun, hem de
rüzgârın gücünden yararlanılmış. Bunların son örneklerine, yıkıntılar halinde
de olsa Datça’dan Betçe’ye doğru yapılan yolculuklarda
rastlamak hala mümkün.
Çift taşlı ve çift oluklu Şükrü Balcı değirmeninin su kanalı
Sındı yakınlarındaki Şükrü Balcı değirmenine ait binalar
Bunlardan biri de Sındı’dan Çeşmeköy’e doğru giderken hemen yol kıyısında; kuru bir dere
yatağının içinde yer alıyor. Yakın zamana kadar Şükrü Balcı’nın oğlu tarafından çalıştırılmış olan bu değirmenin
kuruluşu Sındı Ağaları’na dayanıyor. Sındı Ağaları tarafından yaptırılan bu
değirmen, sonraları Yakaköy’den Şükrü Balcı’nın işletmesine geçmiş.
Ancak kışın yağmurlar yağıp dereler aktığında çalıştırılabilen bu değirmenler,
aslında pek de verimli olmasa gerek.
Şükrü Balcı değirmeni
Suyun döküldüğü oluklar
Oysaki hemen denizin
kıyısındaki bir su kaynağından beslenen Galamış
ve Değirmenbükü’ne doğru sarp ve
derin bir vadide akmakta olan Mizingit
suyundan beslenen ve şimdilerde ekolojik bir çiftlik ve turizm tesisi olarak
düzenlenmiş Knidia Çiftliği içindeki
eski su değirmenleri, bu açıdan sürekli akmakta olan bir su kaynağından
beslenen değirmenler olarak hayatları boyunca çalışmalarını sürdürmüşler. Ama
yine de su kaynağına uzakta ve sadece yağmurlar yağdıktan sonra akmaya başlayan
dere yataklarında kurulmuş olan bu tür değirmenler de yarımadadaki belli bir
ihtiyacı karşılamışlar tarih boyunca.
Yazıköy yakınlarında rüzgar değirmeni
Aynı değirmenin daha yakından görünümü
Değirmenin girişi
Hasan Hoca Datça’daki değirmenler üstüne şu
bilgileri aktarıyor:
“Datça’da üç çeşit değirmen söz konusu…
Bunlardan suyun gücü ile çalışan su değirmenleri, tek taşlı; yani tek oluklu ve
çift taşlı; yani çift oluklu olabiliyor. Örneğin Sındı yakınlarındaki Şükrü Balcı değirmeni, çift oluklu; yani
çift taşlı değirmendir. Datça
yarımadasında bugün dahi yıkıntılarını görebileceğiniz diğer bir çeşit değirmen
ise, rüzgâr gücüyle çalışan değirmenlerdir. Bunlara halk arasında kelebek ya da “gölebek” değirmen adı verilir. Sistemin kanatları yatay
çalışmaktadır. Yel değirmenleri ise, düşey kanatları olan değirmenlerdir.
Yaka’da Ali Ceylan ile Ali Akdeniz'e ait yel değirmenleri yakın
zamana kadar çalışıyormuş, ama 1954 yılında Amerikan Marshall yardımı ile
ülkeye motorların girmesi, bu değirmenleri bitirmiş. Rüzgâr değirmenleri üç
katlı olurmuş. Birinci kata ocak
denirmiş. Bu kata, buğday veya arpa çuvalları konurmuş. Burada yemek de
yapılırmış. İkinci kat, unun aktığı yer; üçüncü kat ise, makine sisteminin
olduğu kat imiş. Değirmen ustaları bir değirmenin inşaatından başlayıp ağaçtan
çarklarına ve dişlilerine varıncaya kadar tüm imalatı kendi elleriyle
gerçekleştirirlermiş.(4)
Datça yarımadasında bu rüzgâr değirmenlerini yapan efsane ustalardan en
bilinenleri Sındılı Bekiroğlu ile Çeşmeköylü Hamdioğlu namı ile anılan ustalardır.
Bu ustalar, değirmen yapımı işini zamanında yanlarında çalıştıkları Rum
ustalardan öğrenmişler.”
Yazıköy değirmeninin üst katlarına çıkan merdiven
Değirmenin içinden merdivene ve duvar örgüsüne bakış
Değirmenin ocağına incir ağacı dikilmiş gibi...
Galamış ve Şarap Nine’nin su değdirmeni
Datça’daki avareliklerimizin ikinci gününde sabah Sevcan Abla’nın
muhteşem kahvaltısı sonrası Yazıköy’ün
bir mahallesi konumunda olan Belen
yakınlarındaki Galamış Mevkii’ne
gittik. Burası, yarımadanın güneyinde Palamutbükü
ile Knidos arasında ve Divan Burnu’nu geçtikten sonra; denizin
kıyısında yaklaşık 100 metrelik dik bir uçurumla sonlanan; eski bir değirmen
yıkıntısı ile onu besleyen kadim bir su kaynağının bulunduğu ilginç bir yer.
Hasan Hoca’nın aktarımına göre; halk arasında çok iddia edenler için Betçe’de söylenen “hala Galamış diyor; şuna bak” şeklinde bir ifade varmış. Bunun
nedeni bilinmemekle birlikte, herhalde bu sözün altında; yaklaşık yüz yıl önce,
yerleşim yerlerinden çok uzakta ve ıpıssız bir yerdeki su kaynağının başında;
buğdayı öğütmek için bir değirmen kurma düşüncesi ve sabrını gösteren o iddia
olsa gerek diye düşünürüm ben.
Galamış'a giderken; arkamızda bıraktıklarımız...
Belenköy'ün daracık sokakları; Likya mezarlarını andıran bacalara dikkat...
Belenköy'ün savunma refleksi ile birbirine yaslanmış taş evler
Belenköy'ün çıkışındaki evlere örnekler
Belenköy’ün savunma refleksiyle sanki bir kale burcu gibi birbirine
yaslanmış taş evlerinin arasından geçen daracık bir sokağı takip ederek köyün
çıkışındaki bir dere yatağına ulaştık. Dere yatağını aşan ve güneye doğru devam
eden asfalt yol, sonunda bizi güneye inen bir toprak yolun başlangıcına
ulaştırdı. Arabayı bu toprak yolun kıyısında bir yere bırakarak, bu noktadan
itibaren denize doğru yürümeye başladık. Toprak yol, yürüdükçe daraldı ve
sonunda makilik örtüsü arasından ilerleyen sevimli bir patikaya dönüştü.
Yaklaşık 45 dakikalık bir yürüyüş sonrası kireç taşı kayalıkların arkasına
saklanmış Galamış yamacına ulaştık.
Birkaç delice ve harnup ağacının dışında kireç taşı kayalıkların altından gelen
suyun çevresindeki sazlıklar dikkat çekiciydi. Bir tünel gibi ana kayanın içine
doğru nüfuz eden su kanalından tertemiz bir su gelmekteydi. Denize doğru bir
gemi pruvası gibi uzanan tek taşlı değirmenin ana gövdesi ve su kanalı hala
ayaktaydı.
Galamış yolunda denizi gördük.
Solda uzaklarda Divan Burnu; Galamış'a doğru yürüyoruz.
Galamış patikaları
Makilikler arasında ilerliyoruz.
Hasan Hoca’nın
aktarımına göre Galamış değirmenini
besleyen su kaynağı, İlkçağ’da İ.Ö. 4 yy.da Burgaz’dan
Tekir Burnu’na taşınan Knidos kentinin önemli su
kaynaklarındanmış. Kent ile arasındaki kot farkı nedeniyle de suyun Knidos’a taşınması kolaylıkla mümkün
olabilmiş. Bugün dahi İlkçağ’da kente Galamış’tan
su taşıyan bu kanalların yer yer izlerine rastlamak hala mümkün.
Galamış'ın kireç taşı kayalıkları
Galamış'ta Şarap Nine'nin değirmenine doğru iniyoruz.
Şarap Nine'nin değirmeni göründü.
Galamış Değirmeni, uzun yıllar Rumlar için şaraplık üzüm
yetiştiren ve bu nedenle de Şarap Nine
adıyla bilinen bir kadın tarafından işletilmiş. Çevredeki köylerde bu değirmen Şarap Nine’nin değirmeni olarak
bilinirmiş. Şarap Nine, bir gün bu
değirmeni çalıştırmaktan yorgun düştüğü gecelerden birinde, yaktığı ateşin
başında uyuya kalmış. Ateş, giderek büyümüş ve etrafı tutuşturarak bir yangına
neden olmuş. Uyku gafleti içinde kendinden geçmiş haldeki Şarap Nine de alevler içinde kalarak yanıp kül olmuş ne yazık ki.
Anlatılanlara göre; yolun izin olmadığı o yıllarda Şarap Nine’nin cenazesi, son derece sarp ve bozuk arazi
koşullarında bir ahşap merdivenin üzerinde taşınarak Belen köyüne getirilebilmiş.
Tek taşlı ve tek oluklu Galamış değirmeninin su kanalı
Su kanalına bir başka açıdan bakış
Değirmeni besleyen Galamış'ın antik su kaynağının son hali
Galamış değirmeni
Galamış hatırası; Hasan Hoca ve Sevcan Abla...
Galamış’tan Batıya doğru; Knidos
yönünde patikalar takip edilerek yüründüğünde yaklaşık 1 km kadar sonra
topografya alçalır ve deniz seviyesine inerek bir plaja dönüşür. Burası Galamış Sahili olarak isimlendiriliyor. Galamış Sahili, hem plajı, hem de onun
arka dünyasında yer alan ve kayalık çevre topografyadan ayrışan yönüyle tarımsal
faaliyete uygun arazileriyle dikkat çekiyor. Herhalde zamanında Şarap Nine’ye adını veren şaraplık üzüm
için bağ tarımı da bu bölgede gerçekleştirilmiş olsa gerek.
Galamış ile Galamış sahilini birbirinden ayıran kayalıklar
Önde Galamış değirmeni; en arkada Divan Burnu
Galamış'tan Galamış sahiline doğru bakış
Galamış sahilinde Demir Bey'in bahçeleri
(Fotoğraf: Hasan Doğan; 2019 yazı)
Galamış sahilinin tarıma müsait arka dünyası
(Fotoğraf: Hasan Doğan; 2019 yazı)
Galamış’tan Belenköy’e bu
kez Goca Çeşme üzerinden döndük. Goca Çeşme, İlkçağ’dan kalma kesme
taşların da yapı malzemesi olarak kullanıldığı, suyu hala akmakta olan çok
güzel bir çeşme eskisi. Çeşmenin önünde harap olmuş olsa da; yine kesme
taşlarla çevrilmiş hoş bir havuz var. Belenköy’e
doğru yüksekçe bir sekinin üzerine yapılmış olan bu çeşmenin sağladığı konfor
alanını sekinin ucundaki anıt meşe ağacı tamamlıyor. Yazın neredeyse tüm sekiyi
kaplayan dev gölgesi ile “büyük insanlığa” değerli bir armağanı sunan meşe
ağacının ziyaretçileri tarafından kıymetinin bilindiğini söylemek oldukça zor.
Çünkü gölgesini piknik için kullanan bu insanların ardında bıraktıkları pislik,
Datça yarımadasının güzel
insanlarıyla bağdaşır bir durum değil. Belli ki buralara dışarıdan gelenlerin
becerdiği işler bunlar ne yazık ki.
Belenköy'e dönüş yolunda Goca Çeşme
Goca Çeşme'nin yanındaki havuz
Sekideki anıt meşe ağacı
Sekiden panoramik bir manzara; arkada Saranda Kalesi
Değirmenbükü’nün değirmenleri ve Knidia Çiftliği
Betçe’nin tarihi su değirmenlerinden bir bölümü de, önünde uzanan
denize Değirmenbükü adını veren;
bugün deniz kıyısındaki bir plajdan başlayarak onun arka dünyasına doğru açılan
vadinin hemen ağzındaki ekolojik tarım çiftliği Knidia’nın içinde yer alıyor. Knidia
aslında aynı zamanda standartları oldukça yüksek ve kaliteli bir konaklamalı turizm
tesisi…
Yazıköy-Değirmenbükü yolunda suyu akmayan eski bir çeşme; Kuyulubağ Çeşmesi
Değirmenbükü'nde Knidia Çiftliği'nin sınırlarında...
Mizingit Vadisi'nden gelen suyun arklardan dökülüşü
Knidia Çiftliği'nde önde üzüm asmaları, arkada zeytinlikler...
Yazıköy Değirmenbükü Plajı rotası; yaklaşık 11 km.
(Google Earth'de çizilmiştir. Çizen: M. Yavuzcezzar)
Yazıköy Değirmenbükü Plajı rotası; yaklaşık 11 km.
(Google Earth'de çizilmiştir. Çizen: M. Yavuzcezzar)
Değirmenbükü’ne ulaşmak için, Yazıköy’den kuzeybatı yönünde ilerleyen toprak yolu kullanmak
gerekiyor. Yaklaşık 5-6 km.lik bir mesafe sonrasında ulaşılan son nokta aslında
Knidia Çiftliği… Ali Somer isminde İzmirli genç bir iş adamının hayata geçirdiği bu
muazzam proje, gerçekten her açıdan göz kamaştırıyor. Çevresindeki tüm doğa
bileşenleriyle uyumlu, yayıldığı alanın içinde kalan kültür varlıklarına sahip
çıkarak onları aslına uygun şekilde restore edip işletmenin vizyonuna uygun olarak
işlevselleştiren, çiftliğin tüm atıklarına sahip çıkan, ön plandaki organik bağ
ve zeytin tarımıyla ziyaretçilerine kendi ürettikleri ürünleri sunan bu işletme,
gerçekten her türlü övgüyü hak ediyor.
Aşağı değirmen; şimdi konaklama mekanı
Mizingit Deresi'ni aşan asma köprü
Konaklama mekanı olarak düzenlenen değirmenlerden diğeri
Hasan Hoca; değirmenin önünde...
Bizim konumuz olan üç
adet su değirmeni de Knidia Çiftliği’nin
içinde ve onun güneyinde uzanan Mizingit
Vadisi’nin hemen ağzında yer alıyor. Söz konusu Mizingit Vadisi, kireç taşı kayalıklar ve sık makilik örtüsü ile
kaplı oldukça hırçın bir doğa parçası. Vadi tabanında güney-kuzey yönünde
değirmenleri besleyen Mizingit Deresi
akıyor. Dereyi aşan tahta köprü, bizi vadinin batı yakasında yer alan
değirmenlere ulaştırıyor. Belli kot farklarıyla birbirinin üzerinde konumlanmış
gibi duran üç değirmen, o denli özenle restore edilmiş ki; gerçekten mükemmel.
Vadinin derinliklerine doğru uzanan bir yürüyüş yolunun kıyısında yer alan
değirmenlerin her biri, birer konaklama mekânı olarak düzenlenmiş. Doğanın
sunduğu bütün imkânların hepsi, birer peyzaj malzemesi ve hiç bozulmaksızın
bütünü tamamlayan birer unsur olarak kompozisyonun içinde yerini almış. Vadiden
gelen su, pompaj sistemleri ile yürüyüş yolunun kıyısındaki farklı kotlardaki
ihtiyaç noktalarının tümüne basılıyor. Her şey çevre dostu olarak düşünülmüş.
Değirmenlerden birinin yanındaki fırın dahi yaşatılıyor.
Bir eski mağara; o da varlığını korumuş yeni halde...
Yukarı değirmen; şimdi o da bir konaklama mekanı...
Su gider, ark uyanır; Knidia Çiftliği'nde her şey uyum içinde...
Değirmenin terasından Mizingit Vadisi'ne bakıyoruz.
Değirmen terasından bir başka görünüm
Çatıya çıkan merdiven
Hasan Hoca, Değirmenbükü’ndeki su değirmenleri ile ilgili olarak, tesisi dolaşırken büyüklerinden dinlediği anıları ve bilgileri şu şekilde aktarıyor:
“Datça’nın
Ege Denizi’ne bakan yüzü, pek çok Betçelinin
hayallerinde önemli yer kaplayan, kim bilir sayısız hikâyelerin yaşandığı bir
değirmenler yatağıdır. Bu koy da bu değirmenlerden kaynaklanan nedenlerle Değirmenbükü olarak anılmaktadır. Bu
değirmenler; sırasıyla aşağı değirmen,
kelebek değirmeni ve yukarı değirmen olmak üzere alt alta
sıralanmışlardı ve güney yönünden gelen Mizingit
suyu tarafından döndürülmekteydi. Betçe’nin
insanları, eşeklerine sardıkları iki çuval arpa ve çavdar, bazen de nadiren
buğdayı yanlarına alarak, birkaç gün eve dönmemek üzere yola çıkarlarmış.
Yanlarında bir torba kıtırak (onlar peksimet demezler); kaç gün kalacaklarsa,
bu katıkla idare etmek zorundaydılar. Değirmenci dayı seni sıraya koyacak,
sıran erken gelirse şanslısın; yoksa getirdiğin arpaya eşeğinle ortak olursun.
Kayaların kıyısından Mizingit Vadisi'ne doğru ilerleyen su kanalı
Knidia Çiftliği'nin en yukarılarındayız. Önümüz sarp Mizingit Vadisi
Bu arada belirtelim; değirmencilik o
yıllarda çok prestijli bir meslekmiş, herkesin gıpta ile baktığı bir iş
koluymuş. O yıllarda yarımadada sadece bu işle uğraşan ve ekmeği bu yoldan
kazanan değirmenci aileler varmış. Onlardan önce yarımadada yaşayan Rumlar
işletirmiş değirmenleri. Mübadele sonrası Rumlar buralardan gittikten sonra bu
işler Türklere kalmış. Galamış’taki Şarap Nine’nin ailesi bu değirmenci
ailelerden biriydi. 1950’li yıllarda Amerikan yardımı ile Datçalı, ilk defa
motorla tanıştı ve petrolle çalışan bu motorlarla değirmenler işletilmeye
başlandı. Şimdilerde; bu değirmenler ve bu değirmenlerin her şeyiyle inşasını
yapan ustaları, artık tarihin derinliklerine gömüldüler.
Yukarı değirmene Mizingit Vadisi yönünden bakış
Knidia Çiftliği'nde bir konfor alanı; gezginler değirmen önünde sohbette...
Biz yine bir değirmenci hikâyesi ile
konuyu kapatalım. Değirmenbükü’nde
yukarı değirmeni çalıştıran Şarap Memet
Ali, günlerce uykusuz; durmaksızın çalışır, zira su gece gündüz durmadan
aktıkça, değirmenin taşı da dönecektir. Çünkü sürekli malını öğütmek için
sırada bekleyen köylüler vardır. Bizim değirmenci, günlerden bir gün, düğüne
gitmek zorundadır. Rakısını içecek, şöyle bir dolanacak, meydanda gönlünce
eğlenecektir. Ne yapsın; zaten yorgun… Düğün biter. Memet Ali, gece Yazıköy’den
değirmenine yayan döner. Yorgun bitkin bir şekilde; nasıl olsa o gün düğün var,
herkes düğünde; tam uyuma zamanı işte diye düşünür. Ne olursa o uykuda olur;
bizim değirmenci rüyalara dalar. Huriler etrafını sarmış, ha bire değirmenciyi
oyuna kaldırmaktadırlar. Birbirinden güzel huriler, oynadıkça paralar havada
uçar ve çuvallar parayla dolar. Bizim yorgun değirmenci, sabah güneşi ile
uyandığında çevresinde ne huriler vardır, ne de paralar… Sadece etrafında yığın
yığın dut yaprakları… Bir türlü dut yapraklarına anlam veremez, ama bu
değirmenci gittiği her yerde bu hikâyeyi anlatır. Ardından gelsin çaylar,
gelsin kahveler… Yarımada bu hikâyeye boğulur; zaman içinde hikâye eklentilerle
giderek zenginleşir ve büyür, neredeyse bir söylenceye dönüşür. Betçe’nin geçmişteki “ada” hayatı işte
böyledir.”
Değirmen önündeki lavabo teknesi ve çeşmenin basitliğine bakar mısınız? Her yerde doğaya saygı...
Doğal peyzaja zarar vermeden her unsur akıllıca kullanılmış.
Ortadaki değirmen; konuklarını bekler gibi...
Knidia Çiftliği'nde gördükleri karşısında Dağa Kaçtım gezginlerinin mutluluğu yüzlerinden okunuyor.
Değirmenbükü dönüşünde Çeşmeköy’e uğradık ve Çeşme Ağaları’nın yanık konağını, Süleymaniye Nahiye Müdürlüğü binasını dolaştık. Akşam çökmek üzereydi; Çeşmeköy üzerine de bir şeyler yazmak gerekti bütün bunların üstüne.
Knidia'ya veda vakti; bağlarıyla, zeytinlikleriyle ve korunmuş değirmenleriyle saygımızı hak eden bu çabayı alkışlıyoruz.
Değirmenbükü'nde deniz zamanı...
Betçe’nin Kalbi Çeşmeköy ve Çeşmeköy’ün Ağaları
İttihat Terakki
Dönemi’ne kadar Datça yarımadasının
yönetim merkezi bir anlamda Tuhfezadelerin
iktidar mekânı olan Reşadiye idi. O
yıllarda Reşadiye’nin ismi Elaki idi. Daha sonraki yıllarda;
1912’de Datça, iki ayrı nahiyeye
bölünmüş. Bunlardan biri Süleymaniye
yani Betçe; diğeri ise Datça yani Elaki ya da yeni adıyla Reşadiye
adını almış.
Rum yapı ustalarının elinden çıkmış Çeşmeköy Meydanı'nda Çeşmeköy İlkokulu
Betçe ya da Süleymaniye’nin
yönetim merkezi olarak ise Çeşmeköy öne
çıkıyor zamanla. O yıllarda Ömer İhsan
Ağa isminde bir vergi tahsildarı Çeşmeköy’de
görev yapmaktadır. Sonuç olarak Ömer
İhsan Ağa, İttihat ve Terakki Dönemi’nde Osmanlı Devleti’nin görevlisi olan
bir memurdur. Devlet adına bölgede vergi tahsilâtı yapan bu kişi, zaman içinde
bir tür tefeciye dönüşür; köylünün borçları karşılığında giderek onların
arazilerini ele geçirmeye başlar. Artık devlet tarafından nahiye müdürü olarak
da görevlendirilen Ömer İhsan Bey,
zaman içinde Çeşmeköy Ağaları’nın ilk
temsilcisi olan Ömer İhsan Ağa’ya
dönüşür.
Çeşmeköy'de Ömer İhsan Ağa Konağı; yanmadan önce...
(Eylül 2006)
Üst kat pencerelerinin üstündeki Menderes desenleri; yanmadan önce...
(Eylül 2006)
Hasan Hoca’nın
aktarımına göre; nahiye müdürü, köylülerin zorunlu borçlanmaları sayesinde
bölgenin arazilerinin çoğunu eline geçirir. Tacir kimliğiyle de Rodos’tan
getirdiği günlük ihtiyaç maddelerini tekelci fiyatlarla halka satarak, bu
ticareti de tamamen elinde tutar. Bir yandan vergi sopası ile halkı ezen Ömer İhsan Ağa, bir yandan da ithal
ettiği en hayati malları halka satarak buradan ayrı bir zenginlik devşirir
kendine. Ömer İhsan Ağa’nın Betçe’de uyguladığı yönetim anlayışı,
Osmanlı Devleti’nin son dönemine denk düşen “ağa” tipini temsil etmektedir.(6)
Tarihi Çeşmeköy ya da Cumalı Mezarlığı ve camisi
Çeşmeköy Camisi'nin son cemaat yeri
Çeşmeköy Camisi; son cemaat yerine cepheden bakış
Bu dönem, Reşadiye’deki Tuhfezadeler ile Çeşmeköy Ağaları’nın birbiriyle rekabete girdiği ve çekiştiği bir zaman dilimine denk düşer. Öyle ki, Mehmet Ali Ağa’nın takipçileri döneminde; Reşadiye’de hüküm sürenler giderek güç ve zenginlik kaybederken, Çeşmeköy Ağaları daha öne çıkarlar. Bu da bugün dahi Betçe’de yaygın olarak söylenegelen “Betçe’nin kalbi Çeşmeköy’dür” anlayışının kök salmasına yol açacaktır.
Çeşmeköy Mezarlığı'nda eski bir sunak taşından devşirme kuyu bileziği
Kuyu bileziğinin önündeki desen detayı
Yöredeki 20.yy.ın
başlarında başlayan bu isim değişimi; daha sonraki zamanlarda ise önce Çeşmeköy’e, yakın zamanlarda ise Cumalı’ya evrilir. Oysaki Cumalı ve Çeşmeköy bugün de farklı coğrafik konumlara sahip, iki farklı
yerleşimdir. Ama bugün için idari olarak bu havali, Cumalı köyü olarak geçmektedir.
Çeşmeköy Mezarlığı'ndan bir mezar taşı
Aynı mezarlıktaki modern mezarlardan örnekler...
Çeşmeköy’ün meydanında eski Yunan tapınaklarının alınlığını andıran
bir mimari görünüme sahip Çeşmeköy’ün
tarihi ilkokulu bu refah döneminin eseri gibidir. Adalı Rum ustaların elinden
çıkan bu bina 1928 yılında inşa edilmiş. Birçok Betçelinin çocukluk günlerinin
unutulmaz hatıralarını saklayan bu binanın yıpranmış görünümü ise, ne yazık ki
bugün için ziyaretçisini hayli üzmekte.
Cumalı'da bir eski evin kapısının lentosu yerine yerleştirilen mezar steli
Duvara gömülü durumdaki bir başka mezar steli daha...
Evin pencere pervazlarında ve letosunda yer alan antikiteler
Cumalı köyü ; evin arka avlusu
Çeşmeköy meydanına açılan sokaklardan sağdakini kullanarak yukarı
doğru çıkarsanız, sokağın biraz ilerisinde ve sağda Osmanlı Dönemi’nden kalma
bir yıkıntı ile karşılaşırsınız. Burası Süleymaniye
Nahiye Müdürlüğü binasıdır. Bu yapının avlusuna açılan giriş kapısının üzerindeki
kitabede Hicri 1321 tarihi okunuyor. Bu kitabe inşa yahut onarım kitabesi
midir; bu konuda herhangi bir bilgiye ulaşamadık. Ancak yapının bugünkü harap
durumu ve kullanılan malzemeye bakılarak, Rodos’un
Osmanlı Devleti’nin eline geçtiği 16.yy.dan sonra yapılmış olması ve şu anda
taşımakta olduğu Süleymaniye isminin
de Rodos’u fetheden padişah Kanuni Sultan Süleyman’a dayandırılması
bize mantıklı görünmektedir. Binanın İttihat Terakki Dönemi'nde; 1912'den sonra bir süre nahiye müdürlüğü binası olarak kullanıldığı bilgisi Horst Unbehaun’un dipnotlarda referans verilen kitabında belirtilmektedir.
Çeşmeköy'de Süleymaniye Nahiye Müdürlüğü binasının kapısı
Süleymaniye Nahiye Müdürlüğü binasının kapısının üstünde yer alan kitabesi
Süleymaniye Nahiye Müdürlüğü binası, 20.yy. başlarında Palamutbükü’nün tanınmış simalarından; köy enstitülü öğretmen
rahmetli Refik Selçuk’un babası Recep Efendi’nin kullanımına geçer. Babasının
vefatı sonrası bu binayı kardeşi; ölümü sonrasında da onun ailesi uzun yıllar kullanmayı
sürdürür. Daha sonraki zamanlarda kaderine terk edilen yapı, bugünkü metruk
haline bürünür.
Çeşmeköy'den Palamutbükü'ne inen yol üzerinde; Cumalı sağlık ocağının yanında yer alan sarnıç
Sarnıcın genel görünüşü
Bu vesile ile Hasan
Hoca’da hatırası derin olan Refik Selçuk Hoca’nın denizle barışık ve neredeyse
onunla özdeşleşmiş “dalgalı” ruh halini ve balıkçılıkla geçen emeklilik hayatından
izleri yine Hasan Hoca’nın anlatımından dinleyelim:
“Köy enstitüsü mezunu olan hocamız, Palamutbükü’nün asla unutulmayacak sevimli
simalarından biriydi. Ben öğretmenlik hayatım sırasında, emeklilik günlerini
balıkçılıkla geçiren Refik Hocamın yanında miço olarak çalıştım yıllarca. Ağlar
attık denize. Kıyılara paraketeler sıraladık. Bu işler saatlerce sürerdi.
Sabırlı olmak gerekirdi. İşin ortasında deniz aniden patladığında, ağları
kurtarmak büyük beceri isterdi. İkimiz kayığın kayalıklara çarpmaması için
olağanüstü çaba harcardık. O çok zor anlarda Refik Hoca deliye döner, öfkenin
en üst düzeylerinde gezinirdi. Her türlü küfür, hakaret ağzından çıkar, zaman
zaman bu hengâmede denize düştüğü bile olurdu. İstersen bir gül… Başına
gelecekleri sen düşün. O anlarda dudaklarını ısırmaktan kanatırsın bile. Neyse
ağlar bir şekilde kurtulur, sandala çekilip de limana dönersen sağ salim; bizim
Refik Hocamız bambaşka bir kişiliğe bürünürdü. Balığımızı alıcı varsa satar, yoksa
bedava dağıtırdık o günlerde. Kendimize ayırdığımız balığı da hiç yıkamadan
Metin Amca’nın kahvesindeki ocağa atar, sabah kahvaltısını boklu balık
eşliğinde yapardık. Sabaha karşı gittiğimiz denizden, öğleye doğru dönerdik. Susuzluk
ayrı, açlık ayrı; hele hele yorgunluk ve bitkinlik ayrı… Yemek anında bir şişe
kırmızı şarap da bazen eşlikçisi olurdu balığın… Refik Hoca yemekte dünyanın en
tatlı, en sevecen bir kimliğine bürünürdü. Ona bir ağabey, bir baba
sıcaklığında yaklaşırdınız o an. O aynı zamanda güvenilecek bir limandı da. Diğer
büyüklerimiz gibi O da bu dünyadan göçüp gitti. Ne diyelim; ışıklar içinde
uyusun Refik Hoca.”
Hayali cihana değer; Betçeli köy enstitülü öğretmenlerden kalan bir hatıra; Betçe'nin aydınlığı
(Akın Pilavcı Arşivi)
Hasan Hoca; Çeşmeköy düğünlerini anlatıyor:
“Harman yellen, düğün ellen” diye bir söz
vardır Betçe’de. Datça’nın ve Betçe’nin
düğünleri bambaşkadır. Anakarayla doğrudan ilişkisi yakın zamana dek olmayan bu
yarımada, kültürel anlamda sadece Bodrum ile ilişkilerini sürdürmüştür.
Düğünlerdeki eskiden gelen pek çok folklorik öğenin izlerine, bugün dahi
rastlamak mümkündür. Eski düğünlerde çalınan söylenen pek çok türküde ve
şarkıda; çok zengin bir kültüre sahip olan Bodrum'un izlerini görebilirsiniz.
Palamutbükü'nde bir düğün yemeği
(Ekim 2019)
Düğün öncelikle bir okuntu ile başlar.
Şimdilerde cami imamı minareden sesleniyor cemaate. Eskiden okuntuluk olarak;
bayanlara yakınlık derecesine göre, elbiselik kumaş parçası, eşarp ve mendil
dağıtılırdı. Günümüzde ise, davetiyeleri kahveye bırakmak ya da birisi ile
dağıttırmak adetten oldu. Düğünden önce köyün gençleri, odun kesmeye
giderlermiş. Bu da törensel bir şeklinde olurmuş. Davullar zurnalar eşliğinde
odunlar kesilirmiş. Bununla ilgili türkü bile var yörede söylenen. “Kargı Deresi’nin pinar odunu, nacak kesti a
yavrum budunu” diye başlayan türkü ile gençler oyun oynarlar.
"Kırmızı urbalılar" görev başında...
(Ekim 2019)
Yeniden düğün organizasyonuna dönecek
olursak; düğün bir gün önce bir büyükbaş hayvanın kesimi ve doğranması ile
başlar. Düğün yaklaşık 30 kişilik örgütlü bir genç grubu tarafından yürütülür.
Bu gençler, yarımadada yüz yıllardır sürdürülen bir geleneğe uygun olarak;
kendiliğinden örgütlenip düğün sahibini pek çok çileden kurtarırlar. İşte bu
gençler, düğünden bir gün önce hayvanı kesip etini doğrarlar. Yine
kendiliğinden örgütlenmiş kadınlar grubu da, yemeklerin hazırlanması için
tutulan bir aşçının yardımcılığını üstlenirler. Bulaşık işi de bu kadınların
görevidir. Hayvan kesimi ve doğramanın tamamlandığı akşam, bu gençler kendi
ayırdıkları eti pişirip kendilerine güzelce bir ziyafet çekerler.
Düğün yemekleri genellikle öğle vakti düzenleniyor.
(Ekim 2019)
Düğün günü erkenden; yine bu gençler, ön
hazırlık anlamında ne varsa yaparlar. Yaklaşık olarak düğüne gelecek 1000
kişinin üzerindeki insanı yedirme ve içirme işlemi, öğlen saatlerinde başlar.
Gençler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır bile. Saki, sırtında taşıdığı
torba ile bütün masaların içkisini dağıtmakla görevlidir. İçkide sınır yoktur.
Başka bir deyişle; saki, neyi ve ne kadar isteniyorsa onu vermek zorundadır.
Düğün yemeğinde; ekmekçi, çatal kaşıkçı, sucu, buzcu, yemekleri taşıyanlar
görevlerini canla başla ve mükemmel şekilde yapmak zorundadırlar. Çünkü bu
düğünün değerlendirmesi, ertesi günden itibaren günlerce konuşulacaktır.
Palamutbükü'ndeki düğün yemeğinde Hasan Hoca'nın kayınbiraderi Mehmet Fidan da düğünde görevli gönüllüler içinde idi.
(Ekim 2019)
(Ekim 2019)
Yemekler iyi bir aşçının elinden çıkar. Keşkek, bu yörede etsiz pişer ve üzerine şeker dökülerek yenilir. Hamur, makarna yemekleri en az iki çeşittir. Yazın patlıcan yemeği ilave edilir. Yemekte nohutlu et ve kavurma et yemeği bulunur. Yine yemeklere ilave istendiğinde, bu istekler hemen hızlı bir şekilde yerine getirilir. Pilav ve saraylı tatlısı bu yemeklerin vazgeçilmezidir. Yemek verilirken düğün sahibinin davul çaldırması adettendir. Bu yemeklerin sunumunda görevli olan personele seçilsin diye özel gömlekler giydirilir. Bir de omuzlarında peşkir vardır. Yemek sonunda düğün yemeğini yiyenler, çıkışta düğün sahibini tebrik edip, takı yaparlar. Daha doğru bir deyişle para koyarlar. Bu tebrik töreninde lokum ve kolonya ikramı da yapılır.
Düğün yemeğindeyiz.
(Ekim 2019)
Düğün yemeği sonrasında; akşamına Çeşmeköy Meydanı, yine bu gençler
tarafından hazırlanır. Orkestra veya varsa davul zurna ekibinin eşliğinde vur
patlasın, çal oynasın. Düğüne yediden yetmişe herkes katılır. Yüzlerce insan,
yöre oyunlarını çaldırarak oynarlar. Oyunlarda köyler arası rekabet ve bunun
sonucu çıkan kavgalar gayet olağandır. Fazla ciddiye almamak gerekir. Hatta
asla araya da girilmez. Çünkü ertesi gün birbirleri ile kıyasıya kavgaya
tutuşan bu gençleri hiçbir şey olmamışçasına kol kola gezerken görmek pek
mümkündür. Bu kavgaların nedeni ise, genellikle “ben daha çok oynayacağım” veya
“benim köyüm az oynadı” kavgasıdır. Eskiden düğünlerde beldir kızı bendir çalarmış. Pipo
kızı da çok meşhurmuş. O da darbuka çalarmış. Bir de Şarap Karısı varmış; buna kör kız da derlermiş. o da dümbelek çalarmış.Erkeklerden ise Vezir Dede, Şarap Mehmet Ali çok güzel
zurna çalarlarmış. Şimdilerde artık orkestra var. Bu düğün gece geç saatlere
kadar sürer, herkes oynar gönlünce.”
Ömer İhsan Ağa'nın Çeşmeköy'deki yanan konağı
Yanık konağın ön cephesi
Hasan Hoca, Çeşmeköy tahsildarı ve aynı zamanda ağası Ömer İhsan Ağa ile ilgili şu bilgileri aktarıyor:
“Ömer
İhsan Ağa’nın iki oğlu vardı. Büyük oğlu Münir, küçüğü ise Nihat Bey…
Kayınpederim Ali Fidan’ın ifadesine
göre; Palamutbükü’nde Goca Bahçe, Marin’deki araziler, yine Palamutbükü’nde
Budak Bağı denilen en büyük arazi ile
Dalaman Çiftliği onların imiş. Önce Münir Bey ölmüş. Münir Bey’in; özellikle Demokrat Parti iktidarında çalmadığı kapı,
çözmediği problem olmazmış. Nihat Bey
ise, pek çok arazisini Bodrum'da oynadığı kumarda kaybetmiş. Karısı Fatma Hanım öldükten sonra, bir zamanlar
konaklarında hizmetkâr olan hanımın eline düşmüş. Ölünceye kadar o kadın bakmış
Nihat Bey’e.”
Yakın zamanlarda yanan Ömer İhsan Ağa Konağı'nın yan cephesi
Konağın arka cephesi
Çeşmeköy Ağaları’nın bir zamanlar hüküm sürdüğü göz alıcı konağın yerinde bugün neredeyse yeller esiyor. Betçe’ye daha önceki gelişlerimizde hala ayakta olan bu harikulade yapı, ne yazık ki yakın zamanda çıkan bir yangın sonucunda tamamen kül olmuş; çatısı çökmüş, ortada sadece dört duvarı kalmış. Ahşap tavan süslemeleri, yine tavanlardaki bitki motiflerini konu alan o güzelim kalem işi süslemeler, üst kata çıkan tırabzanlı merdivenleri, odaların açıldığı geniş holdeki konsol eskisi ve daha neler neler; hepsi kül olup gitmiş bir gün. Şimdi durup düşünmeli; o debdebeli hayattan geriye ne kaldı? Nihayetinde Ömer İhsan Ağa’nın Betçe köylülerinin sırtından yaptığı servet, kimseye yaramadı bu yaşanan hayatların sonunda. Şimdi dönüp baksak gerilere; 20.yy.ın başlarına doğru… “Ada”lıların o güzelim yaşamına; o dürüst ve hiç kimseden bir şey beklemeden bir lokma ekmeğin peşinde; kaygısızca yaşayan o güzel insanların emeğine el koymak yakışır mıydı o büyük beylere, tahsildar ağalara… Yazık, çok yazık… Bu yalan dünya onlara da kalmadı.
Konağın yanmadan önce üst katında yer alan bitki motifleriyle bir tavan süslemesi
(Eylül 2006)
Hasan Hoca’nın
kayınpederi; 1931 doğumlu Ali Fidan’ın
annesi de Çeşmeköy’denmiş.
Betçelilere dair onun şu aktarımını buraya koymalıyız mutlaka. Ali Fidan Amca diyor ki:
“Betçe de hiç hırsızlık, yani bir evin soyulması olmadı;
görmedim de, duymadım da anamdan, babamdan. Ayrıca bıçak veya silah kullanarak
öldürme ve yaralama da olmadı. Görmedim, duymadım.”
Betçe'nin saygıdeğer yaşlıları; onları selamlayan gençleriyle yaşlılar gününde...
(Hasan Doğan Arşivi)
Betçeliden Muğla Zeybeği...
(Hasan Doğan Arşivi)
(DEVAM EDECEK)
Dipnotlar:
(1)
Yusuf Ziya Özalp, Datça Kazan Betçe Kepçe; Datça Belediyesi Kültür Yayınları;
1.Baskı-Ağustos-2019-İstanbul; sayfa: 31
(2)
Kemer Köprü için Tay
Projesi kapsamında bkz. http://www.tayproject.org/TAYages.fm$Retrieve?CagNo=5460&html=ages_detail_t.html&layout=web
(3)
George E. Bean, Eskiçağ’da Menderes’in Ötesi; Arion Yayınevi, 1.Basım, Şubat-2000-İstanbul; Sayfa: 151
(4)
Bu bilgiler, Hasan Doğan tarafından Çeşmeköylü
değirmen ustası Hamdioğlu’nun oğlu Şahabettin Bilgili’den alınmıştır.
(6)
Tuhfezadeler ve Mehmet Ali Ağa hakkındaki bilgiler için bkz. Horst Unbehaun,
Türkiye Kırsalında Kliyentalizm ve
Siyasal Katılım, Ütopya Yayınevi; l. Basım-Mart 2006;
(7) Fotoğraflar, belirtilenler
dışında gezi sırasında İ.Fidanoğlu tarafından
çekilmiştir.
Yazan: Hasan Doğan-İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder