BİR YARIMADA HİKAYESİ
3-5 Ekim 2019
Hasan Doğan-İbrahim
Fidanoğlu
Giriş
Sonbaharın ortalarına
doğru ilerliyor zaman. Ama Datça
yarımadasında hala son yaz sürmekte. Şurup gibi bir hava, masmavi patiskadan
bir deniz… Hava tahminleri önümüzdeki günlerde yoğun bir yağış uyarısıyla dolu,
ama ayağımızı bastığımız yarımadada benzersiz güzellikte bir hava, yalanlar
gibi tahmin raporlarını. Amacımız Datça
yarımadasının yerli halk tarafından Betçe
olarak adlandırılan ve Antik Knidos
kentinin de bulunduğu yarımadanın ucuna doğru Ege Denizi ve Akdeniz ile
birleştiği kıyılarda belli rotaları Hasan Hoca’nın rehberliğinde
gerçekleştirmek… Bu niyetle çıktık yollara İzmir’den; güzel bir sonbahar
sabahında… Gökbel’den Yatağan’a doğru inerken, Muğla
Yaylası’nın buram buram havası geldi burnumuza. Çam havası, yayla havası; Bozüyük’tü, Bayır’dı, derken, Muğla’ya doğru geçtik bütün kavşakları…
Palamutbükü; Yaseful'dan denize baktım.
Yakamar'da Rumlardan kalma bir küçük şapel
Datça Yarımadası’na doğru
Kuzeyden ve güneyden iki denizin birbirine en çok yaklaştığı Balıkaşıran kıstağını geçtikten sonra, Datça yarımadasının engebeli
topografyasına doğru yol alıyoruz. Datçalıların anlattığı kadarıyla 80’li
yıllara kadar insanın yüreğini ve midesini ağzına getiren binbir virajla bitmek
bilmeyen bir yolculuktu Datça-Marmaris yolu. Yol güzergâhı, İkinci Dünya
Savaşı’na doğru havadan ve denizden gelecek bir saldırıya karşı savunma
refleksleriyle, yüksek dağ geçitlerinden ve virajlı uçurum kıyılarından
geçirilerek gerçekleştirilmiş. Datça’ya dair insan hikâyelerinin anlatıldığı
Datçalı Avukat Yusuf Ziya Özalp’ın Datça Kazan Betçe Kepçe isimli kitabında
konuyla ilgili olarak şöyle bir yaklaşım anlatılıyor:
Datça yarımadasında; Marin'den Bükceğiz'e doğru...
(Mart 2004)
Marin yolunda Pınar İni
(Mart 2004)
“Datça yolu,
1935’de tamamıyla askeri amaçlarla açılmış. Bu amaçla yapıldığı için, özellikle
virajlı ve dağların tepelerinden geçirilmiş. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi
Çakmak hazretlerinin o yıllarda Türkiye genelinde açılan yeni yollarla ilgili
direktifi böyle… O yılların askeri stratejisi de böyle… Yollar virajlı olacak.
Virajlı yapılmış, çünkü o yılların teknolojisiyle, yol üzerinde seyreden askeri
konvoyları havadan uçak ile bombalamak, düz yollara nazaran daha zor… Datça
yolları, dağların tepelerinden geçirilmiş. Datça’yı savunmak için topların,
tankların denizden ve havadan gelebilecek tehlikelere karşı, dağların
doruklarına yerleştirilmeleri gerekiyor. Nitekim yollar açıldıktan sonra, Muğla
ve Antalya’nın kritik noktalarında askeri savunma tertibatı alınmış. Buralara
tanklar, toplar yerleştirilmiş. Anlatılanlara bakılırsa 66 Bük, Boynuzcuk
tepelerinde de gerekli askeri tedbirler alınmış. Konya’daki bilmem kaçıncı
ordu, Antalya ve Muğla civarına kaydırılmış. Muğla’daki askeri kışla o
yıllardan kalmadır.”(1)
Betçe'nin mavilikleri; İskandil'den Değirmenbükü'ne doğru
İskandil yolunda saygıdeğer bir harnup (keçiboynuzu) ağacı
Mezgit, Döşeme ve Mesudiye...
1935 yılına kadar Datça ile Marmaris arasındaki ulaşım, Alavara’dan Balıkaşıran’a kadar kuzeyden, deniz kenarından geçen ve ancak yük hayvanlarının geçebileceği nitelikte bir kervan yolu aracılığı ile sağlanırmış. Datça’da üretilen keçiboynuzu, incir, tütün gibi ürünler karayoluyla İzmir’e nakledilirken, bu kervan yolu kullanılırmış. Yine Yusuf Ziya Özalp’ın anlatımına göre; anlatılmaz güzellikte olan bu yol, insan elinin pek değmediği bir rotada kalmış olması nedeniyle olsa gerek, neredeyse eski haliyle duruyormuş oralarda. Bir gün mutlaka gitmeli oralara; o kervan yolundan Balıkaşaran’a çıkıp, bir işi başarmış olmanın bahtiyarlığı içinde Emecik’e ve Reşadiye’ye ulaşmalı.
Marmaris'ten Datça'ya
(Ekim-2009)
Datça gevenleri çiçekte...
(Nisan 2007)
Hasan Hoca ise, yıllar boyu yaptığı Muğla’dan Datça’ya uzanan zahmetli yolculukları ve büyüklerinden dinlediklerini şu şekilde aktarıyor bize:
“Datça yolculuğumuz, yaklaşık iki saat
kadar; bir plato görünümünde olan Muğla’dan sonra, 55 km.lik Marmaris yolculuğu
ile devam eder. Oldukça yeşil ve mavinin egemen olduğu doğa harikası bu
yolculuk, sizleri bazen geçmişe de götürür. Şöyle ki; daha yakın zamana kadar
Datçalı, Muğla’dan bulabildiği posta arabasına atlayıp kendini Marmaris'e
atarmış. O yıllarda başka araba yok. Asıl yolculuk bundan sonra; ana sevgisi,
baba, çocuk; hatta yar sevgisi, sizi daima diri tutar. Datça, Marmaris'e
yaklaşık 80 km; üç günlük yol... Yaşlılar şöyle tarif ediyor: Marmaris'ten Balıkaşıran, bir günlük yol, orada halkın Han Belen dediği; Bencik
Kıstağı ismiyle de anılan mevkideki jandarmaya ait karakol binası, bu tür
yolculukların sığınma yeri olmuş. Gece orada misafir edildikten sonra, yolcu
hasretle yoluna devam ederek akşama doğru Datça-Emecik
köyüne ulaşır. Orada bütün köylünün yaptığı konukçuluk gereği evlerin birinde
misafir olunur. Sabah hedef Datça’dır;
yaklaşık 20 km yol kalmıştır. Bu arada önceden mektup gönderildi ise, merkeple
seni bu köye almaya gelirlermiş. Akşama Datça’dasın, ama ya köyünde
oturuyorsan, artık gece yolculuğu seni bekler. Bugün pek çok yaşlının aklından
hiç çıkmayan bir yolculuktur bu.
Balıkaşıran Mevkii
(Mart 2004)
Yakamar'a doğru; Betçe kırlarında bir kulübe, arkada Kocadağ
(Mart 2004)
Kumyer Kalesi
(Mart 2004)
Yarımadaya 1974’de ayak bastım. O
zamanlar Marmaris’ten sonrası toprak yol ve bol viraj idi. 20 kişilik dolmuş,
olur 50 kişi; herkes birbirini tanıyor, konuşmalar oldukça yüksek perdeden bol
küfürlü bir tonda devam ederdi. Bu arada espriler gırla; ağızdan çıkanı
kulaklar duymaz, herkes razı; genç kızı, yaşlısı, anası danası, tavuğu firazı
(horoz), kavrulmuş nohutu, kıtırağı (peksimet); Allah ne verdiyse... Lastik sürekli
patlamada; en az altı saatlik bir yol, yabancıya eziyet gelen bu yolculuk,
yerliye tam bir curcuna… Hele hele Hacamat'ın Yeri'nde Şoför Asım veya
Fehim dursun; tam on dakikada erkeklerin tamamı sarhoş… Bu arada ellerde
torbası olanlar da yol şartlarından kaynaklanan mide bulantısı nedeniyle o
torbaları doldurmakla meşgul. Yolculuk bu ya; gurbete ya da gurbetten anaya
babaya kavuşma heyecanı… Yine de bu insanların yakın ataları, bu yolları üç
günde yayan gittikleri için, rahmetli Asım Amca’nın ve yine rahmetli Fehim Usta’nın
ciplerinin çamurluk üstü bile konforlu gelmekteydi o insanlara. Akın Pilavcı ağabeyim, “Yol Uzun, Mühlet Kısa” isimli kitabında
anlatır bu yolculukları… Bu yolculukların birinde tam altı kez lastik patlar,
inilir, tamir edilir ve yeniden yola devam edilir. Çileli midir; çilelidir bu
yolculuklar. Ama Datça insanı bu çileye alışıktır ve ona asla koymaz bu
yolculuklar. Bir şekilde bitmek bilmeyen bu virajlar ve yorucu yolculuklar,
Datça insanı tarafından bir şenliğe ve şamataya çevrilmiştir. Yolların
asfaltlanması, daha dün gibidir. Hele Betçe
tarafı ise daha da yakın zamanda asfaltlanmıştır. Bugün yollar artık çok rahat;
konforlu araçlarla yolculuklar daha kolay. Saat başı kazaya dolmuş var. Sabahları
da Muğla dolmuşu kalkar. Geçmişin zor koşullarını iyi bilen bizler, bu güne çok
daha olumlu bakıyoruz.”
Datça entelektüellerinden Akın Pilavcı; zahmetli Datça yolculuklarını anlattığı "Yol Uzun Mühlet Kısa" isimli kitabıyla...
(Fotoğraf: Hasan Doğan)
Çeşmeköy Meydanı ve çeşmesi; arkada tarihi ilkokul binası
(Nisan 2007)
Çeşmeköy İlkokulu
(Nisan 2007)
(Nisan 2007)
Datça’ya girerken; Reşadiye ve ötesi…
Datça’ya yaklaşırken, Anadolu’da Osmanlı padişahlarından V.Mehmet Reşat’ın adıyla anılan
yerleşimlerden birine gelinir. Burası bir dönem yarımada ile özdeşleşen (Reşadiye yarımadası) ve bölgeyi yöneten
yerel beylerin yönetim merkezi olarak da işlev görmüş Reşadiye’dir. Bugün restorasyon sonrası konforlu bir konaklama
tesisine dönüştürülmüş olan bir konak ile birlikte anılan Reşadiye’de soluklanmakta bir nebze yarar vardır.
Mehmet Ali Konağı; Reşadiye
(Nisan 2007)
(Nisan 2007)
Mehmet Ali Konağı; avlu
(Nisan 2007)
Reşadiye'de bir sokak
(Nisan 2007)
Rivayete göre Giritli
bir aileden gelen Ali Ağaki, 17.yy.da;
donanmadaki hizmetlerinden dolayı Sultan tarafından miri emlak olarak Datça yarımadasıyla ödüllendirilir.
Giritli Ali Ağaki, Datça yarımadasını Sultan’dan dirlik
olarak alınca, idari ve askeri yükümlülükleri gereği yöreyi kolayca kontrol
edebileceği bir yönetim merkezine dönüştürür.
Reşadiye evlerinden biri
(Nisan 2007)
Reşadiye, Mehmet Ali Ağa Konağı'nın önündeki çınar ağacı
(Nisan 2007)
Reşadiye mahallesinin en yüksek noktasından denize doğru bakan
bugünkü Mehmet Ali Ağa Konağı,
Giritli Ali Ağaki’nin mirasçıları
konumundaki Tuhfezadelerin
malikânesidir. Reşadiye, yönetim
merkezinin kurucusu Ali Ağaki’nin
adından yola çıkılarak Elaki ya da Elee ismiyle
de anılır. Ali Ağaki’nin ailesinin ve
takipçilerinin Tuhfezadeler olarak
anılmasının nedeni ise, Datça
yarımadasının Sultan tarafından Ali Ağaki’ye
armağan olarak verilmesi ve Arapça’da tuhfe
sözcüğünün armağan anlamına
gelmesidir. Tuhfezadeler, 17.yy.dan
20.yy.ın başlarına kadar yarımada tarihine bir anlamda damgalarını vururlar. Sındı Ağaları da onların 20.yy.a uzanan
son temsilcileri gibidirler.
Reşadiye; avludan sokağa taşan çiçeklerin güzelliği
(Nisan 2007)
Oturan kişi; Mehmet Ali Ağa
(Evren Ersoy Arşivi)
Evliya Çelebi, 1670 yılında Datça kazasından bahsettiğine göre, Datça’nın kuruluşu Ali Ağaki
döneminden önce olmalıdır. Muhtemelen o güne dek daima Menteşe sancağına bağlı olan Datça’nın,
ne zaman Rodos sancağına bağlandığı
bilinmemektedir. Datça, 1870 yılında
nahiye seviyesine düşürülüp, Bozburun
nahiyesi ile birlikte Marmaris kazasına
bağlanır. 1911 yılında ise, Datça iki
ayrı nahiyeye ayrılır. Süleymaniye;
diğer adıyla Betçe ve Reşadiye; yani Datça… Aynı zamanda yarımadanın merkez mahallesi Elaki’nin adı da Reşadiye olarak değiştirilir.
Tuhfezadelerden Mehmet Ali Ağa
(Lütfi Özalp Arşivi)
Yüksek avlu duvarlarının ardında kalan Reşadiye evlerinden biri daha...
(Nisan 2007)
Tuhfezadelerin bölgedeki yönetim merkezi olan konak, Mehmet Ali Ağa’nın babası Mehmet Halil Ağa tarafından 18.yy.ın
sonu ve 19.yy.ın başlarında yaptırılır. Nahiye müdürlüğü de yapan Mehmet Halil Ağa’nın oğullarından Mehmet Ali Ağa’nın zamanında konak en
görkemli dönemini geçirir. Konak, bugün de onun ismi ile anılmaktadır. Mehmet Ali Ağa, 1895’de Rodos’ta İdare Meclis Azalığı görevinde
bulunur. Mehmet Ali Ağa, kızı Münire Hanım’ı bölgede önemli bir tüccar
olarak bilinen; Rodos’ta tanıştığı Kırım hanedanından Hidayet Şahingiray ile evlendirerek yakın adalarla olan ticaret
ilişkilerini sağlamlaştırır. Mehmet Ali
Ağa’nın oğulları Fehmi
ve Halil Beyler ise, İstanbul'da
hukuk eğitimi alırlar ve Kurtuluş Savaşı sırasında Reşadiye'de Kuvay-ı Milliye'ye
önemli katkılarda bulunurlar. Mehmet Ali
Ağa'nın son çocuğu Seza Hanım da
erkek kardeşleri gibi evlenmeden ölür. Bu gelişmeler sonrasında konağı, hayatta
kalan tek çocuğu olan Münire Hanım ve
eşi Hidayet Bey sahiplenir. Ancak
onların da çocuğu olmaz ve Münire Hanım’ın
da vefatı sonrasında konak tümüyle eşi Hidayet
Şahingiray’a kalır. 1940'ların sonlarında ölen Hidayet Bey'in mirasçıları (aralarında Cemil Sait Barlas da vardır) konağı satışa çıkarırlar. Konak birkaç
kez el değiştirir, tütün deposu, sinema, okul, düğün salonu olarak kullanılır.
Konak bu süreçte tamamen değişir; hasar görür, tadilatlar yaşar. 2000’li
yıllarda ise; yeni sahipleri tarafından restore edilip yeniden hayat bulan
konak, bugün bir konaklama tesisi olarak turizme hizmet vermektedir.(2)
Mehmet Ali Ağa Konağı'nın avlusu; şimdi bir turizm tesisi olarak hizmet vermekte...
(Nisan 2007)
Reşadiye
(Nisan 2007)
Bir başka Reşadiye evi
(Nisan 2007)
Mehmet Ali Ağa dönemi Datça yarımadasında İlkçağ’ın yıldızı; bugünkü Tekir Burnu’nda İ.Ö. 4. yy.da yeniden kurulmuş olan Dorların kenti Knidos’un da Batılı arkeologlar tarafından ilk yağmalandığı zamana denk düşer.
Knidos kazılarını hâlihazırda yönetmekte olan Arkeolog Prof. Dr. Ertekin Doksanaltı meşhur Knidos Aslanı’nın ve diğer değerlerin
İngilizler tarafından 19.yy.da nasıl yağmalandığını şu şekilde aktarıyor:
Knidos Stoası'nın Korint tarzı sütunları ve arkasında yer alan dükkanlar
(Eylül 2006)
(Eylül 2006)
Agora; aynı yapının ön cepheden görünümü
(Eylül 2006)
Knidos'un 1914 yılına ait bir yerleşim planı; Wagner&Debes; Leipzig
(Kaynak: https://www.discusmedia.com/maps/turkish_city_maps/5597/)
“Anadolu’nun güneybatı ucunda, Ege ve
Akdeniz’in birleştiği noktada yer alan Knidos, antik dönem boyunca önemli bir
kültür, sanat, din ve ticaret merkezi konumundadır. Bu Karya kenti, anıtsal
yapıları, sanat eserleri, ticari ürünleri ve yetiştirdiği düşünür ve bilim
insanlarıyla antik çağın dikkat çeken parlak kentlerindendir. Deniz ticaret
yollarının kesişme noktasındaki stratejik konumunu iyi değerlendiren
Knidoslular, şehrin kurulmasından kısa bir süre sonra antik dünyanın ekonomik
yaşamında söz sahibi olmuşlardır. Knidos, ticaret yaşantısının yanı sıra Dor
Birliği’nin (Dorik Hexapolis) dini merkezi olmasının avantajlarını da iyi
kullanarak döneminin en zengin kentlerinden biri olmuştur. Bu gibi özellikleri,
antik çağ yazarlarının ifadeleri ve tarihsel süreç içindeki yeriyle kent,
Rönesans ve sonrası Avrupa’sının entelektüel insanlarının da dikkatini üzerine
çekmiştir. Knidos, batılı arkeologlar, bilim insanları ve ilgililer tarafından
18. yüzyılın ilk yarısından 20. yüzyıla kadar devam eden uzun bir süreçte
ziyaret edilmiştir. Bu araştırıcıların notları, çizimleri, eskizleri ve gözlemleri
Knidos ile ilgili bilgilerimize önemli katkılar sağlamıştır. Ancak bu
faaliyetlerin, büyük bir ölçüde Knidos’un en önemli anıtlarının ve sanat
eserlerinin yaratıldıkları topraklardan kopmasına neden olduğu da acı bir
gerçektir. Dağılma sürecindeki imparatorluğun sadece öz kaynaklarının ve
topraklarının değil aynı zamanda kültürel birikiminin de batılılarca
yağmalandığı 19. yüzyıl, ne yazık ki Knidos’un da yüzyıllar boyunca toprak
altında kalmış zenginliklerinin yerlerinden edilerek batı müzelerinin sergi
salonlarına götürüldükleri bir dönem olmuştur.
(Eylül 2006)
Apollon Tapınağı ve sunağı
(Eylül 2006)
Hasan Hoca ve Nazmi Hoca, Knidos'un kuzey-güney yönündeki merdivenlerini inceliyorlar.
(Eylül 2006)
Bu dönemde batılı devletlerin elçileri,
konsolosları ve tüccarları, imparatorluğun topraklarının paylaşılmasının yanı
sıra Anadolu’ya ait her türlü kültür varlığının batıya taşınması için gerekli
alt yapıyı hazırlayıp, faaliyete geçiren bir misyonu da üstlenmişlerdir.
İmparatorluğun zayıflığından ve zayıf karakterli bazı yöneticilerden ya da
halkın fakirliğinden faydalanarak bu yağmayı kendi siyasi gelecekleri için
kullanan yabancı devlet görevlileri birbirleriyle eski eser yağma yarışına
girmiş gibidirler. Kendilerince elde ettikleri başarıları ve Osmanlı’nın
elinden kurtardıkları iddiası ile haklı buldukları girişimleri, ülkelerine
döndüklerinde, yöneticileri tarafından da soyluluk ifadeleri ile övülerek
onurlandırılmıştır. Bir imparatorluğun çöküşü ve felaketi, diğer bir
imparatorluğun kültürel anlamda da yükselişine aracı olmuştur.
19.yy.da Knidos kazıları; 1.yağma dönemi
(Kaynak: https://www.aktuelarkeoloji.com.tr/knidos-aslani)
(Kaynak: https://www.aktuelarkeoloji.com.tr/knidos-aslani)
19.yy.daki Knidos kazıları sırasında yağmalanan Knidos Aslanı; aslanın yanındaki sakallı ve melon şapkalı adam kazının yürütücüsü Sir Charles Thomas Newton
(Kaynak: https://www.aktuelarkeoloji.com.tr/knidos-aslani)
Anadolu kültür tarihi için kara sayfa
olarak nitelendirebileceğimiz bu süreçte batılı bilim insanları ya da
entelektüellerin masum ve romantik duygular ile başlayan gezileri, gerçek bir
kültür yağmasına dönüşmüştür. Bu durumu en iyi gösteren yerlerden biri de
Knidos’tur. C.T. Newton’un Halikarnas, Didim ve ardından Knidos’ta
gerçekleştirdiği kazılar, Anadolu’nun en önemli eserlerinin British Museum’a
nakli ile sonuçlanmıştır. Anadolu’nun yağmalanması için yaptığı bu
faaliyetlerin sonunda Newton, sadece British Museum Klasik Eserler Bölümü
Müdürlüğü ile değil aynı zamanda soyluluk unvanları ve devlet nişanlarıyla da
ödüllendirilmiştir.
(Eylül 2006)
19.yy.daki Knidos kazılarından bir görünüm daha; sağda tiyatro...
(Kaynak: https://www.aktuelarkeoloji.com.tr/knidos-aslani)
(Kaynak: https://www.aktuelarkeoloji.com.tr/knidos-aslani)
Anadolu kıyılarında yaptığı faaliyetleri
kendi kalemiyle övgü ve gururla yazan Newton’un günlükleri ve bu günlüklerdeki
ifadeleri bizler ve yerlerinden edilmiş kültür varlıklarının acısını
hissedenler için aslında çok hüzün vericidir. Bu ifadeler aynı zamanda
Batılıların bu eserleri elde etmek için hiçbir masraftan ve zorluktan
kaçınmadıklarını ve bunlar için devlet politikası kapsamında nasıl çaba
gösterdiklerini de anlatmaktadır. Yazılanlar bu eserlerin elde edilmesi için
ekonomik, siyasi ve politik baskıların yanı sıra gerektiğinde askeri güç
gösterisinde bulunmaktan kaçınmadıklarını da göstermektedir. Royal Engineer’in
(Kraliyet Mühendisleri) maddi desteği ile Vice -Consul Sir Charles Thomas
Newton, British Museum adına 1858-59 yıllarında Knidos’ta ilk kapsamlı ve
planlı kazıları gerçekleştirmiştir. Bu çalışmalar sırasında, Osmanlı
Yönetiminin izni ve yerel yönetici Mehmet Ali Ağa’nın desteği ve sağladığı
geniş olanaklar ile kentin önemli anıtları ve yapıları açığa çıkartılmıştır. Bu
çalışmalar sırasında ünlü Aslanlı Mezar Anıtı, ‘Demeter Kutsal Alanı’, ‘Musalar
Kutsal Alanı’, Nekropol Alanı, Odeon ve ‘Küçük Tiyatro’da kazılar yapılmış ve
bulunan değerli eserlerin büyük bir kısmı Londra-British Museum’a
götürülmüştür. Günümüzde British Museum sergi salonlarını süsleyen Knidos
eserlerinden belki de en dikkat çekeni, ‘Knidos Aslanı’dır. Müzenin ana giriş
kapısının açıldığı büyük avlunun (Wolfson Katı- kuzey) hemen başında bulunan bu
devasa ve görkemli aslan, müzeye gelen ziyaretçileri ‘hoş geldiniz’ dercesine
karşılar pozisyonda yerleştirilmiştir.”(3)
Knidos tiyatrosu
(Eylül 2006)
Tiyatrodan bir başka görünüm
(Eylül 2006)
Knidos’un bu ilk yağma dönemi ile ilgili olarak Hasan Hoca ise duygularıyla birlikte bize şu bilgileri de aktarıyor:
“Sir Charles Thomas Newton, İngiliz
kraliyet donanmasını kullanan bir soyguncu… Önce Bodrum-Halikarnasos talanı,
sonra Didim-Milet talanı ve sonrasında tam teçhizatlı kraliyet donanmasına ait
bir gemi ve 300 asker ile Knidos a ayak basarlar. Datça Ağası Mehmet Ali Ağa da
onlara bir güzel ev sahipliği yapar. Ne isterlerse çekinmeden sunar. Hayatında
para nedir bilmeyen yoksul köylüleri emrine verir. Yerel otoriteden ve halktan
gördüğü bütün bu yardımlara rağmen, Sir Charles Thomas Newton, daha sonra
anılarında bu köylüler için hiç de yakışık almayan sözler söyleyecektir. İngiliz
soyguncular, sırayla Aslan Burnu’ndaki kaidenin üzerinde bulunan 11 tonluk
mermer heykeli, köylülerin de yardımı ile günlerce uğraşıp gemiye yüklerler.
Ayrıca oturan Artemis heykeli ve kentin içindeki kral mezarını da gemiye
yükleyip bir sene burada göze batan ne varsa hepsini alıp götürürler. Bu
kazılar devam ederken; İngiltere prensi, özel yatı ile ziyarete gelir. Prens
karaya çıkarılır, Mehmet Ali Ağa’nın konağında misafir edilir. Prens, ağadan
özellikle köylü kadınların yaptıkları iğne oyalarından ister. Prense her türlü
el emeği ürünü ne varsa, toplanır hediye edilir. Böyle bir misafir gelmiş, Ağa
da ev sahibi; yarımadada ne varsa elinden geleni arkasına koymamıştır.
Soyguncuların bu kadar güzel ağırlandığı başka bir ülke olamaz. Bir de kalkıp
misafir edildiği yerde köylüler için kaba saba insanlardı demek, Avrupa'nın
medeniyetine has bir şey olsa gerek herhalde.”
Knidos; agora ve dükkanlar; arkada Ege Denizi
(Eylül 2006)
Knidos kent planı-2
(Kaynak:http://www.arkeolojidunyasi.com/images/kentplanlari/knidos_plan.jpg)
19.yy.da Knidos kazısında çalışan Datça köylüleri
(Kaynak: Datça Belediyesi)
Knidos Aslanı çıkarılırken; yanında yine soyguncu Newton var.
(Kaynak: Datça Belediyesi)
Cumhuriyet döneminde de Knidos’un yağmalanması bitmez. Bu kez 1970’li yıllarda Amerikalı kadın arkeolog Iris Cornelia Love’ın kazı başkanlığını yaptığı dönemde Ankara’daki kimi politikacıların da sağladığı imkânlar çerçevesinde; kazılarda çıkarılan değerli antikiteler, kıyıya yanaşan yatlar aracılığıyla yurt dışına kaçırılır. Neden sonra bazı müfettişlerin ve bölgede görev yapan kamu görevlilerinin katkısı ile talan ortaya çıkarılır ve kazı başkanı Amerikalı arkeologun kazı ruhsatı iptal edilir. Ama olan olmuş; yüzlerce değerli arkeolojik kültür varlığı, göz göre göre yurt dışına kaçırılmıştır.(4)
Knidos'un ikinci talanına yol açan Atinalı heykeltraş Praksiteles'in eseri Knidos Afroditi'nin replikalarından biri; çünkü kendisi hala ortalarda yok.
Knidos'un 2.talanının sorumlusu Amerikalı arkeolog Iris Cornelia Love 1970'lerde Knidos kazısında...
İris Cornelia Love; talandan sonra Amerika'da...
“Eğer bir gün Knidos’a yolunuz düşerse, kenti gezerken rastgele kazılmış çukurlara
bir bakın. Düzensizce kazılmış ve toprağın delik deşik edildiği hissini veren
çok sayıdaki bu çukurların hemen hemen hepsi, Knidos’un ikinci talan dönemine
aittir. Oysaki bir tarihi kentin planı, aşağı yukarı bellidir. Kendisine
arkeolog ismini veren bir bilim adamı da bu planı iyi bilir, kazıyı da o plan
çerçevesinde yürütür. Eğer siz dünyanın en zengin ailelerinden birinin kızı
iseniz ve buraya sadece dünyanın en güzel yontusunu (Praksiteles’in Afrodit heykeli) bulma hırsıyla gelirseniz, o zaman
iş değişir. Sözü edilen kişi; tüm Datçalıların yakından tanıdığı, onun yaş
günlerine katıldığı İris Cornelia Love’dır.
Kendisi Datça’ya ayak bastığında 30’lu yaşlardadır ve bekârdır. Tam on yıl
burada kalacaktır. (1964-1974) İzmir Büyük Efes Oteli kral dairesi ona
ayrılmıştır. Çok önemli görüşmelerini burada gerçekleştirir. Ecevit'in iktidara
geldiği günün ertesi, kazı izninin iptal edildiğini bildiren ve ülkeyi terk
etmesi istenen bildirim gelir. Kendisi; on yıllık süreçte Ankara’nın takındığı
bu yeni tutumla asla daha önce karşılaşmamıştır. Dolayısıyla bu duruma alışık
değildir ve öfkeyle apar topar eşyalarını toplayıp ayrılır. Şu anda ABD’deki
malikânesinde yüzlerce tarihî eser bulunduğu söyleniyor. Datça köylüsü, onun sayesinde
Fransız şaraplarını bol bol içmiştir. Datça lokantalarında bu kadının yemeğini
yemeyen neredeyse yoktur. Seve seve herkes İris’e yardımcı olmuştur.”
Hızırşah’tan Döşeme’ye
Reşadiye üzerinden Betçe yönüne,
oldukça dağlık ve sarp bir topografyaya sahip yarımadanın ucuna doğru döndük.
Hasan Hoca, Hızırşah köyünün
mezarlığının önünde bekliyordu bizi. Gelmekte olan yağmurun habercisi boğucu
bir sıcak havayla donanmıştı atmosfer. Bize Türkmen köklerini fısıldayan Hızırşah ne güzel bir isimdi; geçmişten
kalan. Ne kadar azalsa da gene topografyanın suyuna uygun davranarak kıvrıla
kıvrıla ilerleyen yol, bizi Mesudiye’nin
önemli mevkilerinden olan Mezgit, Döşeme ve Avlana’ya taşıdı.
Hızırşah Mezarlığı
(Fotoğraf: Hasan Doğan)
Döşeme'den geçtik.
Döşeme; başka bir açı...
Döşeme, Betçe’nin Yakaköy, Palamutbükü, Yazıköy, Sındı,
Çeşmeköy ve daha derindeki yerleşimlerinden yola çıkanlar için dışarıya
açılan bir pencere gibiymiş geçmişte. Sanki bıçakla kesilmiş dik bir yamaca
asılı gibi duran taş yolun Mezgit’in
üst düzleminden görünümü gerçekten benzersiz. Ne çileli yolculuklar yapıldı kim
bilir Döşeme’den Datça’ya doğru… Betçe
köylerinin dünyaya açılan kapısı; ancak bir arabanın geçeceği genişlikte;
ürkütücü bir uçurumun hemen kıyısında virajlarla ilerleyen bu yol, ilerideki
boğaza doğru yükselerek devam ediyordu. Bir hikâye anlatıyor Hasan Hoca; geçmiş
yıllarda uçuruma doğru uçan bir kamyona ve kamyoncuya dair.
Döşeme'ye karşıdan baktık.
Döşeme unutulmaz.
“1970 li yıllar… Yazıköylü Ali Fuat
İzci’ye ait kamyonun şoförü, virajı tutturamaz; Döşeme’den aşağı uçar. Kamyon yaklaşık
200 metre aşağı doğru düşerken, kamyon sahibi Ali Fuat İzci ile İbrahim camdan
fırlarlar ve canlarını kurtarırlar. Ne yazık ki; şoför Mesudiyeli Kemal ile
muavin ölür. Ali Fuat İzci, şu anda 96 yaşında; sabah tarlasında çapa yapmaya
devam ediyor. Kendisi yarımadanın varlıklı kişilerindendir. Bu kazadan yaklaşık
iki yıl sonra, bir başka kaza daha yaşanır Döşeme’de. Bu kazada ise yine
Mesudiyeli Cengiz Muslu ile Datçalı Adem Can Bey ölürler.”
Döşeme'nin yalçın kayalıkları
Mezgit ve Mesudiye
Betçe'nin hatmileri
(Nisan 2007)
Lavantaların güzelliği
(Nisan 2007)
Döşeme’den ayrılarak çevresinden dolaşıp Mesudiye’nin bir mahallesi görünümündeki Mezgit’e doğru iniyoruz. Kıyıya doğru Mesudiye’nin evleri görünüyor uzaktan. Mesudiye; Mezgit, Döşeme, Damarası, Avlana, Ova Bükü, Hayıt Bükü, Maşat Çukuru gibi mevki ve mahallelerden oluşan, bu yerleşimin bir anlamda merkezi. Ama Betçe’de köylerin bu coğrafyaya yayılmışlık hissi veren durumları, biraz da topografyanın son derece engebeli koşullara sahip olmasından kaynaklanıyor olmalı. Hasan Hoca’nın bu konudaki yaklaşımı ise şöyle; Menteşe Beyleri’nin öncülüğünde buralara ulaşan ilk Türkmenler, göçer obaları oluşturdular. Nerede bir düzlük buldularsa, oraya obalarını ve çadırlarını kurdular. Yüzlerce yıllık bu serüven, Osmanlı’da yerleşik hayata doğru evrilirken, bugün Betçe’de; Yazıköy, Yakaköy ve Sındı üçgeninde yer alan bir dolu mahalle bu obaların evrimleşmiş hallerinden başka bir şey değildir.
Terk edilmiş evler
(Nisan 2007)
Verimli Yakamar'da hayatın terk etttiği mekanlar
(Nisan 2007)
Bu da öyle; hüzünlü manzaralar...
(Nisan 2007)
Çevrede ilk dikkatimizi
çeken; yaklaşık 10 yıl kadar önce geldiğimiz Datça yarımadasının yoğun bir yapılaşma tehdidi altında olduğu. Her
sekide, her virajı dönünce, bir panoramik manzaranın önünde konumlanmış saray
yavrusu evler, pıtrak gibi her yanını sarmış topografyanın. İyi değil bu durum;
güzelim Betçe, betona yenik düşecek
gibi; ahir zaman rüzgârları buraları da esir almış durumda.
Kırda sessiz bir çeşme
(Nisan 2007)
Marin yolunda...
(Mart 2004)
Gevenler, ah o çiçekteki gevenler...
(Mart 2004)
Mezgit’in denize doğru bakan bir sekisinde bir çeşme başında ve
bir dut ağacının gölgesinde duruyoruz azıcık. Mezgit Camisi’nin karşısındaki
bakkaldan bal soruyoruz; kovanlara sağmaya gitmişler anladığımız kadarıyla.
Zaman kıymetli bizim için; fazla oyalanmadan Avlana’ya doğru yola çıkıyoruz.
Avlana Çeşmesi
Avlana Çeşmesi; yandan görünüş
Avlana da Mesudiye’nin
mahallelerinden biri. Bembeyaz badanalı evleri, daracık inişli yokuşlu
sokakları ve yaşlı bir harnup ağacının gölgesindeki bir ayazmayı andıran
konforlu çeşmesiyle hemen sarıp sarmalıyor bizi. Bilek kalınlığında akan su buz
gibi; dağdan geliyor. Çeşme yapısı oldukça eski ve dikkat çekici. Arkasındaki
ana kaya ve harnup ağacı ile bütünleşmiş sanki çeşme. Çeşmenin üzerinde “Avlana Halkının katkılarıyla
yaptırılmıştır; 1999” ifadesinin yer aldığı mermerden bir levha yer
almakta. Ama çeşmenin geçmişi bu tarihten çok eskilere uzanıyor olmalı. Bu
sadece bir onarımı ifade etmekten öte bir anlam taşımıyor bizim için.
Buz gibi suyundan kana kana içtik Avlana'nın...
Çeşmenin arkasındaki ana kaya ve birkaç basamak
Akşama doğru Damgalı; iyi okunmuyordu yazılar.
Damgalı; genel görünüm
Avlana’dan sonra radar yoluna çıkarak devam ettik yolumuza. Yol
üstünde Zeytincik mahallesinden sonra,
yörede Damgalı olarak bilinen
mevkie ulaştık. Yol kıyısına yakın bir konumda yer alan yekpare dev bir kireç taşı
kayanın üstünde, dikkatle bakılınca fark edilebilen bir yazıt bulunuyor. Akşam
güneşinin denize doğru devrildiği bir anda ulaştığımız Damgalı’nın üzerinde zorlukla H, P, Ω, Υ ve O
harflerini seçebildik ancak. Taşla ilgili rivayetler muhtelif; bunlardan birisi
kayanın bir mezarlık kapısı olduğu yönünde. Diğer yaklaşım ise, Damgalı’nın bir sınır taşı
olabileceği iddiasında. Hangisi doğrudur bilinmez; ama kesin olan bir şey var
ki; İlkçağ’da Knidos’la en görkemli
zamanlarını yaşayan bu toprakların derinliklerinde saklı çok hikâye var daha…
Sabah güneşinin ışınları altında Damgalı
(Fotoğraf: Hasan Doğan)
Damgalı'ya bakış...
(Fotoğraf: Hasan Doğan)
Sındı ve Sındı Ağaları
Sındı, 1174 metre yüksekliğindeki yarımadanın en yüksek dağı olan
Kocadağ’ın eteklerinde kurulmuş çok
eski bir yerleşim. Sındı köyünün üç
mahallesi var; bunlar Sazak, Örencik
ve Zeytincik… Köyün isminin sığınmak,
gizlenmek ile ilgili olabileceğine dair rivayetler var. Bunu da denizden gelen
korsan saldırılarından korunmak gayesiyle Kocadağ’ın
gölgesine sığınmak ile ilişkilendirildiği söyleniyor. Özellikle Ortaçağ’da bu
kıyılara denizden yoğun korsan saldırıları olurmuş. Yerli halk da korkuyla
içerlere, Kocadağ’a doğru kaçışırmış.
Hasan Hoca’nın anlatımına göre; köyün gerisinde Ege Denizi’ne doğru yönelen bir
boğaz da, aslında bir kaçış yolunun işareti olmalıdır.
Dağa Kaçtım gezginleri, Sındı köy kahvehanesinde...
Sındı köy meydanı
Kocadağ'ın dibindeki Sındı Ağaları'nın taş konağına gidiyoruz; Sındı sokaklarından biri...
Köyün girişine kadar
tatlı bir meyille yükseldiğimiz tali asfalt yol, sonunda yolcusunu iki
kahvehane ve yöresel ürünlerin satıldığı bir kooperatifin bulunduğu meydana
ulaştırır. Meydanı arkanızda bırakarak, köyün evlerinin arasından geçişe izin
veren inişli yokuşlu daracık yolları takip ederek Sındı’nın diğer mahallelerine doğru yolculuklara çıkmak da
mümkündür. Ama Sındı’nın en dikkate
değer yapılarından biri, Kocadağ’a
doğru ve köyün hemen arkasındaki bir sırtta yer almaktadır.
Rodoslu taş ustalarının yaptığı taş konak
Ana yapının görünümü; kemerli kapılar ve pencereler, alt kat sağır; üst kata ulaşan taş merdiven...
Yapı kompleksini oluşturan kule tipi bölümlerden biri; alt katlar savunma amaçlı olarak penceresiz (sağır) olarak düşünülmüş. Mazgal delikleri dikkat çekici...
Bu iki katlı, bir
anlamda kale gibi korunaklı muazzam yapı, zamanının bölgedeki feodal beyleri Sındı Ağaları’nın taş konağıdır. Rodoslu
taş ustalarına yaptırıldığını düşündüğümüz bu konak, uzun yıllar Sındı Ağaları’nın mekân olmuş. Sırtını
dağa vermiş; ama tehlike anında kaçışa uygun, deniz yönünde bir boğazla da
belli bir ilişkisi bulunan bu iki katlı taş yapının bütün yıpranmışlığına
rağmen hala oldukça etkileyici bir durumda olduğu söylenebilir. Özel mülk olan
bu yapının zaman içinde doğanın ve insanın tahribatına yenik düşmemesi için en
kısa yoldan bu yapının korumaya alınması şart. Savunma refleksi ile yapıldığını
düşündüğümüz alt katı sağır olan kule tipi bölümleri, kemerli pencereleri,
pencerelerin yekpare taştan söveleri, yine binanın iç avlusuna açılan kemerli
ana girişi dikkat çekiyor. Penceresiz alt katın duvarlarında yer yer savunma
amaçlı ve içe doğru genişleyen mazgal delikleri bulunuyor.
Binanın iç avlusuna açılan kemerli geçiş ve kapı
İç mekandan bir pencerenin görünümü; demir parmaklıklar korkunun ve savunma refleksinin göstergesi...
Binanın ikinci katında
iç mekâna ait ahşap kapıların her iki kanadının alt ve üst bölümlerinde ikişer
adet servi ağacı rölyefleri yer alıyor. Birinci ve ikinci katın zemin hizasına
denk gelen kısmında ahşap hatıl delikleri ve kısmen ayakta ahşap hatıllar
seçiliyor.
Üst katın iç kapılarından biri; üzerinde servi (Datçalılar selvi der) desenleri yer alıyor.
Alt katın yaşam mekanlarından biri; ahşap tavan ve taşıyıcı hatıllar...
Binanın dış duvarlarında
yer alan bütün pencerelerindeki demir parmaklıklar, birinci katın sağır
(penceresiz) bir şekilde yapılmış olması ve alt kattaki mazgal delikleri
binanın yapıldığı dönemdeki eşkıya baskısını ele veriyor. Yapının bir diğer
dikkat çeken unsuru da bacaları; bazalt taş kullanılarak inşa edilmiş bacaların
Likya mezarlarını andıran bir estetik görünüme sahip olmaları da dikkat çekici.
Karya’da Milas yöresindeki köylerde; Gümüşkesen
mezar anıtına öykünen çok sayıda evin bacasına tanıklık etmişizdir. Knidos, her ne kadar Karya bölgesine
dâhil edilebilecek bir antik yerleşim olsa da Likya bölgesine olan coğrafik
yakınlığını da göz ardı etmemeliyiz.
Konağın Likya mezarlarını andıran bacaları
Milas'taki Gümüşkesen Anıt Mezarı
(Mart 2007)
Milas'ta Gümüşkesen Anıt Mezarı'na öykünen bir özgün baca
(Kasım 2006)
Milas'taki Gümüşkesen Anıt Mezarı
(Mart 2007)
Milas'ta Gümüşkesen Anıt Mezarı'na öykünen bir özgün baca
(Kasım 2006)
Konağın arkasında yer alan ve muhtemel bir saldırı sırasında kullanılması muhtemel; denize ulaşan kaçış boğazı
Konağın bir başka kulesi; silindirik baca örneği...
Aynı bölümün içeriden görünümü
19.yy.da yarımadanın
hâkimi konumundaki Reşadiye’deki
iktidarın sahibi Mehmet Ali Ağa ve
çevresindekilerin davranışları ile ilgili olarak Knidos’u ilk yağmalayan Sir
Charles Thomas Newton’un anılarından bilgileniyoruz. Ona göre Mehmet Ali Ağa, genellikle “küçük yarımada krallığı”nda, her biri
küçük dağ atlarına binmiş olan kadısı, imamı ve diğer “kabine” vekilleri
eşliğinde dolaşır, onları ellerinde uzun namlulu tüfekleri ile üç dört köylü
muhafız izlerdi. Yoldaki köyler onların ihtiyaçlarını karşılamak zorundaydılar.
Mehmet Ali Ağa’nın kendisi, kurnaz ve
gözü kara bir işadamıydı. Ona göre “İskoçyalı” olmalıydı. İzmir ile etkin bir
ticaret yürütüyor, topraklarından elde ettiği ürünü İngiliz tacir Bay Whittall’a
satıyordu. Güney kıyısındaki verimli vadiler, incir, badem ve zeytin ağaçları
ile doluydu. Belirli bölgelerde palamut ağacı da yoğunluk arz etmekteydi.(5)
Sındı Ağaları'nın konağı civarındaki yapılardan biri
Sındı vadilerinde bir başka taş ev
20.yy.da Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında yarımadada ağa ve köylüler arasındaki üretim ilişkisi giderek yok oldu. Betçe’nin köylerine dağılmış bu yerel beylerin son temsilcileri, kimisi önünde boş bir şarap şişesiyle; hüzünlü bir şekilde, kimisi yalnızlığın son demlerinde dolaşırken ya da kendi iradi kararlılığı çerçevesinde sessizce çekildiler yarımadanın hayatından. Bir şekilde çoğu Tuhfezadelerin devamcısıydılar; yok olup gittiler sonunda. Onların yerlerine sanki yerden pıtrak gibi biten yeni zenginler, yeni şehir kaçkınları; başka kalantorlar sökün etti uzaklardan.
Çeşmeköy'deki Ömer İhsan Ağa'nın konağı; yanmadan önce...
(Eylül 2006)
Aynı konağın 2019 sonbaharındaki hali; yangından sonra...
Konağın arka yüzü; yanmadan önce...
(Eylül 2006)
Konağınüst katının ahşap tavanlarından biri; yangından önce...
(Eylül 2006)
Bir başka tavan süslemesi; yangından önce...
(Eylül 2006)
Üst katın pencere üstünde yer alan Menderes desenleri; yangından önce...
(Eylül 2006)
Ömer İhsan Ağa'nın konağının yangından sonraki hali
Konağın içinin yangından sonraki görünümü; çatı çökmüş halde...
Konağın şimdiki sakinlerinden...
Sındı Beyleri’nin son temsilcisi olan Mümtaz Bey’in yalnızlık
içinde ve hazin bir şekilde sonlanan yaşamının son dönemi de bu köyün içindeki
bir konağın avlusunda yer alan müştemilat gibi bir taş yapının içinde geçmişti.
Yıllar önce yine Hasan Hoca ile Sındı’ya
geldiğimizde, köyün girişindeki kahvehanede oturmuştuk. Bembeyaz takım
elbiseleri içinde daha çok bir İstanbul beyefendisini andıran orta yaşın
oldukça üzerinde bir kişi oturmaktaydı kahvehanede. Mevsim bahardı ve Sındı köylülerinin genel görünümünden
farklıydı hali. Selam verdik ve oturduk yandaki masaya. Kısa bir sohbetimiz
oldu onunla. Kahvehaneden ayrılırken Sındı
Ağaları’nın son temsilcisi hesabı ödetmedi bize. Ama öğrendiğimiz kadarıyla
o yıllarda bile ekonomik durumu oldukça kötüleşmişti. Ama ne de olsa “ağanın
eli tutulmazdı.”
Sındı Ağaları'nın son temsilcisinin sığınağı önündeyiz.
Ağanın müştemilatının son hali
Çöken bir ev mi; yoksa Sındı Ağaları'nın son sığınağı mı?
Hamur tahtası duvarda asılı kaldı giderken...
"Sındı'da başka olur ağaların vedası", ceketini bile alamadı askıdan; giderken...
Refahın tavan yaptığı
debdebeli günlerden yokluğa doğru bir seyahat… Var olanı hızla tüketmek;
yaşadığı çevreden giderek uzaklaşmak; bir “aristokrat” için zor bir süreç olsa
gerek. 1920’lerde doğmuş, abisi ve üç kız kardeşi ile birlikte belli bir
zenginliğin içinde yaşamış; ama giderek bir kurum olarak kırsaldaki
aristokrasinin yok oluşu ile birlikte, çevresi ile zaman zaman belli
uyumsuzluklar yaşamış. Kos göçmeni,
zengin ve varlıklı bir ailenin kızı ile evlense de bir süre sonra bu evliliği
sürdüremez hale gelmiş. Mutsuzluklar, debdebeli hayatların Datça kırsalından
tasfiyesi sürecinde yapayalnız kalmış Mümtaz Bey… Yeni hayata ve yarımadada
değişen koşullara bir türlü ayak uyduramamış kendisi. Çalgılı çengili gece
âlemlerinde ve alkolün alıp götürdüğü diyarlarda aramış kurtuluşu. Ama onun
savrulduğu yer, sonunda yalnızlığı olmuş. Gün gelmiş, ona Sındı Ağaları’nın son temsilcisi sıfatını yakıştıran mal
varlığından da bir şey kalmamış geriye. Hem maddi, hem de manevi açıdan gelinen
bu son nokta, bir anlamda Sındı Ağaları’nın
ve Datça yarımadasındaki ağalık kurumunun çöküşünü ifade etmektedir. Bugün bu
hüzünlü manzara, köyün içindeki Sındı
Ağaları’nın son sığınaklarından biri olan; bahçeler arasındaki çatısı
çökmüş bir taş müştemilatın içinde saklıdır.
Sındı'da; Sazak mahallesinde yapı ustası Bekiroğlu'nun taş evi
Evin arka avluya bakan cephesi
Evin alt düzlemdeki aşağıdaki sokaktan görünümü
Avludaki fırın
Sındı köyünde; Sazak mahallesinde dikkat çeken evlerden biri de, Hasan Hoca’nın aktarımına göre;
son dönem taş ustalarından olan Bekiroğlu’nun
kendisi için yaptığı taş evdir. Usta, anlatılana göre bu evin yapı taşlarını Kocadağ’dan eşekle taşımış. Çekiçle bu
taşlara sabırla şekil vermiş. Ayrıca evin iç kısmının doğramalarını da kendisi
imal etmiş. Girişindeki ahşap kapısı, evin içinden ikinci kata ulaşılan
tırabzanlı merdiveni, merdivenin üst kat ile alt katının bağlantısını kesen
ahşap kapağı, ahşap tavanlar ve tavanı çepeçevre saran süslemeleri gerçekten görülmeye
değer.
Bekiroğlu evinin üst katındaki ahşap tavan
(Fotoğraf: Hasan Doğan)
Üst kata çıkan tırabzanlı merdiveni
(Fotoğraf: Hasan Doğan)
Ahşap kapı ve süslemeleri
(Fotoğraf: Hasan Doğan)
Yarımadanın bilinen önemli yapı ustalarından Çeşmeköy’den Hamdioğlu, Sındı’dan Bekiroğlu ve Yazıköy’den Master, anlatılana göre; bu zanaatı Rum
taş ustalarının yanında yetişerek öğrenmişler. Bugün Çeşmeköy ve Yazıköy
kırsalında rastlanan yel değirmenleri hep bu ustaların eseri. Zamanında yel
değirmenleri iç aksamı ile birlikte üç katlı olarak yapılırmış. İçten daracık
bir basamakla çıkılırmış yukarılara. Değirmen taşları parçalı olduğu için,
bunlar kuruluş sırasında birleştirilirmiş. Ne zaman ki, Amerikan Marshall
yardımıyla ülkeye motorlar ithal edilmeye başlanmış, bu yel değirmenlerinin
sonu da o gün gelmiş. Giderek Datça kırsalında değirmenlerin dönen pervaneleri
dönmez olmuş artık ve sonunda hepsi birer yıkıntıya dönüşmüşler ve çıkıp
gitmişler Datçalının hayatından sonsuza dek.
(DEVAM EDECEK)
Dipnotlar:
(1)
Yusuf Ziya Özalp, Datça Kazan Betçe Kepçe; Datça Belediyesi Kültür Yayınları;
1.Baskı-Ağustos-2019-İstanbul; sayfa: 74-75
(2)
Tuhfezadeler ve Mehmet Ali Ağa hakkındaki bilgiler için bkz. Horst Unbehaun,
Türkiye Kırsalında Kliyentalizm ve
Siyasal Katılım, Ütopya Yayınevi; l. Basım-Mart 2006; sayfa:83 ve “Datça’daki Mehmet Ali Ağa Konağı yeniden
hayat buluyor” isimli yazı için bkz. https://v3.arkitera.com/v1/haberler/2003/09/13/datca.htm
(3)
Prof. Dr. Ertekin Doksanaltı (Knidos Kazı Başkanı),
Knidos Aslanı; Batının Arkeoloji Yağması; Aktüel Arkeoloji Dergisi; Sayı:
47; bkz. https://www.aktuelarkeoloji.com.tr/knidos-aslani
(4)
Amerikalı Arkeolog İris Cornelia Love’nın kazı başkanlığı
sırasında sürdürülen 2.Knidos yağması ile ilgili olarak bkz. https://www.haberhurriyeti.com/makale/3363295/sedat-kaya/iste-knidos-soygunu-belgeleri
ve https://tarihinhabercisi.wordpress.com/tag/prof-iris-cornelia-love/
(5)
Tuhfazadeler ve Mehmet Ali Ağa hakkındaki bilgiler için bkz. Horst Unbehaun,
Türkiye Kırsalında Kliyentalizm ve
Siyasal Katılım, Ütopya Yayınevi; l. Basım-Mart 2006; sayfa:85
(6) Fotoğraflar, belirtilenler
dışında İ.Fidanoğlu tarafından
çekilmiştir.
Yazan: Hasan Doğan-İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Çok güzel bir belgesel olmuş. Emeğinize sağlık.
YanıtlaSilCok güzel bir yazı. Oraları biz Sagolsun Hasan Dogan arkadasimızın rehberliginde gezmistik.
YanıtlaSilNe mutlu size. Rehberiniz iyiymiş.Bloğumuza olan ilginizin devamlılığı dileğiyle...İF
Sil