KONYA
28 Nisan 2017
İbrahim Fidanoğlu
Giriş
Bozkırın tozlu patikalarında saklıdır hayat. Sıyırdıkça toprağı üstünden
geriye bir Sille türküsü, bir Gesi Bağları tınısı kalır kulaklarımızda. Türkçe
konuşup Helen alfabesiyle yazan; bizimle gülüp bizimle ağlayan insanlar gelir
aklımıza. Sıcak bir yaz gününde bir Yunan kasabasında (belki de Larissa’dır); bir tiyatroda elinde basit
bir tef eşliğinde birkaç yaşlı kadın; arkasında bir o kadar yanık suratlı Yunan
köylüsü; biraz dikkatle dinlenince bir Orta Anadolu türküsünün sözlerini
mırıldanmaktadır; büyük bir ciddiyetle.
Alâeddin Tepesi'nde bahar...
İşte sözleri:
“Şu Sille’den anam gece geçtim
görmedim aman aman aman aman
Görmedim oğlan oğlan oğlan oğlan
oğlan
Acıyı da tatlı anam sular içtim
ölmedim aman aman aman aman
Ölmedim oğlan oğlan oğlan oğlan
oğlan
Ah karaca dillim aman aman aman
aman
Ah nire gidelim oğlan oğlan oğlan
oğlan
Şu Sille’nin anam ortasında
kayveler aman aman aman aman aman
Kayveler oğlan oğlan oğlan oğlan
oğlan
İçer de içer anam serhoş olur
efeler aman aman aman aman aman
Efeler oğlan oğlan oğlan oğlan
oğlan
Ah karaca dillim aman aman aman
aman”
İşte size o “Kapadokya”
havası…
Ağırnas Kaşık Karşılaması demişler ismine; bildiğimiz Sille...
(Youtube'dan alınmıştır.)
Böyle bir ruh haliyle Konya’ya indi uçağımız. Konya, bildiğimiz Konya
değil artık; geniş caddeleri, uydu kentleri, binaya boğulmuş bir ortamda arayıp
da bulamadığımız bir zamanların Meram
Bağları; sabahın erken saatlerinde ulaştığımız binlerce yıllık Konya
tarihinin merkezinde yer alan ve aslında bir höyük olan Alâeddin Tepesi’nde lalelerin dansıyla şallak mallak olduk önce.
Anadolu Selçuklu egemenliğinin timsali olan Kılıçarslan
Sarayı’ndan pek de bir şey kalmamıştı günümüze; sultanların mezarları, sıra
dışı ve eklektik mimarisiyle dikkat çeken Alâeddin
Camisi; hemen alt düzleminde ve Alâeddin
Tepesi’nin karşısında yer alan Karatay
Medresesi ile içindeki müze ilk dolaştığımız mekânlar oldu.
Alâeddin Tepesi'nde lalelerin dansı
Bu da bir başka açıdan; Alâeddin Tepesi
Konya’nın merkezinde…
Alâeddin Tepesi, Konya’nın tarihsel
coğrafyasında bir merkezi tanımlıyor aslında. Şehrin binlerce yıl geriye giden
geçmişinin birçok sırrı bugün dahi bu tepenin derinliklerinde saklı olmalı.
20.yy.a kadar varlığını koruyan ve 1921 yılında Belediye tarafından yıktırılan
bu tepe üzerindeki Eflatun Mescidi,
şehrin erken tarihine tanıklık eden en eski yapılardan biriymiş. Yapı erken
Bizans dönemi kiliselerinden biri olarak inşa edilmiş. Orijinal isminin Hagios Amphilokios olduğu, Türklerin
kiliseyi Platon Kilisesi olarak
adlandırdığı, Osmanlı döneminde kilisenin camiye çevrildiği ve 19.yy.da
kubbesinin üstüne oturtulan bir ahşap kule ile saat kulesi işlevi kazandırıldığı
kaynaklarda belirtiliyor.(1)
Bugün ise tepe, daha çok Anadolu Selçuklu dönemini yansıtan Alâeddin Camisi, sultan türbeleri, saray
kalıntısı gibi mimari yapıların yer aldığı ve lalelerle donatılmış bir
rekreasyon alanı olarak öne çıkıyor.
Alâeddin Tepesi'nin bugünkü görünümü
Eflatun Mescidi; saat kuleli hali; 19.yy.dan kalma bir Berggren fotoğrafından...
Alâeddin Camisi
Alâeddin Camisi'nin turkuaz çinilerle kaplı mihrabı
Dikdörtgen planlı Alâeddin Camisi'nin 40 dan fazla Roma ve Bizans dönemlerine ait devşirme sütunları
Alâeddin Camisi'nin minberi
Zaman içinde dikdörtgen planlı camiye yapılan eklentilerle neredeyse kocaman
bir külliyeye dönüşen Alâeddin Camisi, devşirme mermer
sütunları, kufi yazı ve turkuaz çinilerle çevrili mermer mihrabı ve abanoz
ağacından kündekari ustalığıyla ışıldayan minberiyle dikkat çekiyor. I.Rükneddin Mesud (1116-1156) zamanında
inşasına başlanmış, I.Alâeddin Keykubat
zamanında tamamlanmış (1221). Caminin avlusunda Selçuklu sultanlarından I.Mesud, II.Kılıçarslan, I.Gıyaseddin
Keyhüsrev, II.Rükneddin Süleyman, III.İzzeddin Kılıçarslan, I.Alaeddin
Keykubat, II.Gıyaseddin Keyhüsrev, IV.Rükneddin Kılıçarslan ile III.Gıyaseddin Keyhüsrev’in mezarlarının
bulunduğu türbeyle I.İzzeddin Keykavus’un
adına yaptırılan tamamlanamamış bir başka türbe bulunuyor. Şu sıralar caminin
ve çevredeki diğer yapıların restorasyonları sürdüğü için buraları ziyaret
etmek mümkün değil. Sadece caminin içine girme fırsatımız oldu.
Alâeddin Tepesi'nde renk cümbüşü
Alâeddin Camisi'nin minberi
Restorasyon sürüyor.
Alâeddin Tepesi’nin hemen yan karşısında bulunan Karatay Medresesi ise
Selçuklu mimarisinin benzersiz bir örneği olan mukarnaslı taç kapısıyla dikkat
çekiyor. Ortasında hayat ve ölümü temsil eden bir havuzun bulunduğu kapalı
avlulu yapının duvarları Sille taşından, kubbesi ve tonozları tuğladan inşa
edilmiş. Medrese, Anadolu Selçuklu Sultanı II.İzzeddin
Keykavus zamanında şimdi ortadaki avluya açılan odalardan birinde sandukası
bulunan Emir Celaleddin Karatay
tarafından 1251 yılında yaptırılmış. Günümüzde Çini Eserler Müzesi olarak
kullanılan yapının dersliklerinde sergilenen çini ve seramiklerden özellikle
Selçukluların Beyşehir Gölü’ndeki bir ada üzerinde bulunan Kubadabad Sarayı’na ait insan ve hayvan motifleriyle süslü turkuaz-yeşil-lacivert
renkli çiniler en göz alıcı örnekleri oluşturuyor.
Karatay Medresesi ve Selçuklu taş işçiliğinin benzersiz örneklerinden taç kapısı
Kapalı avlulu medreselere örnek; Karatay Medresesi'nin avlusu
Karatay Medresesi'nin duvarlarında yer alan çini örnekleri
Günümüzün Çini Eserler Müzesi; Karatay Medresesi
Avluya açılan odalardan birinde yer alan Emir Celaleddin Karatay'ın sandukası
Kubadabad Sarayı'nda yer alan çinilere örnekler; hayvan desenleri...
Kubadabad çinileri; çinilerde yer alan insan desenleri
bu da bir diğeri...
Karatay Medresesi'nin kapalı avlusunda yer alan havuz
Karatay Medresesi'nin kubbesinde yer alan çiniler
Karatay Medresesi'nin taç kapısı; 20.yy.başları
Alâeddin Tepesi'nden ayrıldıktan sonra, medreseleri ararken Konya sokaklarında; birden karşımıza bir kilise çıktı. Kilise kapalıydı o anda. Biz dışarıdan fotoğraflarını çekerken bahçe kapısını açan bir bayan görevli, bize istersek kiliseyi gezebileceğimizi söyledi. Kendisi Türk değildi; galiba Romendi. Ancak oldukça iyi ve anlaşılır bir Türkçe konuşuyordu. Kendisi bizi içeri davet etti. Kilisenin adı Aziz Pavlus Kilisesi idi ve 1910 tarihini taşıyordu. 20. yy.başlarında Fransız misyonerler tarafından yaptırılmıştı. Kadın görevli, Kentte bulunan 20-30 civarındaki yabancıya ibadet imkanı sağladıklarını; kilisenin papazının bulunmadığını, 15 günde bir Pazar günleri Ankara'dan ayin için din görevlisinin geldiğini belirtti. Tek nefli bir yapı olan kilisenin içinde Konyalı Azize Aya Tekla ve yine Erken Hristiyanlık döneminde Konya'da bulunan Aziz Pavlus'un öğrencisi ve arkadaşı olan Aziz Timoteus'un tabloları dikkat çekiciydi. Bir süre kilise görevlisinin açıklamalarını dinledikten sonra kiliseden ayrıldık.
Konya Katolik Aziz Pavlus Kilisesi
Aziz Pavlus Kilisesi'nin içinden bir görünüm
Kilisedeki Meryem Ana Heykeli
Konyalı Azize Aya Tekla
Lystra'lı (şimdi Hatunsaray) Aziz Timoteus
İnce Minareli Medrese; Temmuz-1907; Gertrude Bell fotoğrafı
(http://gertrudebell.ncl.ac.uk/photos_in_album.php?album_id=9&start=240)
İnce Minareli Medrese; minaresi yıkılmadan önce; 1901'de yıldırım düşmesi sonucunda üst bölüm yıkılmış.
İnce Minareli Medrese
Medresenin göz alıcı taç kapısı
Taç kapının üstündeki düğüm motifi
Medresede sergilenen taş eserlerden biri; çift başlı Selçuklu Kartalı
bir diğeri...
mermer sandukalar
Kanatlı Melek kabartması
Müzede yer alan Selçuklu dönemi taş işçiliğinin en güzel örneklerinden...
İnce Minareli Medrese; yandan bakış...
Taç kapıya son bakış
Yakınlardaki bir diğer yapı; Sırçalı Medrese de Anadolu Selçuklu
dönemi eserlerinden; ancak Karatay ve İnce Minerali Medrese’nin tersine bu yapı
açık avlulu bir medrese düzenine sahip olmasıyla dikkat çekiyor. Özellikle bu
yapı, daha önceki yıllarda Orta Asya’da; Özbekistan’da gördüğümüz açık avlulu
medreselerin çok benzeri bir yapı olarak göründü bize. Özellikle çoğu tahrip
olmuş olsa da avlu düzleminden basamakla erişilen ortadaki eyvanı çepeçevre
saran turkuaz rengi çinileri, eyvanın iki yanındaki kubbeli derslikleri ve
ortadaki hayat havuzuyla öne çıkan yapının çini işçiliği nedeniyle Sırçalı Medrese olarak adlandırıldığı
kaynaklarda belirtiliyor. Medrese, II.
Gıyaseddin Keyhusrev döneminde; 1242 yılında Bedreddin Musli tarafından fıkıh ilmi okutulmak üzere yaptırılmış.
Açık avlulu medreselere örnek; Sırçalı Medrese ve eyvanı
Medreseye adını veren sırça çiniler
Medresenin derslikleri
Sırçalı Medrese'nin taç kapısı
Sırçalı Medrese; açık avlu
Sırçalı Medrese çinilerine örnekler; giriş bölümü
Sırçalı Medrese eyvanı; eski zamanlar...
Sırçalı Medrese; taç kapı; 20.yy. başları
Sahip Ata Camisi; taç kapı ve tek kalan minare
1871 yılında yeniden yaptırılan mütevazı caminin girişi
Sahip Ata Camisi'nin içi
Çinilerle kaplı mihrabı
Mihrap; yakından...
Sahip Ata Camisi'nin içinden bir görünüm; kadınlar mahfili
Caminin hemen yakınlarında yer alan Arkeoloji Müzesi de Konya’da
kaldığımız bir günlük sürede uğradığımız yerlerden biriydi. Arkeoloji Müzesi, özellikle Sidemara tipi Roma Dönemi lahitleriyle
öne çıkan bir müze. Tabii ki; Çatalhöyük,
Karahöyük, Erbaba ve Süberde
kazılarından elde edilen buluntular; pişmiş toprak kaplar, obsidiyen ve çakmak
taşından yapılmış ok ve mızrak uçları, üzüm salkımı şeklinde kandiller, hayvan
biçimli kaplar, bronz halkalar ve silindir mühürler de müzenin prehistorik
eserler bölümünde sergileniyor. Ayrıca Bizans Dönemi kiliselerinin taban
mozaiklerinden örnekler, avludaki mezar stelleri, Roma Dönemi eserleri içinde
bir Poseidon heykeli, Aziz Pavlus’un ziyaret ettiği şehirler; İconium
(Konya), Lystra ve Derbe yazıtları dikkat çekiyor.
Konya Arkeoloji Müzesi; avludaki aslanlar ve diğer antikite
Roma dönemi Sidemara tipi Herakles Lahti
Sidemara tipi bir başka lahit
Tanrıça İştar figürini
Banyo kabı; bir tür küvet...
Karahöyük buluntularına örnekler
Üzüm salkımı şeklinde kandiller
Daha farklı yapıda bir kandil örneği
Obsidiyen malzemeden yapılmış süs eşyası; ayna...
Obsidiyen ok ve mızrak uçları
bir tür süzgü
Girlandlı bir Sidemara lahti örneği
Ölen kişiyi yakınlarıyla tasvir eden hüzünlü bir sahne
Konya’nın kadim mezarlığı Üçler
Mezarlığı yakınlarındaki bir Konya Mutfağı lokantasında yenilen öğle yemeği
sonrasında Konya şehir merkezindeki son uğrağımız Mevlana Türbesi ve Müzesi oldu. Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlana Dergâhı’nın yerinde Anadolu Selçuklu Devleti’nin hüküm
sürdüğü zamanlarda Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi varmış. Mevlana’nın babası Sultanü’l
Ulema Bahaeddin Veled’e devrin hükümdarı I. Alâeddin Keykubat tarafından bu bahçenin hediye edildiği, kendisinin
12 Ocak 1231 tarihinde vefatı sonrasında gül bahçesine ilk kez Bahaeddin Veled’in gömüldüğü; oğlu Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin 17 Aralık
1273’de vefatı sonrasında ise onun da aynı bahçeye defnedildiği ve Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in izniyle bu mezarların üzerine Yeşil Kubbe (Kubbe-i Hadra) denilen türbenin yaptırıldığı
kaynaklarda belirtiliyor. Türbenin 19.yy.a kadar eklentilerle devam eden inşa
süreci, 1926’da dergâhın Mevlana Müzesi
olarak yeniden düzenlenmesiyle yeni bir evreye girmiş. Müzenin yayıldığı alan,
bugün 18 dönüme ulaşmış durumda. Türbenin çevresindeki alan, dikilen yeni
güllerle büyük bir bahçeye dönüşmüş yeniden.
Önde Selimiye Camisi; arkada Mevlana Türbesi ve Müzesi
Müzenin avlusuna “Dervişan Kapısı”
adı verilen bir kapıdan giriliyor. Avlunun kuzey ve batı kıyısında derviş
hücreleri, güney yönünde ise Matbah(2), Hürrem Paşa(3) Türbesi ve Üçler
Mezarlığı’na açılan Hamuşan
(Susmuşlar) Kapısı yer alıyor.
Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa(4), Fatma Hatun(5) ve Hasan
Paşa(6) türbeleri;
onların yanında ise semahane ve mescit bölümleriyle Mevlana ve aile fertlerinin mezarlarının da yer aldığı türbenin ana
binası bulunuyor.
Mevlana Türbesi'nin avlusunda yer alan şadırvan
Avluya; Yavuz Sultan Selim’in
1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan, Şeb-i Aruz Havuzu ve avlunun kuzey bölümünde yer alan selsebil(7)
isimli bir çeşme ayrı bir renk katıyor.
Mevlana Celaleddin-i
Rumi
Gönüller Sultanı Mevlana
Celaleddin-i Rumi’ye gelecek olursak; her ne kadar onun hakkında söz
söylemeye haddimiz olmasa da; bir başka bakış açısıyla onun yaşadığı çağla ve
gelecekle kurduğu ilişki hakkında, din ve inanç gibi hassas bir konuda
evrenseli yakalamış olmanın yüksek meziyetlerini taşıyan bir insanın kimliğine
dair bazı bilgileri de kaynaklara dayanarak biz aktaralım.
1960'lı yıllarda İran'da düzenlenen bir yarışmayla öne çıkan bir Mevlana resmi
“XIII. yüzyılda en yüksek döneminde, Rum (Anadolu anlayalım) Selçuklu
İmparatorluğu içinde yaşam, hiç olmazsa kentlerde, kolay ve rahattı.
İranlılaşmış bir sarayın ve hükümdarın etkisiyle İranlı kültürün yayılmış
bulunduğu bu kentlerde oturanlar, Farsça söylüyor ve yazıyorlardı. Resmi din,
Selçuklu sultanlarının inançları doğrultusunda, esasları medreselerde
öğretilmekte olan Sünni Müslümanlıktı. Selçuklu medreseleri Müslüman kültürün
en önde merkezleri idiler. Ticaret ve
zanaat, büyük ölçüde Hristiyanların ve Yahudilerin elindeydi; çünkü Selçuklu
Türklerinin özü, savaşçı bir sınıfa dayanıyordu. Bununla birlikte yönetim geniş
düşünceli ve hoşgörülü idi. Bu sebeple; Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar,
uyum içinde bir arada varlıklarını sürdürmekteydiler.”(8)
Mevlana Külliyesi'ndeki şadırvanın arkasından beliren Selimiye Camisi
“İbn Arabî ile Mevlana’nın Anadolu’da uzun süre kalışları bir rastlantı
sonucu değildir; bu iki mutasavvıf, kuşkusuz dönemlerindeki birçok Müslüman
gibi hem uç beyliği, hem değiş tokuş mekanı olan (kültürlerin karşılıklı etkileşimi-İF) mistik ve dinsel oluşum
bağlamında birçok şeyin mümkün olduğu, İslamlaşma süreci içindeki yeni bir
ülkenin kendilerini kaptırmışlardır: Mevlana, kendi değişine göre; kendini Rum
ülkesine gitmekle açıkça görevlendirilmiş (misyon
sahibi-İF) olarak görüyordu. İbn Arabî Türk sultanının bir danışmanının(9) çağrısı üzerine geldi;
burada evlendi ve en değerli müritlerini burada yetiştirdi.”(10)
Mevlana Müzesi'nin bahçesindeyiz.
“İbn Arabî ile Mevlana’nın ikili etkisi, çok açık bir evrenselcilik ruhu
taşıyan ve söylem açısından çok zengin olan dinler üstü söylem açısından çok
zengin olan Anadolu tasavvufunun kökenini oluşturmuştur. Bu gelenek olasılıkla
yalnızca iki büyük sufiye özgü değildir. Daha eski Arap ya da İranlı üstatlarda
da buna rastlanır; ancak Selçuklu, daha sonra Osmanlı dünyasında özellikle
güçlü ve kalıcı etkisi olmuştur. Çünkü buralarda hükümdarlar, derviş
etkinliğinin siyasal iktidarı tartışma konusu yapmaması gibi kesin bir koşulla
sufilere çoğu kez lütufkâr davranmıştır. Ayrıca, bu iki şahsiyet, evrenselcilik
mesajlarını, Orta Asya, göçebe ve Şaman köklerine hala çok yakın olan ve
bunlarla sürekli temas halinde bulunan bir 13.yüzyıl Türk dünyasına
aşılamıştır.”(11)
Mevlana Türbesi'nin giriş kapısı; en yukarıda Mevlevi sikkesi
Mevlana'nın kabri
Türbenin içinden...
Şems-i Tebrizi, bu sosyal iklim içerisinde; bir gece ansızın Konya’dan ayrılır. Şems-i Tebrizi’nin gidişiyle Mevlana kendinden geçer, yemeden içmeden
kesilir; büyük bir üzüntü içindedir. Sonunda oğlu Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems’i Şam’da bularak büyük ricalar eşliğinde yeniden
Konya’ya getirirler. Konya’da bir müddet barış havası eser; ortalık durulur, Mevlana ile Şems-i Tebrizi yine gözlerden uzak; eski ilişkilerini sürdürürler.
Kısa bir süre sonra dervişler ve ikinci oğlu Alaeddin’in de içlerinde yer aldığı belli bir muhalif zümre, Tebrizli Şems’e karşı yeniden
hoşnutsuzluklarını belli ederler. Bu can sıkıcı süreç, Mevlana’nın hayatına
dair önemli ayrıntıları aktaran Ahmet
Eflaki’nin anlatımına göre; bir gece Şems-i
Tebrizi’ye karşı yedi kişinin düzenlediği bir suikast ile sonlanır. Tebrizli Şems, hançerlenerek
öldürülmüştür artık.
Mevlana Türbesi
“Ama Mevlana’nın vefatından sonra diller çözüldü, sırlar ifşa edilmeye
başlandı. Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Arif Çelebi devrinin idrak eden derviş
Ahmet Eflaki, Sultan Veled’den naklen, Şems’in kıskanç ve hayırsız yedi kişi
tarafından hançerlendiğini, Sultan Veled’in zevcesi Fatma Hatun’dan naklen de,
cesedinin bir kuyuya atıldığını “Ariflerin Menkıbeleri” adlı eserinde
yazmaktadır. Yine Eflaki’nin kaydına göre Sultan Veled, bir gece rüyasında
Şems’i görmüş, Şems ona cesedinin atıldığı kuyuyu haber vermiş, uyanır uyanmaz
bazı dostlarını yanına alarak, cesedi gizlice kuyudan çıkartmış, Mevlana’nın
Medresesi yakınlarındaki, Medresenin banisi Emir Bedrettin Gevhertaş’ın mezarı
yanına defnettirmişti. Eflaki, böyle bu bilgileri verdikten sonra; sözlerini
“Bu herkesin bilmediği bir sırdır” cümlesi ile bitirmiştir. Evet bu sır,
Mevlana’nın yaşadığı yıllarda, yalnızca Sultan Veled ve birkaç has müridi
arasında kalmış, asla ifşa edilmemiş, ancak Mevlana’nın vefatından sonra
Eflaki’ye söylenmiş, o da bunu eserine kaydetmişti. Mevlana’nın vefatından
sonra Şems’in üzerine türbe yaptırılmış, yine de “burada mezar var” denmemiş, Mevlana’nın
mübarek ruhu incinir diye kimse Şems’in şahadetinden söz açamamış, gerçekleri
bilen dervişler; “Şems kayboldu, burası türbe değil makamdır” deyip geçmişler.”(12)
Mevlana Türbesi; kubbe
Mevlana’nın Anadolu’da ve iç içe genişleyen halkalar şeklinde yayılan yakın ve uzak coğrafyalardaki etkisi, hem yatay hem de toplumun derinliklerine kadar nüfuz edecek dikey bir hareket kabiliyetine sahipti.
“Mevlana, (kendisinden önceki) daha eski tasavvuf geleneklerinin takipçisi olsa
da, onları Anadolu’ya özgü koşullara uyarlamayı başarmakla yetinmemiş, onlara
eşsiz kişiliğinin damgasını da vurmuştur. Ahmet
Eflaki’nin yazdığı Ariflerin
Menkıbeleri’nde (Menakıbü’l-arifin)
Konya halkının bütün toplumsal ve dinsel çeşitliliği içinde Mevlana’nın pırıltısından etkilendiğini
görürüz. Yüksek sınıflar ve hükümdarlar, Mevlana’yı
ve müritlerini, raksa ve musikiye dayanan esrime (kendinden geçme)
uygulamalarından dolayı onları sapkınlıkla suçlayan ulemanın saldırılarından
korumuştur. Tarikatın, zanaatkârlar ve tacirler üzerinde olduğu gibi, yoksul
kesim üzerinde de çok güçlü bir etkisi olmuştur. Son olarak, Mevlana’nın gayrimüslimlerle sürdürdüğü
aralıksız temaslar, karşılıklı hoşgörünün izlerini taşımıştır.”(13)
Mevlana Türbesi; kubbeye doğru...
“Mevlana’nın öğretisi herkese açıktır ve şekilci dışlayıcılıkları aşkın
mistik bir bakış açısı adına dinsel aidiyetleri dikkate almaz. “Yaradanın aşkı
her yerde ve ister Mecusi, ister Yahudi, ister Hristiyan, bütün insanların
üzerindedir” der Mevlana. Tasavvufun kendine özgü bakış açısına göre sıradan
Müslüman da tasavvuf yoluna “ihtida” etmelidir.
…
Mevlana birçok kez kimi Müslüman ileri gelenlerin şekilciliği ve yersiz
üstünlük zihniyetiyle alay eder.
…
Mevlana’nın etkisini duyurduğu ortam, şeyhin gayrimüslim çevresinin
ihtida etmesini de çoğunlukla kolaylaştırmıştır. Tecrit olmuş Hristiyanların
Konstantinopolis’teki patriklik otoritesi ile ruhani bağlarının giderek
gevşediği bir ortamda, bu kadar hoşgörülü bir şeyhin peşinden gitmenin ve
gayrimüslimlerin esnek ve herkese açık Mevlevi öğretisiyle özdeşleştirdikleri
İslam dinini benimsemenin çekiciliği büyüktü. … Mevlevilerin bağdaştırmacı
ruhu, “hakikati arayanların yoluna” girenlerin manevi cemaati içinde biçimsel
dini farklılıkları önemsiz sayma eğilimindeydi ve bu durum ihtidayı
kolaylaştırıyordu. Böylece Anadolu’da Mevlana tarafından başlatılan derviş
tarikatlarının uzlaştırıcı niteliği, fethedilen halklar arasında İslam’ın
başarısının önemli nedenlerinden biri olmuştur.”(14)
Selsebil
Mevlana’nın dinler üstü ve hoşgörü temelli yaklaşımları kendisinden sonraki dönemlerde ortaya çıkan yeni yaklaşımlara bir anlamda kapı açmıştır. Nasıl mı?
“Mevlana’nın davranışlarının sonraki dönemler için önemi saptanmak
istenirse, Eflaki’nin anlatısı boyunca ortaya çıkan önemli bir olguyu göz
önünde bulundurmak gerekir. Mevlana hayattayken, Konstantinopolis’ve ötesine
uzanan Bizans ya da Frank topraklarında, Müslüman tarikatlar ile Hristiyan
manastır çevreleri arasında sıkı temaslar kurulduğu anlaşılmaktadır. Karşılıklı
saygıya dayanan bu ilişkiler ruhani alanda kurulan kardeşlik bağlarını
saptamamızı sağlamaktadır; bu bağlar, 14.ve 15.yüzyıllarda daha büyük ölçekte
gerçekleşecek yakınlaşmaları hazırlayacaktır. Burada Osmanlı dünyasındaki
Bektaşilerin ve Bedreddinilerin bağdaştırmacı ruhunun habercisi olarak
psikolojik ve kültürel iç içe geçişin ilk aşamasına tanık oluyoruz.”(15)
Türbeyi ziyaret edenler
Anadolu Selçuklu Devleti’nin hüküm sürdüğü yıllarda Anadolu’da nüfusun çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşmaktadır. O zaman dilimi, bir anlamda yüzlerce yıldır alışık oldukları bir yaşamın dönüşümü arifesinde, toplumsal katmanları iliklerine kadar sarsacak olaylarla doludur. Bizans’ın ve arkasından Moğol akınlarıyla yıpranan Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküş sürecine sürüklenmesi; bu evrede sosyal karışıklıkların da baş göstermesine; toplumsal kalabalıkların büyük umutsuzluklar içinde felaketlere doğru sürüklenmesine yol açar. Moğol akınları sonrasında ortaya çıkan iktidar savaşları sırasında Anadolu Babai İsyanları’yla sarsılır. Bu dönemde Anadolu topraklarında gelişen Muhyiddin İbn Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi ulu fikir önderlerinin liderlik ettiği bağdaştırmacı anlayışlar, bu toplumsal kargaşa ve alt üst oluşlar evresinde Anadolu halklarına yeni ümitler ve hedefler sunar.
Mevlana Müzesi'nden bir köşe
“Ticaret ya da başka nedenlerle Bizans ve Selçuklu devletleri arasındaki
sıkı temas, iki dünyanın etnik olarak iç içe girmiş olması, karşılıklı
tanışıklığı ve birçok ortak değer paylaşma bincini hızla geliştiriyordu.
Mevlana, manevi etkisiyle birçok ihtidaya yol açmış olsa bile, ne Mevlevi
zihniyeti ne de genel olarak derviş zihniyeti basit bir misyonerlik hareketine
indirgenemez. Birçok gayrimüslim kendi dinlerini terk etmeden ve bunu yapmaya
zorlanmadan tarikatla ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bu durumun en bilinen
örneği Konya yakınındaki Eflatun Manastırı’dır (Deyr-i Eflatun); buradaki keşişler kalıcı bir İslam-Hristiyan
uzlaşması başlatmışlardır. Mevlana sık sık dua etmek için manastıra gelir ve
onun çile marifetlerine tanık olan başpapaz, kendi dinini korumakla birlikte
onun kutsal kişiliğini ve mesajının doğruluğunu kabul eder.”(16)
Şems-i Tebrizi’nin katlinden sonra Mevlana
adeta çılgına döner; hayata küser; ancak sonunda onun geri gelemeyeceğine kanat
getirerek yeniden derslerine ve dostlarının arasına döner. Hayatının sonuna dek
önce müritlerinden kuyumcu Selahattin
Zerkubi (Mevlana, oğlu Sultan Veled’i Zerkubi’nin kızı Fatma Hatun ile
evlendirmiştir) ile; onun ölümünden sonra ise öğrencisi Hüsamettin Çelebi ile yakın dostluk ilişkisine girer. Hüsamettin Çelebi ile beraberlikleri
yaklaşık on yıl kadar ve ölümüne kadar sürer. Hüsamettin Çelebi, Konya yöresinin ahilerinin lideridir. Varlıklı
bir kişidir; onun müridi olduktan sonra Hüsamettin
Çelebi tüm servetini Mevlana’nın
müritleri için harcar. İslam tasavvufunun en büyük eserlerinden olan Mesnevi,
Hüsamettin Çelebi’nin teşvikiyle
yazılır.
Mevlana Külliyesi; avludaki şadırvan
Mesnevi’nin başlangıcında önsöz niyetine “Rahman
ve Rahim Tanrı adıyla” başlığıyla şu ifadeler yer alır:
“Bu kitap Mesnevi kitabıdır. Mesnevi hakikate ulaşma ve yakın sırlarını
açma hususunda din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük
fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık bürhanıdır. Mesnevi, içinde
kandil bulunan kandilliğe benzer, sabahlardan daha aydın bir surette parlar… Kalplere
cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir
tanesine bu yol oğulları Selsebil derler. Makam ve keramet sahiplerince en
hayırlı duraktır; en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yer,
içerler… Hür kişiler ferahlanır; çalıp çığırırlar. Mesnevi, Mısır’daki Nil’e
benzer; sabırlılara içilecek sudur. Firavun’un soyuna sopuna ve kâfirlere
hasret. Nitekim Tanrı da “Hak onunla çoğunun yolunu azıtır; çoğunun da yolunu
doğrultur” demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır; hüzünleri giderir.
Ku’ranı apaçık bir hale koyar; rızıkların bolluğuna sebebolur; huyları
güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır;
temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi Âlemlerin Rabbinden
inmedir: Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından Tanrı onu korur, gözetir;
Tanrı en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevi’nin
bunlardan başka lakapları da var, o lakapları veren Tanrı’dır. Fakat biz bu az
lakapları anarak sözü kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tane
büyük bir harmana delalet eder.”(17)
Mevlana Türbesi'nin karşısında yer alan tarihi Üçler Mezarlığı
Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlana yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştur. 17 Aralık 1273’de Hakk’a yürür. Mevlana’nın bu âlemden ayrıldığı gün olan 17 Aralık, onun için bir düğün gecesi gibidir; çünkü bitmez tükenmez bir aşkla bağlandığı sevgili Tanrı’sına kavuşacaktır; bu nedenle yüzyıllar boyunca; Mevlana’nın öğretileri doğrultusunda 17 Aralık gecesi, Şeb-i Aruz; yani düğün gecesi olarak anılır ve evrensel boyutlara taşıdığı düşüncelerinin ışığında o günden beri hatırası yaşatılır.
Mevlana'nın Gül Bahçesi'nden Alaeddin Tepesi'ndeki lale bahçelerine
Böyle bir adam yaşamıştı bu topraklarda yaklaşık 800 yıl önce. Bugünkü yaşadığı
topraklarda; reel hayat içinde ondan ne kaldı? Her yıl düzenlenen Şeb-i Aruz törenlerinde her yıl tekrarlanan ritüel sonrasında herkes görevinin başına döndüğünde; hayat yine eskisi gibi kendini tekrarlamaya devam ediyor. Birbirini suçlamalar, bitmek bilmeyen kavgalar; hoşgörüyle başlayıp hoşgörüyü unutan cümleler... Oysaki
ne derdi üstat:
“Başkalarının kusurunu örtmede
gece gibi ol.”
Ama ne yazık ki, tüketmekle şartlandırılmış; nefsinin esiri olmuş; kısır
döngülerin içine hapsolmuş zavallı insanoğlu, artık öyle bir noktaya gelmiş ki;
kendinden başka kimseyi görmez; kimseyi dinlemez ve anlamaz olmuş. Evrenin
merkezini hep kendi sanmış. Ölüm geldiği zaman; her şey geçmiş olacak ve bütün bir
hayat berhava olup uçup gidecek. Yazık; çok yazık…
Arap sümbülleri; Alaeddin Tepesi
Şimdi gitmek zamanıdır Konya’dan; Sarı
Selim’in 16.yy.da yaptırttığı Selimiye
Camisi’nin önündeki meydanlıkta mehter havaları çalınıyor. Bangır bangır
vurmakta davul; ahali ise kös dinlemekte kös…
İçselleşmeyen felsefeden ne hayır gelir ki millete. Her şeyi biçime indirgeyince
giyilen elbiseler öne çıkıyor nedense.
Ne demişti yine üstat:
“Nice insanlar gördüm üzerinde
elbisesi yok
Nice elbiseler gördüm içinde
insan yok…”
Bize düşen ise, Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin
yedi öğüdünü bir kez hatırlatmaktır kendimize; başkasına değil asla…
“Cömertlik
ve yardım etmede akarsu gibi ol,
Şefkat ve
merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının
kusurunu örtmede gece gibi ol,
Hiddet ve
asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve
alçakgönüllülükte toprak gibi ol,
Hoşgörülükte
deniz gibi ol,
Ya olduğun
gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
Mevlana
Konya’dan Sille’ye doğru; yolumuz manastırlar ve Erken Bizans Dönemi
kiliseleriyle dolu Karamanlı coğrafyasına doğru…
Bambaşka hikâyeler; bambaşka yolculuklar…
Beynimizde bir türkü;
“Şu Sille’den gece geçtim;
görmedim annem
Acı tatlı sular içtim; ölmedim
annem
Cahil idim kıymatını bilmedim
annem
Şu Sille’nin ortasında kahveler
annem
İçmiş içmiş serhoş olmuş efeler
annem
Amanın Sille Amanın Sille;
çektiğim çile çektiğim çile”
Bu da Bedia Akartürk’ün yorumu ile dinlediğimiz hali…
(Youtube'dan alınmıştır.)
(Youtube'dan alınmıştır.)
(DEVAM EDECEK)
Dipnotlar
(1) İslam
Ansiklopedisi; Eflatun
Mescidi maddesi bkz. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c10/c100420.pdf
(2) Matbah: Dergâh mutfağı; tarikata yeni katılan müritlerin ilk sınandığı
mekândır.
(3) Hürrem Paşa, Fatih Sultan Mehmet döneminde Rumeli Beylerbeyi olan Bosnalı İskender
Paşa’nın oğludur. Kendisi Karaman Beylerbeyi iken, bir Türkmen ayaklanmasını
bastırmak için gittiği Kayseri yakınlarındaki Kurşunlu Boğazı’nda öldürülmüş ve
Mevlana Türbesi’nin avlusuna gömülmüştür.
(4) Yusuf Sinan Paşa, aslen Gürcü olup daha sonra Müslüman olmuş; Karaman Beylerbeyi olarak
görev yapmış; II. Selim döneminde vefat ettiğinde ise, yine Mevlana Türbesi’nin
avlusuna gömülmüştür.
(5) Fatma Hatun; Karaman Beylerbeyi Murat Paşa’nın kızı olup 1585 yılında öldüğünde
Mevlana Külliyesi’nin avlusuna gömülmüştür.
(6) Hasan Paşa; Karaman Beylerbeyliği yapmış; II. Selim’in kızlarından Şah Sultan ile
evli; 1573’de ölünce yine bu avluya defnedilmiş.
(7) Selsebil: İsmi Kuran’da geçen; cennetin pınarlarından birinin ismi ya da sıfatı
(Kaynak: İslam Ansiklopedisi)
(8) Irene Melikoff, Hacı Bektaş, Efsaneden Gerçeğe; Cumhuriyet Kitapları,
Eylül-1998; sayfa: 60-61
(9) Selçuklu sultanları I.Gıyaseddin Keyhusrev
ve onun oğlu I. İzzeddin Keykavus’un danışmanlarından olan bu kişi Mecdeddin İshak’tır. Zamanının önemli tasavvuf
simalarından biri olan Mecdeddin İshak, aynı zamanda Muhyiddin Ibn Arabî’nin müridi ve tefsircisi olarak tanınan
Sadreddin Konevi’nin de babasıdır. Kaynaklara göre; ölünce İbn Arabi’nin
Mecdeddin İshak’ın dul eşi ile evlendiği rivayet edilmektedir.
(10) Michel Balivet, Şeyh Bedrettin; Tasavvuf ve İsyan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları
94-2000; sayfa:2
(11)Michel Balivet, a.g.e; sayfa:2
(12) Mehmet Önder, Mevlana; Hamdım Piştim Yandım; Ajans-Türk Kültür Yayınları Serisi-3;
sayfa: 64
(13) Michel Balivet, a.g.e; sayfa:9
(14) Michel Balivet, a.g.e; sayfa:9-10
(15) Michel Balivet, a.g.e; sayfa:15
(16) Michel Balivet, a.g.e; sayfa:16-17
(17) Mevlana, Mesnevi-I; Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak); Gözden Geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı;
Doğan Kitap; 1.Baskı-Eylül 2007; sayfa: 5
(18) Fotoğraflar yazıda
belirtilenler dışında İF tarafından çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder