16 Ocak 2013
İbrahim Fidanoğlu
Yağmur baskısı altında,
sabahın erken saatlerinde İzmir’den Belevi yönüne doğru yola çıktık. Bugünkü
amacımız; İlkçağ’da Ana Tanrıça Meter’e adanmış ve onun adıyla anılan Metropolis’in
kutsal dağı Gallesion yada Alaman Dağı’nın arka yüzündeki Bizans
döneminden izler saklayan ve Manastır Mevkii olarak da bilinen
vadilere doğru yürümekti.
İzmir – Aydın otoyolunu
takiben ulaştığımız Belevi’de; meydanındaki kahvehanelerden birinde ardı ardına
gelen sıcak çaylarımızın eşliğinde İzmir’den getirdiğimiz simitler ve Tire’den
aramıza katılan Hasan Hoca’nın getirdiği çamur
peynir ve balla güçlü bir kahvaltı yaptık. Saat 9.30 civarında Belevi’den ayrılarak, Kemalpaşa Nif
Dağı eteklerinden bu yöne doğru akıp gelen ve şimdi sanayi atıkları nedeniyle
simsiyah akan Fetrek Çayı’nı aştık ve Sağlık Köyü yoluyla Batı yönündeki
Ahmetli Köyü’ne doğru yöneldik.
Geçen hafta içindeki
şiddetli yağmurlar nedeniyle tarlalar çamur içindeydi. Zeytinköy sapağına yakın
konumda; bir pancar tarlasının yanındaki bir cebe arabamızı park ederek saat 10
gibi yürüyüşümüze başladık. Geçen yıl Mayıs ayında oldukça sıcak bir günde,
Gallesion’a doğru bir yürüyüş daha yapmış ve otoyol üstündeki benzin
istasyonunun hemen üzerinde yer alan eski zamanlardan kalma bir mermer ocağına
kadar yürümüştük. Orada, bir sunak alanını andıran mermer ocağının çekirdeğini;
keçileri ve koyunları için bir ağıl haline dönüştürmüş Mehmet Ali Amca ve eşi
ile tanışıp çaylarını içmiştik. Daha sonra orman içine dalıp, biraz daha
zirveye yaklaşmış; ancak sıcak nedeniyle daha fazla gidemeyip geri dönmüştük.
Bu defaki yürüyüş
rotamızı, hedefimiz olan Manastır Mevkii’ne doğru düzenledik. Ahmetli’den
Zeytinköy’e doğru giden tali asfalttan bir süre sonra ayrıldıktan sonra geçen
yıl yürüdüğümüz tarlaların yanından ilerleyen toprak yola saptık. Geçen yıl
domates ekili alanlar, şimdi pırasa ve lahanalarla kaplıydı. Demek ki, yılda en
az iki kez ürün kaldırıyorlar diye düşündük. Bu yılki yürüyüşümüzde, ikinci yol
ayrımından sola değil, sağa doğru saptık. Yol boyunca zeytinliklerde zeytin
silken köylülerle karşılaştık.
Piren Yabani kereviz (Baldırgan)
Vadiye girdikçe, Zeytinköy yolu görüş alanımızdan uzaklaştı. Vadinin yamaçlarında hâkim bitki örtüsü ağırlıklı olarak zeytinlikler, deliceler ve pırnar meşeleriydi. Zaman zaman kırmızı gövdeleriyle sandal ağaçları, ağaç çilekleri, keçi geveşleri, sarı-kahverengi görüntüleriyle “piren”ler ve geçen hafta Şirince rotasında da gördüğümüz kırmızı meyveleriyle dikkat çeken “zilcan”lar ve yabani hanımelleri dikkat çekiciydi.
Yabani hanımeli Zilcan
Bunlara ilave olarak; yaprakları ve taze filizleri haşlanıp, salata
olarak tüketilen yabani kerevizler yada “baldırgan”lara,
kuşkonmaz yada “tilkicek”lere,
baharda kartopunu andıran bembeyaz çiçekleri ile göz alan, bundan dolayı da kartopu adıyla anılan ve bahçe
peyzajında sıkça kullanılan çalılıklarla da karşılaştık.
Kartopu Keçi geveşi
Ama bitki örtüsü açısından
bizi en çok heyecanlandıran, bodur ardıç ağaçları oldu. Üzerinde olgun halde
kızarmış meyveleri ve sipsivri dikensi yaprakları ile dikkat çeken bodur
ardıçların bir diğer ismi de andızdı. Meyvesinden tattık ve andız pekmezini
hatırladık.
Bodur ardıç (andız) Adını bilemedik
Yürüyüş güzergâhında
yükseldikçe zaman zaman terk edilmiş taş ve kerpiç kulübelerle karşılaştık.
Bunlardan fotoğrafladığımız ilki oldukça sağlam durumdaydı. Hemen arkadaki
zeytinlik alanda çalışan köylüye selam verdikten sonra, yukarı doğru tırmanışa
devam ettik.
Selçuk yönünden Alaman
Dağı’nın Batısındaki vadileri aşarak gelen ve üstümüzden geçerek, İzmir’e doğru
ilerleyen yüksek gerilim hatlarının; yeni yapılmış dev gibi direklerinden
birinin yanından geçtik. Direkten hiçbir ses gelmiyordu. Bu sistemin gayet iyi
çalıştığının bir göstergesiydi. Biraz ilerde kısmen yıkık haldeki ikinci
kulübeye eriştik. Yürüyüş rotamız, bu esnada yaklaşık olarak Güney Doğu yönüne
doğruydu. Tepeyi aşınca sola ve sağa doğru ayrılan bir yol çatısına geldik. Bu
noktada Manastır alanı olarak tanımlanan; yakın zamana kadar da hayvanlar için
ağıl olarak kullanılan ve Doğu yönünde hafif meyilli açık bir alana doğru
ilerleyen sağdaki yola girdik.
Güzergâhdaki ikinci kulübe
Zeytinlikler içinde
ilerleyen patika yol boyunca yürüdük. Sağımızda kireç taşı kayalık zeminler
vardı; onları sağımızda bırakarak devam ettik. Sağımızdaki yamaçta yıkıntılarla
kaplı bir alan, ileride ağıl olarak kullanıldığı belli olan, taşlarla çevrili
bir avlu ve en önemlisi; belki de çobanların gecelediği, içinde bacasının
yarısı göçük halde bir ocak ve duvar içinde örneğin gaz lambası koymaya müsait
nişlerin de bulunduğu bir kulübe vardı.
Manastır mevkiindeki iki odalı yapı
Kulübe; iç içe iki odadan oluşuyordu ve
çatısı tamamen yıkılmış haldeydi. Yapı taşı olarak kullanılan malzemeler
içinde, çok eski zamanlardan kalma tuğlalar dikkatimizi çekti. Özellikle kısmen
yıkık haldeki bacada kullanılmış tuğlalardan bir kısmı bu türdendi.
Yapıda ocak ve lambalık Kapının arkasında gezgin
Kulübeden biraz ileride
eğimli arazinin yukarısında; kısmen makilerle kaplı bölgede, geniş bir alana
yayılmış yıkıklık, bu alanın yer üstünde dikkat çeken en büyük yapısı
olmalıydı. Ama sonuç olarak neye benzetmeye çalışırsak çalışalım, bizim
kafamızdaki; en azından Bafa Gölü’nün arka dünyasında yer alan manastır
yapılarından kalmış harabeleri andıran somut bir şey görememiştik. Yol boyunca
gördüğümüz köylülere de sorarak teyit ettiğimiz alan burasıydı; ancak yüzeyde
görebildiğimiz tüm yapılar ve onlara ait yapıtaşlarının hepsi aşağı yukarı bu
kadardı.
Yapıda kalın tuğlalar Ocak ve bacası
Metropolis Antik Kenti, Bizans döneminde;
yaklaşık olarak İ.S. 6 yy.lar civarında bir piskoposluk merkezi haline
gelmişti. İ.S. 7-8.yy.larda Efes’i tehdit eden ve zarara uğratan Arap
istilasının Metropolis’i etkileyip etkilemediğini ve Anadolu’nun birçok yerinde
Araplardan korunmak için inşa edilmiş olan kalelerin burada yapılıp yapılmadığını
bilmiyoruz.(1)
Kent, yaklaşan Türkmen
akınlarını savuşturmak adına giderek kaleleşmiş, bu bölgede Keçi Kalesi gibi
gözetleme kaleleri yardımıyla da savunmasını güçlendirmişti.
İki odalı yapı ve gezgin
Metropolis kenti ile
ilgili yayınlarda; Bizans Dönemi’ndeki yazılı kayıtlara göre Metropolis’in
sırtını dayadığı Gallesion Dağı’nda, büyük imparatorluk manastırlarının
varlığından söz edildiği, ancak günümüze kadar bu manastırların hiçbirinin
yerinin belirlenemediği belirtilmektedir. Yine bu kaynaklarda; Efes ile Metropolis
arasında, sütunlar üzerinde kırk bir yıl yaşayan ve 1054 yılında ölen Aziz
Lazarus’un Gallesion Dağı’nda yaşadığı sütunların dikili olduğu yerlere
üç manastır yapıldığı, 46 keşişin bulunduğu bu manastırlara imparatorluğun bir
çok yerinden hacıların ve müritlerin geldiği söylenmektedir.(2)
Sonuç olarak;
Hristiyanlık tarihinde önemli yer tutan bu dağ ve ardındaki manastırlar
dünyasından günümüze kalan pek bir şey bulunmamaktadır. Türkmen akınlarıyla
hırpalanan bölgede; Aydınoğulları’nın egemenlik kurması sonrası, keşişler
buralardan uzaklaşmış ve manastırlar da yağmalanıp yıkılmış olmalıdır.
Manastır Mevkii'nde yıkık bir yapı
Manastır Mevkii’nden
tekrar geldiğimiz yolu takip ederek, Gallesion’a doğru tırmanışımıza devam
ettik. Solumuzda çınarlarla kaplı bir sel yatağının iki yamacında köylüler
zeytin silkiyorlardı. Sel yatağının düzlüğe ulaştığı noktada; vadi yukarı doğru
tırmanarak, sık makilikler içinde kaybolup gidiyordu. Biz, dere yatağını aşıp
sola doğru devam ettik. Gallesion, karşımızda duruyordu.
Önümüzdeki düzlüğe çıkınca solumuzda çobanların kullandığı bir başka kulübeler
kompleksi ile karşılaştık. Düzlüğün hemen altında ise; biraz önce üzerinden
geçtiğimiz dere yatağına doğru ilerleyen, taş örgülü ve oldukça uzun bir temel
hattı dikkat çekiyordu.
Tepedeki bir yapının yıkıntıları-eski ağıl
Düzlükte yol bitmişti.
Patika yoktu. Bir anda kala kaldık. Elimizdeki krokiler paftalar hiç birisini
kullanamamıştık. Gallesion’un zirvesine bu yönden yaklaşma imkânımız, önümüze
çıkan uçurum nedeniyle hemen hemen yoktu. Sola doğru yürüyüp uçurumun
etrafından dolaşmamız, yolumuzu oldukça uzatacaktı. Aramızda değerlendirme
yapıp yürüyüşü bu noktada sonlandırmaya ve geldiğimiz yoldan Ahmetli’ye dönmeye
karar verdik.
Tepedeki son kulübe
Toplamda yaklaşık 3,5
saatlik bir yürüyüş yapmıştık. Yürüdüğümüz mesafe ise takriben 13 km. kadardı.
Ahmetli – Zeytinköy sapağında bıraktığımız arabamıza binerek Zeytinköy yönünde
bulunan, doğal yaşam alanı Gebekirse Gölü’ne doğru hareket
ettik.
Zeytinköy’e doğru
yaklaşırken, uzaktan; Güney Doğu yönündeki vadinin ötesinde Gebekirse
Gölü ve Güney Batı yönünde ise Pamucak plajları göründü. Gölün su
miktarı fena değildi. Son yağmurlar, gölü beslemiş görünüyordu. Zeytinköy –
Selçuk kara yolundan toprak yola girerek, tepeye doğru tırmandık. Karşımızdan
gelen bir traktör bize yol verdi; selamlaştık. Tepeyi aşınca gölle karşılaştık.
Kıyıdaki okaliptüs ağaçlarının arkasından; üzerinde bir sürü ördek, karabatak
benzeri su kuşunun yüzdüğü göl, karşı kıyıda yer alan tepelerin eteklerine
doğru uzanıp gidiyordu.
Gebekirse gölü
İnsanı serseme çeviren
şiddetli lodosun hâkim olduğu bir ortamda; makiliklerin arasında kuytu bir
alana sokulup yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri yere yayarak, göle hâkim bir
noktadan manzarayı seyrede seyrede öğle yemeğimizi yedik. Zeytinköy’ün;
sırtımızı verdiğimiz tepenin ardındaki mahallesinden gelen birkaç köylü,
köpekleriyle yanımızdan geçip gittiler. Okaliptüsler ve zeytin ağaçları,
lodosla birlikte sürekli eğilip eğilip kalkıyorlardı. Yemeğimizi bitirdikten
kısa bir sonra Gebekirse Gölü’nü arkamızda bırakıp Selçuk’a doğru hareket
ettik. Yolun iki yakası boyunca uzanan nar bahçelerini su basmıştı. Küçük
Menderes ırmağının denize doğru akışına ters yönde; Selçuk Kalesi’ne doğru yöneldik.
İzmir –Aydın karayolu
üzerinde yer alan Ahmet Ferahlı Parkı’nda
verdiğimiz kısa bir mola sonrası, güne başladığımız Belevi’ye dönmek üzere yeniden
yola çıktık. Belevi’ye ulaştığımızda, akşamın alaca karanlığı yavaş yavaş
çökmüştü. Günün kritiğini; bir yandan içtiğimiz akşam çaylarının eşliğinde
yaparak, güne son noktayı koyduk. İzmir’e doğru yola çıktığımızda hava iyice
kararmış ve gün boyu lodosla doygunluğa ulaşan hava neredeyse patlamak
üzereydi. Bir yürüyüş programımızı daha gerçekliğe dönüştürmüş olmanın huzuru
içinde İzmir’e dönmüştük.
Dipnotlar:
(1) Metropolis Ana Tanrıça
Kenti; Prof. Dr. Recep Meriç; MESEDER; 2003; sayfa:76
(2) a.g.e; sayfa 76 ve 79
Yazan ve Fotoğraflayan: İbrahim
Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC
Güzel bir parkumuş. Anlatım için teşekkürler.
YanıtlaSil