İbrahim Fidanoğlu
Patras’a
doğru
Korint kanalı kıyısında
yediğimiz öğle yemeği sonrası Patras’a doğru hareket ettik. Zaman
zaman Korint Körfezi’nin güney kıyısı
boyunca sıralanmış turistik kıyı kasabalarından geçtik. Yolda Kalavrita
kasabasının sapak levhasına rastladık. Güneye, Peloponnes yarımadasının
içlerine doğru inen yol, dağlar arasında yer alan bu kasabaya uzanıyordu. Kalavrita,
Yunanistan’ın bağımsızlık savaşının başlangıcı kabul edilen 21 Mart 1821’de bu
süreci tetikleyen olaylardan birisi olan Aya Lavra Manastırı’na Yunan
bayrağının çekildiği gün ile ün salmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise Nazilerin
gerçekleştirdiği büyük bir katliam ve bu manastırın yakılışı, bu kasabanın
hafızasındaki en dramatik olaylardan biri olarak biliniyordu.
Panachaiko Dağı’nın eteklerinde kurulu
Yunanistan’ın üçüncü büyük kenti Patras’a akşamüstü girdik.
Yunanistan’ın Batı’ya açılan kapısı olarak da adlandırılan Patras, kendi adıyla
anılan Ortaçağ’dan kalma kalenin eteklerinden limana doğru uzanan ızgara
planlı; birbirine dik ve paralel caddelerden oluşan bir yeni şehir görünümünde.
Aziz
Nikola ve bağımsızlık savaşının liderlerinden Kolokotroni caddeleri
limana dik olarak uzanıyor. Bu caddeleri dik olarak kesen ve limana paralel
uzanan Mezonos Caddesi üzerinde ise, büyük bir Katolik Kilisesi bulunuyor.
Bu caddeler ve onların kavuştuğu Liman’daki caddenin üstünde capcanlı bir hayat
göze çarpıyor. Şehrin önemli buluşma mekânları da bu caddeler üzerinde yer
alıyor.
Kolokotroni Caddesi’nin sonunda Ortaçağdan
kalma Patras Kalesi’ne çıkan merdivenlere ulaşılır. Merdivenleri
kullanmak istemeyenler, kaleye yönelen sokakları tırmanarak hedefe arabayla da
ulaşabilirler. Depremde yıkılan kale, M.S. 6.yy.da Bizans İmparatoru Justinyanus tarafından yeniden yapılmış.
Kale surlarının dibinden kentin limana doğru uzanan mahallelerine ve Patras
Körfezi’ne doğru bakmak, hele gün batımı da varsa oldukça keyiflidir.
Limandan kaleye doğru
çıkarken, kentin yukarı bölümünde M.S. 2.yy.dan kalma kırmızı tuğlalarıyla
hemen dikkat çeken Roma dönemi Odeon yapısı yer alır. Restorasyon
sonrası açık hava tiyatrosu şeklinde düzenlenen yapıda kentin önemli kültürel
etkinlikleri gerçekleştiriliyormuş.
Kentin merkezi
sayılabilecek, Apollon Tiyatrosu ve ortasında
bir çeşmenin de yer aldığı Kral Yorgo (Georgiou) Meydanı, kentin en hareketli mekânlarından
birisi olarak dikkat çekmektedir. Kentin koruyucusu kabul edilen Aziz
Yorgo (St. George), her Şubat
ayında bir yortuyla anılır.
Kentin en önemli
kilisesi kendine ait (X) şeklinde bir haçın da
bulunduğu Hz. İsa’nın on iki havarisinden biri olan Aziz Andreas’a adanmış 16
kubbeli Agios. Andreas Katedralidir. Kentin doğu yakasında, deniz
kıyısına yakın bir konumda yer alan katedral, bugün Yunanistan’ın en büyük dini
yapısı olarak biliniyor. Aynı anda 5000 kişinin bu kilisede düzenlenen dini
törenlere katılması mümkünmüş. Esas ilginç olan ise; 1908 yılında yapımına
başlanan kilisenin, 1974 yılında ibadete açılmış olması. Bu açıdan hikâyesi, biraz
Barcelona’daki La Sagrada Familia Kilisesi’ni
andırıyor. Atina’daki 1896 Yaz Olimpiyatları’nın açılış törenlerinin yapıldığı Panathinaiko Stadyumu’nun restorasyonunu
gerçekleştiren Yunan Mimar Anastasio
Metaxas bu yapının ilk mimarı olarak biliniyor. Ancak, mimarın ömrü vefa
etmemiş ve katedral, daha sonraki yıllarda ardılları tarafından tamamlanmış.
Patras, yukarıda da
belirttiğimiz gibi tarih boyunca Yunanistan’ın Batı Avrupa’ya açılan kapısı
olarak tanınmış. Kent, aynı işlevi bugün de sürdürüyor. Hem İtalya’ya yönelik
gemi trafiği, hem de kentin hemen yakınlarında bulunan Korint Körfezi’nin iki yakasını birleştiren, 2004 Atina
Olimpiyatları öncesi Yunanistan’ın hayata geçirdiği en prestijli projelerinden
birisi Rio-Antirio Köprüsü ile önemli bir kavşak noktasında yer alan Patras, bunun dezavantajlarını da yaşıyor.
Son yıllarda Patras, Avrupa’nın içlerine yönelik mülteci
akınlarının mutlak uğrak noktası haline gelmiş. 2008’den beri dünyayı kasıp
kavuran ekonomik krizin pençesinden bir türlü kurtulamayan Yunanistan’da, son
yıllarda bu kitle aşırı sağcı politik güçlerin de hedefi olmuş. Özellikle son
seçimlerde ciddi bir başarı elde ederek parlamentoda hatırı sayılır bir
milletvekili sayısına ulaşan aşırı sağcı Altın
Şafak Partisi’nin militanlarının, sokak gösterilerinde esmer derili bu
mültecilere acımasızca saldırıp, Patras
sokaklarından ayaklarını kestiğine dair hikâyeler dinledik. Her şeye rağmen, Patras’da ve özellikle Atina’da; sokak
aralarında dolaşırken, mültecileri yere açtıkları tezgâhlarında bir şeyler
satmaya çalışırken gördüğümüzü de söylemeliyiz. Atina’da mülteciler, genellikle kentin önemli meydanlarından biri
olan Omonia Meydanı civarında
üstlenmişler.
Yerel rehberimizin
anlattığına göre; Altın Şafak militanlarının mültecilere yönelik saldırılarını
yoğunlaştırmadan önceleri, Yunanlar için mültecilerin varlığı giderek rahatsız
edici olmaya başlamış. Atina’da Omonia
Meydanı gibi mültecilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde dolaşmak, yerli
halk için giderek daha riskli hale gelmiş. Ne zaman ki; aşırı sağcı militanların
mültecilere yönelik ölümlü toplu saldırıları yoğunlaşmış; o andan itibaren
Asya’nın ve Afrika’nın sorunlu coğrafyalarından Avrupa’nın zengin çekirdeğine
yönelik bu yasa dışı göçün mağdurları olan mülteciler, meydanlardan ve ana
caddelerden çekilerek, daha kuytu köşelerde ve mülteci kamplarında hayatta
kalma savaşını sürdürmeye başlamışlar.
Mora
Ayaklanması yada Yunanların bağımsızlığa giden yolu
1453’de İstanbul’un
düşüşü ile başlayan süreçte, aşağı yukarı bütün Kıta Yunanistan’ı, Fatih
Sultan Mehmet döneminde Osmanlı yönetimine girdi. 1458’de Atina,
1460’larda da Mora Yarımadası ele geçirildi. 1571’de Kıbrıs’ın, 1668’de de
Girit’in zaptı ile bu süreç tamamlandı. 1821 yılına kadar sürecek Osmanlı
egemenliği, yine ilk kalkışmalarla Mora’da karşı karşıya kaldı.
Patras; Agios Andreas
Katedrali; Aziz Andreas’ı “X” çarmıha gerilişini temsil eden katedraldeki fresk
18.yy.ın sonlarına
doğru, Rus Çariçesi II. Katerina zamanında Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgedeki
etkinliğini kırmak üzere, Ortodoks Hristiyan din yakınlığı da kullanılarak
özellikle Mora Yarımadası’nı hedef alan kışkırtmalar başladı. 1770’de
Baltık’dan Akdeniz’e inen Rus donanması, İngilizlerin de desteği ile Mora’da
karaya çıkarak Tripoliçe, Patras, Navarin
gibi kentlerde tutundular. Ancak, Osmanlı kuvvetlerinin direnişi ve İstanbul’dan
ulaşan Osmanlı donanmasının desteği karşısında işgali sürdüremeyen Ruslar
Yunanistan’dan çekilmek zorunda kaldılar. Dış destekten yoksun kalan isyancılar
için ise sonuç acımasızdı. Rus donanmasının Ege sularında Osmanlı gemilerini
kovalaması Çeşme limanında Osmanlı donanmasının manevra olanağı bulamadığı bir
sırada, Rus donanmasının ateşi altında sulara gömülmesiyle son buldu. Rus
donanma komutanı Aleksi Orlof’a bu başarısından dolayı II.Katerina tarafından Çeşmeski unvanı verildi.
Rusların Osmanlılara
karşı yıldırıcı saldırıları sonrası, Kırım’ın kaybedilmesinden sonra iki taraf
arasında 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nda
Rusların; Rum Ortodoksların hamiliğine soyunmasının kabulü, Yunan tüccarların
Rus bayrağı altında Karadeniz’de ticaret yapabilme olanağını elde etmeleri,
Kıta Yunanistan’da yeni müdahalelere zemin hazırladı. Buna koşut; uluslararası
güçlü bir Yunan ticaret burjuvazisinin gelişmesi de Yunan ayaklanmasının ön
gerekliliklerinin tamamlanmasına yol açtı.
1814 yılında Odessa’da Yunan tüccarların önderlik
ettiği Filiki Eterya Cemiyeti’nin kurulması, bunun merkezinin daha
sonra İstanbul’a taşınması, bu süreçte Fener
Rum Patrikhanesi’nin de bu gizli başkaldırı sürecine destek vermesi
sonucunda, Mora İsyanı’na doğru gelişecek olaylar ardı sıra gelmeye başladı. Bu
sıralarda Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın Osmanlı’ya karşı Yanya
merkezli bir isyanı başlatması, ayrıca padişah II. Mahmut’un ıslahat
hareketleri ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın payitahta kaşı güç gösterisine
girişmesi de birleşince, Mora İsyanı’na bir anlamda gün doğdu. Ruslar ve
İngilizler başta olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinden Mora’ya yardım yağdı;
Avrupa’dan gelen gönüllüler doğrudan isyana destek verdi. İngiliz bankaları, Yunanlara
büyük miktarlarda borçlar verdi.
İstanbullu seçkin Rum
ailesi İpsilantiler’in
önderliğinde gelişen harekete, bir zamanlar Osmanlı jandarması ile danışıklı
dövüş içinde zengin Türk çiftçilerin mallarına saldıran ve onlardan bir anlamda
haraç alıp bölüşen Arnavut-Rum kleftler de (bizim Kurtuluş
Savaşı’ndaki gibi yani) katıldı. Theodoros
Kolokotronis, Georgios Karaiskakis, Markos Botzaris gibi ayaklanmanın
önemli önderleri, hep bu türden kleftten
dönme Arnavut-Yunan kahramanlarıydı.
Bu çatışma sürecinde
Mora’da 25 Mart 1821’de patlak veren ayaklanma kısa sürede Orta Yunanistan ve
Girit’e de sıçradı. İsyancılar, Tripoliçe
ve Navarin’de Türklere yönelik büyük
katliamlar gerçekleştirdiler. Tripoliçe’ye
giren Kolokotronis’in anılarında 32.000 Türk’ün öldürüldüğü
belirtilmekte, yine anlatımına göre şehirdeki cesetlerin çokluğundan atının
şehir duvarlarından saraya kadar toprağa basmadığını iddia etmektedir. (1)
İsyan giderek Ege
Denizi’ndeki adalara da yayıldı. II. Mahmut, Patrikhane’nin
ayaklanmayı desteklediği savıyla Patrik Grigorius ile birlikte bazı
metropolitleri patrikhanenin giriş kapısına astırarak idam ettirdi. Bu olayın
hatırasına; patriklik, bir daha bu kapıdan giriş yapmadı; bugüne dek
hizmetkârlar girişi kullanıldı.
İstanbul’da Fener
Patriği’nin asılması da isyanı durduramadı. Yunanlar, Mora ve Orta
Yunanistan’daki toprakları esas alarak, 15 Ocak 1822’de bağımsızlığını ilan
etti. Ayaklanmayı bastırmakta; ülkedeki diğer iç karışıklıklar nedeniyle aciz
kalan Padişah II. Mahmut, Girit ve Mora Valilikleri karşılığında Kavalalı
Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Oğlu İbrahim Paşa’nın Mora’ya
asker çıkararak ayaklanmayı bir süreliğine bastırması, ayaklanmanın hızını
kesemedi.
Özellikle 20 Ekim
1827’deki Navarin Deniz Savaşı’nda Osmanlı donanmasının Rus, İngiliz ve
Fransız kuvvetleri tarafından yok edilmesi, Yunanlara büyük moral desteği
sağladı. 1827-1828 Osmanlı – Rus Savaşı sonrasında 14 Eylül 1829’da tarafların
imzaladığı Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti tarafından Yunanistan’ın
bağımsızlığı tanındı.
Rumların Osmanlı Devleti yönetiminde Mora İsyanı ile tetiklenen
bağımsızlık sürecinde; Fransız Devrimi’nin etkisi, onun çığır açtığı Yeniçağın
milliyetçi fikirleri, Yunan ticari burjuvazisinin isyandaki örgütleyici rolünün
yanında Ortodoks kilisesinin tarih boyunca oynadığı birleştirici etkisini belki
de en tepeye koymak gerekir. Bu konuda arka arkaya birkaç değerlendirmeyi
aşağıya alıntılayalım:
“Balkanlar’da ulusalcı ideolojinin yayılmasında gerçek anlamda bir
burjuvazi ve burjuva ideolojisi ile ilgisi çok az olan Ortodoks kilisesinin
rolü büyük olmuştur.” İlber ORTAYLI
“Kilise Yunan milliyetçiliğinin asıl temsilcisi olarak kaldı. Yunan
milliyetçiliğine gıda veren kaynak ne Eflatun ve Aristo’nun Hellas’ı, ne de
Batı Avrupa’nın liberal ve sosyalist fikirleridir. Yunan milliyeti, en başarılı
şekilde papaz teokrasisinin yaratığıdır. Biz de yobazlar, ulusal duygulara her
zaman yabancı kalmışlardır; Yunanlılarda ise, ulusçuluğun rehber ve bekçileri
papazlar olmuştur. Kilise’yi ve Ortodoksluğu yok farz ediniz, Yunan ulusunun
birlik içinde bir ulus olarak ayakta durabileceği şüphelidir. Türk ulusçuluğu,
Halife teokrasisini önleyebildiği zaman mümkün olabildi; Yunanlılarda ise bunun
tersi olmuştur.”
Niyazi BERKES; Patrikhane ve Ekümeniklik; Kaynak
Yayınları; İstanbul, 2005; sayfa:22-23
‘İstanbul’un zaptından sonra, Rumlar hayli din özgürlüğüne kavuştular.
Bu özgürlüğü, hem eğitsel, hem yurtsever amaçlar için kullanma açıkgözlülüğünü
gösterdiler. Her Rum Kilisesi bir gizli okul, her papaz bir öğretmen oldu…
Herkesin bildiği olay şudur ki, Rum Kilisesi olmasaydı bir Yunan İhtilalı ve
bir Yunan bağımsızlığı olamazdı. Bu olay bize Rum milletinin neden kiliselerine
bu kadar bağlı olduğunun nedenini gösterir. Bu kilise salt bir dinî kurum
olmaktan fazla bir şeydir; çünkü o, her zaman Yunan ırkının gelenekleriyle,
hayalleriyle ve özdeyişleriyle bir görülmüştür.”
Adamantios POLYZODIES isimli bir Rum
papazın 1924 yılında yazdığı kitabından; Niyazi Berkes’in alıntısı; a.g.e
Mora’dan Orta Yunanistan’a Geçerken
Patras’ın çıkışında modern arkeoloji müzesinin binası ile karşılaştık.
Yapımı yeni tamamlanmış olan bina (2009 yılında açılmış), sabahın bu erken
vaktinde ancak açılıyordu. Binayı dışarıdan fotoğraflayıp Rio – Anti Rio Köprüsü’ne
doğru hareket ettik.
19.yy.da Yunanistan’da 7 kez başbakanlık yapan ve bu iki kıyıyı bir
köprüyle birleştirme fikrini ilk teklif eden Mesolongili Harilaos Trikupis’e adanmış köprünün daha çok bilinen ismi Rio-
Antirio Köprüsü. 2004 yılında Atina’da düzenlenen Yaz Olimpiyat
Oyunları’nın hemen öncesinde tamamlanan köprü, Yunanistan’ın yüksek prestijli
bir projesi olarak dikkat çekiyor. Köprüyü, Fransızlar projelendirip Yunanlarla
birlikte oluşturdukları bir ortak konsorsiyumla yapmışlar. Günde 10.000’den
fazla aracın geçiş yaptığı köprü şimdi para basan bir kaynağa dönüşmüş.
Sabah erken saatlerde köprüden 40 Euro karşılığı geçiş yapan
minibüsümüz, Korint Körfezi’nin kuzey kıyısında yer alan bizim İnebahtı,
Latinlerin Lepanto ve Yunanların ise Nafpaktos adını verdikleri, Venedik
döneminden kalma kalenin eteklerinde kurulu şimdinin turistik kıyı kasabasına doğru
yöneldi. İnebahtı yolunda, kıyıya oldukça yakın bir noktadan etkileyici
görünümü ile Trikopis Köprüsü’nü fotoğrafladık ve bir Venedik
kalesinin hemen altında kurulu İnebahtı Kasabası’na ulaştık.
İnebahtı, bugün hemen girişindeki iki katlı şirin evleri ve
Akdeniz bitki örtüsünün en karakteristik örneklerinden rengârenk begonvillerin
avlu duvarlarından sarktığı bahçeleriyle daha çok bir turizm merkezi
görünümünde. Ancak tepede yükselen; çevreye ve körfeze hâkim bir noktada
konumlanmış Venedik dönemi kalesi ile tarihsel arka planı hakkında epey bir
şeyler anlatıyor. Kıyıda ise kaleleşmiş bir liman mevcut. Bugün bir sürü
turistik lokanta ve kafeterya ile çevrilmiş bir marina görünümündeki limanın
mendireğine doğru ilerlediğinizde, Sokullu Mehmet Paşa’nın tanımlamasıyla;
Osmanlı donanmasının sakalının traş edildiği o büyük deniz savaşına katılmış
İspanyol edebiyatçı Cervantes’in mermer bir kaide üstünde bronzdan bir heykeli ile
karşılaşıyorsunuz. Biraz daha ilerde ise, kıyıdaki surların hemen üstünde
yükselen minarenin bugüne kalan bir parçası ve savaşla ilgili bir müze girişi yer
alıyor.
Limandaki kalenin üstünden bir balıkçı heykeli, şapkasıyla umarsızca el
sallıyor sanki geçen gemilere… Oysa şimdi Korint Körfezi’nin kıyısında önemli
bir turizm merkezine dönüşmüş bu kasabayla ilgili bizim hafızamıza kazınmış bir
başka hatıra var. Kıbrıs Adası’nın 1571’de Osmanlı Devleti tarafından fethinin
Hristiyan Batı üzerinde yaratmış olduğu moral yıkımı onarmanın yolu, o zamanki
papanın önderliğinde bir Haçlı Donanması’nın örgütlenmesinden ve bu donanmayla,
Osmanlı donanmasının karşısına dikilmekten geçiyordu. Öyle de oldu; İnebahtı
önlerinde karşı karşıya gelen iki donanmanın yüzyıllarca Hristiyan
Avrupa’nın belleğine kazınmış bir zafer çığlığına dönüşecek bu büyük
kapışmasından, tarihi kayıtlara göre Osmanlı donanmasının yetkin ellerde
yönetilememesi nedeniyle Haçlı Donanması galip ayrıldı. Hristiyan Batı’nın
kazandığı bu zafer, sonraki yüzyıllarda sanatın her alanında işlendi durdu;
Avrupa’nın ortak tarihi geçmişinde önemli bir kilometre taşı olarak yerini
aldı.
Şimdi Yunanların verdiği adla Nafpaktos’un kıyısına nazır alçak
bir sekinin üstüne saçılmış kahvehanelerde çınar ağaçlarının gölgesine sığınmış
ziyaretçiler meydanda kahvelerini yudumlayarak zaman öldürmekteler. Meydanda
mermer sütundan bir kaidenin üstünde Yunan bağımsızlık sürecindeki “milli”
kahramanlardan bir “kleft”in daha heykeli
var. 18 Nisan 1829’da şehri ele geçiren Notis Botzaris’e ait olduğunu,
heykeli taşıyan gösterişli sütunun altındaki kitabeden öğreniyoruz. Bu arada Notis Botzaris’in Yunan bağımsızlık
sürecinde önemli rol oynayan Botzaris ailesine mensup olduğunu ve
Epir
bölgesinde yer alan Suli’den olduğunu da belirtelim. Yukarı doğru burulmuş pos bıyıkları
ve başının üstündeki fesi andıran sarığıyla temsil edilen; Arnavut mu Yunan mı olduğuna
karar veremediğimiz bu klasik kompozisyonun çizgileri, neredeyse bütün 19.yy.
Rum çete liderlerinin yüz hatlarını tarif ediyor gibi. Zaten Suli de; Epir bölgesinde, Arnavut ve
Yunan nüfusun tarihte bir arada yaşadığı bir bölge olarak öne çıkmış. Görüldüğü
gibi işin dibini kurcaladıkça kimin hangi kökenden geldiği de bayağı karmaşık
hale geliyor. Kahvelerimizi bitirip bir başka deniz savaşının hatırasına dair
ne bulacağımızı merak ettiğimiz Preveza’ya; Kuzeye doğru hareket
ediyoruz. Ama Preveza’dan önce Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın sanki bir
envanteri olan Mesolongi ve sonrasında öğle yemeği molası vereceğimiz bir
balıkçı köyü Menidi var.
Mesolongi; Yunanistan’ın bağımsızlığı sürecinde üç defa kuşatılan şehir
Mesolongi, Korint Körfezi’ni terk ettiğimiz bir coğrafyada,
kuzeye doğru tırmanırken çıktı karşımıza. Servilerle kaplı, belki bir mezarlığı
andıran koskocaman bir park alanında Yunanistan’ın modern tarihinin mimarları
olan politikacı ve askeri önderleri, onlarca ülkeden savaşın dış destekçisi
Helenizmin dostları ve isimli ve isimsiz nice “kahraman”ı barındıran bir
botanik bahçesi gibiydi Kahramanlar Bahçesi. Mesolongi’nin girişinde,
bir kale burcu gibi berkitilmiş bahçenin arka duvarlarına yaslanmış bilmem kaç
kalibrelik toplarla Osmanlı o günkü hedefteydi sanki.
İnebahtı, önde limandaki kale ve Osmanlı dönemi camisinin minaresi;
arkada ise tepedeki Venedik Kalesi
Mesolongi, 1821’de doruğa tırmanan Yunan Bağımsızlık
Savaşı’nın direnç noktasını oluşturur. Savaş sırasında sürekli Yunan
isyancıların elinde kalan Mesolongi, 1822, 1823 ve 1826
yıllarında tam üç kez Osmanlı ve ona destek olmak üzere Mısır’dan destek olarak
gönderilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın
oğlu İbrahim Paşa komutasındaki
kuvvetler tarafından kuşatıldı. Bu kuşatmalardan ikincisinin arifesinde Karpenisi’de Osmanlı kuvvetleri ile
yapılan savaşta; beraberindeki Suliyot savaşçıları ile birlikte Yunan
Bağımsızlık Savaşı’nın en önemli önderlerinden kabul edilen eski kleft, yeni “kahraman” Markos
Botzaris öldürüldü. Yunan ayaklanmasının dış destekçileri; İngiliz Lord Byron gibi Avrupalı entelektüeller
bu “kahramanlar”ın ardından methiyeler ve kahramanlık öyküleri kaleme aldılar.
Avrupa’daki modern nesiller, Antik Yunan uygarlığının bir şekilde sonucu olarak
ilişkilendirdikleri kendi varlıkları temelinde, bu savaşın temel müttefiki
haline geldiler.
1825-1826 yıllarındaki son kuşatma, Mesolongi’nin Yunan Bağımsızlık
Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı direnişin simgesi haline gelmesine yol açtı.
Yaklaşık bir yılı bulan kuşatma sırasında bütün lojistik desteklerini ve yaşama
imkânlarını yitiren isyancılar, kuşatmayı yararak kadınlı erkekli bir tür “exodus-çıkış” provasına giriştiler.
Ancak, iyi teçhiz edilmiş Osmanlı ve destek Mısır kuvvetleri karşısında; 1000
civarı kaçabilen dışında tümü telef oldu. Ama bu direniş ve “kuşatmadan çıkış”
öyküsü, Victor Hugo ve Yunan milli
marşının da şairi olan Dionysios Solomos gibi şairler tarafından destansı manzumelere ve Yunan yada
Avrupalı ressamlar tarafından Fransız Devrimi ile ilgili olarak yapılanlar
tarzında “kahramanlık” tablolarına dönüştü. Mesolongi
direnişi; bu bağımsızlık savaşının ilerideki aşamalarında; sürekli referans
olarak kullanılacağı bir “kahramanlık” destanıydı artık.
İşte Mesolongi’nin girişindeki Kahramanlık Bahçesi’nin her köşesi böyle
bir atmosferle kaplıydı sanki. Nereye baksanız bir Yunan isyancının heykeli
yada büstü; yada bu savaşa destek olan Avrupalı Helen dostlarının verdiği
desteği hatırlayan bir dizi heykel ve anı kitabesi yer alıyordu. Bunlardan
sadece ikisini anarak Mesolongi
bahsine son noktayı koyalım:
Bunlardan ilki savaşa bizzat Mesolongi’ye
gelerek katılan ve uğruna dizelerini konuşturan İngiliz Lord Byron’un yüreğinin de gömülü olduğu heykeli idi. Adam, Helen
seviciliğini öyle bir noktaya taşımış olmalıydı ki; 1824 yılında ateşli bir
hastalıktan öldüğü Mesolongi’de bu
kente yüreğinin gömülmesini vasiyet etmişti. Londra’da toprağa verilen Byron,
sadece mecazi değil; gerçek anlamda da “yüreğini” Mesolongi’de bırakmıştı.
Kahramanlar Bahçesi’nde dikkat çekici
bir köşe de Mesolongi’nin ikinci kez
kuşatılması öncesinde Osmanlı kuvvetleri tarafından bir cephe savaşında öldüren
ayaklanmanın önemli liderlerinden Markos Botzaris’in mezarı ve onun
üstündeki “Markos Botzaris” yazısını
eğilerek okumaya çalışan Yunan kız çocuğu heykeli idi.
Mezarın üstündeki mermer platforma uzanmış yatan küçük kız çocuğunun
bakışlarındaki ifade o kadar acıyla doluydu ki; bir anlamda Yunan Halkı’nın Botzaris’e
karşı duyduğu minnet ve şükran duyguları, tarifsiz bir acının arka planında en
güzel şekilde ifade edilmişti. Victor Hugo’ya göre; Fransız heykeltıraşı David d’Angers’ın bu eşsiz yapıtında
yakaladığı; İlkçağ’ın klasik dönem heykelciliğinin zirvelerinden Pheidias’ın (Fidyas) ihtişamı ile 17.yy. Fransız heykeltıraşı Pugot’un etkileyici tarzının birlikteliğini,
başka bir örnekte bulmak çok zor olmalıydı.(2)
Fransız heykeltıraş tarafından yapılan heykelin aslı, Atina’daki Ulusal
Tarih Müzesi’nde yer almaktaymış. Bizim Mesolongi’deki
Kahramanlar Bahçesi’nde Botzaris’in
mezarı üzerinde gördüğümüz ise; o etkileyici heykelin bir Yunan heykeltıraşı
olan Georgios Bonanos tarafından
yapılmış olan replikası idi; Ama o da aslı kadar etkileyici bir güzelliğe
sahipti.
Mesolongi’den ayrıldıktan sonra Korint Körfezi’nden kuzeye doğru dönüşümüzde
kıvrım kıvrım koyları ardımızda bıraktık. Bir öğle vakti Menidi isminde bir balıkçı
köyünün kıyısında mola verdik. Güz başlangıcında sessizliğin egemen olduğu
plajlara yakın konumda, karidesi ve taze balıkları ile meşhur kıyıdaki bir
balıkçı lokantasının bahçesinde denize karşı Grek (yani bizim peynirli çoban
salatası) ve karışık ot salataları eşliğinde taptaze barbunları ve karidesleri
afiyetle yedik. Karideslerin hazırlanması aşamasında lokantanın hemen yanındaki
kumsalın üstünde yer alan çocuk parkındaki terk edilmiş salıncaklarda
sallananlarımız da oldu. Yemek sonrası, kuzeydeki Arta Körfezi’ne doğru
hareket ettik.
Preveza yada Preveze
Türk tarihinin önemli deniz zaferlerinden birinin kazanıldığı 1538
yılındaki Preveze Deniz Zaferi’ni işaret
eden, şimdinin turistik bir kıyı kasabası Preveza; Yunanistan’ın kuzey batı
idari yapılanması Epirus bölgesinde; Arta Körfezi’nin hemen ağzında yer
alır. Menidi’den hareketimiz
sonrasında; körfezi dolaşarak ulaştığımız Preveza’nın hemen yakınlarında ise, Roma
İmparatoru Augustus’un Marcus Antonius ve Kleopatra’ya
karşı kazandığı Actium zaferini taçlandırmak adına kurdurduğu kent; Nikopolis
bulunmaktadır.
Kentin geçmişinde adı saklı önemli şahsiyetlerden biri de kentin içinde
ondan yadigâr kalan bir kale burcunun ön duvarındaki yazıtıyla hatırlanan
Osmanlı’nın asi çocuğu Yanya Valisi
Tepedelenli Ali Paşa’dır.
Kuzeye; feribot limanı Igumenitsa’ya
doğru devam eden yolculuğumuzda, kısa bir zaman diliminde oyalanma fırsatı
bulabildiğimiz Preveza’nın sahili ve ona paralel içerdeki sokaklarında
yaptığımız gezinti sırasında edindiğimiz izlenim, Venedik ve Osmanlı döneminden
kalan izlerin çok da kalıcı bir noktada olmadığı yönündeydi. Öğle sıcağının en
yoğun yaşandığı saatlerde girdiğimiz kasabanın sokakları ıpıssızdı. Yaz sezonunun
bitmekte oluşunun da belki bunda etkisi vardı; ancak dolaştığımız sokaklardaki
birçok lokanta ve kafeteryada hayat belirtisi yoktu. Ancak; her şeye rağmen sahildeki
restoranlar, kahvehaneler ve kıyıya yanaşmış çok sayıdaki yatta öğle sıcağına
rağmen hareketlilik sürüyordu.
Preveza; 1477’de Osmanlılar tarafından yeniden kurulmuş
bir kent aslında. Uzun yıllar Nikopolis adı çevresinde vücut bulan
yerleşim, Roma ve Bizans egemenliği sonrasında Bizans’ın ardılları Despotluklar
ile Bulgar ve Sırp Krallarının yönetiminde kalmış. Osmanlılar’ın bölgeyi ele
geçirdiği 1477 yılına kadar; 15.yy. boyunca en son Venedikliler kenti
yönetmişler. Preveza; 17-18.yy.larda zaman zaman Venedikliler’in işgaline
uğrasa da Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’a bağlandığı 1912 yılına dek,
Osmanlı yönetiminde Yanya’ya bağlı bir yönetim merkezi olarak varlığını
sürdürmüş. Bu süreçte; 1538 Eylül’ünde Andre
Doria yönetimindeki Haçlı donanmasına karşılık Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki
Osmanlı donanmasının Preveza
açıklarında kazandığı büyük zafer, Osmanlı tarihinin önemli sayfalarından
birini oluşturur.
Preveza; Tepedelenli Ali Paşa’nın
yazıtının bulunduğu sur parçası
Osmanlı İdaresi boyunca dikkat çeken bir önemli zaman dilimi de Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın
1798’de Fransız Devrimi’nin ve Napolyon’un Epir
kıyılarındaki giderek artan varlığının etkisiyle manevra alanı genişleyen yerli
Rumların üstüne gidişi ve Preveza’yı kendi egemenlik alanı içine dâhil ettiği
dönemdir. Bu dönem, Ali Paşa’nın II. Mahmut tarafından kafasının vurdurulduğu
1822 yılına kadar sürer. Kent, bu tarihten sonra İstanbul’dan doğrudan
yönetilir; ta ki; Yunanistan’a bağlanıncaya dek. Preveza’daki Arnavut nüfusun
varlığı Balkan Savaşı sırasındaki Nikopolis
Muharebesi’ne dek Yunanların kenti Yunanistan’a bağlama çabalarına engel
olur. Ancak eninde sonunda mukadderat gerçekleşir ve kent, Yanya da dâhil olmak
üzere Güney Epir’in kalan kısmıyla birlikte 1913’deki Londra Konferansı ile
Yunanistan’a dâhil edilir.
Bugün, Arta Körfezi’nin ağzında; sahile paralel uzanan sokaklarda
yukarıda anlatılan kentin kısa tarihçesine tanıklık etmiş yapılardan en
önemlilerinden birisi 18.yy.ın sonlarında Venedik işgali sırasında yapılmış
olan Venedik Saat Kulesi’dir. Dikdörtgen formatlı kule, piramidal bir kubbe ile
son bulmaktadır. Bir sokağın köşesini dönünce karşınıza çıkan küçük bir
meydanın kenarında konumlanmış saat kulesi, Ali Paşa kenti ele geçirmeden tam 6
yıl önce 1792’de tamamlanmış olup, bugün için Preveza’nın simge
anıtlarından biri haline gelmiştir.
Kentin tarih boyunca savunmasına hizmet etmiş surlarından önemli bir
parça da Venedik Saat Kulesi’nin yakınlarındaki bir başka meydana bakan Ali
Paşa zamanından kalma bir kale burcudur. Bu kulenin ön cephesinde yer alan ve
üzerinde “Maşallah (Hicri) 1223” (Miladi 1807) tarihini taşıyan
yazıt, Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın
kentteki hâkimiyet yıllarından kalmış olmalı. Kale burcunun hemen önünde yer
alan ve vatanı simgeleyen bir kadın heykelinin hemen yanındaki bir mermer
panoda ise, 1912’den 1940’a kadar ulaşan zaman aralığında Yunanistan uğruna
hayatını kaybeden Prevezalı Yunanların isimleri listelenmiş.
Preveza sahil bandı
Burcun karşısında yer alan parkın içinde ise, İkinci Dünya Savaşı’ndaki
direnişin hatırasına yapılmış bir anıt yer alıyor. Anıtta; granit bir panonun
üzerine monte edilmiş bronzdan bir rölyefte, savaşı simgeleyen silahların
üstünü bir şal gibi örtmüş Yunan bayrağı resmedilmiş. Üzerinde İkinci Dünya
Savaşı sırasında Nazilere karşı yeraltında faaliyet gösteren ulusal direnişi
temsil eden “Etniki Antistasi; 1941-1944”
ifadesi yer alıyor.
Preveza’nın sıcağının kavurduğu sahile paralel
sokaklarında dolaşıyoruz. Denize açılan daracık sokaklarda, begonvillerin
gölgesine sığınmış boş masalarda kimsecikler kalmamış. Arada bir soluklanmış
birkaç turist dışında pek kimse yok ortalıklarda. Sahildeki 1931 yılında
yapılmış; bizim Finansbank’ın da sahibi Yunan Ulusal Bankası’nın oryantal
çizgiler taşıyan binasını arkamızda bırakarak yeniden yollara düşüyoruz. Bu kez
hedefimiz; Korfu Adası’na gidecek feribotların kalktığı Igumenitsa öncesindeki son durağımız Parga… Osmanlı’nın önce Makbul,
daha sonra Maktul İbrahim Paşa’sı;
Kanuni’nin bir zamanlar can yoldaşı, Rum devşirmesi Pargalı İbrahim’in memleketi Parga.
Parga
Coğrafik ve tarihi bir bölgeyi tanımlayan Epir, bugün Kuzey Epir ve Güney Epir olarak Arnavutluk ve Yunanistan arasında bölüşülmüş iki
idari bölgenin bir bütünüdür aslında. Osmanlı döneminde Arnavutların, nüfus
olarak en az Yunanlar kadar bir yoğunluğa sahip oldukları Güney Epir toprakları, 19.yy.da Yunanistan’ın bağımsızlık sürecinde
hızlanarak artan ve günümüze dek uzanan bir arındırma sürecinde
Yunanlaştırılmış bir demografik yapının hâkim kılındığı bir idari bölge haline dönüşmüş.
Epir bölgesinin topografyasını; bir tabağın içine konan bir kaşık balın aktığı
gibi İon Denizi’ne doğru
hareketlenmiş bir yapıya sahip Pindus
Dağları belirler. Bu dağ sırası; aynı zamanda, kıyı coğrafyasını iç
bölgelerden ayıran bir sınır niteliği de taşır. Arnavutluk sınırları içinde
kıyıdaki Vlore’den (yada bizim
adlandırdığımız şekliyle Avlonya’dan)
başlayıp; Yunanistan’ın güney batısında; Preveza’nın girişinde yer aldığı Arta
Körfezi’ne dek devam eden son derece engebeli topografya, iklim ve bitki
örtüsü; dolayısıyla da sosyal yapı üzerinde de belirleyici olmuştur. Denize
paralel uzanan dağ sıraları arasında uzanan vadiler daha çok hayvanlar için
otlak olarak kullanılmaktaymış. Zaten Igumenitsa’dan
Yanya’ya doğru uzanan otoyol boyunca
karşılaştığımız dağlık coğrafyadaki yerleşimler, bu hayvansal üretimin son
derece çeşitli ürünleriyle doluydu. Örneğin; Yunan yakın tarihinde Ege
adalarının Osmanlı’nın elinden birer birer alınmasında büyük payı olan meşhur Averof zırhlısının finansörü Yorgo Averof’un da memleketi olan Ulah köyü Mestovo da hayvancılıkla
geçinen böyle bir yerleşimdi.
Arta Körfezi’nden kuzeye doğru ilerlerken, iğne oyası gibi eşsiz görünümlü
kıyılardan geçtik. Kuzeye devam eden Igumenitsa
yolundan kıyıya doğru Parga’ya yönüne saptık. Parga’nın evleri;
sanki dağın yamaçlarına yaslanmış bir amfi tiyatronun sıraları gibi alt alta dizilmişti.
Döne döne kıyıya; Parga’nın kalbine
indik. Parga aslında; hemen kıyısında
yer alan fotografik görünümlü Panagia
Adası’nı çevreleyen iki koyun etrafında konumlanmıştı.
Adaya hâkim konumda; kıyıdan dağa doğru birbirinin üstünde yükselen ve Venedik
mimarisinin izlerini taşıyan sivil mimari önekleri Parga evlerinin çepeçevre
sardığı iki koy Parga’nın iskeletini oluşturuyordu. İki koyu çeviren sahil
boyunca kıyıda çok sayıda turistik lokanta ve kafeterya vardı. Masmavi denizin
temizliği, tepedeki Venedik döneminden kalma kalesi ve çam ağaçları içindeki
ada; hepsi bu beldenin güzelliğini tamamlayan birer yapıtaşıydı sanki.
Venedik Kalesi, Osmanlı ilerlemesine karşı savunma amaçlı olarak; 11. ve
13.yy.larda yapılmış; 1452’de Osmanlılar’ın buraları ele geçirmesiyle bir kısmı
yıkılmış; ancak 16.yy.da Venedikliler tarafından yeniden tahkim edilmiş bir
savunma kalesi olarak dikkati çekiyordu. Bugün hala üzerinde taşıdığı Venedik
Aslanı ve Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın simgesi çift başlı kartal
kabartmaları, kalede o günleri hatırlatan son izler gibidir.
Kent, Osmanlı Devleti’nin giderek gerilemesi sürecinde zaman zaman
yeniden Venedikliler’in eline geçmiş. Fransız Devrimi sonrasında; 1797’de
Napolyon’un etki alanına giren bu kıyılarda Fransız askerleri görünmeye
başlamış. Ancak Rus, Fransız ve İngilizlerin egemenlik kavgalarının devam
ettiği coğrafyada, bu belirsizliklerden akıllıca yararlanan Yanya
Valisi Tepedelenli Ali Paşa olmuş. İleri derecede fırsatçı ve hırslı
bir adam olan Tepedelenli Ali Paşa,
bu uğurda elde ettiği gücüyle, bölgedeki etkinliğini sürekli artırma politikası
gütmüş. Ancak merkezi Osmanlı Hükümeti ile girdiği güç savaşında; 1822 yılında
II. Mahmut’a kellesini vererek kaybeden taraf olmuş. Parga da, bu yıllardan
sonra Yunan bağımsızlık sürecinin ateşlendiği bu coğrafyada, sürecin sonlandığı
1913 yılında modern Yunanistan’ın bir parçası haline gelmiş.
Parga; Venedik Kalesi
Parga koylarına bakan rengârenk boyalı evlerinin aralarından, yukarıya doğru
sıyrılıp çıkan taş döşeme yollarıyla tarihin ara sokaklarında dolaştığınız
sevimli mi sevimli bir kasaba çıkar karşınıza. Kuşaklar öncesinden
yakınlarınızın yaşadığı hikâyeler de olabilir bu sokak aralarında… Belki Delvinya’dan, belki Preveza’dan kız alıp kız verilmiştir bu topraklarda. Zamanın acı
çanları çaldığında bir gün; iki deniz ötede anavatan denilen başka topraklara
göçün savurduğu insanlara dönüşmüştür dedelerin, ninelerin oradaki acılı
hayatları. Mübadeleden çok önceleridir; Balkan Savaşı’nın önünde ardında hüzün
dolu anlar yaşanır bu topraklarda. Etnik temizliğin türlüsü olur zaman zaman.
Bir zamanlar kleft namıyla
Osmanlı zabitanının bilgisi dâhilinde faaliyette olan Arnavut-Rum eşkıyalar; Pindus Dağları’nda zengin Türk çiftlik
sahiplerinin topraklarından kaldırdıkları zenginlikleri Osmanlı jandarması ile
bölüştükleri zamanlar artık geride kalmıştır. Şimdi Arnavut mu, Yunan mı
olduklarına karar verme zamanıdır. Ve o kleftler,
bu süreçte; Yunan bağımsızlık savaşının gözü kara önderleri haline dönüşürler.
Gezimiz boyunca Orta Yunanistan’ın irili ufaklı bütün şehir ve
kasabalarında bu kahramanların burma bıyıklı heykelleri ile karşılaştık. Çoğu
kez kimisinin ardından Avrupalı Helen dostları; büyük sanatçılar, resimler
yaptılar; Türklerin Yunanlara yaptıkları “mezalimi” resimlediler; onların
hakkında destansı manzumeler döşendiler. Ama içlerinde bir tane bile bir Türk
köyünün uğradığı katliamı anlatan örneği yok idi.
Demek istediğimiz kısasa kısas değildir elbette; ama Mehmet
Akif’in dediği gibi “medeniyet
dediğin tek dişi kalmış bu canavar”ların tarihsel ve coğrafik olarak bu
kadar yakın iki halkı; sürükledikleri tükeniş süreci, eşi benzeri olmayan bir
düşmanlık projesidir. Ne yazık ki; hala Ege Denizi’nin iki yakasında
yüzyıllarca ekilen bu kin tohumlarını temizlemek bugün bile mümkün
olmamaktadır.
Igumenitsa feribot iskelesinde bizi Korfu Adası’na götürecek
gemiye yetişmek için Parga’yı terk ederken içimizi
kaplayan duygular bunlardı. Bu güzel coğrafyanın, denize doğru seyirlik bir
manzaranın tiyatro sıralarını oluşturan yamaçlardaki o güzelim evlerini
ardımızda doyamadan bırakarak, yönümüzü Igumenitsa’ya doğru çevirdik. Akşama
Korfu’da olmalıydık.
Dipnotlar:
(1) http://en.wikipedia.org/wiki/Siege_of_Tripolitsa
maddesindeki dip notta belirtilen Edmonds, İngilizce tercümesi, Kolokotrones, the Klepht and the Warrior,
Sixty Years of Peril and Daring. An autobiography. London, 1892 kaynağı
ile ilgili alıntılar
(2) Victor
Hugo’nun Fransız heykeltıraş David d’Angers’ın yapıtı ile ilgili yorumu http://en.wikipedia.org/wiki/David_d%27Angers
adresinden alınmıştır.
(3) Fotoğraflar,
İbrahim Fidanoğlu tarafından 2012 Yazı’nda söz konusu gezi sırasında
çekilmiştir.
Yazan ve Fotoğraflayan:
İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen : M.YC
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder