12 Şubat 2013 Salı

PATRAS’DAN PARGA’YA



12-19 Eylül 2012
İbrahim Fidanoğlu

Patras’a doğru

Korint kanalı kıyısında yediğimiz öğle yemeği sonrası Patras’a doğru hareket ettik. Zaman zaman Korint Körfezi’nin güney kıyısı boyunca sıralanmış turistik kıyı kasabalarından geçtik. Yolda Kalavrita kasabasının sapak levhasına rastladık. Güneye, Peloponnes yarımadasının içlerine doğru inen yol, dağlar arasında yer alan bu kasabaya uzanıyordu. Kalavrita, Yunanistan’ın bağımsızlık savaşının başlangıcı kabul edilen 21 Mart 1821’de bu süreci tetikleyen olaylardan birisi olan Aya Lavra Manastırı’na Yunan bayrağının çekildiği gün ile ün salmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise Nazilerin gerçekleştirdiği büyük bir katliam ve bu manastırın yakılışı, bu kasabanın hafızasındaki en dramatik olaylardan biri olarak biliniyordu.

Patras Kalesi’den Patras’a bakarken
Patras Kalesi’den Patras’a bakarken

Panachaiko Dağı’nın eteklerinde kurulu Yunanistan’ın üçüncü büyük kenti Patras’a akşamüstü girdik. Yunanistan’ın Batı’ya açılan kapısı olarak da adlandırılan Patras, kendi adıyla anılan Ortaçağ’dan kalma kalenin eteklerinden limana doğru uzanan ızgara planlı; birbirine dik ve paralel caddelerden oluşan bir yeni şehir görünümünde. Aziz Nikola ve bağımsızlık savaşının liderlerinden Kolokotroni caddeleri limana dik olarak uzanıyor. Bu caddeleri dik olarak kesen ve limana paralel uzanan Mezonos Caddesi üzerinde ise, büyük bir Katolik Kilisesi bulunuyor. Bu caddeler ve onların kavuştuğu Liman’daki caddenin üstünde capcanlı bir hayat göze çarpıyor. Şehrin önemli buluşma mekânları da bu caddeler üzerinde yer alıyor.

Patras Kalesi’nin girişindeyiz
Patras Kalesi’nin girişindeyiz

Kolokotroni Caddesi’nin sonunda Ortaçağdan kalma Patras Kalesi’ne çıkan merdivenlere ulaşılır. Merdivenleri kullanmak istemeyenler, kaleye yönelen sokakları tırmanarak hedefe arabayla da ulaşabilirler. Depremde yıkılan kale, M.S. 6.yy.da Bizans İmparatoru Justinyanus tarafından yeniden yapılmış. Kale surlarının dibinden kentin limana doğru uzanan mahallelerine ve Patras Körfezi’ne doğru bakmak, hele gün batımı da varsa oldukça keyiflidir.

Patras; Kalenin iç surları
Patras; Kalenin iç surları

Limandan kaleye doğru çıkarken, kentin yukarı bölümünde M.S. 2.yy.dan kalma kırmızı tuğlalarıyla hemen dikkat çeken Roma dönemi Odeon yapısı yer alır. Restorasyon sonrası açık hava tiyatrosu şeklinde düzenlenen yapıda kentin önemli kültürel etkinlikleri gerçekleştiriliyormuş.

Kentin merkezi sayılabilecek, Apollon Tiyatrosu ve ortasında bir çeşmenin de yer aldığı Kral Yorgo (Georgiou) Meydanı, kentin en hareketli mekânlarından birisi olarak dikkat çekmektedir. Kentin koruyucusu kabul edilen Aziz Yorgo (St. George), her Şubat ayında bir yortuyla anılır.

Kentin en önemli kilisesi kendine ait (X) şeklinde bir haçın da bulunduğu Hz. İsa’nın on iki havarisinden biri olan Aziz Andreas’a adanmış 16 kubbeli Agios. Andreas Katedralidir. Kentin doğu yakasında, deniz kıyısına yakın bir konumda yer alan katedral, bugün Yunanistan’ın en büyük dini yapısı olarak biliniyor. Aynı anda 5000 kişinin bu kilisede düzenlenen dini törenlere katılması mümkünmüş. Esas ilginç olan ise; 1908 yılında yapımına başlanan kilisenin, 1974 yılında ibadete açılmış olması. Bu açıdan hikâyesi, biraz Barcelona’daki La Sagrada Familia Kilisesi’ni andırıyor. Atina’daki 1896 Yaz Olimpiyatları’nın açılış törenlerinin yapıldığı Panathinaiko Stadyumu’nun restorasyonunu gerçekleştiren Yunan Mimar Anastasio Metaxas bu yapının ilk mimarı olarak biliniyor. Ancak, mimarın ömrü vefa etmemiş ve katedral, daha sonraki yıllarda ardılları tarafından tamamlanmış.

Agios Andreas Katedrali
Agios Andreas Katedrali

Patras, yukarıda da belirttiğimiz gibi tarih boyunca Yunanistan’ın Batı Avrupa’ya açılan kapısı olarak tanınmış. Kent, aynı işlevi bugün de sürdürüyor. Hem İtalya’ya yönelik gemi trafiği, hem de kentin hemen yakınlarında bulunan Korint Körfezi’nin iki yakasını birleştiren, 2004 Atina Olimpiyatları öncesi Yunanistan’ın hayata geçirdiği en prestijli projelerinden birisi Rio-Antirio Köprüsü ile önemli bir kavşak noktasında yer alan Patras, bunun dezavantajlarını da yaşıyor.

Son yıllarda Patras, Avrupa’nın içlerine yönelik mülteci akınlarının mutlak uğrak noktası haline gelmiş. 2008’den beri dünyayı kasıp kavuran ekonomik krizin pençesinden bir türlü kurtulamayan Yunanistan’da, son yıllarda bu kitle aşırı sağcı politik güçlerin de hedefi olmuş. Özellikle son seçimlerde ciddi bir başarı elde ederek parlamentoda hatırı sayılır bir milletvekili sayısına ulaşan aşırı sağcı Altın Şafak Partisi’nin militanlarının, sokak gösterilerinde esmer derili bu mültecilere acımasızca saldırıp, Patras sokaklarından ayaklarını kestiğine dair hikâyeler dinledik. Her şeye rağmen, Patras’da ve özellikle Atina’da; sokak aralarında dolaşırken, mültecileri yere açtıkları tezgâhlarında bir şeyler satmaya çalışırken gördüğümüzü de söylemeliyiz. Atina’da mülteciler, genellikle kentin önemli meydanlarından biri olan Omonia Meydanı civarında üstlenmişler.

Agios Andreas Katedrali’nin kubbe altındayız.
Agios Andreas Katedrali’nin kubbe altındayız.

Yerel rehberimizin anlattığına göre; Altın Şafak militanlarının mültecilere yönelik saldırılarını yoğunlaştırmadan önceleri, Yunanlar için mültecilerin varlığı giderek rahatsız edici olmaya başlamış. Atina’da Omonia Meydanı gibi mültecilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde dolaşmak, yerli halk için giderek daha riskli hale gelmiş. Ne zaman ki; aşırı sağcı militanların mültecilere yönelik ölümlü toplu saldırıları yoğunlaşmış; o andan itibaren Asya’nın ve Afrika’nın sorunlu coğrafyalarından Avrupa’nın zengin çekirdeğine yönelik bu yasa dışı göçün mağdurları olan mülteciler, meydanlardan ve ana caddelerden çekilerek, daha kuytu köşelerde ve mülteci kamplarında hayatta kalma savaşını sürdürmeye başlamışlar.


Mora Ayaklanması yada Yunanların bağımsızlığa giden yolu

1453’de İstanbul’un düşüşü ile başlayan süreçte, aşağı yukarı bütün Kıta Yunanistan’ı, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı yönetimine girdi. 1458’de Atina, 1460’larda da Mora Yarımadası ele geçirildi. 1571’de Kıbrıs’ın, 1668’de de Girit’in zaptı ile bu süreç tamamlandı. 1821 yılına kadar sürecek Osmanlı egemenliği, yine ilk kalkışmalarla Mora’da karşı karşıya kaldı.

Patras; Agios Andreas Katedrali; Aziz Andreas’ı “X” çarmıha gerilişini temsil eden katedraldeki fresk
Patras; Agios Andreas Katedrali; Aziz Andreas’ı “X” çarmıha gerilişini temsil eden katedraldeki fresk

18.yy.ın sonlarına doğru, Rus Çariçesi II. Katerina zamanında Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgedeki etkinliğini kırmak üzere, Ortodoks Hristiyan din yakınlığı da kullanılarak özellikle Mora Yarımadası’nı hedef alan kışkırtmalar başladı. 1770’de Baltık’dan Akdeniz’e inen Rus donanması, İngilizlerin de desteği ile Mora’da karaya çıkarak Tripoliçe, Patras, Navarin gibi kentlerde tutundular. Ancak, Osmanlı kuvvetlerinin direnişi ve İstanbul’dan ulaşan Osmanlı donanmasının desteği karşısında işgali sürdüremeyen Ruslar Yunanistan’dan çekilmek zorunda kaldılar. Dış destekten yoksun kalan isyancılar için ise sonuç acımasızdı. Rus donanmasının Ege sularında Osmanlı gemilerini kovalaması Çeşme limanında Osmanlı donanmasının manevra olanağı bulamadığı bir sırada, Rus donanmasının ateşi altında sulara gömülmesiyle son buldu. Rus donanma komutanı Aleksi Orlof’a bu başarısından dolayı II.Katerina tarafından Çeşmeski unvanı verildi.

Rusların Osmanlılara karşı yıldırıcı saldırıları sonrası, Kırım’ın kaybedilmesinden sonra iki taraf arasında 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Rusların; Rum Ortodoksların hamiliğine soyunmasının kabulü, Yunan tüccarların Rus bayrağı altında Karadeniz’de ticaret yapabilme olanağını elde etmeleri, Kıta Yunanistan’da yeni müdahalelere zemin hazırladı. Buna koşut; uluslararası güçlü bir Yunan ticaret burjuvazisinin gelişmesi de Yunan ayaklanmasının ön gerekliliklerinin tamamlanmasına yol açtı.

Aziz Andreas’ın “X” haçı
Aziz Andreas’ın “X” haçı

1814 yılında Odessa’da Yunan tüccarların önderlik ettiği Filiki Eterya Cemiyeti’nin kurulması, bunun merkezinin daha sonra İstanbul’a taşınması, bu süreçte Fener Rum Patrikhanesi’nin de bu gizli başkaldırı sürecine destek vermesi sonucunda, Mora İsyanı’na doğru gelişecek olaylar ardı sıra gelmeye başladı. Bu sıralarda Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın Osmanlı’ya karşı Yanya merkezli bir isyanı başlatması, ayrıca padişah II. Mahmut’un ıslahat hareketleri ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın payitahta kaşı güç gösterisine girişmesi de birleşince, Mora İsyanı’na bir anlamda gün doğdu. Ruslar ve İngilizler başta olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinden Mora’ya yardım yağdı; Avrupa’dan gelen gönüllüler doğrudan isyana destek verdi. İngiliz bankaları, Yunanlara büyük miktarlarda borçlar verdi.

Menidi sahili hüzünlü bir terk edilmişlik içinde
Menidi sahili hüzünlü bir terk edilmişlik içinde

İstanbullu seçkin Rum ailesi İpsilantilerin önderliğinde gelişen harekete, bir zamanlar Osmanlı jandarması ile danışıklı dövüş içinde zengin Türk çiftçilerin mallarına saldıran ve onlardan bir anlamda haraç alıp bölüşen Arnavut-Rum kleftler de (bizim Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi yani) katıldı. Theodoros Kolokotronis, Georgios Karaiskakis, Markos Botzaris gibi ayaklanmanın önemli önderleri, hep bu türden kleftten dönme Arnavut-Yunan kahramanlarıydı.

Bu çatışma sürecinde Mora’da 25 Mart 1821’de patlak veren ayaklanma kısa sürede Orta Yunanistan ve Girit’e de sıçradı. İsyancılar, Tripoliçe ve Navarin’de Türklere yönelik büyük katliamlar gerçekleştirdiler. Tripoliçe’ye giren Kolokotronis’in anılarında 32.000 Türk’ün öldürüldüğü belirtilmekte, yine anlatımına göre şehirdeki cesetlerin çokluğundan atının şehir duvarlarından saraya kadar toprağa basmadığını iddia etmektedir. (1)

İsyan giderek Ege Denizi’ndeki adalara da yayıldı. II. Mahmut, Patrikhane’nin ayaklanmayı desteklediği savıyla Patrik Grigorius ile birlikte bazı metropolitleri patrikhanenin giriş kapısına astırarak idam ettirdi. Bu olayın hatırasına; patriklik, bir daha bu kapıdan giriş yapmadı; bugüne dek hizmetkârlar girişi kullanıldı.

İstanbul’da Fener Patriği’nin asılması da isyanı durduramadı. Yunanlar, Mora ve Orta Yunanistan’daki toprakları esas alarak, 15 Ocak 1822’de bağımsızlığını ilan etti. Ayaklanmayı bastırmakta; ülkedeki diğer iç karışıklıklar nedeniyle aciz kalan Padişah II. Mahmut, Girit ve Mora Valilikleri karşılığında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Oğlu İbrahim Paşa’nın Mora’ya asker çıkararak ayaklanmayı bir süreliğine bastırması, ayaklanmanın hızını kesemedi.

Patras; Roma dönemi Odeon yapısı
Patras; Roma dönemi Odeon yapısı

Özellikle 20 Ekim 1827’deki Navarin Deniz Savaşında Osmanlı donanmasının Rus, İngiliz ve Fransız kuvvetleri tarafından yok edilmesi, Yunanlara büyük moral desteği sağladı. 1827-1828 Osmanlı – Rus Savaşı sonrasında 14 Eylül 1829’da tarafların imzaladığı Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti tarafından Yunanistan’ın bağımsızlığı tanındı.

Rumların Osmanlı Devleti yönetiminde Mora İsyanı ile tetiklenen bağımsızlık sürecinde; Fransız Devrimi’nin etkisi, onun çığır açtığı Yeniçağın milliyetçi fikirleri, Yunan ticari burjuvazisinin isyandaki örgütleyici rolünün yanında Ortodoks kilisesinin tarih boyunca oynadığı birleştirici etkisini belki de en tepeye koymak gerekir. Bu konuda arka arkaya birkaç değerlendirmeyi aşağıya alıntılayalım:

“Balkanlar’da ulusalcı ideolojinin yayılmasında gerçek anlamda bir burjuvazi ve burjuva ideolojisi ile ilgisi çok az olan Ortodoks kilisesinin rolü büyük olmuştur.” İlber ORTAYLI

İnebahtı, liman ve kale
İnebahtı, liman ve kale

“Kilise Yunan milliyetçiliğinin asıl temsilcisi olarak kaldı. Yunan milliyetçiliğine gıda veren kaynak ne Eflatun ve Aristo’nun Hellas’ı, ne de Batı Avrupa’nın liberal ve sosyalist fikirleridir. Yunan milliyeti, en başarılı şekilde papaz teokrasisinin yaratığıdır. Biz de yobazlar, ulusal duygulara her zaman yabancı kalmışlardır; Yunanlılarda ise, ulusçuluğun rehber ve bekçileri papazlar olmuştur. Kilise’yi ve Ortodoksluğu yok farz ediniz, Yunan ulusunun birlik içinde bir ulus olarak ayakta durabileceği şüphelidir. Türk ulusçuluğu, Halife teokrasisini önleyebildiği zaman mümkün olabildi; Yunanlılarda ise bunun tersi olmuştur.”
Niyazi BERKES; Patrikhane ve Ekümeniklik; Kaynak Yayınları; İstanbul, 2005; sayfa:22-23

‘İstanbul’un zaptından sonra, Rumlar hayli din özgürlüğüne kavuştular. Bu özgürlüğü, hem eğitsel, hem yurtsever amaçlar için kullanma açıkgözlülüğünü gösterdiler. Her Rum Kilisesi bir gizli okul, her papaz bir öğretmen oldu… Herkesin bildiği olay şudur ki, Rum Kilisesi olmasaydı bir Yunan İhtilalı ve bir Yunan bağımsızlığı olamazdı. Bu olay bize Rum milletinin neden kiliselerine bu kadar bağlı olduğunun nedenini gösterir. Bu kilise salt bir dinî kurum olmaktan fazla bir şeydir; çünkü o, her zaman Yunan ırkının gelenekleriyle, hayalleriyle ve özdeyişleriyle bir görülmüştür.”
Adamantios POLYZODIES isimli bir Rum papazın 1924 yılında yazdığı kitabından; Niyazi Berkes’in alıntısı; a.g.e

Patras’ı karşı kıyıya bağlayan Rio-Antirio Köprüsü
Patras’ı karşı kıyıya bağlayan Rio-Antirio Köprüsü

Mora’dan Orta Yunanistan’a Geçerken

Patras’ın çıkışında modern arkeoloji müzesinin binası ile karşılaştık. Yapımı yeni tamamlanmış olan bina (2009 yılında açılmış), sabahın bu erken vaktinde ancak açılıyordu. Binayı dışarıdan fotoğraflayıp Rio – Anti Rio Köprüsü’ne doğru hareket ettik.

19.yy.da Yunanistan’da 7 kez başbakanlık yapan ve bu iki kıyıyı bir köprüyle birleştirme fikrini ilk teklif eden Mesolongili Harilaos Trikupis’e adanmış köprünün daha çok bilinen ismi Rio- Antirio Köprüsü. 2004 yılında Atina’da düzenlenen Yaz Olimpiyat Oyunları’nın hemen öncesinde tamamlanan köprü, Yunanistan’ın yüksek prestijli bir projesi olarak dikkat çekiyor. Köprüyü, Fransızlar projelendirip Yunanlarla birlikte oluşturdukları bir ortak konsorsiyumla yapmışlar. Günde 10.000’den fazla aracın geçiş yaptığı köprü şimdi para basan bir kaynağa dönüşmüş.

Sabah erken saatlerde köprüden 40 Euro karşılığı geçiş yapan minibüsümüz, Korint Körfezi’nin kuzey kıyısında yer alan bizim İnebahtı, Latinlerin Lepanto ve Yunanların ise Nafpaktos adını verdikleri, Venedik döneminden kalma kalenin eteklerinde kurulu şimdinin turistik kıyı kasabasına doğru yöneldi. İnebahtı yolunda, kıyıya oldukça yakın bir noktadan etkileyici görünümü ile Trikopis Köprüsü’nü fotoğrafladık ve bir Venedik kalesinin hemen altında kurulu İnebahtı Kasabası’na ulaştık.

İnebahtı, Limandaki kalede Cervantes’in heykeli
İnebahtı, Limandaki kalede Cervantes’in heykeli

İnebahtı, bugün hemen girişindeki iki katlı şirin evleri ve Akdeniz bitki örtüsünün en karakteristik örneklerinden rengârenk begonvillerin avlu duvarlarından sarktığı bahçeleriyle daha çok bir turizm merkezi görünümünde. Ancak tepede yükselen; çevreye ve körfeze hâkim bir noktada konumlanmış Venedik dönemi kalesi ile tarihsel arka planı hakkında epey bir şeyler anlatıyor. Kıyıda ise kaleleşmiş bir liman mevcut. Bugün bir sürü turistik lokanta ve kafeterya ile çevrilmiş bir marina görünümündeki limanın mendireğine doğru ilerlediğinizde, Sokullu Mehmet Paşa’nın tanımlamasıyla; Osmanlı donanmasının sakalının traş edildiği o büyük deniz savaşına katılmış İspanyol edebiyatçı Cervantes’in mermer bir kaide üstünde bronzdan bir heykeli ile karşılaşıyorsunuz. Biraz daha ilerde ise, kıyıdaki surların hemen üstünde yükselen minarenin bugüne kalan bir parçası ve savaşla ilgili bir müze girişi yer alıyor.

Limandaki kalenin üstünden bir balıkçı heykeli, şapkasıyla umarsızca el sallıyor sanki geçen gemilere… Oysa şimdi Korint Körfezi’nin kıyısında önemli bir turizm merkezine dönüşmüş bu kasabayla ilgili bizim hafızamıza kazınmış bir başka hatıra var. Kıbrıs Adası’nın 1571’de Osmanlı Devleti tarafından fethinin Hristiyan Batı üzerinde yaratmış olduğu moral yıkımı onarmanın yolu, o zamanki papanın önderliğinde bir Haçlı Donanması’nın örgütlenmesinden ve bu donanmayla, Osmanlı donanmasının karşısına dikilmekten geçiyordu. Öyle de oldu; İnebahtı önlerinde karşı karşıya gelen iki donanmanın yüzyıllarca Hristiyan Avrupa’nın belleğine kazınmış bir zafer çığlığına dönüşecek bu büyük kapışmasından, tarihi kayıtlara göre Osmanlı donanmasının yetkin ellerde yönetilememesi nedeniyle Haçlı Donanması galip ayrıldı. Hristiyan Batı’nın kazandığı bu zafer, sonraki yüzyıllarda sanatın her alanında işlendi durdu; Avrupa’nın ortak tarihi geçmişinde önemli bir kilometre taşı olarak yerini aldı.

İnebahtı; tepede Venedik Kalesi ve Notis Botzaris’in büstünün bulunduğu meydan
İnebahtı; tepede Venedik Kalesi ve Notis Botzaris’in büstünün bulunduğu meydan

Şimdi Yunanların verdiği adla Nafpaktos’un kıyısına nazır alçak bir sekinin üstüne saçılmış kahvehanelerde çınar ağaçlarının gölgesine sığınmış ziyaretçiler meydanda kahvelerini yudumlayarak zaman öldürmekteler. Meydanda mermer sütundan bir kaidenin üstünde Yunan bağımsızlık sürecindeki “milli” kahramanlardan bir “kleft”in daha heykeli var. 18 Nisan 1829’da şehri ele geçiren Notis Botzaris’e ait olduğunu, heykeli taşıyan gösterişli sütunun altındaki kitabeden öğreniyoruz. Bu arada Notis Botzaris’in Yunan bağımsızlık sürecinde önemli rol oynayan Botzaris ailesine mensup olduğunu ve Epir bölgesinde yer alan Suli’den olduğunu da belirtelim. Yukarı doğru burulmuş pos bıyıkları ve başının üstündeki fesi andıran sarığıyla temsil edilen; Arnavut mu Yunan mı olduğuna karar veremediğimiz bu klasik kompozisyonun çizgileri, neredeyse bütün 19.yy. Rum çete liderlerinin yüz hatlarını tarif ediyor gibi. Zaten Suli de; Epir bölgesinde, Arnavut ve Yunan nüfusun tarihte bir arada yaşadığı bir bölge olarak öne çıkmış. Görüldüğü gibi işin dibini kurcaladıkça kimin hangi kökenden geldiği de bayağı karmaşık hale geliyor. Kahvelerimizi bitirip bir başka deniz savaşının hatırasına dair ne bulacağımızı merak ettiğimiz Preveza’ya; Kuzeye doğru hareket ediyoruz. Ama Preveza’dan önce Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın sanki bir envanteri olan Mesolongi ve sonrasında öğle yemeği molası vereceğimiz bir balıkçı köyü Menidi var.


İnebahtı limanı
İnebahtı, liman

Mesolongi; Yunanistan’ın bağımsızlığı sürecinde üç defa kuşatılan şehir

Mesolongi, Korint Körfezi’ni terk ettiğimiz bir coğrafyada, kuzeye doğru tırmanırken çıktı karşımıza. Servilerle kaplı, belki bir mezarlığı andıran koskocaman bir park alanında Yunanistan’ın modern tarihinin mimarları olan politikacı ve askeri önderleri, onlarca ülkeden savaşın dış destekçisi Helenizmin dostları ve isimli ve isimsiz nice “kahraman”ı barındıran bir botanik bahçesi gibiydi Kahramanlar Bahçesi. Mesolongi’nin girişinde, bir kale burcu gibi berkitilmiş bahçenin arka duvarlarına yaslanmış bilmem kaç kalibrelik toplarla Osmanlı o günkü hedefteydi sanki.

İnebahtı, önde limandaki kale ve Osmanlı dönemi camisinin minaresi; arkada ise tepedeki Venedik Kalesi
İnebahtı, önde limandaki kale ve Osmanlı dönemi camisinin minaresi; arkada ise tepedeki Venedik Kalesi

Mesolongi, 1821’de doruğa tırmanan Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın direnç noktasını oluşturur. Savaş sırasında sürekli Yunan isyancıların elinde kalan Mesolongi, 1822, 1823 ve 1826 yıllarında tam üç kez Osmanlı ve ona destek olmak üzere Mısır’dan destek olarak gönderilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetler tarafından kuşatıldı. Bu kuşatmalardan ikincisinin arifesinde Karpenisi’de Osmanlı kuvvetleri ile yapılan savaşta; beraberindeki Suliyot savaşçıları ile birlikte Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın en önemli önderlerinden kabul edilen eski kleft, yeni “kahraman” Markos Botzaris öldürüldü. Yunan ayaklanmasının dış destekçileri; İngiliz Lord Byron gibi Avrupalı entelektüeller bu “kahramanlar”ın ardından methiyeler ve kahramanlık öyküleri kaleme aldılar. Avrupa’daki modern nesiller, Antik Yunan uygarlığının bir şekilde sonucu olarak ilişkilendirdikleri kendi varlıkları temelinde, bu savaşın temel müttefiki haline geldiler.

1825-1826 yıllarındaki son kuşatma, Mesolongi’nin Yunan Bağımsızlık Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı direnişin simgesi haline gelmesine yol açtı. Yaklaşık bir yılı bulan kuşatma sırasında bütün lojistik desteklerini ve yaşama imkânlarını yitiren isyancılar, kuşatmayı yararak kadınlı erkekli bir tür “exodus-çıkış” provasına giriştiler. Ancak, iyi teçhiz edilmiş Osmanlı ve destek Mısır kuvvetleri karşısında; 1000 civarı kaçabilen dışında tümü telef oldu. Ama bu direniş ve “kuşatmadan çıkış” öyküsü, Victor Hugo ve Yunan milli marşının da şairi olan Dionysios Solomos gibi şairler tarafından destansı manzumelere ve Yunan yada Avrupalı ressamlar tarafından Fransız Devrimi ile ilgili olarak yapılanlar tarzında “kahramanlık” tablolarına dönüştü. Mesolongi direnişi; bu bağımsızlık savaşının ilerideki aşamalarında; sürekli referans olarak kullanılacağı bir “kahramanlık” destanıydı artık.

Mesolongi; Kahramanlar Bahçesi
Mesolongi; Kahramanlar Bahçesi

İşte Mesolongi’nin girişindeki Kahramanlık Bahçesi’nin her köşesi böyle bir atmosferle kaplıydı sanki. Nereye baksanız bir Yunan isyancının heykeli yada büstü; yada bu savaşa destek olan Avrupalı Helen dostlarının verdiği desteği hatırlayan bir dizi heykel ve anı kitabesi yer alıyordu. Bunlardan sadece ikisini anarak Mesolongi bahsine son noktayı koyalım:

Bunlardan ilki savaşa bizzat Mesolongi’ye gelerek katılan ve uğruna dizelerini konuşturan İngiliz Lord Byron’un yüreğinin de gömülü olduğu heykeli idi. Adam, Helen seviciliğini öyle bir noktaya taşımış olmalıydı ki; 1824 yılında ateşli bir hastalıktan öldüğü Mesolongi’de bu kente yüreğinin gömülmesini vasiyet etmişti. Londra’da toprağa verilen Byron, sadece mecazi değil; gerçek anlamda da “yüreğini” Mesolongi’de bırakmıştı.


Kahramanlar Bahçesi’nde dikkat çekici bir köşe de Mesolongi’nin ikinci kez kuşatılması öncesinde Osmanlı kuvvetleri tarafından bir cephe savaşında öldüren ayaklanmanın önemli liderlerinden Markos Botzaris’in mezarı ve onun üstündeki “Markos Botzaris” yazısını eğilerek okumaya çalışan Yunan kız çocuğu heykeli idi.

Mesolongi, Markos Botzaris’in mezarı ve heykel
Mesolongi, Markos Botzaris’in mezarı ve heykel

Mezarın üstündeki mermer platforma uzanmış yatan küçük kız çocuğunun bakışlarındaki ifade o kadar acıyla doluydu ki; bir anlamda Yunan Halkı’nın Botzaris’e karşı duyduğu minnet ve şükran duyguları, tarifsiz bir acının arka planında en güzel şekilde ifade edilmişti. Victor Hugo’ya göre; Fransız heykeltıraşı David d’Angers’ın bu eşsiz yapıtında yakaladığı; İlkçağ’ın klasik dönem heykelciliğinin zirvelerinden Pheidias’ın (Fidyas) ihtişamı ile 17.yy. Fransız heykeltıraşı Pugot’un etkileyici tarzının birlikteliğini, başka bir örnekte bulmak çok zor olmalıydı.(2)

Fransız heykeltıraş tarafından yapılan heykelin aslı, Atina’daki Ulusal Tarih Müzesi’nde yer almaktaymış. Bizim Mesolongi’deki Kahramanlar Bahçesi’nde Botzaris’in mezarı üzerinde gördüğümüz ise; o etkileyici heykelin bir Yunan heykeltıraşı olan Georgios Bonanos tarafından yapılmış olan replikası idi; Ama o da aslı kadar etkileyici bir güzelliğe sahipti.

Mesolongi’den ayrıldıktan sonra Korint Körfezi’nden kuzeye doğru dönüşümüzde kıvrım kıvrım koyları ardımızda bıraktık. Bir öğle vakti Menidi isminde bir balıkçı köyünün kıyısında mola verdik. Güz başlangıcında sessizliğin egemen olduğu plajlara yakın konumda, karidesi ve taze balıkları ile meşhur kıyıdaki bir balıkçı lokantasının bahçesinde denize karşı Grek (yani bizim peynirli çoban salatası) ve karışık ot salataları eşliğinde taptaze barbunları ve karidesleri afiyetle yedik. Karideslerin hazırlanması aşamasında lokantanın hemen yanındaki kumsalın üstünde yer alan çocuk parkındaki terk edilmiş salıncaklarda sallananlarımız da oldu. Yemek sonrası, kuzeydeki Arta Körfezi’ne doğru hareket ettik.

Mesolongi; Yunanların yanında savaşan Fransız Helen dostlarının anısına dikilmiş bir anıt

Preveza yada Preveze

Türk tarihinin önemli deniz zaferlerinden birinin kazanıldığı 1538 yılındaki Preveze Deniz Zaferi’ni işaret eden, şimdinin turistik bir kıyı kasabası Preveza; Yunanistan’ın kuzey batı idari yapılanması Epirus bölgesinde; Arta Körfezi’nin hemen ağzında yer alır. Menidi’den hareketimiz sonrasında; körfezi dolaşarak ulaştığımız Preveza’nın hemen yakınlarında ise, Roma İmparatoru Augustus’un Marcus Antonius ve Kleopatra’ya karşı kazandığı Actium zaferini taçlandırmak adına kurdurduğu kent; Nikopolis bulunmaktadır.

Kentin geçmişinde adı saklı önemli şahsiyetlerden biri de kentin içinde ondan yadigâr kalan bir kale burcunun ön duvarındaki yazıtıyla hatırlanan Osmanlı’nın asi çocuğu Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’dır.

Preveza; Tepedelenli Ali Paşa’dan kalan yadigâr yazıt; “Maşallah; 1807”
Preveza; Tepedelenli Ali Paşa’dan kalan yadigâr yazıt; “Maşallah; 1807”

Kuzeye; feribot limanı Igumenitsa’ya doğru devam eden yolculuğumuzda, kısa bir zaman diliminde oyalanma fırsatı bulabildiğimiz Preveza’nın sahili ve ona paralel içerdeki sokaklarında yaptığımız gezinti sırasında edindiğimiz izlenim, Venedik ve Osmanlı döneminden kalan izlerin çok da kalıcı bir noktada olmadığı yönündeydi. Öğle sıcağının en yoğun yaşandığı saatlerde girdiğimiz kasabanın sokakları ıpıssızdı. Yaz sezonunun bitmekte oluşunun da belki bunda etkisi vardı; ancak dolaştığımız sokaklardaki birçok lokanta ve kafeteryada hayat belirtisi yoktu. Ancak; her şeye rağmen sahildeki restoranlar, kahvehaneler ve kıyıya yanaşmış çok sayıdaki yatta öğle sıcağına rağmen hareketlilik sürüyordu.

Preveza; 1477’de Osmanlılar tarafından yeniden kurulmuş bir kent aslında. Uzun yıllar Nikopolis adı çevresinde vücut bulan yerleşim, Roma ve Bizans egemenliği sonrasında Bizans’ın ardılları Despotluklar ile Bulgar ve Sırp Krallarının yönetiminde kalmış. Osmanlılar’ın bölgeyi ele geçirdiği 1477 yılına kadar; 15.yy. boyunca en son Venedikliler kenti yönetmişler. Preveza; 17-18.yy.larda zaman zaman Venedikliler’in işgaline uğrasa da Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’a bağlandığı 1912 yılına dek, Osmanlı yönetiminde Yanya’ya bağlı bir yönetim merkezi olarak varlığını sürdürmüş. Bu süreçte; 1538 Eylül’ünde Andre Doria yönetimindeki Haçlı donanmasına karşılık Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının Preveza açıklarında kazandığı büyük zafer, Osmanlı tarihinin önemli sayfalarından birini oluşturur.

Preveza; Tepedelenli Ali Paşa’nın yazıtının bulunduğu sur parçası
Preveza; Tepedelenli Ali Paşa’nın yazıtının bulunduğu sur parçası

Osmanlı İdaresi boyunca dikkat çeken bir önemli zaman dilimi de Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın 1798’de Fransız Devrimi’nin ve Napolyon’un Epir kıyılarındaki giderek artan varlığının etkisiyle manevra alanı genişleyen yerli Rumların üstüne gidişi ve Preveza’yı kendi egemenlik alanı içine dâhil ettiği dönemdir. Bu dönem, Ali Paşa’nın II. Mahmut tarafından kafasının vurdurulduğu 1822 yılına kadar sürer. Kent, bu tarihten sonra İstanbul’dan doğrudan yönetilir; ta ki; Yunanistan’a bağlanıncaya dek. Preveza’daki Arnavut nüfusun varlığı Balkan Savaşı sırasındaki Nikopolis Muharebesi’ne dek Yunanların kenti Yunanistan’a bağlama çabalarına engel olur. Ancak eninde sonunda mukadderat gerçekleşir ve kent, Yanya da dâhil olmak üzere Güney Epir’in kalan kısmıyla birlikte 1913’deki Londra Konferansı ile Yunanistan’a dâhil edilir.

Bugün, Arta Körfezi’nin ağzında; sahile paralel uzanan sokaklarda yukarıda anlatılan kentin kısa tarihçesine tanıklık etmiş yapılardan en önemlilerinden birisi 18.yy.ın sonlarında Venedik işgali sırasında yapılmış olan Venedik Saat Kulesi’dir. Dikdörtgen formatlı kule, piramidal bir kubbe ile son bulmaktadır. Bir sokağın köşesini dönünce karşınıza çıkan küçük bir meydanın kenarında konumlanmış saat kulesi, Ali Paşa kenti ele geçirmeden tam 6 yıl önce 1792’de tamamlanmış olup, bugün için Preveza’nın simge anıtlarından biri haline gelmiştir.

Venedik Saat Kulesi
Venedik Saat Kulesi

Kentin tarih boyunca savunmasına hizmet etmiş surlarından önemli bir parça da Venedik Saat Kulesi’nin yakınlarındaki bir başka meydana bakan Ali Paşa zamanından kalma bir kale burcudur. Bu kulenin ön cephesinde yer alan ve üzerinde “Maşallah (Hicri) 1223” (Miladi 1807) tarihini taşıyan yazıt, Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın kentteki hâkimiyet yıllarından kalmış olmalı. Kale burcunun hemen önünde yer alan ve vatanı simgeleyen bir kadın heykelinin hemen yanındaki bir mermer panoda ise, 1912’den 1940’a kadar ulaşan zaman aralığında Yunanistan uğruna hayatını kaybeden Prevezalı Yunanların isimleri listelenmiş.

Preveza sahil bandı
Preveza sahil bandı

Burcun karşısında yer alan parkın içinde ise, İkinci Dünya Savaşı’ndaki direnişin hatırasına yapılmış bir anıt yer alıyor. Anıtta; granit bir panonun üzerine monte edilmiş bronzdan bir rölyefte, savaşı simgeleyen silahların üstünü bir şal gibi örtmüş Yunan bayrağı resmedilmiş. Üzerinde İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilere karşı yeraltında faaliyet gösteren ulusal direnişi temsil eden “Etniki Antistasi; 1941-1944” ifadesi yer alıyor.

Preveza’nın sıcağının kavurduğu sahile paralel sokaklarında dolaşıyoruz. Denize açılan daracık sokaklarda, begonvillerin gölgesine sığınmış boş masalarda kimsecikler kalmamış. Arada bir soluklanmış birkaç turist dışında pek kimse yok ortalıklarda. Sahildeki 1931 yılında yapılmış; bizim Finansbank’ın da sahibi Yunan Ulusal Bankası’nın oryantal çizgiler taşıyan binasını arkamızda bırakarak yeniden yollara düşüyoruz. Bu kez hedefimiz; Korfu Adası’na gidecek feribotların kalktığı Igumenitsa öncesindeki son durağımız Parga… Osmanlı’nın önce Makbul, daha sonra Maktul İbrahim Paşa’sı; Kanuni’nin bir zamanlar can yoldaşı, Rum devşirmesi Pargalı İbrahim’in memleketi Parga.

Preveza; Yunan Ulusal Bankası’nın sahildeki binası
Preveza; Yunan Ulusal Bankası’nın sahildeki binası

Parga

Coğrafik ve tarihi bir bölgeyi tanımlayan Epir, bugün Kuzey Epir ve Güney Epir olarak Arnavutluk ve Yunanistan arasında bölüşülmüş iki idari bölgenin bir bütünüdür aslında. Osmanlı döneminde Arnavutların, nüfus olarak en az Yunanlar kadar bir yoğunluğa sahip oldukları Güney Epir toprakları, 19.yy.da Yunanistan’ın bağımsızlık sürecinde hızlanarak artan ve günümüze dek uzanan bir arındırma sürecinde Yunanlaştırılmış bir demografik yapının hâkim kılındığı bir idari bölge haline dönüşmüş.

Epir bölgesinin topografyasını; bir tabağın içine konan bir kaşık balın aktığı gibi İon Denizi’ne doğru hareketlenmiş bir yapıya sahip Pindus Dağları belirler. Bu dağ sırası; aynı zamanda, kıyı coğrafyasını iç bölgelerden ayıran bir sınır niteliği de taşır. Arnavutluk sınırları içinde kıyıdaki Vlore’den (yada bizim adlandırdığımız şekliyle Avlonya’dan) başlayıp; Yunanistan’ın güney batısında; Preveza’nın girişinde yer aldığı Arta Körfezi’ne dek devam eden son derece engebeli topografya, iklim ve bitki örtüsü; dolayısıyla da sosyal yapı üzerinde de belirleyici olmuştur. Denize paralel uzanan dağ sıraları arasında uzanan vadiler daha çok hayvanlar için otlak olarak kullanılmaktaymış. Zaten Igumenitsa’dan Yanya’ya doğru uzanan otoyol boyunca karşılaştığımız dağlık coğrafyadaki yerleşimler, bu hayvansal üretimin son derece çeşitli ürünleriyle doluydu. Örneğin; Yunan yakın tarihinde Ege adalarının Osmanlı’nın elinden birer birer alınmasında büyük payı olan meşhur Averof zırhlısının finansörü Yorgo Averof’un da memleketi olan Ulah köyü Mestovo da hayvancılıkla geçinen böyle bir yerleşimdi.

Parga’nın evleri
Parga’nın evleri

Arta Körfezi’nden kuzeye doğru ilerlerken, iğne oyası gibi eşsiz görünümlü kıyılardan geçtik. Kuzeye devam eden Igumenitsa yolundan kıyıya doğru Parga’ya yönüne saptık. Parga’nın evleri; sanki dağın yamaçlarına yaslanmış bir amfi tiyatronun sıraları gibi alt alta dizilmişti. Döne döne kıyıya; Parga’nın kalbine indik. Parga aslında; hemen kıyısında yer alan fotografik görünümlü Panagia Adası’nı çevreleyen iki koyun etrafında konumlanmıştı.

Adaya hâkim konumda; kıyıdan dağa doğru birbirinin üstünde yükselen ve Venedik mimarisinin izlerini taşıyan sivil mimari önekleri Parga evlerinin çepeçevre sardığı iki koy Parga’nın iskeletini oluşturuyordu. İki koyu çeviren sahil boyunca kıyıda çok sayıda turistik lokanta ve kafeterya vardı. Masmavi denizin temizliği, tepedeki Venedik döneminden kalma kalesi ve çam ağaçları içindeki ada; hepsi bu beldenin güzelliğini tamamlayan birer yapıtaşıydı sanki.

Venedik Kalesi, Osmanlı ilerlemesine karşı savunma amaçlı olarak; 11. ve 13.yy.larda yapılmış; 1452’de Osmanlılar’ın buraları ele geçirmesiyle bir kısmı yıkılmış; ancak 16.yy.da Venedikliler tarafından yeniden tahkim edilmiş bir savunma kalesi olarak dikkati çekiyordu. Bugün hala üzerinde taşıdığı Venedik Aslanı ve Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın simgesi çift başlı kartal kabartmaları, kalede o günleri hatırlatan son izler gibidir.

Parga; Panagia Adası ve üstündeki küçük şapel
Parga; Panagia Adası ve üstündeki küçük şapel

Kent, Osmanlı Devleti’nin giderek gerilemesi sürecinde zaman zaman yeniden Venedikliler’in eline geçmiş. Fransız Devrimi sonrasında; 1797’de Napolyon’un etki alanına giren bu kıyılarda Fransız askerleri görünmeye başlamış. Ancak Rus, Fransız ve İngilizlerin egemenlik kavgalarının devam ettiği coğrafyada, bu belirsizliklerden akıllıca yararlanan Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa olmuş. İleri derecede fırsatçı ve hırslı bir adam olan Tepedelenli Ali Paşa, bu uğurda elde ettiği gücüyle, bölgedeki etkinliğini sürekli artırma politikası gütmüş. Ancak merkezi Osmanlı Hükümeti ile girdiği güç savaşında; 1822 yılında II. Mahmut’a kellesini vererek kaybeden taraf olmuş. Parga da, bu yıllardan sonra Yunan bağımsızlık sürecinin ateşlendiği bu coğrafyada, sürecin sonlandığı 1913 yılında modern Yunanistan’ın bir parçası haline gelmiş.


Parga; Venedik Kalesi
Parga; Venedik Kalesi

Parga koylarına bakan rengârenk boyalı evlerinin aralarından, yukarıya doğru sıyrılıp çıkan taş döşeme yollarıyla tarihin ara sokaklarında dolaştığınız sevimli mi sevimli bir kasaba çıkar karşınıza. Kuşaklar öncesinden yakınlarınızın yaşadığı hikâyeler de olabilir bu sokak aralarında… Belki Delvinya’dan, belki Preveza’dan kız alıp kız verilmiştir bu topraklarda. Zamanın acı çanları çaldığında bir gün; iki deniz ötede anavatan denilen başka topraklara göçün savurduğu insanlara dönüşmüştür dedelerin, ninelerin oradaki acılı hayatları. Mübadeleden çok önceleridir; Balkan Savaşı’nın önünde ardında hüzün dolu anlar yaşanır bu topraklarda. Etnik temizliğin türlüsü olur zaman zaman.

Bir zamanlar kleft namıyla Osmanlı zabitanının bilgisi dâhilinde faaliyette olan Arnavut-Rum eşkıyalar; Pindus Dağları’nda zengin Türk çiftlik sahiplerinin topraklarından kaldırdıkları zenginlikleri Osmanlı jandarması ile bölüştükleri zamanlar artık geride kalmıştır. Şimdi Arnavut mu, Yunan mı olduklarına karar verme zamanıdır. Ve o kleftler, bu süreçte; Yunan bağımsızlık savaşının gözü kara önderleri haline dönüşürler.

Parga; Venedik Kalesi’nin altında yer alan evler
Parga; Venedik Kalesi’nin altında yer alan evler

Gezimiz boyunca Orta Yunanistan’ın irili ufaklı bütün şehir ve kasabalarında bu kahramanların burma bıyıklı heykelleri ile karşılaştık. Çoğu kez kimisinin ardından Avrupalı Helen dostları; büyük sanatçılar, resimler yaptılar; Türklerin Yunanlara yaptıkları “mezalimi” resimlediler; onların hakkında destansı manzumeler döşendiler. Ama içlerinde bir tane bile bir Türk köyünün uğradığı katliamı anlatan örneği yok idi.

Demek istediğimiz kısasa kısas değildir elbette; ama Mehmet Akif’in dediği gibi “medeniyet dediğin tek dişi kalmış bu canavar”ların tarihsel ve coğrafik olarak bu kadar yakın iki halkı; sürükledikleri tükeniş süreci, eşi benzeri olmayan bir düşmanlık projesidir. Ne yazık ki; hala Ege Denizi’nin iki yakasında yüzyıllarca ekilen bu kin tohumlarını temizlemek bugün bile mümkün olmamaktadır.

Parga; evler ve lokantalar iç içe
Parga; evler ve lokantalar iç içe(3)

Igumenitsa feribot iskelesinde bizi Korfu Adası’na götürecek gemiye yetişmek için Parga’yı terk ederken içimizi kaplayan duygular bunlardı. Bu güzel coğrafyanın, denize doğru seyirlik bir manzaranın tiyatro sıralarını oluşturan yamaçlardaki o güzelim evlerini ardımızda doyamadan bırakarak, yönümüzü Igumenitsa’ya doğru çevirdik. Akşama Korfu’da olmalıydık.

Dipnotlar:
(1)  http://en.wikipedia.org/wiki/Siege_of_Tripolitsa maddesindeki dip notta belirtilen Edmonds, İngilizce tercümesi, Kolokotrones, the Klepht and the Warrior, Sixty Years of Peril and Daring. An autobiography. London, 1892 kaynağı ile ilgili alıntılar
(2) Victor Hugo’nun Fransız heykeltıraş David d’Angers’ın yapıtı ile ilgili yorumu http://en.wikipedia.org/wiki/David_d%27Angers adresinden alınmıştır.
(3)  Fotoğraflar, İbrahim Fidanoğlu tarafından 2012 Yazı’nda söz konusu gezi sırasında çekilmiştir.

Yazan ve Fotoğraflayan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen : M.YC

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder